Ölümün kaçınılmazlığı insanı ve insan
bilimcilerini her zaman düşündürmüş ve hayatın anlamı üzerinde araştırma
yapmaya sevk etmiştir. Eğer bütün yaptıklarımız bir gün yok olup
gidecekse hayatın bir anlamı olabilir mi sorusu kişilerin huzurunu kaçırabilir
ve hayatın anlamsız, amaçsız olduğuna dair düşünceler gelişebilir.

İnsanlar hayatlarında anlam ararlar. Biyolojik olarak
sinir sistemi, beynin kendisine gelen uyarıları otomatik olarak, belli bir
sistem içinde gruplandırması esasına göre düzenlenmiştir. Anlam aynı
zamanda bir egemenlik duygusu da sağlar. Belli bir bağlamdan yoksun, gelişigüzel
olayların karşısında kendimizi çaresiz ve şaşkın hissettiğimiz için,
onları düzene koymaya ve bunu yaparken de onların üzerinde bir denetim
duygusu kazanmaya çalışırız. Daha da önemlisi anlam, değerlerin ve dolayısıyla
davranış kurallarının kaynağını oluşturur. Bu durumda niçin sorularının
(niçin yaşıyorum?) cevabı, aynı zamanda nasıl sorularına (nasıl yaşıyorum?)
bir çözüm getirir.

Anlam arayışı, haz arayışına benzer ve aynı şekilde
dolaylı olarak yönlendirilmelidir. Anlam, anlamlı etkinlikler sonucunda oluşur.
Her insan kendi hayatına kendi etkinlikleriyle anlam katmak zorundadır. Bu
anlamda mesela Freud hayatın anlamının "Üretmek ve sevmek" olduğunu
söylemiştir. Bir çocuk büyütmek, aile kurmak, çalışmak, para kazanmak,
kitap yazmak, yardım kurumlarında çalışmak, bilgiyi paylaşmak, gelecek kuşaklara
paylaşılabilecek bir şeyler bırakmak gibi şeyler kişilerin hayatlarını
anlamlandırabilecekleri öğelerden biri veya bir kaçı olabilir.

Hayatımızı çift ya da gruplar içinde geçirmek için
pek çok çaba sarf ederiz. Ama nasıl yalnız doğmuşsak, yalnız ölmek
zorunda olduğumuz da bir gerçek olarak bilincimizdedir. I. Yalom 10 yılı aşkın
bir süre ölüme yaklaşan kanser hastalarıyla yaptığı çalışmalarda, ölmenin
en korkunç yanının, onu yalnız yapmak zorunda oldukları, ölüm anında
bile, bir başkasının tüm varlığıyla yanımızda olmasını istemenin ölümün
yalnızlığını hafifletebileceği gerçeğini öğrenmiştir. "Teknende
yalnız da olsan, yakınlarda inip çıkan diğer teknelerin ışıklarını görmek
her zaman avutucudur."

Ölüme karşı ruhsal tepki dört basamaktan geçer:

1. İnkar: Ölümle sonuçlanacak bir hastalığı olduğunu
öğrenen kişi de ilk oluşacak tepki inkar olabilir. Hasta "Hayır, bu doğru
değil, yanlışlık oldu, ben hasta değilim" şeklinde inkar savunması
ile kaygı ve depresyonla mücadele edebilir.

2. Öfke: Hasta "Neden ben?" sorusuna yanıt
arar ve hayatını sorgular. Yakınlarına ve doktorlarına öfke duymaya başlar.
Bu öfkesinden ürken aile bireyleri hastadan uzaklaşabilir veya ayırdıkları
zamanı azaltırlarsa, hasta çaresizlik duygularını daha yoğun hisseder.

3. Depresyon: Hastada kendini suçlama, ümitsizlik ve çaresizlik
duygularına bağlı olarak depresyon gelişir.

4. Kabullenme: Hasta artık durumunu kabullenmiş ve bir
yerde kaderine boyun eğmiştir. Hastalara kabullenme sürecinde, ABD ve
Avrupa’da psikoterapi yardım ve destek grupları yardım verir. Bu gruplarda
hastaların kendilerini ifade etmeleri sağlanır ve iyileşme ümidinin ölümü,
huzurla kabul etme ümidine dönmesi için desteklenirler. Ülkemizde henüz ölümü
bekleyen hastalar için psikoterapi grupları oluşmamıştır. Ama kültürümüzde
hasta ve yaşlı insanlara verilen önem, aile bağları, hasta kişileri
hastanelerde ziyaret etme, yalnız bırakmama gibi insani öğeler, kısmen de
olsa bu insanların acılarını göğüslemede onlara yardımcı olmaktadır.

Hayat ölüm için, ölüm de hayat için son derece
anlamlıdır. Hayatı olmayan bir ölüm nasıl hiçlik ve yokluk demekse; ölümü
olmayan bir hayat da öyledir. Eşya zıtlarıyla kaim olduğu için gecenin
varlığı gündüzü, akın varlığı karayı, ölümün varlığı da hayatı
anlamlı hale getirir. Allah Teâlâ bu gerçeği "Sizin hanginizin daha
iyi amel yaptığını sınamak için ölümü de, hayatı da yaratan Allah’tır."
buyurarak ifade eder. Buradan anlaşıldığına göre hayat ve ölüm imtihan
amaçlıdır. Hayat olmasa ölümün; ölüm olmasa hayatın imtihan gayesi
tahakkuk etmezdi.

Ayette ölümün hayattan önce zikredilmiş olmasını değerlendiren
müfessirlerden bir kısmı bunu insanın doğmadan önceki haliyle irtibatlandırırken
bir kısmı da ölümün hayırlı işler yapmaya daha müessir oluşu üzerinde
durmuşlardır. Sahabelerden İbn Mes’ud ve onu izleyen bazıları özellikle:
"Lezzetleri tarumar eden ölümü çokça hatırlayın."1 hadisinden
hareketle ölümün hayat üzerindeki düzenleyici etkisine ve terbiye edici
tesirine dikkat çekmişlerdir.

İnsan unutmaya meyyal bir varlıktır. Bu yüzden
"Hafızay-ı beşer nisyan ile ma’luldür" denilmiştir. Bu sebeple
insan her zaman bir hatırlatıcıya ve uyarıcıya ihtiyaç duyar. Her gün karşılaştığımız
ölüm ve cenaze olayları, bizlere "ölümün ne güzel bir nasihatçi"
olduğunu haykırır.

Ölümü nazar-ı itibara alıp onunla son bulacak bir
hayatın kıymetini ölçüp tartmak akıllıca bir hareket olmakla birlikte
yeterli değildir. Çünkü sonrasını düşünmeyenler için, ölümü düşünmek
kaygı verici bir olaydır. Hatta ümitsizlik kaynağıdır. Ölüm kaygısı taşıyanların
bir kısmı, "nasıl olsa bir daha dünyaya gelmeyecekleri" düşüncesiyle
ölümü ve ölüm ötesini hiç düşünmeden dünyadan kâm almaya kalkarlar.
Bir kısmı da ölüm rahatlığına ermek sevdasına kapılırlar. Bu ikisi
arasında aslında doğru olan davranış ölümün de hayatın da imtihan
gayeli olduğunu bilip ebedi hayat için hazırlanmaktır.

Kur’an ve hadislerde dünya hayatının geçiciliği, çekiciliği
üzerinde sıkça durulmuş ve insanların dikkatleri ölüm ötesi ebedi hayata
çekilmek istenmiştir. Nitekim bununla ilgili bir ayette "Bilin ki dünya
hayatı bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme ve daha çok mal
ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı yağmurun bitirdiği ve
ziraatçıların da hoşuna giden bir bitki gibi, önce yeşerir, sonra kurur da
sen onun sapsarı olduğunu görürsün. Sonra da çer çöp olur. Ahirette ise
çetin bir azap vardır. Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya
hayatı aldatıcı bir geçimden başka bir şey değildir."2 "Bu dünya
hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Ahiret yurduna gelince işte
asıl hayat odur."3 buyurulmaktadır.

Bu ayetlerle insanlardan istenen bir hayattan ötekine geçerken
ilerideki daha üstün hayata yükselmek için faydalı işler yapmak ve bu geçiş
ortamını ebedi hayatın başlangıcı gibi algılamaktır. Fani hayatın
"bütün lezzetlerini tarumar eden", sevgilileri birbirinden ayıran,
ocak yıkıp yürek yakan, evlatları yetim anaları dul bırakan, servetleri hâk
ile yeksan eden ölüm, Allah için çalışmış, iman ve itminan ile dolu gönüller
için Hakk’ın rızasına kavuşmanın mutlu sonudur.

Bu yüzden: "Bir aylık ömrünüz kalsa ne yapardınız?"
sorusuna muhatap olan kimse elbette hemen "hüsn-i hatime" kaygısına
düşerek: "Acaba benim ölümüm Hakk’ın rızasına kavuşmak mı, yoksa
eli boş bir tükenme mi?" diye düşünür. Bu tür bir düşüncenin
"tul-i emel" dediğimiz dünya tutkusunu azaltmada müessir olduğu
muhakkaktır. Çünkü böyle bir düşünce insanı muhasebeye hazırlar.

Tasavvuf çevrelerinde, er-Riaye isimli eserinde işlediği
muhasebe kavramı sebebiyle "el-Muhasibi" lakabını aldığı söylenen
Haris b. Esed el Muhasibi, muhasebeyi ikiye ayırmaktadır: Birincisi yapacağımız
işlerle, ikincisi yaptığımız işlerle ilgili muhasebedir.

Yapacağımız işlerle ilgili muhasebe yararlıyı zararlıdan
ayırmak için ayak kaymasına karşı tedbirli olmamızdır. Böylece bilinçli
bir biçimde zararlıyı terk eder ve yararlıyı yaparız. Bu tür bir muhasebe
insanın önünü görerek ve sağlam yere basarak güvenle yürümesini sağlar.
Otokontrol mekanizmasını randımanlı bir biçimde çalıştırır. İnsanın
sürçme ve ayak kaymalarını önler. Planlı çalışma ve sistemli ilerlemeyi
gerçekleştirir. Proje olmadan, finans bulunmadan imar ve inşa olamayacağı
gibi, muhasebe olmadan da yararlı işlerde daim olmak zor hatta imkânsızdır.
İkinci tür muhasebe ise geçmişte yapılan işlerle ilgilidir. İnsanın yaptığı
iş ve davranışları gözden geçirerek eksik ve kusurlarını tamamlaması,
hata ve günahları varsa ondan tövbe etmesi demektir. Netice itibariyle Allah,
kullarının işlerini yapmadan önce planlamalarını; yaptıktan sonra da yapılan
işin nasıl bir şekil aldığını gözden geçirmelerini istemektedir. Kulun
ameline nokta koyan ölümden başkası değildir. Öyleyse sağ olduğu sürece,
muhasebenin iki türlüsü de müminin hayatına şekil vermelidir.

Gaflet, ahiretle aramıza perde olmuş, kalp kasveti
Allah’ın tehditlerine rağmen bizi donuklaştırmış, günah ve isyan pası
Allah’ın emirlerine karşı basiretimizi bağlamış, dünya düşüncesi bütün
düşüncelerimize galebe çalmış görünüyor. Nitekim konu ile ilgili olarak
Allah Teala "Allah’ı unuttuklarından dolayı Allah da onlara nefislerini
unutturdu."4 buyurur ki bir kısım müfessirler bunu "Nefislerini ele
alıp onu hesaba çekmeyi unutturdu." şeklinde anlamışlardır.

Allah iyi işler yapanları aziz kılar. İman etmekle
birlikte insan olmanın gereği kusur işleyenleri, en güzel biçimde çalışamamış
olanları tövbe etmeleri halinde bağışlar. Ölüm ve hayatın yaratılmasının
en yararlı işlerle müsabaka imtihanının biricik gayesi, varlığın
sahibini bilmek, O’na kulluk bilincine ermektir. Çünkü Kur’an’da insanın
varlık sebebini anlatan ayette: "Ben insanları ve cinleri ancak bana
kulluk etsinler diye yarattım5 buyurularak bu gerçek ifade edilmiştir.
Hadis-i şerifte de: "Ben gizli bir hazine idim, tanınmak istedim ve bunun
için mahlukatı yarattım."6 buyurulmuştur.

Bu ayet ve hadisin ışığında varlık sebebimiz
kulluktur. Ancak insanoğlunun hayatın her safhasını kulluk bilinci ile
donatması zor bir olaydır. Ölümün hangi zaman ve vakitte, nerede ve hangi
şartlarda geleceği bilinmemektedir. Bu bilinmezlik yerine göre bir rahmet
olmakla birlikte, bazen de ölümü çok uzaklarda görme şeklinde gaflete de
sebep olabilmektedir. Hayatımızda Ramazan iklimi gibi ibadet-yoğun
mevsimlerin varlığı, bizim gaflet sislerini dağıtıp basiretin aydınlık
ortamına çıkmamızı sağlamaktadır. Hz Peygamber’in: "Her namazınızı
son namazınız imiş gibi kılın7 hadisinden yola çıkarak bir aylık ömrü
kalan bir insanın duyarlılığının, ölüm konusunda hazırlıklı olmaya
vesile ve sebep olması gerekir.

Bir aylık ömrü kalmış, ölümün hızla kendisine
yaklaştığını hisseden insan, kavuşacağı Rabbinin isteklerini yerine
getirmeye yoğunlaşmalı, O’na O’nun sevdiği şeylerle kavuşmaya; O’nun rızasını
kazanarak ulaşmaya çalışmalıdır. Çünkü hedef rızay-ı İlahidir. Rızay-ı
İlahiyi kazanmak ise önce O’ndan razı olmaktan sonra da O’nu razı edecek
amel işlemekten geçer. Buna göre hayat, ölüm ve ölüm ötesi için
"en güzel amel" yarışıdır. Bir yıl olsa da, bin yıl olsa da
geriye bir ay kalsa da "en iyi amel yarışı" ve en güzel kulluk
arayışı sürmelidir.

Amel yarışı ve kulluk arayışında denge ve itidal çizgisi
son derece önemlidir. Ne büsbütün seccadeye mıhlanmış bir baş, ne sürekli
gözden akan yaş ve ne de bağrı taş olmak gerekir. Hepsinden iyisi gönlü
arıtmak ve bir gönle girmektir. Gönlü arıtmadan, tevbe ile günah
kirlerinden arınmadan mutmain bir kalbe, "leyyin" bir ahlâka ermek
ve Hakk ile vuslata varmak mümkün değildir.

İnsanlarla ilişkilerde hak ve vazife kavramı ile
birlikte iyi geçimli olarak onların hüsn-i şehadetlerini almak da ayrı bir
anlam taşır. Allah, insanların birbirleri hakkındaki hüsn-i şehadetlerine
önem vermekte ve onları yeryüzünde Allah’ın şahitleri saymaktadır.
Nitekim Allah Resulü bir cenaze sonrasında halkın cenazeyi hayırla anması
üzerine: "Vacib oldu, vacib oldu, vacib oldu." buyurdu. Bir başka
seferinde ise kötü sıfatlarla anılan bir kimse hakkında yine: "Vacib
oldu, vacib oldu, vacib oldu." buyurdu. Sebebi sorulduğunda: "Hayırla
andığınıza Cennet, şerle andığınıza ise Cehennem vacib oldu. Çünkü
siz yeryüzünde Allah’ın şahitlerisiniz."8 buyurdu.

İnsanların insanlar hakkında vereceği kıymet hükümleri
önem arz ettiğine göre insanların gönüllerini incitecek ve onların
kendisi hakkında "kötü adam" değerlendirmesine sebep olacak davranışlardan
sakınmak da son derece mühimdir. Zira hiçbir kalbe, kırılarak girilemeyeceği
bilinen hususlardandır.

İslam’ın genel tarifi: "Yaradan’a kulluk ve yaratıklara
şefkat ve dostluk" olduğuna göre mü’min insan hayatını yaşarken bu
iki ana noktaya yoğunlaşmalı, İlahi hukuku ve insanların haklarını kâmil
mânâda ifa ve icra etmelidir. İtibar, son nefese olduğuna göre, son
nefesini imanla alıp verecek bir doygunluğa erişmeye çalışmalıdır. Çünkü:
"Nasıl yaşarsak öyle ölürüz, nasıl ölürsek öyle haşroluruz."

İman ehli için hayat vazifesinin getirdiği külfetlerden
bir terhis, dünya meydanındaki imtihanda kulluk vazifesinden bir paydos, öbür
aleme göç etmiş ahbabına kavuşmak için bir vesile, hakiki vatanına dönmeye
bir vasıta, dünya zindanından Cennet bahçelerine bir davet ve yüce Allah’ın
fazlından, hizmetine mukabil ücret alma anı olarak telakki edilen ölüm, pek
çok insan için ürkütücü ve halledilmesi çok zor bir problemdir.

İnsanlık, ilk yaratıldığı günden itibaren ölüm ve
ölümden sonrasını düşünmüş, dinler de onların bu mevzudaki
problemlerini çözmek için gelmiş ve onların "Ben kimim?",
"Nereden geldim?" ve "Nereye gidiyorum?" şeklindeki sorularına
cevap vermiştir.

İslam dini de bu meseleye diğer dinler gibi çok önem
atfetmiş, Ahiret’e imanı inanç esasları arasında mütalaa ederek ona
Allah’a imandan sonra ikinci sırada yer vermiştir.

Ölüm Gerçeği

Allah Teâlâ hikmetli kitabı Kur’an-ı Kerim’de "O
ki hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı
yaratmıştır."9 buyurarak hikmeti gereğince, kudreti ile, dünya hayatında
ölümü icat ettiğini, yarattığını bildirmektedir. Bundan, dünya hayatının
da ölümün de hikmetli olduğu; abes ve gayesiz olarak meydana gelmediği anlaşılmaktadır.
Dünya teklif ve amel; ahiret ise hesap ve mükafat yeridir. Din böyle demekte,
akıl buna hükmetmekte, mü’minler de buna böyle inanmaktadırlar.10

Ölümün hikmeti insanın imtihanında gizlidir. İnsan,
iyi ya da kötü her işlediği şeyin karşılığın görecektir. Ancak bu,
burada değil de Ahiret aleminde olacaktır. Kur’an-ı Kerim’de yer alan bu açıklamaya
göre Allah açısından ölümün bir gayesi vardır. Ancak bu şuurdan uzak yaşayan
insan Ona kavuşmaktan korkmakta, kendi çevresindeki insanların ölmeleri ile
ürpermekte ve feryat etmektedir.

Aslında ölümün insanı korkutmasının altında yatan
gerçek sebep, ölümün mahiyetinin bilinmemesi, insanın emellerini gerçekleştirmeye
imkan vermemesi ve onu sevdiklerinden ayırmasıdır.11 Bütün semavi dinler
insanı bu sıkıntılı durumdan kurtarmak için "öldükten sonra
dirilmeye iman" düşüncesiyle gelmiş ve bunda ittifak etmişlerdir.12
Hatta peygamberlerin daveti Allah’a imandan sonra Ahiret’e imana ve onun için
hazırlık yapmaya olmuştur.13

Dirilten ve öldürenin kendisi olduğunu belirten Cenab-ı
Hak14 ölümün belli bir süre ile yazılı olduğunu ve herkesin ölümünün
Onun iznine bağlı olduğunu bildirmektedir.15 Hiç kimse abes olarak, boş
yere yaratılmadığı16 gibi kimse ölümden kaçamayacaktır. Allah (c.c.)
bunu "(Habibim) sen de öleceksin, onlar da ölecekler" şeklinde
ifade eder.17 Ölüm karşısında müsavi olan insanlar hiç bir adaletsizliğe
uğramadan "zerre kadar hayır yapmışlarsa onu, zerre kadar şer yapmışlarsa
onu(n karşılığını) göreceklerdir."18

Gazâlî’ye göre, ölüm karşısında insanlar dört
gruba ayrılır:

1- Hayatın fânî ve geçici olduğunun farkına varamamış;
hayatı dünyevî zevklerden ibaret görenler. Bunlara göre ölüm, zevk ve
safanın sona ermesi, korkulan âkıbetin başa gelmesi demektir. "De ki,
kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır."19 Ayeti
bunların durumunu anlatır.

2- Yaptıklarının âkıbetini bilen ve tövbe edip
kulluk yoluna yönelmeye çalışanlar. Bunlar için de ölüm istenmeyen ve hoşa
gitmeyen bir hadisedir. Çünkü henüz hazır değildirler. Ölümün aniden
onları yakalama tehlikesi vardır. Bunlar Allah’a kavuşmak isterler ancak ölümün
gecikmesini dilerler.

3- Allah’ı bilen ve O’na aşk ile bağlı olanlar. Bunlar
Allah’a kavuşmak için can atarlar ve ölümün gecikmesinden şikayet ederler.

4- İşi Allah’a havale edenler. Bunlara göre O, neyi murâd
ederse, istenmeye ve sevilmeye layık olan O’dur.20

Kula düşen, ölümü unutmamak, ona hazırlık yapmak ve
Allah’ın rahmetinden ümitli olmaktır. Şartlar ne kadar ağır olursa olsun,
ölümü temennî etmek doğru değildir.21

Ölümün hakikati tehdit ve korkutma değil, ebedi ve
daimi bir hayatın mukaddimesi olduğuna göre göre ondan korkmaya gerek
yoktur. Hatta her yönüyle nimet olan ahiret saadetine ulaşmak ancak ölüm
vasıtasıyla olduğuna göre, bizim için ölüm bir nimettir. Çünkü kendisi
vasıtasıyla nimete ulaşılan sebep de nimettir.22

Her insan, kendisi için takdir buyurulan vakit dolduğunda,
içinde bulunduğu şu fâni ve zâil dünya hayatından asıl yurdu olan
ahirete intikâl edecektir. Peygamberler de dahil olmak üzere hiçbir varlık,
bu takdirin dışına çıkabilmiş değildir. Kur’an-ı Kerim’de de "Her
nefis ölümü tadıcıdır."23 "De ki: Sizin hakikaten kaçıp durduğunuz
ölüm (yok mu?) o, size elbette gelip çatıcıdır. Sonra (hepiniz) gizliyi de
âşikârı da bilen (Allah)’a döndürüleceksiniz de O, size yaptıklarınızı
haber verecektir"24 "Nerede olursanız olun, velev tahkim edilmiş yüksek
kalelerde bulunun, ölüm size çatıp yetişicidir"25 ve ".. Her ümmetin
bir süresi vardır. Süreleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de ileri
giderler"26 buyurularak ölümden kurtulmanın mümkün olmadığı ifade
edilmektedir.

Hakikat bu olduğu halde çokları, ölümü unutarak hiç
ölmeyecekmişçesine bu dünyaya sarılmaktadırlar. Halbuki ölümü hatırlamak,
bir hadis-i şerifte de beyan edildiği üzere27 lezzetleri yok eder ve böylelikle
dünyaya olan muhabbeti, ahirete olan iştiyaka dönüştürür. Her Müslüman’ın,
fırsat elde iken vakit kaybetmeden geleceği kesin olan ebedî dünyası için
bu dünyada şimdiden hazırlık yapması gerekir. Nitekim bununla ilgili olarak
Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de: "Azıklanın. Muhakkak ki, azığın en
hayırlısı takvadır. Ey kâmil akıl sahipleri benden korkun."
buyurmaktadır.28

İnsan, ahirette dünyada ektiğini biçecek işlediklerini
karşısında görecektir. Burada nefislerine uyup keyiflerince yaşayan ve hazırlıklarını
yapmayanların halini Kur’an-ı Kerim şöyle tasvir eder: "Nihayet
onlardan her birine ölüm gelip çatınca (tekrar tekrar) şöyle
diyeceklerdir: ‘Rabbim, beni (dünyaya)
geri gönder, tâ ki ben zâyi ettiğim (ömrüm)
mukabilinde iyi amel (ve hareket) de bulunayım.’
Hayır hayır onun söylediği bu söz (hakikatte) boş
laftan ibarettir. Önlerinde ise diriltip kaldırılacakları güne kadar
(Kalmalarına mani) bir engel vardır."29

Hiç kimsenin öleceği zaman belli değildir. Dolayısıyla
hayatlarını şuurlu ve her an ölüme hazırlıklı yaşayanlar olduğu gibi
yer yer gaflete düşenler de vardır. Ayrıca içinde yaşadığımız
toplumda, ölmüş yakınları için dua ve ibadetlerle onların arkasından
imdatlarına koşmak ve onlara sevap kazandırmak isteyenler de az değildir. Bu
sebeple biz bu çalışmamızda, vefat edip bu dünyadan ebedî aleme göç etmiş
insanların arkasından yapılan dua ve ibadetlerin durumunu ortaya koymaya çalışacağız.

Kabir Ahvali

Kabir ahvali, naklî yani akıl ile değil, ancak haber
(Kur’an veya Hadis) ile bilinebilen konulardandır. Kabir ahvali denince ilk
akla gelen kabir azabı ve nimetidir. Kabir azabını kabul edenler sual ve
nimeti de kabul etmişler, kabir azabını imkansız görüp kabul etmeyen ve bu
husustaki nasları türlü şekillerde tevil edenler, kabirdeki diğer ahvali de
inkar etmişlerdir.30 Kabir azabından kasıt "ölümden sonra başlayıp kıyamete
kadar sürecek olan devredeki azaptır. İsterse bu azabı çeken bir kabre
defnedilmemiş olsun."31

İşte ölüm ile başlayıp ahiret hayatının ikinci
devresi olan "ölümden sonra tekrar diriltilme anına kadar devam eden
devreye kabir hayatı veya berzah adı verilir.32

Ölümden Önce Yapılacaklar

Ahiret hayatının başlamasından önce, yani dünya
hayatının son demlerinde de insanların birbirleri için yapabilecekleri işler,
birbirlerine faydalı olabilecekleri durumlar vardır. Bunların başında
geleni ise, hasta ziyaretidir.33 Hasta ziyaretinde, Allah’tan onun için sıhhat,
afiyet ve şifa dilenmeli, sabır tavsiye edilmeli, ümit verilerek iyi olacağı
söylenmeli, mümkünse -ve de ısrar etmiyorsa- yanında fazla kalınmamalıdır.34
Hastada ölüm alametleri görülmeye başlayınca da mümkünse, zorluk yoksa,
kıbleye çevrilmelidir. İmam Şafiîye göre ise, başı biraz kaldırılarak,
hasta sırt üstü yatırılmalıdır.35 Hastaya yapılması gereken şeylerden
biri de telkindir. Ülkemizde, bu mesele maalesef yanlış anlaşılmakta ve
telkin, bilindiği gibi, yaygın şekliyle definden sonra, kabir başında yapılmaktadır.
Halbûki, sünnete uygun olarak telkin, ölmek üzere olan Müslüman’a
(muhtazar) yatağında yapılır. Bu amaçla, söyleneni anlayıp tekrar
edebilecek durumdaki (komaya girmemiş ve şuuru kapanmamış) hastanın yanında,
hastanın sevdiği birinin, zaman zaman onun duyabileceği şekilde kelime-i şehadeti
"Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlullah" tekrarlar. Ama onu
zorlamaz ve bunu ondan istemez.36

İhtizar halinde bulunan (ölmek üzere olan) hastaya
"Yâsîn" suresinin okunması da Hz. Peygamber tarafından yapılması
tavsiye edilen hususlardandır. Ancak, bunun ölü üzerine okunması tartışılmıştır.
Ancak Şevkânî, birbirini takviye eden rivayetleri göz önünde bulundurarak
bunun caiz ve faydalı olduğu kanaatindedir.37

Yalnız burada belirtilmesinde fayda addettiğimiz bir
husus vardır: Bilenler "Yâsîn"i bizzat kendileri okumalı,
bilmeyenler Allah rızası için okuyacak birisini bulup ona okutmalıdırlar. Böyle
birini bulamazlarsa, bildikleri ve kendilerine kolay gelen herhangi bir sureyi
okumakla yetinmeli bunu geçim kaynağı ve ticaret metaı haline getirenlere
imkan ve fırsat vermemelidirler.

Ölümden Sonra Yapacaklarımız

Ölen kişinin, gözlerinin kapanması, çenesinin bağlanması
ve üstünün örtülmesinden sonra yapılması gereken bir kısım vazifeler
vardır. Şimdi sırasıyla onları görelim.

Allah’a sığınma (istircâ): Ölüm ve benzeri
felaketlerle karşılaşan Müslüman bunu sabırla karşılamalı ve dua ile
Allah’a sığınmalı "Allah’tan geldik ve O’na döneceğiz"38 diyerek
dayanmalıdır. Allah bu gibi kullarını methetmiş, rahmet ve hidayetle müjdelemiştir.39

Saçını başını yolmamak: Ölüm gibi son derece önemli
bir mesele karşısında üzülmemek mümkün değildir. En sevdiği yakınını
kaybeden birinin, hüzünlenmesinden ve bunu dışarıya yansıtarak ağlamasından
daha tabiî ne olabilir. Bu yüzden Hz. Peygamber bu nevîden olan üzülmeyi ve
ağlamayı men etmemiştir.

Hz. Peygamber’in, oğlu İbrahim’i son anlarında kucağına
alıp öpüp kokladığını ve gözlerinden yaş boşandığını gören
Abdurrahman b. Avf’ın sizde mi Ya Rasûlallah! Diye hayretle sorması üzerine
O, "Göz ağlar, kalp mahzûn olur ve biz ancak Rabbimizin hoşnut olacağını
söyleriz. İbrahim! Senden ayrıldığımız için gerçekten mahzûnuz"40
buyurmuşlardır. Ancak, bunun dozunun kaçırılarak, ölüye azap verecek bir
ağıt’a dönüştürülmesi doğru değildir. Çünkü bu, cahiliye
adetlerindendir.41

Ölünün yıkanarak kefenlenmesi: Ölünün yıkanıp
kefenlenmesi farz-ı kifayedir. Hz. Peygamber bu iki işin nasıl yapılacağını
bizzat göstererek öğretmiştir. Ancak şehitler yıkanmaz, kanlı
elbiseleriyle defnolunurlar.42 Ölüm fikrini canlı tutabilmek için, kefenin
önceden hazırlanması caizdir. Zira, Hz. Peygamber, Ashabından bazılarının
bunu yaptıklarını görmüş ve tasvip etmiştir.43

Ölünün borçlarının ödenmesi: Ölünün borçları,
mümkün olduğu kadar erken, hatta imkan varsa namazı kılınmadan önce ödenmelidir.
Ölünün borcu -varsa- kendi malından ödenir. Yoksa, -bazı müçtehidlere göre-
"Beytü’l-Mâl"den ödenir.44

Namazının kılınması: Ölü üzerine namaz kılınmasının
farz-ı kifaye olduğu hususunda bütün mezhepler ittifak etmişlerdir. Bu
namaz, Allah’a ibadet, ölüye dua niyetiyle kılınır.45 Müslüman kadın ve
erkek ile, canlı doğarak ölen çocukların namazı kılınır. Ancak, Hanefî
mezhebine göre, devlete baş kaldırıp savaşırken ölen asiler, haksız olduğu
halde kabilecilik gayretiyle kavga edip ölenler, soygunculuk yapan eşkıya ile
anne veya babasından birini öldürenlerin cenaze namazları kılınmaz.46

İmam-ı Azam Ebû Hanife ile İmam Mâlik’e göre, cami içinde
namaz kılınması mekruh olarak kabul edilirken; İmam Şâfiî, Ahmed İbn
Hanbel, İbn Hazm’a göre, bunda bir beis yoktur. Çünkü Hz. Peygamber,
Ashabdan Süheyl b. Beyda’nın cenaze namazını mescitte kıldırmış; Hz. Ebû
Bekir ile Hz. Ömer’in cenaze namazları da mescitte kılınmıştır.47

Ebû Hanife ile İmam Mâlik, gıyâbî cenaze namazının
caiz olmadığı kanaatindedirler. Ancak, İmam Şafiî, Ahmed b. Hanbel ile İbn
Hazm’a göre ister uzak, isterse yakın olsun başka bir yerde bulunan cenaze için
namaz kılmak caizdir. Zira, Hz. Peygamber, Habeş kralı Necâşî vefat edince
gıyâbî olarak namazını kıldırmıştır.48

İmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel’e göre, defnedildikten
sonra, kabirdeki cenaze için namaz kılınması da caizdir. Ebû Hanifeye göre
ise, daha önceden namazının kılınmaması ya da selahiyetsiz biri tarafından
kıldırılmış olması gibi zarûrî bir mazeret bulunmadıkça bu, caiz değildir.49

Ölüyü tezkiye ve hakkında şahitlik etmek: Ölen biri
için kesinlik ifade eder şekilde, "Cennetliktir" ya da
"kurtulmuştur" demek caiz değildir. Çünkü, Hz. Peygamber bile bu
mevzuda emîn değildir ve "Vallahi! Allah’ın Resûlü olduğum halde,
bana ne yapılacağını bilmiyorum" buyurmuştur.50 Ancak geride iyi
intiba bırakmış, kendileri için iyi şahitlikte bulunulan kişilerin, bu şahitlik
sebebiyle af ve rahmete nâil olacakları da umulur. Tabii ki burada söz konusu
olan şahitlik, öleni iyi bilip tanıyanların şahitliğidir.51 Zira, bir Müslüman’ın
bilmediği kişilerin iyilikleri veya kötülükleri için şahitlik yapmaları
caiz değildir.52

Bu konuda en güzeli iyi bilmediğimiz kişiler için
Allah’tan rahmet dilemek ve "Allah rahmet etsin" demektir. Kötü diye
bildiğimiz kişi için ise, fayda ve maslahat yoksa, kötülüğüne şahitlikte
bulunmaktansa susmak daha evladır. Bazıları bir kısım rivayetleri değerlendirerek,
bazı hallerin kişilerin ahirete iyi olarak intikali hakkında fikir ve kanaat
verdiğini ileri sürmüşlerdir.53

Hz. Peygamber, ölenlerin ardından kötü söz söylemeye
izin vermeyerek "Ölülere sövmeyin. Çünkü onlar, ettiklerini bulmuşlardır."
buyurmuştur.54 Ölenler kafirse, bunların ardından lanet caiz ise de bunun
herhangi bir faydası yoksa abes ile iştigal olacağı için terki daha münasip
görülmüştür.55

Ölünün kabre intikâli: Müslümanların birbiri üzerindeki
haklarından biri cenazenin taşınması ve defni meselesidir. Bundan dolayı Müslüman’a
ecir (sevap) vardır. Bunun da en iyisi, definden sonraya kadar kabir başında
kalıp dua ve istiğfar ile meşgûl olmaktır.56

Cenazeyi kabre taşıyanların ahireti düşünmeleri ve dünyevî
şeyleri konuşmamaları, sükûneti muhafaza etmeleri, bağırıp çağırmamaları,
tekbir ve zikir dahi olsa sesli îfâsından kaçınmaları ve kabre
indirilinceye kadar -bazı fukaha’ya göre omuzlardan indirilinceye kadar-
oturmamaları gerekir.57

Cenâzenin defni: Cenazenin defni farz-ı kifaye’dir. Bir
mezara normal şartlarda sadece bir ölü defnedilir. Ancak zarûrî bir kabre
birden fazla ölü de konulabilir. Esas olan, kişilerin öldükleri yere
defnedilmesidir. Ancak, ölü ya da yakınları için bir maslahat söz konusu
ise, başka bir yere taşınması caiz görülmüştür. Defin işlemi gündüz
olduğu gibi gece de olabilir.58

Âlimler, kabir üzerinde çok ciddî olarak durulur.
Kabirlerin kendi toprağına ilave yapılarak yükseltilmesi, üzerine bina yapılması,
mezar taşına ölüyü öven yada kaderden şikayet eden yazılar yazılması
yasaklanmış ve cevaz verilmemiştir. Ancak, kabrin yerden bir-iki karış yükseltilmesinde,
başına bir taş konulması ve belli olması için isminin yazılmasında
mahzur görülmemiştir.59

Bu mevzuda gösterilen hassasiyet, "Tevhid" akîdesini
korumak içindir. Çünkü, câhil halk zamanla mezarla mabedi birbirine karıştırır.
Sonra da mabedlerde yapması gerekenleri mezarlarda yapmaya, Allah’tan istemesi
gerekenleri mezarda yatan ölüden istemeye başlar. Bu ise, şirk demektir. İslam,
tevhid’i ikame etmek için gelen bir din olarak, elbette şirk’e yol açacak bu
türden şeylere müsamaha gösteremez.

Taziye ve ölünün yakınlarına ikram: "Sabra teşvik"
anlamına gelen taziye ile, ölü yakınlarına, sabretmesini, hepimizin Allah’a
ait olduğumuzun dolayısı ile O’na döneceğimizin söylenmesi, bu mesajın
telkin edilmesi kastedilir. Taziye müddeti, acının tekrar tekrar deşilerek
yenilenmesine engel olmak için, üç gün ile sınırlandırılmıştır.
Ancak, uzaktakiler için, bir sınırlama söz konusu edilmemiştir.60

Cenaze sahiplerinin yemek hazırlayarak başkalarına
ikram etmesi hem cahiliye adetlerinden olduğu hem de acılı günlerinde onlar
için ekstradan bir yük getirdiği için, mekruh -hatta bazılarına göre
haram- sayılmış, ancak akraba ve komşuların yemek hazırlayarak götürmesi
müstehap kabul edilerek teşvik edilmiştir.61

Ölünün vasiyetinin ifâsı: Üzerinde kul hakkı
olanlarla yerine getirmedikleri ilâhî vazifeler olanların vasiyet bırakmaları
farzdır. Aksi takdirde sorumlu olurlar. Ölünün vasiyeti, yerine getirilmesi
gereken hususlardandır. Ancak, vasiyet bıraktığı malın (terike) üçte
birini aşmıyorsa mutlaka yerine getirilmesi gereken bir vazifedir. Eğer üçte
birini geçiyorsa, karar mirasçılara kalmıştır. İsterlerse teberrû olarak
vasiyeti yerine getirebilirler, mecbûr değillerdir.62

Ölmüş Kişilerin Başkalarının Yapacakları Amellerden İstifadesi

Hayatta iken yaptıklarının, vefatından sonra kişinin
kendisine ulaşacağını ifade ve hayatta iken hayır yapmaya teşvik eden pek
çok hadis-i şerif vardır.63 Peygamber Efendimiz (s.a.v) "İnsan ölünce
(salih) ameli kesilir. Ancak üç amel (in sevabı) kesilmez: Sadaka-i câriye
(kamuya yararlı sadaka), faydalanılan bir ilim ve arkasında kendisine dua
edecek hayırlı bir çocuk bırakmak"64 buyurarak buna işaret etmiştir.
Ebû Hureyre’den rivâyet edilen hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.v)
amellerin sayısını (sadaka-i cariyeyi tafsil etmek suretiyle) çoğaltarak:
"Mü’min’e ölümünden sonra amel ve hasenatından ulaşacak şey: Öğretip
yaydığı ilim, bıraktığı salih evlat, miras bıraktığı Mushaf, yaptığı
mescit, yolcu için yaptığı ev, akıttığı ırmak ve sağlığında malından
verdiği sadakadır."65 buyurmuşlardır.

Başka bir hadisin ifadesiyle; "Ölüyü (mezara
kadar) üç şey takip eder: Ailesi, malı ve ameli. Bunlardan ikisi geri döner,
biri bâki kalır: ve malı geri döner, ameli kendisiyle bâki kalır."66

Bu ve benzeri67 hadis-i şeriflerden de anlaşılacağı
üzere insan, dünyada iken kendisinin yaptığı veya başkalarının yapmasına
vesile olduğu amellerden istifade edecektir. Zaten bunda alimler de ittifak
etmişlerdir.68 Fakat kişinin ölümünden sonra başkalarının kendisi için
yapacakları iyi işlerin sevabının veya bunlardan hangisinin ulaşıp-ulaşmayacağı
konusunda ihtilaf edilmiştir.

Mu’tezile mezhebi, ölüye dirilerin yaptıkları hiç bir
şeyin fayda vermeyeceğini iddia eder.69 Onlar iddialarına delil olarak da
"İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur",70 "Siz, ancak
yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz".71 ve "Herkesin kazandığı
hayrın sevabı kendine, yaptığı fenalığının zararı da yine
kendinedir."72 gibi ayetleri gösterirler. Halbuki Ehl-i Sünnet
alimlerinin hepsi, hangi amelin fayda verip, hangisinin fayda vermeyeceği
meselesinde ihtilaf etmişler ise de, ölüye başkalarının yapacağı
amellerin fayda vereceği hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bu konuda,
bazı amel ve iyiliklerin fayda vereceğine dair, apaçık ayet ve hadisler vardır.
Mesela, dua ve istiğfarın faydalı olacağına "Onlardan, sonra gelenler
şöyle derler: Ey Rabbimiz, bizi ve bizden önce imanla geçmiş olan kardeşlerimizi
bağışla; kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma"73 ayet-i
kerimesi delalet etmektedir. Bu ayet-i kerimede Cenab-ı Hakk, daha önce iman
edip de göçmüş olan kardeşleri için istiğfar eden mü’minleri övmüştür.
Eğer istiğfarın ölülere bir faydası olmasaydı, Allah Teâlâ onları övmezdi.74

Peygamber Efendimiz de "Ölüye namaz kıldığınız
zaman ona gönülden dua edin"75 buyurmuş ve kendisi de kıldığı cenaze
namazlarında ölü için dua etmiştir. Şayet bu namaz ve duanın ölüye bir
faydası olmasaydı, Rasulullah (s.a.v) bunu ne kendi yapardı ne de başkalarına
emrederdi.76 Halbûki O, kendisi de birinin cenaze namazını kıldırırken
"Allahım, filan oğlu filan senin güvencende, senin koruman altındadır.
Onu kabir fitnesinden ve Cehennem azabından koru. Sen vefa ve övgü sahibisin.
Allahım onu bağışla, ona acı! Muhakkak ki sen çok bağışlayan, çok acıyansın."77
diye dua etmiştir. Kaldı ki Cenâze namazının kendisi de ölü için bir
duadır. Allah için namaza, meyyit/meyyite için duaya… diye niyet edilir. Eğer
ölünün ruhuna yararı yoksa bunun bir anlamı kalmaz.

Kendisi zaman zaman Bakî kabristanını ziyaret ederek
kabirdekilere selam vererek dua ederdi.78 Eğer selamı onlara ulaşmasa ve duası
fayda etmeseydi, bunu yapması abesle iştigâl olurdu ki O, bundan münezzehtir.

Geride kalanların, ölüleri için yaptığı ibadet ve
hayırların faydasını iki bakımdan ele almak gerekir:

Birincisi: Müteveffânın borçtan kurtulup kurtulmaması

Bir kimse üzerinde namaz, oruç, hac, zekat, adak, kul
borcu gibi borçlar bulunarak ahirete intikal etmiş ise geride kalanların-ölünün
vasiyeti olsun veya olmasın- bunları eda etmeleriyle borçtan kurtulur mu?

İkincisi: Başkasının yaptığı ibadetin sevabının
ölüye ulaşıp ulaşmaması

Fukahâ ibadetleri üçe ayırmışlardır:

a) Namaz ve oruç gibi bedenî ibadetler: Başkalarının
yapmalarıyla bu borçlar düşmez, sorumluluk devam eder.

b) Zekat, nezir ve mâlî keffaret gibi mâlî ibadet ve
borçlar: Bunlar, başkalarının ödemesiyle ödenmiş olur, borç kalkar.

c) Hac gibi hem mâlî, hem de bedenî ibadetler: Birisi
ölü namına bunu yaparsa o borçtan kurtulmuş olur. Fakat mirasçılar bunu
yapmaya mecbur değildir. Ancak İmam Şafiî’ye göre vasiyet etmiş ise mecbur
olurlar.

Ahmed b. Hanbel, Evzaî, Ebû Sevr, Nevevî gibi müçtehidler
ile muhaddislerin çoğuna göre, ölünün yakınlarının, onun borçlu olduğu
oruç, hac gibi ibadetleri de kaza etmesi caiz ve sahihtir.

İslam ulemasının ekseriyeti, sevabını ölüye bağışlamak
niyetiyle yapılan ibadetlerin sahih olduğuna ve dünyadan göçmüş olanların
bundan istifade edeceklerine kani olmuş ve bu hükmü benimsemişlerdir.79

Konumuzun daha iyi anlaşılabilmesi için başkalarının
ölünün yararına yapabilecekleri işleri maddeler halinde açıklamaya çalışalım:

1- Ölünün borcunun ödenmesi: Bir kişi öldüğünde
başkalarının onun hakkında yapabilecekleri, hatta yapmaları gereken en önemli
işlerden birisi, varsa o kişinin borçlarını ödemek ve böylece onun üzerinden
kul haklarının kalkmasını temin etmektir. Çünkü hadisteki ifadesiyle
"Mü’minin ruhu, borcu ödeninceye kadar ona bağlı kalır."80

Bundan dolayı, borçlu olarak ölen kişi, şayet miras
olarak bir şeyler bırakmışsa ondan borçları ödenir.81 Böylelikle ölünün
borcunun ödenmesi kendine fayda verip, borçtan kurtulmasına sebep olur.
Burada mâlî borçlarının ödenmesinde borcu ödeyen kişinin, ölünün bir
yakını olması şart değildir. Kim öderse ödesin, ölen kişi kurtulmuş
olur.82

2- Dua ve istiğfar: Ölmüş birisi için yapılabilecek
en büyük iyiliklerden birisi onun için dua etmek ve istiğfarda bulunmaktadır.
Nitekim; "Ey Allah’ın Resulü, anne ve babamın vefatlarından sonra da
onlara iyilik yapma imkanı var mı, ne ile onlara iyilik yapabilirim?"
diye soran Ebû Ubeyd Mâlik İbn Rabîa es-Sâidî (r.a)’ye Peygamber Efendimiz
(s.a.v): "Evet vardır. Onlara dua, onlar için Allah’tan istiğfar (günahlarının
affedilmesini) talep etmek, onlardan sonra -vasiyetlerini yerine getirmek, anne
ve babasının akrabalarına karşı da sıla-i rahmi ifa etmek, anne ve babasının
dostlarına ikramda bulunmak."83 cevabını vermiştir.

Yine "Onlardan sonra gelenler şöyle derler:
Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman eden kardeşlerimizi bağışla…"84
gibi ayetler, cenaze namazı, dua ve istiğfarın ölülere fayda vereceğini
ispat etmektedir.85

Bu mevzudaki ayet ve hadis-i şerifleri86 göz önünde
bulunduran ilim adamları, ölü için yapılan dua ve istiğfarın ölüye
fayda vereceğinde. Ancak kendisi için dua edilen kimsenin mü’min olması şarttır.87
Zira imanı olmayanlara hiçbir şey fayda vermez. Zaten onlar için dua etmek
de meşru değildir.88 İmam Eş’ari’ye göre, "Hadisçiler ile Ehl-i Sünnet’in
çoğunluğu, dua ile sadakanın, Müslümanlar için ölümlerinden sonra fayda
vereceğini kabul ederler.89 Öyleyse dua meşru ve faydalıdır.90

Bu mevzuda bilinen en meşhur hadis-i şeriflerden biri
olarak Müslim’de Ebu Hüreyre (r.a)’den rivayet edilen bir hadis-i şerifte:
"insan ölünce bütün amelleri kesilir. Ancak üç şey (bunları yapan
üç kişi) müstesna: Sadaka-i cariye (bırakan) veya istifade edilen bir ilim
(bırakan) veya kendine dua edecek salih evlat (bırakan)"91 buyurulmaktadır.

Bu hadis-i şeriften anladığımıza göre:

a- Sadaka-i cariye denilen, insanların istifade edebileceği
yol, köprü, cami, çeşme, mescit, ve vakıf müesseseleri ile bunları en
verimli ve hayırlı şekilde kullanacak nesillerin yetişmesi içinde okul ve
öğrencilerin barınabilecekleri yurt gibi müesseseler yapmak gibi salih
amellerde bulunmaktır ki, arkada bırakılan bu türden bir müessese hayatta
kaldığı müddetçe, -Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) beyanları çerçevesinde-
iyi bir çığıra vesile olunduğu için kıyamete kadar orada yetişenlerin
kazandıkları sevapların bir misli de bu müesseseleri kuranların amel
defterlerine kaydedilecektir.

b- İlim erbabının bıraktığı eserler de sadaka-i câriyedendir.
Alim, kapasitesine göre bunlardan mükafatını alır. Ayrıca ilim erbabına
sahip çıkma ve onların kitap, defter, yiyecek ve giyeceğini temin etme şeklinde
yapılan çalışmalar da, hayır cihetinde kapanmaz birer sadaka-i cariye sayılmaktadır.

c- Ölen kişi giden ruh, ardından hayırlarda bulunacak
ve hayırlı nesiller yetiştirecek hayırlı bir evlat ister. Ancak bıraktıkları
böyle bir nesildir ki, ahiret hesabına onlara yararlı olacaktır. Yoksa ölü
ne helva, lokma yemek; ne yedinci, kırkıncı ve elli ikinci gece, ne mevlit,
ne paralı hatim, ne telkin, ne devir, ne de duvara asılacak eski bir resim
bekler.

3- Sadaka vermek: Sadakanın da ölen kişiye faydası
olduğu mevzuunda Ehl-i Sünnet âlimleri ittifak etmişlerdir. Peygamber
(s.a.v)’in buna delalet eden hadisleri92 vardır.93

İbn Abbas (r.a)’ın rivayet ettiği bir hadis-i şerifte
ise şöyle buyurulmaktadır: "Bir adam gelerek: "Ey Allah’ın Resulü!
Annem vefat etti. Ben onun için tasaddukta bulunsam ona faydası olur mu? diye
sordu. Peygamberimiz: "Evet" deyince, adam; "Benim bir meyveliğim
var. Sizi şâhid kılıyorum, onu annem için tasadduk ediyorum" dedi.94
Verilen sadaka ister kişinin evladı gibi birinci derecede bir yakını isterse
başkaları tarafından verilsin, sadakanın sevabının ölüye ulaşacağında
ittifak olduğu bildirilmektedir.95

Sa’d İbn Ubâde hadisinde ise, ölünün arkasından yapılacak
sadakanın hangisinin daha efdal olduğu beyan edilmektedir. Sa’d (r.a) şöyle
anlatır: "Ey Allah’ın Resulü dedim, annem vefat etti, (onun adına)
yapacağım sadakanın hangisi efdaldir?" Peygamber Efendimiz (s.a.v),
"su" buyurdular. Bu cevap üzerine Sa’d bir kuyu kazdı ve: "Bu
kuyu Sa’d’ın annesi için dedi."96

Bu hadis-i şerif de, ölü adına hayır yapılabileceğini
gösteren delillerdendir. Nesâî’nin rivayetinde Sa’d, önce vefat eden annesi
adına sadaka verip veremeyeceğini sorar. Cevap müspet olunca hangi sadakanın
efdal olduğunu sorar. Bunun üzerine, "su" cevabını alır.97

Nafile olarak sadaka vermek isteyenlerin bütün
inananlara (mü’min ve mü’minelere) niyet etmesi en faziletlisidir. Çünkü
bunun sevabı onlara ulaşır, kendisinin sevabından da herhangi bir şey
eksilmez.98

4- Ölenin borcu olan oruçlarının geride kalan
akrabaları tarafından tutulması: Üzerinde Ramazana ait kaza orucu bulunduğu
halde ölen kimse ile ilgili iki durum söz konusudur:

a) Vakit darlığı, hastalık, sefer ve oruç tutmaktan
âciz olmak gibi özürler sebebiyle oruç tutma imkanını elde edemeden ölmüş
olmak: Alimlerin ekserisine göre, bunların her hangi bir kusuru olmadığı için
hiç bir şey gerekmez, günahkâr olmaları da söz konusu değildir. Çünkü
bu oruç, ölünceye kadar, tutma imkanını elde edemediği bir farzdır. Dolayısıyla
hacda olduğu gibi, hükmü bedelsiz olarak düşmüştür. Bunun için, kişi
hasta yahut yolcu olduğu bir durumda ölmüş ise tutamadığı orucun kazası
gerekmez.

b) Oruç borcu olan kişi oruçlarının kazasını yapma
imkanını elde ettikten sonra ölmüşse velisi onun için oruç tutamaz. Yani
fakihlerin ekserisine göre, ölünün kazası olan oruçları tutmak vacip değildir.
Şafiîlere göre, velisi oruç tutacak olsa, sahih olmaz. Çünkü oruç, halis
bir beden ibadetidir. Şeriatın aslı ile farz kılınmıştır. Gerek hayatta,
gerekse öldükten sonra bunda vekalet ve niyabet caiz değildir. Bu yönüyle o
namaz gibidir. Bir hadis-i şerifte bununla ilgili olarak: "Hiçbir kimse
başka bir kimse adına namaz kılamaz, oruç tutamaz. Fakat onun adına her güne
karşılık bir müd (ülkelere göre değişen bir ölçek. Iraklılara göre 2
rıtıl sığan ölçek, yani yaklaşık 18 litrelik ölçek) yiyecek fakirlere
yedirir." buyurulmuştur.99 Hanbelilere göre ise, velinin ölü adına oruç
tutması mubahtır. Çünkü bu durum, ölünün kurtuluşunu sağlamak bakımından
daha ihtiyatlı bir harekettir.100

Bu konuda rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Aişe
(r.anhâ) validemiz, Resulullah (s.a.v)’in: "Kim, üzerinde oruç borcu
olduğu halde ölürse, onun orucunu velisi tutar." buyurduğunu haber
vermiştir.101 Yine Hz. Câbir İbn Abdullah (r.a) da rivayet ettiği bir
hadis-i şerifte; bir kadın, Resulullah Efendimize (s.a.v) gelerek, annesinin
üzerinde oruç nezri olduğunu ve onu yerine getiremeden öldüğünü haber
verir. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v): "Velisi ona bedel oruç
tutsun" buyurur.102

Buharî ve Müslim’de zikredilen diğer bir hadis-i şerifte
ise, bir kadının üzerinde bir aylık (nezir) oruç borcu olduğu halde vefat
ettiği ve çocuğunun Peygamber (s.a.v.)’e gelerek "Ben onun yerine oruç
tutsam olur mu?" diye sorduğu Resulullah’ın (s.a.v) da ona: "Annenin
üzerinde borç olsaydı onu öder miydin?" diye sorduğu Onun:
"Evet" diye cevap vermesi üzerine de: "Allah’ın borcu, ödenmeğe
daha layıktır" buyurduğu haber verilmektedir.103

Oruç tutmak, bedenî ibadetlerdendir. Burada oruç
ibadeti zikredildiği ve başkalarının tutacağı orucun sevabının ölüye
ulaşacağı haber verildiğinden, diğer bedenî ibadetlerde de aynı durumun söz
konusu olup olmadığında ihtilaf edilmiştir. Oruç konusunda rivayet edilen
hadislerden bazı alimler, farz olan Ramazan orucundan üzerinde borcu olarak
ahirete göçmüş olanların oruçlarının bile geride kalanlar tarafından
tutulabileceği hükmünü çıkarırlarken, bazıları da sadece nezir orucunu
tutabileceğine kail olmuşlardır.104

Ölenin yerine oruç tutma meselesinde Ahmed İbn Hanbel,
ölü üzerinde Ramazan, nezir veya keffaret orucu borçları bulunduğu
takdirde, velisinin ona bedel tutabileceğini söylemiştir. İmam Mâlik, Şafiî
ve Ebu Hanife’ye göre, ölünün velisi, her bir oruç için bir sa’ (bin
dirhemlik bir hububat ölçeği) arpa veya yarım sa’ buğday tasadduk
etmelidir. Keza her bir namaz (veya bir günlük namaz) için de aynı miktar
mal tasadduk etmelidir. Fakat çoğunluk, (ölünün) bedenî ibadetlerinin
niyabeten başkası tarafından ifa edilemeyeceğini söylemiştir.105

Ancak, böyle bir kapı açmanın, insanları sağlıklarında
kendilerinin yapmaları gereken ibadetleri ihmal etmeye sevk edeceği endîşesiyle
bazı alimler, "hiçbir orucu tutamayacağını ancak keffaretini
verebileceğini" söylemişlerdir.106

5- Ölen kişi yerine yapılacak hac: Bir kimse, ölmüş
birisinin yerine hac yapıp sevabını ölüye bağışlayabilir. Nitekim Ebu
Davud’da Büreyde (r.a)’den rivayet edilen hadis-i şerifte, hayatında iken hiç
hac yapmayan annesinin yerine hac yapıp yapamayacağını soran bir kadına,
Rasulullah Efendimiz (s.a.v): "Evet, ona bedel haccet" buyurarak ölmüş
annesinin yerine haccetmesine izin vermiştir.107

Her ne kadar cumhur, bedenî ibadetlerin niyabeten başkası
tarafından ifa edilemeyeceğini söylemişse de, acz şartıyla, sadece hac
farizasının bir başkası tarafından ifasını caiz görmüştür. Acz’den
murat, kişinin ölmüş olması ve iyileşme ümidinin kesilmesidir, kötürüm
bir kimse âcizdir. Bazı alimler, ölü adına nafile hac yapılabileceğini de
söylemişlerdir.108

Bir başka hadis-i şerifte ise, ölenin yerine yapılan
ibadetlerle onun borcunun ödenmiş olacağı ve bunun ölünün semadaki ruhuna
müjdeleneceği şöyle anlatılır: Zeyd ibn Erkam (r.a) anlatıyor:

"Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Kim
ebeveyninden birine bedel haccederse, bu hacla onun borcunu ödemiş olur. Bu
durum, semadaki ruhuna müjdelenir. Kişi, anne ve babasına karşı isyankâr
bile olsa (bu iyiliği sebebiyle) Allah’ın nezdinde (iyi kullar meyanında) yazılır."

Diğer bir rivayette ise: "Babası için bir hac,
kendisi için yedi hac yazılır" buyurulmuştur.109 Tabii ki, bu
rivayetlerde zikredilen mana, sadece bir ibadetin yapılıp, sevabının ölüye
bağışlanmasının cevazına delalet eder. Cenab-ı Hakk’ın o engin
rahmetinden ümit edilir ki, o sevap nedeniyle, huzuruna ibadet borcuyla gelen
kullarını affeder, yoksa sağlığında fırsat elde iken bu ibadeti terk eden
ve bu halleri üzere ölenlerin elbette hesapları görülecek ve cezaları
verilecektir.

İbn-i Kudâme’nin de ifade ettiği gibi ölü, başkaları
tarafından yapılan ve sevabı kendisine bağışlanan ibadetlerden istifade
edebilir. Çünkü oruç, dua, istiğfar, hac gibi ibadetler, bedenî
ibadetlerdir. Allah Teâlâ, bunların ve bunlar gibi diğer ibadetlerin
sevaplarını da ölüye ulaştırır.110

Yalnız bu gibi ibadet borçlarının üzerinde kalması için
kişinin, mesela, oruç için borçlandıktan sonra, hastalanıp ölünceye dek
borcunu tutacak kadar sıhhate kavuşamaması gibi meşru bir mazereti olmalıdır.
Ancak böyle bir özre binaen yapamamış olanlar için, geride kalanların,
Allah’a karşı olan borcunu onun adına ödemeleri sebebiyle Allah Teâlâ
affeder, kasıtlı olarak terk edenleri değil.111

6- Ölü adına kurban kesmek: Ölü adına kurban
kesilerek tasadduk edilip sevabı ölüye bağışlanabilir. Zikredeceğimiz şu
vak’a ölünün gıyabında kurban kesilip sevabının ölüye bağışlanabileceğini
göstermektedir: Hâneş (r.a) anlatıyor: "Hz. Ali (r.a)’yi gördüm, iki
koç kesmişti." Dedi ki, "Biri kendim için, diğeri Resulullah
(s.a.v) için". Ve ilave etti: "Resulullah (s.a.v) böyle vasiyet
etti. Ben (hayatta olduğum müddetçe) ebediyen (bunu yapmayı) terk etmeyeceğim."112

Hz. Ali (r.a)’nin kestiği bu kurban Resulullah (s.a.v)’ın
vefatından sonrası için söz konusudur. Ebu Davud, hadisi "Ölü adına
kurban" adını taşıyan bir bapta kaydeder. Tirmizî ise, ölü adına
kurban kesmeye, bir kısım alimlerin cevaz verirken bir kısım alimlerin caiz
bulmadığını kaydeder.

Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v)’in ümmetinden Allah’ın
birliğine ve kendisinin peygamberliğine şehadet edenler adına da kurban
kestiği de muhtelif rivayetlerde gelmiştir.113

Peygamber Efendimiz (s.a.v) ölülerin arkasından kurban
kesip sevabını onlara bağışladığına göre, ölüler, kendileri için yapılan
hayır-hasenâtın hepsinden haberdar olmakta ve onların sevaplarından
faydalanmaktadırlar kanaati hasıl olmaktadır. Ancak, avamdan bir çok insan,
ölülerin arkasından onları memnun etmek ve böylece isteklerine kavuşmak için
kabir başlarında kurban keserler veya bunu ölüye adarlar ki bu, tamamen yanlış
bir inanç ve bid’at bir harekettir. Bundan dolayıdır ki Peygamber Efendimiz
(s.a.v); "Kabirde sığır, deve, koyun kesmek İslam’da yoktur"114
buyurarak bunu yasaklamıştır. Çünkü, kurban bir ibadettir ve ibadetler
sadece ve sadece Allah için yapılır. Bu sebeple bir kabir yada yatır için
kesilen bir kurban, bırakınız sevaba vesile olmasını, kesenin imanını alıp
götürebilecek ve şirk olabilecek bir davranıştır. Ve kesinlikle sakınmak
gerekir.115 Bu, cahiliyye döneminden kalma bir âdettir. Çünkü o dönemdeki
Araplar, belirli zamanlarda veya ölü defnedilir edilmez hemen sığır, deve
veya koyun cinsinden bir hayvan getirip mezar başında kurban ederler ve etini
dağıtırlardı. Halbuki Allah Resulü (s.a.v), "Dine muhalefetten sakının.
Dine sonradan sokulan her şey bid’at ve her bid’at da dalalet
(sebebi)tir".116 diyerek bid’atlara karşı bizi uyarmış ve "Size sıkı
sarıldığınız sürece asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum:
Allah’ın kitabı ve peygamberlerin sünneti…"117 buyurarak da bid’at ve
sapıklıklara düşmemek için Kur’an’a ve sünnetine sarılmayı tavsiye
buyurmuştur.118

7- Kur’an okuyup sevabını ölüye bağışlamak:
Alimler, namaz kılmak ve Kur’an okumak gibi ibadetlerin sevabının, yapandan
başkasına ulaşıp ulaşmayacağı konusunda ihtilaf edip iki görüş ileri sürmüşlerdir:

Hanefî ile Hanbelî alimlerine ve Şafiî ve Malikîlerin
sonradan gelen alimlerine göre, ölü yanında okunan Kur’an’ın sevabı ile
Kur’an okumanın peşinden yapılan dua, orada bulunmasa da ölüye ulaşır.
Kur’an okumanın akabinde dua etmek ise daha çok kabule şayandır ve kabul
edilmesi daha çok umulur.

Malikîlerin önceki fakihleriyle ilk Şafiîlerin meşhur
olan görüşleri, ibadetlerin sevabının yapandan başkasına ulaşmayacağı
yolundadır.

Hanefîlere göre, insan yaptığı amelin sevabını başkasına
bağışlayabilir. İster namaz olsun, ister oruç olsun, ister sadaka ve
benzeri şeyler olsun fark etmez. Bunların sevabını ölüye bağışlamak,
kendi sevabından bir şey eksiltmez.

Hanbelîlere göre, kabrin yanında Kur’an okumakta bir
sakınca yoktur.

Mâlikîlere göre, öldükten sonra kişi yahut kabri üzerine
Kur’an okumak mekruhtur. Çünkü selef böyle bir şey yapmamıştır. Fakat
sonradan gelen Mâlikîlere göre, Kur’an okuyup zikir yapmakta ve bunların
sevabını ölüye bağışlamakta bir sakınca yoktur. Ölü için de Allah’ın
izniyle sevap hasıl olur.

Şafiilerde meşhur olan görüşe göre, ölüye kendi
amelinden başkası fayda vermez. Ancak Şafiîlerin sonradan gelen fakihleri,
Kur’an okumanın sevabının ölüye ulaşacağı yolunda açıklamalarda
bulunmuşlardır. Bu şekilde Şafiîlerin sonraki fakihlerinin görüşü de diğer
üç mezhebin görüşlerine uygunluk arz etmektedir.

Kur’an okumak, belli bir maksat için diriye fayda
verince, ölüye fayda vermesi daha evladır. İbn Salâh’a göre, Kur’an okuma
sonunda: "Allah’ım okuduğumuz Kur’an’ın sevabını filancaya ulaştır"
demesi ve okunan Kur’an’ı dua kılması da uygun olur. Bu hususta uzak, yakın
aynıdır değişmez. Bunun fayda vereceğine kesin olarak inanmak lazımdır.119
Nitekim Peygamber (s.a.v) de, zaman zaman kabirlere uğrar ve oradakilere dua
ederlerdi. Bu konuda İbn Ebî Şeybe’den rivayet edilen hadis şöyledir:
"Hz. Peygamber (s.a.v) her yılın başında Uhud’daki şehitlerin
kabirlerine gelir ve şöyle derdi: "Sabrettiğiniz şeylere mukabil
sizlere selâm ve selâmet! Dünyanın en güzel neticesi budur!" Allah
Resulü (s.a.v), Bazen de Bakî’ mezarlığına çıkar ve şöyle derdi:
"Ey mü’minler yurdunun sâkinleri! Selâm size! Bizler de inşallah
sizlere kavuşacağız. Allah Teâlâ’dan bizim ve sizin için âfiyet, ahiretle
ilgili korku ve sıkıntılardan selâmet ve siyanet dilerim."120

Görüldüğü üzere Peygamber (s.a.v), dünyamızdan ayrılan
insanlar için dua edip onlar hakkında âfiyet ve selamet dilemektedir. Şayet
ölülerin arkasından yapılan duaların faydası olmayacak olsa idi Allah
Resulü (s.a.v) böyle bir davranışta bulunmazdı. Aksi bir durum, Allah Resulü’nün
abesle iştigali demektir ki, O, bundan fersah fersah uzaktır. Çünkü Kur’an-ı
Kerim’in ifadesiyle Efendimiz (s.a.v) asla hevâ’dan konuşmaz. O ne konuşmuşsa
vahiy kaynaklıdır.121 Okunan Kur’an’ın sevabının önce Hz. Peygamber
(s.a.v)’e hediye edilmesi müstehaptır. Çünkü bizleri sapıklıktan O
kurtarmıştır. Bunda bir nevi Ona teşekkür ve güzel bir mukabele vardır.
Ölülerin arkasından okunan Fatiha, Yâsin ve Kur’an hatmi gibi virtlerden her
biri, bir anda sayısız kişilerin ruhlarına yetişebilir ve onların hepsi de
bu hediyeden nasiplerini alabilirler. Çünkü bu Allah’ın kudretine ağır ve
zor değildir.

Bazı alimler, okunan kıraatin sevabının ölüye ulaşmasının
yanında, sevabı ölüye bağışlanmak şartıyla her güzel amelin sevabı da
ulaşır demişlerdir.122 Yalnız bunların sevap kazanılacak şekilde yani sırf
Allah rızası için yapılması şarttır. Yoksa çoklarının yaptığı gibi
parayla Kur’an okutup ta ölüye bağışlatılmaz. Çünkü Kur’an okumak bir
ibadettir. İbadet ise parayla değil de Allah rızası için yapılınca sevabı
olur ve bu sevap onların ruhlarına bağışlanır. Aksi halde sevap olmaz ki
bağışlansın.

Malikî ve Şafiî mezhebinde meşhur olan görüşe göre,
kendi ameli ve kesb’i olmadığı için, Kur’an okumak da dahil, bedenî
ibadetlerin hiçbirinin sevabı ölüye ulaşmazken kabrin yanında okunduğunda,
ölü, okunan Kur’an’ı dinlediği için, dinleyici sevabı alır.123

Diğer bazı müçtehitler de ancak evladın veya yakın
akrabanın oruç, namaz ve haccının vasıl olacağını ileri sürmüşlerdir.
Fakat en isabetlisi, borç ve mesuliyetlerin düşmesi bahis mevzuu olmadan, bağışlanan
sevaptan Müslüman ölülerin istifade edecekleri hükmü olsa gerektir.124
Fakat şurası bir gerçektir ki, ölü, kendi yapmadığı ve ihmal ettiği
ibadetlerden mutlaka sorguya çekilecektir. Bazı cahil kimselerin zannettikleri
gibi, ıskatını vermekle, yahut fidye ve keffaretini vermekle ölü, yüzde yüz
mesuliyetten kurtulmuş olmaz. Eğer usulüne uygun şekilde yapılmışsa, yapılan
bu gibi iyi amellerin sevabı bağışlanmakla sadece affı umulur.125

Kabir Ziyaretleri ve Kabir Başında Kur’an Okumak

Kabirler, insana ölümü ve ahireti hatırlatır. Bunun içindir
ki, Efendimiz (s.a.v), daha önce, cahiliyye devrinden yeni çıkan Müslümanların
kabir ziyareti sebebiyle bir takım bâtıl inanç ve âdetleri hatırlamalarını
ve hataya düşmelerini önlemek için yasakladığı kabir ziyaretlerini
"Sizi kabirleri ziyaretten men etmiştim; artık şimdi onları ziyaret
ediniz, çünkü bu size ahireti hatırlatır"126 hadisleriyle tavsiye ve
emir buyurmuşlardır.

Mevzuumuzla alakalı olarak Müslim’de Ebu Hureyre’den
rivayet edilen diğer bir hadiste de şöyle buyurulmaktadır: "Resulullah
(s.a.v), anasının kabrini ziyaret etti, kendisi ağladı, çevresindekileri de
ağlattı. Sonra şöyle buyurdu: "Rabbimden anam için istiğfar etmeyi
istedim, izin vermedi. Kabrini ziyarete izin istedim, verdi. Kabirleri ziyaret
edin, zira bu size ölümü hatırlatır."127

İbret almak, Allah’ı hatırlamak için erkeklerin kabir
ziyareti cumhur’a göre menduptur. Kadınların kabir ziyaretine gitmeleri ise
mekruhtur. Fakat, gayr-ı meşrû davranışlarda bulunmadıkları takdirde
onlar için de caiz olduğu cumhurun görüşüdür.128

Kabir ziyaretinden üç türlü fayda hasıl olmaktadır:

1- Ziyaret eden ölümü ve ahireti hatırlar.

2- Salih kişilerin kabirlerinin ziyareti, ruhlara inşirah
verir.

3-Ziyaret, zaman zaman bundan haberdar olan ölülere ünsiyet
bahşettiği gibi, ziyaret vesilesiyle edilen dualar ve okunan ayetlerden
istifade etmelerini de sağlar.129

Kadınların kabir ziyaretlerinin caiz olup olmadığı
konusunda ihtilâf edilmiştir. Ancak Hz. Aişe ve Hz. Fatıma’nın kabirleri
ziyaret ettikleri göz önünde bulundurularak130 meşru dairede olmak kaydıyla
ziyaretlerinde sakınca olmadığı ve onların da ibret alma ihtiyacında
oldukları düşünülebilir.

Ölüler kendilerini ziyaret edenlerden haberdar olurlar mı?

Bedir savaşında harbin sonunda Kureyş’den ölenler bir
kuyuya dolduruldu. Allah Resulü onlara hitap ederek: Ey filan oğlu filan ve
falan oğlu falan! Allah ve Resulünün size va’d ettiklerini gerçek buldunuz
mu? Ben Allah’ın bana va’d ettiğini gerçek buldum, dedi. Hz. Ömer: Ey Allah’ın
Resulü! Ruhsuz cesetlere nasıl hitab ediyorsunuz? diye sorunca Peygamberimiz:
"Benim söylediklerimi siz onlardan daha iyi duyamazsınız. Şu kadar var
ki, onlar cevap veremezler."131 buyurdu.

Peygamber Efendimiz bir kabrin yanından geçerken yanındakilere
"Selam size ey mü’minler yurdunun sakinleri!" diyerek selam
vermelerini emir buyurmuşlardır.132 Selam anlayana verileceğine göre ölüler
kendilerini ziyaret edenleri tanıyorlar demektir. Müdakkik alimlerden birisi
olarak tanınan İbn Kayyım el-Cevziyye de ölülerin özellikle Cuma ve
Cumartesi günleri ziyaret edip dua edenlerden ve çocuklarının güzel davranışlarından
duydukları sevinci nakleder.133

Kişi kabrin başında kolayına gelen Kur’an ayetlerinden
okur. Kabirde Kur’an okunması sünnettir. Çünkü Kur’an okumanın sevabı
orada olanlara ulaşır. Ölü de hazır olan gibidir. Onun hakkında da Allah’ın
rahmeti umulur. Kur’an okumanın peşinden kabulünü umarak ölüye dua edilir.
Çünkü dua ölüye fayda verir. Kıraatin peşinden yapılan dua kabul
olunmaya daha yakındır.134

Kabri ziyaret eden kimsenin Yâsin suresini okuması müstehaptır.
Çünkü Hz. Enes’ten rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle
buyurmuştur: "Her kim kabristana girer de Yâsin’i okur ve sevabını ölülere
bağışlarsa, o gün Allah Teâlâ onların azabını hafifletir. Kendisinin de
bu kabristandaki ölüler sayısınca sevabı olur. Yine Hz. peygamber (s.a.v)
şöyle buyurmuştur: "Ölülerinize Yâsin suresini okuyun."135 Bir kısım
Hanefîler, bu hadise dayanarak "Kişi amelinin sevabını bir başkasına
bağışlayabilir, ameli -kıraat, namaz, oruç, sadaka veya hac- hangi çeşitten
olursa olsun fark etmez"136 diye hükmetmişlerdir.

Kabir ziyareti yapılırken ölünün yüzüne doğru dönülerek
selam verilmeli ve dua edilmelidir. Bu esnada kabri öpmekten, yüzünü gözünü
sürmekten ve etrafında dönmek (tavaf) den sakınılmalıdır. Çünkü bu
gibi davranışlar bid’attır ve dinde yeri yoktur.137

Kabir ve Kabir Ehli ile Tevessül

"Vesile ve vasıta kılmak" anlamına gelen
Tevessül, kabirde yatan ölüyü vasıta kılarak Allah (c.c)’dan bir şey
istemek demektir. Kabirlerin bu amaçla ziyaret edilmesi, orada yatanlardan bir
şey istenmesi, ya da Allah’tan istemeye vasıta kılınması İbn Teymiye ve
taraftarlarına göre haram, hatta ötesinde küfür ve şirktir. Çünkü -Hz.
Peygamber de olsa- hiç bir ölü bir faydanın celbine ya da bir zararın
def’ine muktedir değildir.138

Ancak, ulemânın çoğunluğu (cumhur), Allâh’dan
istenecek bir şeyin, ister ölü, isterse diri olsun, kuldan istenmesinin caiz
olmadığı meselesinde İbn Teymiye’ye iştirak etse de salih oldukları
bilinen kişilerin Allah’tan bir şey istenmesi mevzuunda vasıta kılınmasında
herhangi bir sakınca görmezler.139

İbn Teymiye ve taraftarlarının bu konudaki
hassasiyetlerinin "Tevhid" düşüncesini korumakta gösterdikleri
titizlikten kaynaklandığı açıktır. Ancak tevessülü men eden açık bir
nas da yoktur. Dolayısıyla ne İbn Teymiyeyi ve taraftarlarını ne de tevessülü
caiz görenleri kınamak mümkün görünmemektedir.

Konumuzla Alakalı Olarak 

İşlenen Bid’atler, Yanlış İnanç ve Hareketler

Buraya kadar meşru dairede olmak ve bid’at ve hurafelere
girmemek şartıyla ölülerin arkasından yapılabilecek, onların bazısının
azaplarının hafiflemesine bazısının da derecelerinin yükselmesine vesile
olabilecek amelleri izah etmeye çalıştık. Şimdi de bu konuda -iyi
niyetlerle bile olsa- düşülen bazı yanlış inanç ve bid’atlere dikkat çekmek
istiyoruz. Her konuda ifrat ve tefritten uzak ve itidalli olmayı tavsiye
buyuran dinimiz, ölülerin arkasından onlar yararına yapılabilecek işleri
de bu çizgide göstermiştir. Gerek Efendimiz (s.a.v)’in, gerekse Sahabe, Tabiîn
ve onlardan sonraki gelenlerin uygulamalarıyla bu konuda yapılabilecek şeyler
gösterilmiştir. Fakat günümüzde, maalesef çoğu zaman da bile bile birçok
bid’at ve hurafelere girilmektedir.

Bilindiği üzere "bid’at", kitap, sünnet,
icma, kıyas gibi İslam’ın kaynaklarında yeri bulunmadığı halde sonradan
çıkarılan ve İslamî telakkî edilerek inanılan ve yapılan şeylerdir.140
"Hurafe" ise, aslı-esası olmayan, uydurulmuş, saf ve doğru inançlar
arasına katılmış olarak dillerde dolaşan abartılmış hikayelerden
ibarettir. Batıl inanışlar da bu asılsız söylentilere inanmak ve gereğine
göre hareket etmek demektir.141

Müslümanları doğru yoldan çıkaran ve doğru yoldan
uzaklaştırarak sapıklığa götüren üç ana sebep vardır:

1- Şeytan

2- Ehl-i kitap (Yahudi ve Hıristiyanlar)

3- Bid’at ve hurafelerdir.142

Biz burada bu sebeplerden üçüncüsü yani bid’at ve
hurafelerden konumuzla alakalı olanlar üzerinde durmak istiyoruz:

Bu noktadan baktığımızda halkın büyük bir kesiminin
geleneklerin etkisi altında olduğu görülür. Halkımızın geleneksel yaşamını
oluşturan, ona öz ve biçim kazandıran davranış kalıplarının temelinde
sayısız adet, inanma ve düşünce yatmaktadır. Gerçekleştirilen bu
uygulamalar ise yöreden yöreye farklılık ve benzerlik göstermektedir. Hayatın
üç önemli döneminden ikisini oluşturan doğum ve evlenmede olduğu gibi ölüm
çevresinde de bir çok inanma, adet, töre, tören, ayin, kalıp davranış, işlem
kümelenmektedir.

Ölüm çevresinde kümelenen ve ölüyle toplum üyelerini
kuşatan bu inançlar, adetler, işlemler törenler ve kalıp davranışlar ölüm
öncesi, ölüm sırası ve ölüm sonrası şeklinde olmak üzere başlıca
üç ana grupta toplanmaktadır. Anadolu’da genel olarak ölüm korkusunun bilinç
altındaki baskısıyla tedirgin olan halk düşüncesi, geleceğini bilmek isteğinin
de etkisiyle, alışılagelmişin dışındaki birtakım davranışları,
meteorolojik olayları, hayvanların hareket ve seslerini; hastadaki psikolojik
ve fizyolojik değişiklikleri çoğu zaman ölümün bir ön belirtisi
saymaktadır.

Halk inançlarında ölümü önceden haber veren
belirtiler arasında hayvanlarla ilgili olanlar büyük bir yer işgal
etmektedir. Hayvanların insanlarda bulunmayan kimi yetenekleri, sezi güçleri
biçimsel özellikleri, uğurlu ya da uğursuz sayılmaları bu tür inanmaların
oluşmasında ve evrensel bir çizgiye erişmesinde büyük rol oynamaktadır.
Ev, ev eşyası, araç gereç ve yiyecek çevresinde kümelenen bir takım inançların
temelinde de ölüm korkusu yatmakta, bunlar halk tarafından çoğu zaman ölümün
ön belirtileri olarak nitelendirilmektedir. Ay, güneş tutulması, yıldız
kayması, şimşek çakması ve gök gürlemesi gibi olaylar da halk inançlarında
çoğu zaman ölümle yorumlanmaktadır.

Ölüm olaylarının duyurulmasının en doğal biçimi ölenin
yakınlarının ağlamalarıyla olur. Olayı duyan komşular ölü evinde
toplanarak, ölünün yakınlarının acılarına ortak olmaya, onları
avutmaya, ilk hazırlıkları yapmaya yardımcı olurlar. Köylerde, ilçelerde
ve küçük kentlerde evden eve haberleşmenin okuyucu çıkarmanın yanı sıra
en yaygın usulü sala verdirmektedir. Gazetelere ilan vermek yoluyla olayı
duyurma daha çok büyük kentlerde görülmektedir. Büyük kentlerde cenaze işlerini
alan ticari kuruluşlar da vardır. Bunlar defin için gerekli hazırlıkların
yanı sıra ölüm ilanlarını da üzerlerine almaktadır.

Ölümden hemen sonra yapılan işlemlerin bir bölümü
doğrudan doğruya cesetle ilgiliyken bir bölümü de ceset çevresinde
toplanmaktadır. Ölünün öte dünyaya gönderilişine ön hazırlık niteliğindeki
bu işlemlerin kimilerinin temelinde ölene canlı gözüyle bakmanın ve ondan
korkmanın tipik belirtileri yatarken kimilerinde de hijyenik düşünceler ve
bir kısım gelenekler rol oynamaktadır. Bu tür işlemlerin en çok görülenleri
arasında ölünün karnına bıçak, demir, vs. metal bir eşyanın konulması,
bulunduğu odanın temizlenmesi, ölünün bulunduğu odanın aydınlatılması
sayılabilir.

Anadolu’da ölünün çeşitli törenlerle ve yemeklerle
anıldığı belirli günler vardır. Bunların başında ölünün üçüncü,
yedinci, kırkıncı, elli ikinci günleriyle yılı gelmektedir. Ölüm olayında
en önem verilen ve dikkat edilen davranış biçimi de yakınların gidenin ardından
tuttuğu "yas"tır. Yas, yakınını kaybeden bir insanın bu olay karşısında
duyduğu tepki, şaşkınlık isyan ve acıdır. Toplumsal, ekonomik, biyolojik
ve duygusal yönden bağlı bulunduğumuz bir insanın kaybından duyduğumuz acı
insancıl bir tepki olarak düşünülebilir.

Yas, toplum tarafından bizim için önemli olarak tanımlanmış
insanların ve yakınlarımızdan birinin kaybıyla duyulan acı ve üzüntüyü
toplumsal kalıplar içinde ifade etmektir. Toplumsal bir kurum niteliğinde
olan yasla ilgili adetler bu adetlere bağlı işlemler, kaçınmalar acı çekeni
belli etme, belirli bir süre yeni durumuna alıştırma, acısını azaltma ve
giderek bu durumundan çıkarma amacına yöneliktir. Dünyanın her tarafında
gerek ilkel gerekse yüksek kültürlerde bu amaçla uygulanan bir takım
adetler ve törenler görülmektedir.

Cenaze kaldırıldıktan sonra gerçekleştirilen diğer
bir uygulama da ölü yemeğidir. Ölümle ilgili adet ve inanmaların önemli
bir bölümünü oluşturan bu yemek bir yanıyla ölenin öte dünyada sürdürdüğü
başka şeylerin yanı sıra yemeye ve içmeye de ihtiyacı olduğu tasarımını
vurgularken bir yanıyla da ölüm olayına eşlik eden geçiş törenlerinin
halk arasındaki gerekliliğini açığa vurmaktadır. Çünkü ölünün öte dünyaya
uğurlanışının tam ve geçerli olabilmesi için dini kuralların ve işlemlerin
yanı sıra geleneksel olayların da yerine getirilmesi gerekmektedir. Aksi
halde ölenin ruhunun geride bıraktıklarını tedirgin edeceğine inanılmaktadır.

Bu türden davranışları değerlendirmek gerekirse şunları
görürüz:

1- Kabir yanında sevabını ölüye bağışlamak için
veya başka gayelerle namaz kılmak. Ölüden medet umarak kabule şayan olur
niyetiyle kabir yanında namaz kılmak, cahiliye devri âdetlerinden olduğu ve
tevhide aykırı olduğu için yasaklanmıştır.143 Nitekim Efendimiz (s.a.v)
de dâr-ı bekaya göçeceği son hastalığında: "Allah’ın lâneti,
Yahudi ve Hıristiyanlar üzerine olsun, onlar peygamberlerinin kabirlerini
ibadethâne (mescit) yaptılar"144 buyurarak ümmetinin böyle yapmamalarını
vasiyet etmiştir.

Kabirlerin mescit edinilmesi, ya kabrin üzerine mescit
yapmak ve üzerinde namaz kılmak suretiyle olur ki, bazı hadislerde bu açıkça
zikredilerek, böyle yapanlar lanetlenmiştir.145 Yahut da kabrin yanında kabri
ta’zim etmek için secde etmek veya kabre yönelerek namaz kılmak şeklinde
olur. Peygamber Efendimiz (s.a.v), böyle yapanları lanetlediğine göre, bu
yasaktır. Çünkü fukahanın izahlarına göre, Peygamber (s.a.v)’in yapana
lanet ettiği bir hareketi yapmak haramdır.146

2- Kabirde, "Ey filan oğlu veya kızı filan, dünyayı
terk ettiğin zaman ve durumu hatırla" şeklinde imamın ölüye telkinde
bulunması147 bid’attir. Çünkü sahîh sünnette böyle bir tatbikat yoktur.
Hz. Peygamber böyle bir şeyi ne yapmadığı gibi yapılmasını emir ve
tavsiye de buyurmamıştır. Hz. Peygamber bir cenazeyi defnettikten sonra orada
bir süre kalmış ve Ashabına "Kardeşiniz için istiğfar edin ve iman
üzerine sebatını dileyin (veya sorguyu şaşırmadan cevaplandırmasını
isteyin); Çünkü şu anda o sorguya çekilmektedir"148 buyurmuştur.

Anlaşılacağı üzere sünnete uygun olan davranış,
definden sonra bir müddet orada kalarak kabirde yatan ölünün affı ve mağfireti
için dua etmektir ki bu da defin esnasında olmamalıdır149 Orada Kur’an-ı
Kerim’den bazı kısımların okunması meselesinde ise ihtilaf edilmiştir.
Çünkü, Ebû Hanîfe, İmam Malik ve Ahmed İbn Hanbel’e göre kabirde Kur’an
okunması mekruhtur.150 Sünnette bulunmayan ve bugün yaygın olan şekliyle
yapılan telkin Mâlikî ve Hanbelîlere göre "bid’at" ve
bundan dolayı "mekruh"; Şâfiîlere göre "müstehap",
Hanefîlere göre ise ne sünnet ne de mekruhtur. Bu sebeple "yapın"
denilmediği gibi "terk edin" de denilmez.151

Kanaatimizce, Hanefîlerin ulaştığı sonuç ülkemiz şartlarına
daha uygun ve tatbik edilebilir görünmektedir. Eğer üzerinde mutabakata varılabilirse
terki daha iyi olsa bile, terki durumunda fitne çıkacak ve sıkıntı doğacaksa
olduğu gibi bırakmak cemaat ruhunun muhafazası açısından daha
uygulanabilir durumdadır.

3- Peygamber (s.a.v)’in kabr-i şerifi de olsa; onun taş
ve demirlerini öpmek, onlara yapışıp asılmak ve ellerini sürmek de bid’attır.152

4- Ölülerden medet umarak kabir ve türbelere mum yakma
ve çaput bağlamanın da dinde bir yeri yoktur ve bid’attır.153

5- Ölülere yapılacak hayır ve hasenât için, "Üçüncü,
kırkıncı ve elli ikinci gece" gibi zaman tahsisi yapmak ve bu zamanlarda
özel merasimler tertip etmek.154 Bunlar da kitap ve sünnette bulunmayan,
sonradan uydurulan bid’atlardandır. Ölüm yıldönümü kutlamaları da bu cümleden
olarak mütâlaa olunmalıdır.155

6- Mezar yanında sesli olarak zikir yapmak.156

7- Ücret karşılığı Kur’an okumak ve okutmak da
bid’atlerdendir.157 Ancak, hiç bir maddî menfaat beklemeden Kur’an-ı Kerîm’i
okuyup da sevabını ölüye bağışlamak, alimlerin çoğunluğuna göre sünnete
uygun bir davranıştır.158

8- Kabir etrafında kâbeyi tavaf eder gibi dönmek,
teberrük kastıyla mezarlar üzerine elbise veya mendil bırakmak.159

9- Namaz, oruç, kurban, adak, keffaret gibi ibadet ve borçları
ifa etmeden vefat etmiş bir kimseyi bu borçlardan kurtarmak için, fukaraya
nakdî bedellerini (ıskat ve devir) vermek.160

Namaz için ödemek suretiyle yapılacak ıskata hicri
ikinci asrın sonlarından önce, devir suretiyle ıskata ise beşinci asra
kadar cevaz veren bir fakîhe rastlamak mümkün değildir.161 Nasslar sadece
mazereti sebebiyle oruç tutamayanların fidye verebileceğini ifade etmektedir.
Buradan yola çıkarak Fukahânın çoğunluğu oruç borcu var ise, ölü adına
varislerinin fidye vermesinin cevazına hükmetmişlerdir.

Hanefîlerden sadece İmam Muhammed namazı da oruca
katarak (kıyas değil ilhâk) "Ölü kılmadığı namazlar için fidye
verilmesini vasiyet etmiş ve inşaallah bu caizdir ve onun işini görür"
demiştir. Burada, hüküm şüpheli olduğu için "inşaallah" demiştir.
Eğer vasiyet de etmemişse şüphe daha da kuvvetlidir.162 Dolayısıyla "ıskat"
için bir ayet ve hadis (nass) mevcut olmayıp, oruç için kıyas, namaz için
ise zan ve ümit vardır.163

"Devir" denilen muamele ise delili belli olmayan
şöyle bir fetvaya dayandırılmaktadır: Ölü ıskat için gereken malı bırakmamışsa
bir miktar mal ödünç alınır ve bir fakire "falana vekâleten bu meblağı
onun şu kadar namazının fidyesi olarak sana veriyorum" denilerek
verilir; o da "bunu ona vekaleten sana bağışlıyorum" der. Bu alma
verme işi ıskat bitinceye kadar devam eder.164 Iskat-ı salat için fidye
verilmesi bile şüpheli iken bunu neye istinâd ettirildiği, delilinin ne olduğu
zikredilmemiş, sadece "böyle yapılır, inşaallah olur, bulur"
denmiştir.165

Günümüzde ülkemizin özellikle bazı bölgelerinde
devir, bir âdet ve ibadete karşı lakayd davranmanın sebebi haline gelmiş
bir bid’at sünnette yeri olmayan bir davranıştır. Sünnete uygun olanı ise,
ölü adına sadaka vermek ve günahlarının affı için dua etmektir.

Bütün bunları göz önünde bulundurarak şunu
diyebiliriz: Sevabı ölüye bağışlanmak üzere ihtiyaç sahiplerine sadaka
verilebilir. Ölen kişinin ödemediği zekat borçları varsa onlar ödenebilir.
Onun adına Kur’an-ı Kerim okunabilir, hac yapılabilir ve hatta kurban
kesilebilir… Yeter ki bütün bunlar, meşru hudutları aşmadan ve bid’atlara
girmeden, Allah rızası için yapılsın ve sevabı ölen kişiye bağışlansın.

Allahü Teala yarattığı her canlı için belli bir yaşam
süresi koymuştur. Bu sürenin sonuna ecel denir. Her ne suretle olursa olsun
ecel dediğimiz vakit gelince, ölüm olayı meydana gelir. Bir dakika bile
sonraya geciktirilmez. Her canlı için ölüm bir gün er geç gelecektir.
Yaratan ve yaşatan Allah (c.c.) olduğu gibi, öldüren de yani ölümü
yaratan da O’dur. O’ndan başka bir yaratıcı ve öldürücü yoktur. Ölüm
Allah’ın emridir, hüküm onundur. "Biz Allah’ın kullarıyız ve ona döneceğiz.."166
Ancak, hiç kimse nerede ve ne zaman öleceğini bilemez. Ölüm yaşlandıktan
sonra gelebileceği gibi, çok erken yaşlarda gelmesi mümkündür.

Ölüm olayı, ruhun bedeni terk etmesi ve insanın bu dünyadan
ahirete göç etmesi demektir. Diğer bir ifadeyle insanın dünyasını değiştirmesidir.
Ölen bedendir, ruh ölümsüzdür. Ölüm ve cenaze ile ilgili dini
merasimlere; bilgisizlik ve eski kültürlerin etkisi sebebiyle bazı bid’at ve
hurafelerin karıştığı görülmektedir. Cenazenin arkasından alkış
tutulması, şarkı ve türkü söylenmesi, cenazenin, tabutun ve kabrin başında
çalgı çalınması, cenazeyi taşırken yüksek sesle zikir yapılması,
mezarda para dağıtılması veya para toplanması, mezarlara bez bağlanması,
mum yakılması gibi İslam’ın ruhuna uygun olmayan davranışlar İslam dinine
sonradan sokulmuş bidatlardır. Bunların ölüye hiçbir faydası yoktur.

Hz. Peygamber, "Ölüyü üç şey takibeder; ehli,
malı, ameli, bunlardan ikisi geri döner, biri ölüyle kalır. Dönenler ehli
ve malı, kalan ise; amelidir."167 buyuruyor. Bu dünyada insan, mümin
olarak yaşayıp mümin olarak ölmek için gayret etmelidir. Dünyada bir eser
ve hoş bir seda bırakarak ölebilmek hedef olmalıdır.

Geride kalanlara düşen görev ise; ölenin ailesine
taziyede bulunmak, onlara yemek ikram etmek, ölenin borcunun ödenmesine yardımcı
olmak, vasiyetini yerine getirmek, ölü için dua etmek, hayır hasenatta
bulunmak, geride bıraktıklarını, dost ve arkadaşlarını gözetmek,
kabirleri ziyaret etmek suretiyle ibret almaktır. Zira musalladaki her cenaze,
ziyaret edilen her kabir, en etkili hatipten daha tesirlidir.

1. Tirmizi, Kıyame, 26; İbn Mace, Zühd, 31; İbn
Hanbel, II, 293.

2. el-Hadid, 57/20.

3. el-Ankebut, 29/64.

4. el-Hasr, 59/19.

5. ez-Zariyat, 51/56.

6. Keşfu’l-hafa, II, 173 (2016).

7. İbn Mace, Zühd, 15; İbn Hanbel V, 412.

8. Buhari, Cenaiz, 85; Müslim, Cenaiz, 60; Tirmizi,
Cenaiz, 63; Nesai, Cenaiz, 50; İbn Mace, Cenaiz, 30; İbn Hanbel, II, 261.

9. Mülk, 67/2.

10. Dr. Muhammed Yusuf Musa, el-İslam ve Hacetü’l-İnsaniyyeti
ileyhi, 138, 2. Baskı, eş-Şeriketü’l-Arabiyyetü li’t-Tıbaati ve’n-Neşr,
1961.

11. Dr. Zekeriyya İbrahim, Müşkiletü’l-İnsan (Müşkilatu’l-Felsefiyye
dizisinden), 116, Mektebetü Mısr, ts.

12. Abbas el-Akkad, el-Felsefetü’l-Kur’aniyye, 172,
Matbaatü Lecneti’t-Te’lif ve’n-Neşr, Kahire, 1947.

13. Abdulkerim el-Hatib, Allahu ve’l-İnsanü, 217, 2.
Baskı, Daru’l-Fikri’l-Arabi, 1971 Hatib.

14. Hicr, 15/23.

15. Al-i İmran, 3/145.

16. Mü’minun, 23/115.

17. Zümer, 39/30.

18. Zilzal, 99/7-8.

19. Cuma, 62/8.

20. Gazzâlî, İhya, 1/434.

21. Gazzâlî, İhya, 1/434; İbn Kudâme, el-Muğnî,
2/434; Kahire, 1968; Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne, 1/498.

22. Abdulkerim el-Hatib, Allah ve’l-İnsan, 219, 2. Baskı,
Daru’l-Fikri’l-Arabi, 1971.

23. Al-i İmran, 3/185.

24. Cuma, 62/8.

25. Nisa, 4/78.

26. Yunus, 10/49.

27. Tirmizi, Sünen, Zühd, 4, Kıyamet, 26; Nesei, Sünen,
Cenaiz, 3.

28. Bakara, 2/197.

29. Mü’minun, 29/99-100.

30. Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat, 320, Konya,
1986.

31. Süleyman Toprak , Ölümden Sonraki Hayat, 319,
Konya, 1986.

32. A. Saim Kılavuz, Anahatlarıyla İslam Akaidi ve
Kelam’a Giriş, 202; Ensar Neşriyat, İstanbul, 1987.

33. Zâhirîler’e göre, ömürde bir defa hasta ziyareti
yapmak farzdır. Diğerleri ise sünnettir: İbn Hazm, (Ebû Muhammed Ali b.
Ahmed) el-Muhallâ, 4/172; Münîriyye.

34. Şevkânî, (Muhammed b. Ali) Neylü’l-Evtâr Şerhu Müntekâ’l-Ahbâr
Min Ehâdîsi Seyyidi’l-Ahyâr, 4/17-21, Mısır, 1952; Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne,
1/489-492; Beyrut, 1969; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/34, Kahire, 1968.

35. İbnü’l-Hümâm, (Kemâlüddîn Muhammed b. Abdülvâhid
b. Hümâm) Fethu’l-Kadîr, 1/446, Kahire, 1310; İbn Âbidin, (Muhammed Emin b.
Âbidîn) Reddü’l-Muhtar Alâ’d-Dürri’l-Muhtâr, 1/626, el-Meymeniyye, 1307;
Şevkânî, (Muhammed b. Ali) Neylü’l-Evtâr Şerhu Müntekâ’l-Ahbâr Min Ehâdîsi
Seyyidi’l-Ahyâr, 4/21.

36. Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh, Cenâiz, 121; İbnü’l-Hümâm,
Fethu’l-Kadîr, 1/447; Kahire, 1310; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/335; Kahire,
1968; İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtâr, 1/626; Meymeniyye, 1307; Şevkânî, Neylü’l-Evtâr,
4/21, Mısır, 1952; Azîmâbâdî, Avnu’l-Ma’bûd, 3/159, Hindistan Baskısı.

37. Azîmâbâdî, Avnu’l-Ma’bûd, 3/160; Şevkânî, Neylü’l-Evtâr,
4/21; İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtâr, 1/626; Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne,
1/502, Beyrut, 1969.

38. Bakara, 2/156.

39. Buhârî, Cenâiz, 162; Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne,
1/504.

40. Buhâri, Cenaiz, 152,162.

41. En’am, 6/164; Şevkâni, Neylü’l-Evtâr, 4/105-116.

42. Buhârî, Cenâiz, 145; Şevkâni, Neylü’l-Evtâr,
4/26-27; Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne, 1/517; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/339.

43. Buhârî, Cenâiz, 148.

44. İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/337; Şevkâni, Neylü’l-Evtâr,
4/25-26.

45. Şevkâni, Neylü’l-Evtâr, 4/66-67; İbn Hazm,
el-Muhallâ, 4/129, Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne, 1/523.

46. İbn Hazm, el-Muhallâ, 4/169; Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne,
1/532; İbn Abidin, Reddü’l-Muhtâr, 1/641; Meymeniyye, 1307.

47. Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne, 1/535; İbn Hazm,
el-Muhallâ, 5/162-164; Şevkâni, Neylü’l-Evtâr, 4/44.

48. Buhârî, Cenâiz, 124; İbn Kudâme, el-Muğnî,
2/382; Şevkâni, Neylü’l-Evtâr, 4/52; Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne, 1/534;
İbn Abidin, Reddü’l-Muhtâr, 1/640; İbn Kayyım, Zâdu’l-Meâd, 1/145.

49. İbn Abidin, Reddü’l-Muhtâr, 1/651; Şevkâni, Neylü’l-Evtâr,
4/52; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, 1/443; İbn Kudâme, el-Muğnî,
2/381.

50. Buhârî, Cenâiz, 123.

51. Buhârî, Cenâiz, 205.

52. Buhârî, Cenâiz, 171; Şevkâni, Neylü’l-Evtâr,
4/24; Tahir Olgun, Müslümanlıkta İbadet Tarihi, 119, Ankara, 1946.

53. Nâsıruddîn el-Elbânî, Ahkâmu’l-Cenâiz, 34-43,
Beyrut, 1969.

54. Buhârî, Cenâiz, 217.

55. Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne, 1/558.

56. İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/353-354.

57. İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/355.

58. Buhârî, Cenâiz, 125,189; İbn Kudâme, el-Muğnî,
2/314; Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne, 1/543.

59. İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/376-379; İbn Kayyım
el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, 1/146; İbn Hazm, el-Muhallâ, 5/133; Şevkâni,
Neylü’l-Evtâr, 4/84-95; İbn Âbidîn, Şifâu’l-Alîl, 174, İstanbul, 1325;
Reddü’l-Muhtâr, 1/660.

60. İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/405; Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne,
1/562; Şevkâni, Neylü’l-Evtâr, 4/151

61. İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/410; İbn Âbidîn, Şifâu’l-Alîl,
182; Reddü’l-Muhtâr, 1/663; Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne, 1/508.

62. Hayrettin Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, 377 vd.

63. Ebû Davud, Vesâyâ, 3; Tirmizî, Vesâyâ, 7.

64. Müslim, Vasiyyet, 14; Ebu Davud, Vesâyâ, 14; Tirmizî,
Ahkâm, 36, Nesâî, Vesâyâ, 8; Dârimî, Mukaddime, 4; Ahmed İbn Hanbel,
2/372.

65. İbn Mace, Mukaddime, 20.

66. Buhari, Sahih, Rikak,42; Müslim, Sahih, Zühd, 5.

67. Buhari, Enbiya, 1; Müslim, Vasiyyet, 3, İlim, 6; Ebu
Davud, Sünen, Vesaya,14, Cihat,15; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 2/372
(Meymeniyye-Kahire 1313); İbn Mace, Sünen, Mukaddime, 20, 1975.

68. Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı,
453, 2. Baskı, Sebat Ofset, Konya, 1989.

69. İbn Kayyım el-Cevziyye, er-Ruh, 117; Beyrut, 1975.

70. Necm,53/39.

71. Yasin, 36/54.

72. Bakara, 2/286.

73. Haşr, 59/10.

74. Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı,
453.

75. Ebu Davud, Sünen, Cenaiz, 59.

76. Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı,
453.

77. Ebu Davud, Cenâiz, 56.

78. Müslim, Cenâiz, 103; İbn Mâce, Cenâiz, 36; Nesâî,
Cenâiz, 103.

79. Hayrettin Karaman, İslamın Işığında Günün
Meseleleri, 105-107, Marifet Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1984.

80. Tirmizi, Sünen, Cenaiz, 76; İbn Mace, Sünen,
Sadakat, 12.

81. Abdülkadir Mutlaku’r-Rahbavi, Ahiret Günü, 33;
Terc. Ahmet Serdaroğlu-Lütfi Şentürk, Nur yay., 5. Baskı.

82. Buhari, Sahih, Havalat, 3; Süleyman Toprak, Ölümden
Sonraki Hayat-Kabir Hayatı, 453.

83. Ebu Davud, Sünen, Edeb, 12; İbn Mace, Sünen, Edeb,
2.

84. Haşr, 59/10.

85. Hayrettin Karaman, İslamın Işığında Günün
Meseleleri, 107.

86. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/509,6/252,
(Meymeniyye-Kahire 1313); Ebu Davud, Sünen, Cenaiz, 72; İbn Mace, Sünen,
Edeb, 1.

87. Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne, 1/568, Beyrut, ts.

88. Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı,
453.

89. Eş’ari, Makalatu’l-İslamiyyin, 282.

90. Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı,
453.

91. Müslim, Sahih, Vasiyyet, 3; Ebu Davud, Sünen,
Vesaya, 14.

92. Buhari, Sahih, Cenaiz, 94; Müslim, Sahih, Zekat,15;
Ahmed İbn Hanbel, 2/371.

93. Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı,
453.

94. Buhari, Sahih, Vesaya, 15, 20, 26.

95. Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne, 1/568.

96. Ebu Davud, Sünen, Zekat, 42; Nesei, Sünen, Vesaya,
9.

97. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Terceme ve
Şerhi, 10/54, Akçağ yayınları, Ankara, 1990.

98. Vehbe Zühayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, (Terc.
Heyet) 3/9; Risale yayınları, İstanbul, 1990.

99. Cemalüddin Ebî Muhammed Abdillah İbn Yusuf el-Hanefî
ez-Zeyleî, Nasbu’r-Râye li ehâdîsi’l-Hidâye, 2/463; Dâru’l-Hadîs, Kahire,
ts.

100. Vehbe Zühayli, a.g.e, 3/207-208.

101. Buhari, Sahîh, Savm, 42; Müslim, Sahîh, Sıyâm,
27.

102. Nasıruddin el-Elbânî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’d-Daîfe
ve’l-Mevzûa, 1/169-170; Dımaşk, 1964.

103. Buhari, Sahîh, Savm, 42; Müslim, Sahîh, Sıyâm,
27.

104. Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı,
459.

105. İbrahim Canan, a.g.e, 2/488.

106. Nâsıruddîn el-Elbânî, Ahkâmu’l-Cenâiz, 170;
Beyrut, 1969.

107. Müslim, Sahîh, Sıyâm, 27.

108. İbrahim Canan, a.g.e, 2/488.

109. İbrahim Canan, a.g.e, 2/488.

110. Vehbe Zühaylî, a.g.e, 3/99.

111. Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı,
460-61.

112. Tirmizi, Dâhâyâ, 2; Ebu Davud, Dâhâyâ, 2.

113. İbrahim Canan, a.g.e, 6/61.

114. Ebu Davud, Sünen, Cenaiz, 70.

115. İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, 1/146; İbn
Kudâme, el-Muğnî, 2/379; Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, 4/97; Şeyh Ali Mahfuz,
el-İbdâ, 186.

116. Dârimî, Mukaddime, 16.

117. İmam Malik, Muvatta’, Kader, 3.

118. İsmail Lütfi Çakan, Hurafeler ve Batıl İnanışlar,
64; Hayrettin Karaman, İslamın Işığında Günün Meseleleri, 109; Süleyman
Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı, 471; Recep Aktaş, İslam Dininin
Yasak Ettiği Batıl İnanışlar, 43; Bahar yayınları, İstanbul, 1973.

119. Vehbe Zühaylî, a.g.e, 3/98-100.

120. Müslim, Sahih, Cenaiz, 102; Farklı rivayetler için
bkz.: Ebu Davud, Sünen, Cenaiz, 79; Neseî, Sünen, Taharet, 109, Cenaiz, 103;
İbn Mace, Sünen, Cenaiz, 36, Zühd, 36.

121. Necm, 53/3.

122. Seyyid Sabık, a.g.e, 1/383.

123. Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı,
462.

124. Hayrettin Karaman, İslamın Işığında Günün
Meseleleri, 108.

125. Azîmâbâdî, Avnu’l-Ma’bûd, 3/160, Hindistan Baskısı,
Aynî, Umdetü’l-Kari, 5/283, İstanbul Baskısı, İbn Kudâme, İbn Kudâme,
el-Muğnî, 2/423-424; Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, 4/98-100, Mısır, 1952;
Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne, 1/567-569, Beyrut, 1969; Reşid Rıza, 8/255; Şeyh
Ali Mahfûz, el-İbdâ fî Madarri’l-İbtidâ, 235 (4.Baskı); Süleyman Toprak,
Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı, 460.

126. Müslim, Sahih, Cenaiz, 106; Ebu Davud, Sünen,
Cenaiz, 81; Tirmizi, Sünen, Cenaiz, 60.

127. Nesei, Sünen, Cenaiz, 101.

128. Vehbe Zühayli, a.g.e, 3/91.

129. Hayrettin Karaman, İslamın Işığında Günün
Meseleleri, 99.

130. Buhârî, Cenâiz, 151; Şevkânî, Neylü’l-Evtâr,
4/117-120.

131. Müslim, Cennet, 76, 77.

132. Müslim, Cenaiz, 102; Ebu Davud, Cenaiz, 79; Nesâî,
Taharet, 109; İbn Mace, Cenaiz, 36, Zühd,36; Muvatta’, Taharet, 28.

133. İbn Kayyım el-Cevziyye, Kitâbu’r-Ruh, 10.

134. Vehbe Zühayli, a.g.e, 3/91-92.

135. İbn Mace, Sünen, Cenaiz, 24; Ebu Davud, Sünen,
Cenaiz, 4.

136. İbrahim Canan, a.g.e, 15/239.

137. Gazali, İhya, 1/473; İbn Kudâme, el-Muğnî,
2/422; Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, 4/117-120; Şeyh Ali Mahfuz, el-İbdâ, 192;
Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne, 1/566; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd,
1/146.

138. İbn Teymiye, Külliyat, "et-Tevessül
ve’l-Vesile", 1/142, 368; "el-Cenâiz", 24/384; "ez-Ziyârât",
27/511; Riyad Baskısı; İbnü’l-Kayyım, Zâdu’l-Meâd, 1/146; Muhammed Ebû
Zehra, İbn Teymiye, 320-325; Kahire,1958; Reşîd Rıza, et-Tefsîru’l-Menâr,
4/371-378.

139. Deliller ve münakaşası için bkz. Muhammed Zahid
el-Kevserî, Muhıqqu’t-Taqavvul fî Mes’eleti’t-Tevessül, 9-15, Kahire, 1369;
Şeyh Ali Mahfuz, el-İbdâ fî Madarri’-İbtidâ, 196-200; Şevkânî, Neylü’l-Evtâr,
4/8.

140. Hayrettin Karaman, İslamın Işığında Günün
Meseleleri, 109.

141. İsmail Lütfi Çakan, Hurafeler ve Batıl İnanışlar,
12; Büşra yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1991.

142. İsmail Lütfi Çakan, Hurafeler ve Batıl İnanışlar,
7.

143. Hayrettin Karaman, İslamın Işığında Günün
Meseleleri, 111.

144. Buhari, Sahih, Cenaiz, 60,95; Neseî, Sünen, Cenaiz,
106.

145. Ebu Davud, Sünen, Cenaiz, 78.

146. İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, 1/146; İbn
Kudâme, el-Muğnî, 2/379; Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, 4/97; Şeyh Ali Mahfuz,
el-İbdâ, 186; Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı, 474.

147. Hayrettin Karaman, a.g.e, 110.

148. Ebu Davud (Avnu’l-Ma’bud ile birlikte) 3/209,

Hindistan Baskısı.

149. İbnü’l-Hâc, el-Medhal, 3/275; Mısır, 1960.

150. Şeyh Ali Mahfuz, el-İbdâ, 238.

151. İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/377; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr,
1/628; İbnü’l-Hâc, el-Medhal, 3/277; İbnü’l-Kayyım, Zâdu’l-Meâd, 1/145;
Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, 4/96; Reşid Rızâ, el-Fetâvâ, 344; Seyyid Sâbık,
Fıkhu’s-Sünne, 1/546-548; Şeyh Ali Mahfûz, el-İbdâ, 229.

152. Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar,
1/207; İlim yayınları .

153. İsmail Lütfi Çakan, Hurafeler ve Batıl İnanışlar,
65.

154. Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar,
1/213.

155. İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, 1/663; Şifâü’l-Alîl,
174; Şeyh Ali Mahfûz, el-İbdâ, 173, 180, 233; Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne,
1/564.

156. Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı,
476.

157. Hayrettin Karaman, İslamın Işığında Günün
Meseleleri, 113.

158. İbn Abidin, Şifâu’l-Alîl, 167-168, 181-182, İstanbul,
1325; Reddü’l-Muhtâr, 1/451; Ali Sâlim el-Menûfî, İrşâdu’l-Enâm fî
Hukmi Kırâati’l-Kur’ânbi-ğayr-i İhkâm, 62 vd.; Mısır, 1324; Seyyid Sabık,
Fıkhu’s-Sünne, 1/596, Reşîd Rıza, el-Fetâvâ, 1687, 2305.

159. Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı,
477.

160. Hayrettin Karaman, İslamın Işığında Günün
Meseleleri, 116.

161. Hayrettin Karaman, Ebediyyet Yolcusunu Uğurlarken,
82, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara, 1994.

162. Aynî, Umdetü’l-Kârî, 2/608, İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr,
1/540.

163. Hayrettin Karaman, Ebediyyet Yolcusunu Uğurlarken,
84.

164. Abdu’l-Azîz el-Buhârî, Şerhu Usûli’l-Pezdevî,
1/155; İstanbul, ts. Ayrıca bkz. Aynî, umdetü’l-Kârî, 5/233,283; Sadru’ş-Şerîa,
et-Tavdîh li’t-Tenkîh, 1/167; Mısır 1327; İbn Âbidîn, Şifâü’l-Alîl,
196.

165. Hayrettin Karaman, Ebediyyet Yolcusunu Uğurlarken,
84.

166. Bakara, 2/156.

167. Buhari, Rikak 42, Züht 5.