Giriş

Anadolu topraklarından önceki Türkçe’den gelen bir söz
vardır: "Öceşki yok ölümle" yani ölümle mücadele edilmez, ona
itiraz olmaz. Bu kesin bir gerçek. Ölümle başa çıkılamaz. Ölümün üstesinden
gelinemez. O halde insanoğlu ne yapsın? Ölümü idrak etmeyi, ölümü algılama
biçimini değiştirir.

Kendi iç ayarlarını değiştirir. Ölümün farklı
yorumları, bu kesin gerçek karşısında duyulan çaresizliği, korkuyu, acıyı
değiştirme isteğinden doğmuştur. Ölümü algılama ayarlarını değiştirmek
için, insanlar çok çeşitli yollar denemiştir.

Ölmeden önce ölmek: Dünya zevklerine önem vermemek, yüreğini
ilâhi aşk ile doldurmak, ölmeden önce ölmektir.

"Ölelim ölmez iken (ölmemişken) / Yine ölmemek için”
(Yunus Emre)

Bu tasavvufi ve felsefi bir yoldur.

Başka bir yaklaşım, ölüm ile her şeyin biteceğini düşünerek,
hayatı kâr saymak, ömrünü zevke adamaktır. Fakat bu gibi filozof veyâ şairleri
okurken çok dikkatli olmak gerekir.

Çok defa zevkten kastedilen vicdan mutluluğudur. Bu gibi
düşünürlerin çoğu, ahlâk yolunu terk etmemiş, her şeyi mübah saymamıştır.
Onların söylemek istediği, yaşamayı kâr sayarak, yalnız kendi için değil
diğer insanların mutluluğu için de uğraşmaktır. Yanlış anlaşılanların
başında Ömer Hayyam gelir. Ömer Hayyam, sulu bir sarhoş değil, büyük
ihtimalle ağzına içki koymayan bir saray bilginidir. Selçuklu sarayındaki
adı "İmam Ömer"dir. Uzun yaşamış, matematik risaleleri yazmış
bir şairdir.

"Şarap içelim demekten kasdı, yaşamanın kıymetini
bilelim, coşkulu bir hayatı seçelim, dünyâda sultan olmanın şah olmanın
geçici olduğunu, insan mutluluğunun daha önemli olduğunu derinden duyalım"
gibi düşüncelerdir.

Bu ikinci yaklaşımda, insanları sevmek ve onları
sevindirme yoluyla Allah’a yaklaşmak ön plandadır. Bir sûfî için bu iki
yol yan yana ve iç içedir.

Ölmeden önce ölme yoluna mensup olan Yunus Emre ikinci
yolda da karşımıza çıkar.

"Sevelim sevilelim Dünyâ kimseye kalmaz"

“İki Cihan bedbahtı kim gönül yıkar ise"

İkinci yol sadece kendi zevkini düşünmekten ibaret kalırsa
bir bencillik ve agnostisizme götürür. İnsan sevgisiyle birlikte olan ve
ahlak değerlerini hiçe saymayan ikinci yolun ise birincisinden farkı yoktur.

Gerek halk edebiyatında gerek daha işlenmiş edebiyat ürünlerinde
ölüm gerçeği sık sık karşımıza çıkar. Rubai değerinde bir Azeri dörtlüğü
vardır:

Dağlar başı tütündür / Kimin bağrı bütündür? /
Eğil öpüm yüzünden / Dünya ölüm yitimdir…

Yani Dünya ölme ve birbirlerini kaybetme Dünyasıdır,
deniyor.

Budizm öğretisine göre ölüm bir mesajdır. Bu mesajı
okumak ve hayat dersi almak, yaşayanlara düşen bir görevdir. Bizim kitap
ehli dediğimiz monoteist din mensupları, yani Musevi ve Hıristiyanlar da ölümün
bir mesaj olduğunu, yaşayanlar için bir ders sayılacağını kabul ederler.
Papa Jean Paul II’nin, 1994 yılında yayınlanan İlmihal Kitabında (Kateşizm)
şöyle deniyor "Ölüm, insanın yeryüzünde yaptığı seferin sonudur.
Bunun tekrarı yoktur. Tekrar bedenlenme yoktur. İnsan yeryüzünde Tanrı’nın
lütfu ile, tanrısal plan ile bağlantı halinde ömür sürerek ebediyetteki
kaderini kendi hazırlar. Buna da ölüm olayı son verir." Kur’an-ı Kerim
"her nefis ölümü tadacaktır sonra bize döndürüleceksiniz"
buyuruyor. İşte büyük dinler ve ölüm gerçeği… Yunus Emre, bunun zamanının
da belirsiz olduğunu, ölüm gerçeği ile gençlikte de karşılaşılabileceğini
en iyi biçimde dile getirir.

"Hiç bilmeyiz kezek (sıra) kimin, aramızda gezer
ölüm, / Halkı bostan edinmiştir dilediğin üzer (koparır) ölüm"

Biyoloji ve Ölüm

Son yıllarda sınırları ve özellikleri iyi belirlenen
"apoptosis" kavramı, insanoğlunun ölümün biyolojik anlamıyla,
karşılaşması demektir. Bilgilerimize göre yaşlanma bir fizyolojik süreçtir.
Fakat ölüm söz konusu olunca, son zamanlara kadar marazi ölüm sebepleri
akla gelirdi. Apoptosis ise programlanmış hücre ölümüdür. Hücre, bir
mikrop etkisiyle veya soğuk-sıcak fiziksel olaylarla değil, yazılımında
varolduğu için ölüyorsa, bu apoptosis olayıdır.

Yunus Emre, olağanüstü sezgisiyle, ilahi emir geri alınınca,
insanın sadece bir kalıp olacağını çok güzel belirtmiştir.

"Sözün ıssı (sahibi) sözü alır, / Suretse
toprakta kalır."

Yani "ol" emri gönderilmezse, bağlantı kopar,
söz geri alınır. Kalıp ise toprağa gömülür.

Kur’an-ı Kerim "Ruh Rabbin emridir" diyor. İşte
bu emrin (sözün) geri alınması "Ölüm"dür.

Giriş bölümünde belirttiğimiz gibi, hayat bilimi
demek olan Biyolojide, ölümün de özel bir yeri vardır. Çünkü bilim
ilerledikçe daha önce felsefi konular sayılan "zıtların uyumu, her şeyin
karşıtını da birlikte taşıdığı" gerçeği daha müşahhas (somut)
duruma geçmektedir. Bazı hücre reseptörlerinin sitoplazma bölümünde
(cytoplasmic portion) 80 aminoasidlik bir "ölüm bölgesi" (death
domain) vardır. Bu bölümden apoptosis’e götüren sinyaller doğar. Apoptosis
ise, önce de belirttiğimiz gibi, programlı hücre ölümü demektir.1

Eski Tıp ve Biyolojide ise ölüm, hayatın marazî bir
sebeple sonu demekti. Yaşlılıkla güçsüz düşmek biyoloji konusuydu. Fakat
yaşlanan organizmayı fizik veya biyolojik bir etken öldürüyordu. Apoptosis
ise yeni bir kavramdır. Hücrede hayatla ölümün yan yana olduğunu ifade
eder. Patolojik (marazî) sebeple ölümü Tanzimat devri ricâlinden
Abdurrahman Sami Paşa şöyle ifade ediyor:

Her ten biter bir derd ile / Uğraşmaya her ferd ile / Değmez
bu dünyâ-yi ahes / Allah bes baki heves.

“Her vûcud bir dert ile sona erer. Bazen bu dert sıcaktan
bazen soğuktan gelir. Her birey ile uğraşmaya, bu değeri küçük dünyâ için
değmez. Allah, yeterlidir. O’ndan başkası gelip hevesten ibarettir.”2

Biyoloji bilimi ile ölüm ilişkileri sâdece apoptosis
ile kalmaz. Biyolojide ölüm, yeni canlılara yeni organizmalara hayat alanı
tanımak yani yenilenmek için zorunludur. Biyolojinin kanunlarından birisi de
ölüm oranının yüksek olduğu zamanlarda, doğum oranının da artmasıdır.
Ekonomik yoksunluklarda, doğumların arttığı şeklinde gözlemler yapılmıştır.
Toplumlarda gelir arttığı, ölüm oranının azaldığı dönemlerde doğum
oranı da azalma eğilimi gösterir.3

Doğum hızının artışı, nüfus büyümesiyle sonuçlanır.
Doğum hızı artışı, genç nüfus oranını da arttırır. Pakistan’da nüfusun
yarısı, 15 yaş veya daha altında olanlardır.4 Hayat uzunluğu türlere
(canlı nev’ileri) göre büyük değişiklikler gösterir. Balinalar 300-400,
kaplumbağalar 300-350, filler 70-90, atlar 40-45, sığırlar 20-25, köpekler
ve kediler 12-15, tavşanlar 5-7, sıçanlar üç yıl yaşadıkları halde
eklembacaklıların (arthropodlar) ömrü günlerle ölçülür.5

Yaşlanma olayı, doğumda hatta doğumdan önce başlar.
Yetmiş beş yaşında bir erkek, otuz yaşında sahip olduğu tat alma
tomurcuklarının % 30’unu omurilikteki aksonların % 64’ünü, böbrekteki
glomerüllerin % 44’ünü kaybetmiştir. Beyine giden kan % 10 azalmıştır.
Akciğerlerin vital kapasitesi % 45 civarında azalmıştır. Yaşlı vücutların
ölümü bir seçilmedir (seleksiyon). İşe yaramayan vücut ölümle ortadan
kalkacak, daha sonra gelecek döllere yaşama mekânı ve beslenme olanakları bırakılmış
olacaktır. Ölüm, hücrelerin tek yönlü ve geri dönüşü olmayan değişimidir.6

Dinlerde Ölüm

Eski çağdan bu yana İsrail kavmi, insanın topraktan
yaratıldığına ve bu yaratılışı, toprağa Tanrı’nın nefesinin üflendiğine
inanıyordu. Tevrat’ta bu nefese "nefeh" adı verilmişti. Nefesin
geri alınması ile, beden tekrar toprağa dönüyor, nefeh ise bedenden uzaklaşıyordu.

Ölüm ilahi bir karar değildi. İnsanoğlu günah işlediği
için Cennetten çıkarılmıştı. Dünyâya gönderilmekle de "ölümlü"
olmuştu.

Hıristiyan dini, bu inanışa bir farklı boyut ekledi.
İsa Mesih’e inanmayan insan, kurtuluşu reddediyor ve gerçek ölüme müstahak
oluyordu.

İslâm dininde ölüm haktır (gerçektir). İnsanoğlunun
günahının sonucu değildir. Gerçi insanoğlu Cennetten çıkarıldığı için
ölümlü olmuştur, fakat bu bir ceza değil, bir dönemdir.

Asli günah anlayışı İslam dininde yoktur. Bütün çocuklar
günahsız doğarlar. Vaftiz edilmeleri gerekmez. Ölüm, Dünyâ imtihanının
sonu olduğundan, ibret almak için ölümü düşünmek kâfidir. "İbret
alınacak ölüm elbet. İş sona ermeden de bilirsiniz kabirlerin darlığını,
mihnetin çetinliğini, varılacak yerin korkusunu, düşülecek çukurun
derinliğini, kemiklerin ayrılışını, çukurun gamını, taşın kapanıp örtüşünü."7

Edebiyatta Ölüm

Anadolu topraklarında gelişen Türk Edebiyatının ilk büyük
şairi Yunus Emre, ölüm konusunu ibret nazarıyla en fazla işleyenlerdendir.

"Sana ibret gerek ise / Gel göresin bu sinleri / Ger
taş isen eriyesin / Bakıp görücek bunları"

Mevlânâ ölüm karşısında daha soğukkanlı ve ölümle
nazlanır gibidir.

Oğlu Sultan Veled’e hitabeden söylediği son gazelinde

"Yürü başını yastığa koy, beni rahat bırak,
sabahlayan, harap, müptelâ beni terk et. Biz sevda dalgasıyız, geceden
sabaha yalnızız, ister bize gel, lütfedersin, ister bırak bizi cefâ et
bize. Benden uzak ol sende belâya düşmiyesin yoksa. Selâmet yolunu seç, belâ
yolunu terk et. Taş yürekli bir zorba bizi sürüklüyor, kimsenin ona kan
pahasını hazırla dediği yok. Güzel yüzlülerin şâhına vefalı olmak
gerekmez. Ey sarı yüzlü âşık sen sabırlı ol, vefa göster. Ölüm öyle
bir dert ki onun devası yok. Ben bu derde çâre bulmanı nasıl isteyebilirim?

Rüyamda dün gece, ilinin pîrini gördüm. Eliyle bana işaret
ederek, bizim tarafa gel artık dedi. Eğer yolda ejderha varsa, aşk bir zümrüttür.
O zümrütün ışığıyla ejderhayı def edebilirsin.

Artık yeter ben kendimde değilim, Sen ilmini arttırmak
istiyorsan, Ebu Ali Sina’nın tarihinden bahset, Ebulalâ Maarri’nin uyarılarına
uy"

Bu gazelinde Mevlânâ, ölüm’ün insanları sürükleyen
bir zorba olduğunu fakat kimsenin ona karışamadığını ve ona çâre olmadığını
söylerken, oğluna da "sen âşık ve müptelâ babanı bırak, akılcı
filozofları yani İbni Sinâ ve Maarri’yi oku" derken bir türlü nazlanma
içindedir.

Yine son günlerinde söylediği bir kıta da Mevlânâ’nın
ölüm hakkında fikirlerinin bir özetidir.

"Be rûz-i merg çu tâbut-i men revân bâşed / Güman
meber ki merâ derd-i cihan bâşed / Cenâzeem çu bebini megu firak firak /
Mera visâl ü mülakat an zeman bâşed / Kodam dâne füru reft ber zemin ki
nerest? / Çerâ bedâne-i insânet in gümân bâşed?"

"Ölüm günümde tabutunu yürür görünce, beni bu
dünyadan ayrılışa üzülüyor sanma. Cenâzemi görünce ayrılık diyerek
üzüntünü dile getirme. Benim için asıl kavuşma ve görüşme zamanı o
zamandır. Hangi tohum toprağa girdi de tekrar bitmedi? İnsan tohumu için
neden bu doğru olmasın"

Mevlânâ’nın burada söyledikleri basit bir
reenkarnasyon (tekrar bedenlenme) benzetmesi değildir. Burada, tekrar dirilme,
insan ruhunun ölümsüzlüğüne inanmaktır.

Mevlânâ’nın çağdaşı olan Yunus Emre ise, Ölüm
konusunu daha çok korkunç yönüyle ele alır. Bunu yaparken kendisinin ölümden
korkmadığını, bu yaklaşımı diğer insanlara öğüt vermek için seçilmiş
bir davranış olduğunu anlamak mümkündür.

Yunus Emre ölüm karşısında Türk şiir geleneğini
devam ettirmektedir. İslâm dininden önceki Türklerde de ölümden ibret alınması
için ölümün korkunçluğu vurgulanır. Mani dinine bağlı Uygur Türklerinin
bir ölüm ilahisini Talat Tekin’in günümüz Türkçesine uyarlaması ile
buraya alıyorum. (8-9. yüzyıl)

Sonunda yine şu ölmesi var

Karanlık tamuya düşmesi var

Binlerce şeytan gelir derler

Dumanlı şeytanlar hükmeder derler

Karanlık gece gibi çöker derler

Sıkıntı yüreğe düşer derler

Ardıç gibi bedenini bırakır derler

Malı mülkü cümle kalır derler

Aksi, kıllı kart şeytan gelir derler8

Türkler, İslâm Dinini kabul ettikten sonra, ağıtlara
ve ölüm şiirlerine aynı anlayış hâkim olmuştur. Bu dünya geçicidir,
sonunda her şey bırakılır.

Alp Er Tonga öldü mü

Kötü dünyâ kaldı mı

Felek öcünü aldı mı

Şimdi yürekler paralanıyor

Felek fırsat gözetti, bir tuzak kurdu

Beyler beyini yanılttı

Kaçsa bile bu tuzaktan nasıl kurtulurdu?9

Bu yazının giriş bölümünde belirttiğimiz gibi ölümün
algılanmasında diğer bir yaklaşım, Ömer Hayyam yaklaşımıdır. Bu yaklaşıma
göre Dünyâ madem ki geçicidir, bundan sâdece ibret almak ve dünyâya önem
vermemek dersi çıkmaz. Bu gerçeği görerek hayattan zevk almak, hayatın tadını
çıkarmak da mümkündür. Fakat bu ikinci yaklaşımda egoizme kapılarak, ahlâk
ilkelerinden ve insan sevgisinden, yardımlaşmaktan uzaklaşma tehlikesi vardır.
Ömer Hayyam ahlâk ilkelerinden uzaklaşmak istemez. Samimiyeti arar, insanların
ortak mutluluğunu arar. Ömer Hayyam, nihilist veyâ anarşist olmaktan çok
uzak bir kişiliktir. İslâm dinine bağlı bir matematik bilginidir.

Ölüm gerçeği karşısında sinmek yerine daha mücadeleci
olma yaklaşımı yalnız Hayyam yaklaşımı olmayıp, bir amaç uğruna savaşanların
da yaklaşımıdır.

"Altı da bir üstü de birdir yerin,

Mevt ise son rütbesidir askerin

Arş yiğitler vatan imdâdına"

Namık Kemâl’e aittir. Şehidlik mertebesi için, zirve
şiirlerinden birini de Mehmet Âkif yazmıştır. "Ey şehid oğlu şehid,
isteme benden makber / Sana âğuşunu açmış duruyor Peygamber"

Felsefe’de Ölüm

Eski Mısır felsefesinde ve dininde, insan kişiliği ölümsüzdü.
Ölen bedendi. Yunanlılar da genellikle bu inanışta idiler. Aristo’ya göre
bedenin dağılmasından sonra da ruh, varlığını sürdürecektir. Ruh,
bedensel olmayan bir varlıktır. Birçok filozof bu inanışı paylaşır.
Wittgenstein bu görüşte olmayanlardandır. Ona göre "insan bedeni,
ruhun en iyi sûreti, resmidir"10 Bedensel olmayan bir varlık, yani
bedenin dışında ruh düşünülemez.

1. Lackie J. M. JAT DOW, The Dictionary of cell and
Molecular Biology, Academic Press, 1999.

2. Abdurrahman Sami Paşa’nın Fuat Paşa için yazdığı
mersiye (ağıt).

3. Helena Curtis, Biology, Worth Publishers, 1983.

4. Age.

5. Ali Demirsoy, Yaşamın Temel Kuralları, cilt 1, Kısım
1, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, 1985, cilt 1, s. 342.

6. Age., s. 342.

7. Hazret-i Ali, Nehcü’l Belaga, Çeviren-Hazırlayan Abdülbaki
Gölpınarlı, Ansariyan Publication, Qum 1981.

8. Talat Tekin, İslâm Öncesi Türk Şiiri, Türk Dili,
cilt 51, yıl 36, sayı 409, Ocak 1986.

9. Agm.

10. Antomy Flew, A Dictionary of Philosophy, Pan Books,
London 1979.