Ölüm Realitesi

Ölüm, akıl ve şuur sahibi olarak yaratılmış, varlıkların
çoğunluğu üzerinde tasarruf yetkisine sahip kılınan insanın ilgisiz
kalamadığı önemli gerçeklerden birisidir. Her gün, trafik kazası, hastalık,
âfet vb. sebepler altında yüzlerce insan, cenazeleriyle, "ölüm vardır,
ölümü öldüremezsiniz" gerçeğini hâl dilleriyle beşeriyetin yüzüne
haykırır.

Dilimizde ölümle ilgili dikkate şâyân nitelemeler
vardır. Herkes, "ölüm ve ecele çare bulunmaz" gerçeğini bilir.
Çünkü, "anadan doğmak ölmek içindir". Bir hadisteki tespitle,
"İnsanlar ölmek için dünyaya gelir, yıkılmak için de evler
yapar."1 Her canlının belirli bir eceli vardır. Bu sebeple, dilimizde,
"Hasta olan ölmez, eceli gelen ölür" denmiştir. "Eceli
gelenin bir saat ileri ya da geri alınmayacağını" söyleyen Kur’an âyeti,
"ecel geldi cihâna, baş ağrısı bahâne" sözü ile dillerde dolaşır..
İnsanın çaresiz kaldığı en önemli hâdise ölümdür. Bu, "az yaşa,
çok yaşa, akıbet gelir başa" denmekle ifade edilmiştir. Ölüm
nezdinde herkes eşittir: "Altından ağacın olsa, zümrütten yaprak, akıbet
gözünü doyuracak bir avuç toprak" sözü mevki ve maddî zenginliklerin
ölüme karşı geçer akçe olmadığını bildirir. Her şey kaderle takdir
edilmiştir. İnsan ise kaderin yazılmasına hizmet eder. "Eceline
susamak" kelimeleri ile anlatılan bu durum, "Keçinin eceli gelince
çobanın sopasına sürter" ya da "Eceli gelen köpek cami duvarına
pisler" sözüyle anlatılmıştır.2

Ölüm, en az hayat kadar insanların derin ilgi, tecrübe
ve düşüncelerine konu olan bir olaydır. Şüphesiz, ölümün denemesi yapılamaz.
Çünkü ölüm, bilimsel anlamda her tecrübenin sonudur. O, yaşanan bir tecrübe
değil, ancak dışardan müşahede edilip farkına varılan objektif bir bilgi
konusudur. Bu bakımdan, ölüm hakkında ancak müşahede ve tasavvura dayalı
bir yolla bilgi temin edilebilir. Yani ölümü, yalnızca insanların onu
tasavvur ettikleri ve başkasının ölümü karşısında etkilendikleri
tarzda, az ya da çok tanımak mümkündür.3

İnsan, bu günün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi
gibi, ölüm meleğinin de kesinlikle kapısını çalacağını bilir. Ancak,
hiçbir kimse, ölümü kabullenmek istemez. Ölümü düşününce, önce başkasının
öleceği hatırımıza gelir. Biz kendimizi, sanki ölüme karşı görünmez
bir zırhla kuşanmışız gibi hissederiz! O bizim müşterimiz değildir! Onun
gerçek bir hadise olduğunu, "kendi hakkımızda" neredeyse unutmuş
gibiyiz.4 Bu, insanın fıtratındaki kendini koruma motifiyle ilgilidir. Kur’an
insandaki bu psikolojiye şu ayetle işaret eder:

"Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara
kendi akıbetlerini unutturmuştur." (Haşir, 59/19)

İlk nazarda ölüm tabiî bir hâdise gibi görünse de,
herkes böyle bir gerçek karşısında kendisini kolayca boyun eğmeye hazır
hissetmez. Her insanda içgüdüsel/fıtrî olarak varlığını hissettiren
"hayatını koruma" ve sonsuza kadar yaşama arzusu, "hayatın önünü
çelen" ölüme karşı gösterilen tepkilerin ilk ve derin kaynağını teşkil
eder. Bu tepkiye, otomatik ve psikolojik ifade şekilleri kadar, şuurlu benlik
seviyesindeki yapılanmalar da katılırlar. Ölüm karşısındaki tepkiyi
herkes, hayata karşı kendi tavrına göre gösterir. Bu kişisel tavrın
belirlenmesinde, dinî, iktisâdî ve ideolojik faktörler etkili olur.5

Ölüm güzel şey, budur perde arkası haber;

Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber!6 diyen,
Necip Fazıl Kısakürek, onu imanlı bir bakışla karşılamıştır:

Abdülhak Hamid Tarhan’ın eşinin ardından yazdığı şiir,
ölümün "karamsar bir ruh haleti içinde" görülmesine iyi bir örnek
sayılabilir.

Eyvâhh!.. Ne yer, ne yar kaldı / Gönlüm dolu bir âh u
zâr kaldı / Şimdi buradaydı gitti elden / Gitti ebede gelip ezelden.

Öldün, sanadır bu ömr-ü düşkün / Kabrin nazarımda
benden üstün / Sen öldün, ölüm güzel demektir / Ölsem yaraşır, zamanla
her gün.

Şair, eşinin ölümüyle feryatlar koparır. Dünyada
onun gidişiyle ne yer, ne de yar kalmıştır. O, "ezelden gelip ebede
gitmiştir." Bu ifadede karamsarlığın ötesinde kadere tenkitle birlikte
"fani insana" sonsuzluk sıfatı verilmesi gizli bir şirk kokusu da
hissedilir. Ne yazık ki, şair, acı ölüm gerçeğini bile, çok sevdiği
"eşinin ölmesiyle" sevip, "her gün ölmeye" hazırlanıyor.
Oysa ölüm, vakti gelen herkes için güzeldir. Ahmet Haşim, "Durgun suya
baktım ve dedim âh ölebilsem"7 diye bu hasreti dile getirir. Çünkü,
ihtiyar, hasta ve yaşlı kimseler için ölüm, hayattan fazla istenen bir
nimet olabilmektedir.

Varlıktaki Farklı Ölümler

Ölüm gerçeği evrende farklı şekillerde görünür.
Mikroorganizma DNA moleküllerinin çözülmesiyle ölür.

Bitkinin ölmesi kuruma ve çürümedir. Ancak bitkinin
tohumları, onun varlığını sürdürür. Ağaç bu özle kendini tekrar eder.
Bitkide, erkek ve dişi genetik kartlar varsa da, bunlar gelişmez, hep aynıdır.

Bitkilere göre hayvanlarda farklı genetik biçimler vardır.
Ancak ölüm vesilesiyle bu genetik yapı yavruda yeni şekiller meydana getirdiğinden
ana ve baba, moleküler çözülme ile ölünce, o kişilik de kaybolmuş olur.

Yıldızların ölümü ise enerjilerini bitirme şeklindedir.
Yıldız enerjisini kaybedince, atomların çevresindeki elektronlar çekirdeğe
düşer. Böylece yıldız, binlerce ve milyonlarca derecede küçülür. Sonra,
kara delik haline gelir.

İnsanın ölümünde ise değişim daha açık olarak görülür.
İnsanın kişisel karakteri bir meni hücresindeki 1 mikronluk genetik şifreden
ibarettir. Bu şifre Allah’ın emrettiği bir ortamda insanın meydana
getirilmesi için kullanılır. Dünya hayatında insanın genetik şifresi
rahimde açılmaktadır.8 Burada, insanın hayat serüveni içinde ölümün ilk
bakışta bir hiçlik olmadığı anlaşılmaktadır. Mikroorganizma, madde,
bitki ve hayvanda ölüm, devam eden bir tekâmülün merhalesi iken, aynı gerçeğin
insanda, yokluk, hiçlik gibi algılanması tarihi bir yanılgıdan ibarettir.
Çünkü varlığın bütün çeşitlerini aynı yüce kudret yaratmış ve
yokluktan vücud sahnesine çıkarmıştır. Onun yaratması ve kanunlarında
eksiklik yoktur. Kusur, sınırlı aklı, dar hisleri ve her şeyi bilmeye muhtaç
olan insandadır. Bu anlamda, insan için de ölüm, güzel bir değişimin ilk
adımıdır.

Hayat: Ölümü Anlamada Basamak

Ölümün mahiyetinin anlaşılması biraz da hayat gerçeğine
bağlıdır. Hayat/canlılık insanın en fazla hayret ve takdir etmesi gereken
bir hadisedir. Fakat alışkanlık sebebi ile en çok gafil kaldığımız gerçek
de odur. Allah’ın sürekli, israfsız ve son derecede mükemmel olarak yarattığı
şey, hayat mu’cizesidir.

Allah, asgarî seviyedeki akılların anlayabileceği bu
muhteşem fiilini gözler önünde yaratmaktadır. Meselâ, nutfe suyundan, göz,
kulak, beyin ve kemikler gibi insanın bütün âlet ve cihazlarını îcâd
(yaratır, düzenler, faydalı bir kıvama getirir) eder. Bitki, hayvan ve sebze
gibi çeşitli gıda maddelerini yiyen canlının vücudunda bunları özel işlemlerden
geçirmek suretiyle, et, kemik ve doku gibi birer bütün haline getirir. O,
"Bir şeyden her şey; her şeyden bir tek şey yapar." İşte, bir şeyi
her şey; her şeyi de bir tek şey yapmak ancak her şeyin sahibi ve yaratıcısı
olan Kadîr-i Mutlak’ın işidir.9

Sınırsız güç ve ilim sahibi olan Zât, dünya tezgâhında
hikmetiyle hayatı böyle mu’cizevârî bir şekilde yaratır, idare eder.

Bu yaratılışta, hayatla ölüm iç içedir. Canlı olan
bitki ve gıdalar bir kaç kere ölüm denen ameliyeden sonra, deri, et ve kemik
gibi canlı bir hüviyet kazanmaktadır. Hayvan ve bitkinin ölümü görünüşte
dağılma ve çürümedir. Bünyeyi meydana getiren elemanların tekrar toprağa
dönmesidir. Aynı durum insan için de geçerlidir. Ölüm cismani olarak hayat
ateşinin sönmesi, lezzetlerin sonu, çevredeki insanların ilgi ve sevgisine
sebep olan her şeyin yok olmasıdır.

Ölümün insana ürkütücü gelen bu yüzüne dikkat
edilirse, yeni bir başlangıç olduğu fark edilir. Hayatın en basit mertebesi
olan bitkinin ölümü, onun tekrar dirilişine ilk adımdır. Ölen bitki,
atomların yoğrulmasıyla tekrar sümbül şeklinde ortaya çıkar.
"Bitkinin" gerçeği yok olmuyor. Sadece şekil değiştiriyor. İnsanın
da mahiyetini teşkil eden ruh, beden ölmekle berzah hayatına geçmektedir. Görmediğimiz
bu gaybî âlem, uhrevî hayatın (Ahiret) başlangıcıdır.

Hayat, evrenin en önemli neticesi, hatta mayası ve yaratılışının
gayesidir. Dolayısıyla o, geçici, eksik ve elemli olan şu dünyaya mahsus (özel)
değildir. Çok muazzam bir ağaç olan hayatın meyvesi, ağacın büyüklüğü
nisbetinde kıymetlidir ve sonsuza yöneliktir. İnsan hayatının gayesi, taşı,
toprağı ve ağacı ile canlı ve ebedî olan Ahiret hayatıdır. Yoksa bu
kadar cihazlar ile hayat, şuur sahibi insanlar hakkında meyvesiz, faydasız,
hakikatsiz olurdu. Bu sebeple varlıklar içinde en kıymetlisi hayattır. En önemli
vazife de hayata hizmettir. Hayata yönelik hizmetlerin en kıymetlisi ise, geçici
dünya hayatının ebedî hayata dönüşmesi için çalışmaktır. Şu hayatın
bütün kıymeti ebedî bir hayata başlangıç ve kaynak olmasındadır. Yoksa
ebedî hayat saadetini zehirleyecek bir şekilde sadece şu fânî hayata bakmak
(dünyaya hasr-ı nazar) yağmurlu bir atmosferde yanıp sönen bir şimşeği,
gökteki sürekli bir güneşe tercih etmek gibi bir divâneliktir.

Şayet insan, canlılık olarak bulunduğu dünya hayatından
başka bir şeyi düşünmese idi, -sermaye olarak serçe kuşundan yüz derece
üstün olmasına rağmen- dünya saâdeti açısından, kuştan bile çok aşağıda
kalmış olacaktı. Çünkü, serçe gibi bir canlı geçmiş ve gelecekten elem
duymaz. Hayatından tam haz alır. İnsan öyle değildir ve olamaz. Çünkü en
kıymetli cihaz olan akıl, geçmişin elemlerini ve geleceğin endişelerini içinde
bulunduğu zamana ve güne taşımakla, onu sürekli rahatsız eder, bir
lezzetine dokuz elem katar. Hâl böyle iken o, ölüm karşısında serçe ile
eşit seviyede görünmektedir. Biyolojik bünye ömrünü tamamlayınca, ya da
bir felâketle her ikisi de ölmektedirler.

Oysa insan aklı, hayvanla insanın eşit olmadığına şâhitlik
eder. Demek ki, insanın hayatı ve hayatı sürdürmek için ona verilen
cihazlar, hayatın dünya ile sınırlı olmadığını göstermektedir.10 Hayatın
görünüşteki hayranlık uyandıran yönü bir çok düşünürün dikkatini
çekmiştir. Morrison’un şu ifadeleri, bunun nûmunesi sayılabilir:

"Hayat çok doğurtkan ve bereketlidir. Hatta o
bizzat kendi geçimini kendisi sağlar. Bütün canlılar dünyasını kuvvetli
bir disiplin altında tutar. Hiçbir canlının taşkınlık edip dünyayı
kaplamasına izin vermez. Mesela çekirgelere her hangi bir disiplin
uygulanmasaydı, bir kaç yıl içinde bütün dünyadaki bitkileri
bitirirlerdi. Su dışındaki hayat sona ererdi.

"Hayat bir heykeltıraştır, canlı varlıkları şekillendirir.
O bir sanatkârdır, ağaçların her yaprağına şekil verir. Hayat bir mûsîkîşinastır.
Çünkü her kuşa aşkının şarkısını nasıl söyleyeceğini, böceklerle
nasıl çağrışacaklarını öğretmiştir.

"Hayat bir mühendistir. Çekirge ve pirenin, o uzun
incecik ayaklarıyla nasıl hızlı hareket edeceklerini plânlamıştır.
Durmadan çalışan ve bıkmadan çarpan kalbe şekil veren O’dur. Bütün canlılarda
elektrik şebekesine benzeyen bir sinir sistemini kurmuştur."11

Gayet açıktır ki, Morrison’un cümlelerinde, kendine bu
kadar mükemmel fiiller izâfe edilen fâil, hayat değil Allah’tır. O,
muhtemelen hayattaki faaliyetin ihtişamı karşısında duyduğu hayret ve şaşkınlıkla
durumu böyle ifade etmiş olmalıdır. Çünkü hayatın kendisi bir san’attır,
Sâni’ değildir. Fiildir, fâil olamaz. Hayat bir eserdir, müessir başkasıdır…
Aksi halde hayatın, tıp, mühendislik, ressamlık, müzik gibi hârikulâde
san’at ve ilimleri birlikte tahsil etmiş olmasını farz etmek gerekir ki, bu
akla, hisse ve ilmin verilerine aykırıdır. Bunca güzel işlerin ortaya çıkmasına
vesile olan "hayat mu’cizesi" tesadüfî olmadığı gibi, onun ikinci
bir boyutu olan ölüm de sıradan bir iş olmamalıdır. Ölüm de, hayat gibi
bir fiildir. Ne var ki, onun mahiyeti ve yapılanma şekli farklıdır.

Ölüm Elemini Hafifleten Düşünce

Hayat ile ölüm arasındaki çizginin gayet ince olduğunu
belirten ve hayatın kıymetini, onu yaratana hizmetle ölçen Bediüzzaman şöyle
der:

"Bir vakit, hayatım çok ağır şartlar ile sarsıldı
ve dikkatimi ömre ve hayata çevirdi. Gördüm ki, ömrüm koşarak gidiyor, âhirete
yakınlaşmış; hayatım dahi baskılar altında sönmeye yüz tutmuş. Hâlbuki
Allah’ın, Hayy ismiyle ilgili bir risalede açıklanan, ‘hayatın mühim
vazifeleri ve büyük özellikleri ve kıymetli faydaları, böyle çabuk sönmeye
değil, belki uzun yaşamaya lâyıktır’ diye üzüntülü bir şekilde düşündüm.
Yine üstadım olan ‘Hasbünallahu ve ni’me’lvekîl’ âyetine başvurdum. Âyet
bana dedi, "Sana hayatı veren ve hayatı devam ettiren Zâta göre hayata
bak!"

Ona göre baktım gördüm ki, hayatımın bana bakması
bir ise, hayat sahibi ve bütün canlıları ayakta tutan Zat’a bakması yüzdür.
Bana ait neticesi bir ise, Hâlıkıma âit bindir. Şu halde, Allah’ın rızası
dairesinde bir ân yaşaması kâfîdir. Uzun zaman istemez."

"İman, hayata hayat ve ruh olursa, hayat da süreklilik
kazanır, ebedî meyveler verir. Yücelir ve Allah’ın bekásının bir gölgesini
kazanır; daha ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmaz."12

Bu hedef istikametinde hayat "anlamını" bulmak
için, musibet ve hastalıklar ile günah kirlerinden temizlenir, kemâl ve
kuvvet kazanır. Ölmeden önce, insana isabet eden bu tür sıkıntılar,
"hayatın veriliş maksadına"da uygundur. Aksi halde, hayatın
monoton, elemsiz, kedersiz bir vaziyette yaşanması arzu edilecek bir hâl değildir.
Böyle bir yaşantı, varlıktan çok, yokluğa yakındır.13 Halbuki insan vardır
ve kendi varlığını değişik vesilelerle hissetmek ister. Eylem, hedefe
varmak için gösterilen çaba, varlığın anlamını ortaya çıkarır.
Atmaca’nın serçeye saldırması onun savunma kabiliyetini geliştirir. İşleyen
demir ışıldar. Kullanılan kabiliyet yükselir. İnsandaki bir çok
kabiliyetler hayatın sıkıntılı yollarında koşarken ortaya çıkar; insan
olmanın ayrıcalıkları görülür. Zaten bu dünya, istirahat değil, imtihan
ve hizmet yeridir. Hayatın en önemli sebebi olan Allâh’a kulluk vazifesi,
hayata bir takım sıkıntıların isâbet etmesini gerekli kılmaktadır.

Aksi durumda, hayatla ölüm arasında fark kalmazdı.
"Ölmek değildir, ömrümüzün en feci işi / Ölmek odur ki, ölmeden
evvel ölür kişi, beyti ile, Yahya Kemal Beyatlı bunu anlatır.

Allah’ı tanımak saadetiyle birlikte yaşanan ömrün
saniyeleri seneler hükmündedir. O’nun sevgisi, bilgisi ve rızası yolunda bir
saniye bir senedir. Eğer O’nun yolunda olmazsa, bir sene bir saniyedir. Belki
O’nun yolunda bir saniye ölümsüzdür, çok senelerdir. Dünya hayatı
itibariyle Allah’tan uzak geçen yüz sene, bir saniye hükmüne geçer.

"Firakın (ayrılık) bir saniyesi bir sene kadar
uzundur ve visalin bir senesi bir saniye kadar kısadır" sözünü Bediüzzaman
şöyle yorumlar: "Allah’ın rızası çerçevesinde bir saniye visal (buluşma:
Allah’la beraberlik) bir saniye değil sürekli bir visal penceresidir.

"Gaflet ve dalâlet firakı (ayrılık: Allah’ın
emirlerini uygulamaktan uzak bir hayat) içinde değil bir sene, belki bin sene,
bir saniye hükmündedir."14 Öyle ise, Allah’ı bulan herşeyi bulur; onun
için her şey vardır. Allah’ı bulamayan hiçbir şeyi bulamaz; onun hayatı
yokluk zulmetleri ile doludur. Bütün eşya ona düşmandır. O, gerçek
anlamda sadece belâsını bulmuştur. Bu gerçekler yönünde, hayatın anlamı
Allah’ı tanımakla güzelleşir.

Ölüm ve Berzah

Ecel, hayat sahibi mahlukatın ölmeleri için mukadder ve
muayyen olan vakitten ibarettir. Mevt ise, ölene bağlı olarak, Allah’ın
hayata mukabil olmak üzere yarattığı bir haldir. Bu sebeple ölüm, varlığın,
"hayatın zıddı" olan sıfatıdır.15

Ölüm, hayatın karşıtı (zıddı) olmakla birlikte,
varlık sahibi bir gerçektir. Dünya hayatı, bedendeki maddî ve mânevî âletlerin
işlerliği ile sürer. Ölümle bu durum son bulur. Ölümün "yaratılması"
ile birlikte, kulak işitmez, göz görmez, burun kokuları almaz, dil tadları
fark etmez hale gelir. Aslında bu etkinlikler insan bedeninde ruhla bir anlam
kazanır. "Göz bir penceredir ki, ruh bu alemi o pencere ile
seyreder" cümlesinde buna da işaret vardır. Ölüm, ruhla beden arasındaki
ilişkinin kesilmesidir.

Ruh, dînî ıstılahta nefs olarak da ele alınmaktadır.
Nefs (ruh) zâtî, rûhânî bir cevherdir. Bedenle ilişkisi bulunduğunda,
bedenin bir parçası olur; bedenin ölümü, ruhun bedeni terk etmesi
sebebiyle, bedenin dünyaya has olan görünen düzenini kaybetmesidir.

Bedenden ayrılan ruh, ruhâniyeti sebebiyle kendisi, canlı
varlığını devam ettirir. Azab ve nimetlenme gibi sebeplerle bedene tekrar dönebilir.
Bedene dönmesi dünyadaki hayat gibi bir hayatlanma şeklinde olmaz. Çünkü
beden, hayatın ‘olmazsa olmaz’ şartı değildir.16

Dünya ile âhiret arasındaki mesafe ahireti inkâr edene
göre uzun; gerçekte ve mü’min için gayet kısadır. Kur’an’ın getirdiği
gerçeklere karşı gafil insan, tûl-i emel (arzular ve plânlar) ile hayatla
ölüm arasında kalın bir duvar örmüştür. Bu duvar, onun, "dünya
hayatını daha güzel yaşamak" üzerine plânlanmış kuruntularıdır.
Oysa, ömür ve hayat ince bir iplik kadar zayıftır. Âni bir musibet, uzun
emellerin yığdığı duvarları dağıtıverir. Hayat, yaşanan bir gerçeklikten
çıkarak, kısa bir sürede mâzîye dönüşür. Dolayısıyla hâl ile mâzi
arasındaki perdenin ince olduğu fark edilir. Hâl, bulunduğumuz dünya yaşantısı,
mâzi de bu yaşantının geride kalmasıdır. Ölüm köprüsüyle ruhun bu
perdeyi yırtıp mâzi tarafına geçmesi, ân meselesidir. Bu iş, dikkatini
madde ve cesede göre şartlandırmış kişi için zordur, uzundur.17

Allah’ın, ruhu tekrar iâde ederek yarattığı hayat,
berzah hayatıdır. Kabir, bazı rivayetlere göre mü’min için gözünün gördüğü
yer kadar genişletilir. Berzah, bizim gözümüz ve organlarımızla farketmediğimiz
bir âlemdir.18 İnsan, duyu organları ile her şeyi idrak edemez. Normal
kulakla işitmediğimiz fakat her yere ulaşan sesleri cep telefonu, radyo ve
telsizle alabiliriz. Görüntüleri televizyonla seyretmek mümkün. Geliştirilmiş
cihazlar uzaydaki vericiler aracılığı ile kıtalar ötesindeki eşya ve
olayların görüntüsünü odamıza getirmektedir. Halbuki bunları çıplak göz
ve kulakla almak imkansızdır. Ölümle geçeceğimiz berzah hayatının varlığını
da bize Kur’an’da Allah ve hadislerinde Peygamber bildirmektedir. Allah’ın
istisnâî özelliklere sahip kıldığı veli kulları da, kabirdeki insanın
hallerini keşfetmekle bu âlemin varlığını idrak etmekte ve bize
bildirmektedirler. Bediüzzaman, böyle bir keşif ehlinin, "sekeratta kırk
kişiden, ancak birkaç tanesinin imanlı gittiğini farketmiş olduğunu"
bildirir.19

Ruhlar, cesedden ayrıldığı andan itibaren, maddî dünyamıza
yabancı, bağlı oldukları asıl âleme, berzah âlemine giderler. Bu konuda
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Önlerinde tâ diriltilecekleri güne
kadar bir berzah vardır." (Mü’minûn, 23/100) Berzah iki şey arasındaki
engel demektir. Dini kurallara göre berzah hayatında sorgu-sual, azap ve nimet
vardır. Ölünün kabrinde sorgulanması aklî olarak da imkân dahilindedir.20
Konuyla ilgili hadislerde kabre konan kişinin, kendini defnedenlerin ayak
seslerini işittiği, mü’min ise Allah’ın ona Cennetteki makamını gösterdiği
bildirilmiştir. Hz. Peygamber kabirdeki insanların maruz kaldıkları azabı işitirdi.
Bir defasında, bu durumun dehşetini ifade etmek için, "Eğer birbirinizi
defnetmemenizden korkmasaydım işitmekte olduğum kabir azabını size de işittirmesi
için Allah’a dua ederdim." buyurdu. Yanındakilere, kabir Cehennem azabı
ile açık ve gizli fitnelerden, Deccal’ın fitnesinden Allah’a sığınmalarını
tavsiye etti.21

Haricilerden bazıları ile Mu’tezileden bir iki isim dışındaki
alimler çoğunluğu, kabir azabının gerçekleşeceğinde müttefiktir. İhtilaf
edilen husus, bu azabın bedenî mi, rûhî mi olacağıdır. Alimlerin çoğunluğu,
cesede ruhun döneceğini belirtirler.22

Kabir azabının dehşetini ifade için, Hz. Peygamber,
insanlar dışındaki bütün mahlukatın berzahtaki azabı işittiklerini söylemiş,
Hz. Âişe’nin ifadesiyle kabir azabından sakınmadığı namaz olmamıştır.23

İbn Abbas’ın verdiği bir habere göre, Resulullah
(a.s.m.) bir gün mezaristana uğradı. Orada iki kabir başında durdu.
Kabirdekilerden birinin gıybetten, diğerinin de idrar sıçramasına
dikkatsizlikten azap gördüklerini bildirdi. Yanındakilerden bir yaş hurma
dalı aldı. Bunu ikiye bölerek, kabirlerin üzerine dikti. "Belki bunlar
yaş kaldıkça azapları hafifler" buyurdu.24

Ölümden Korkma Sebepleri

Her ne kadar, Yunus, "Ölümden ne korkarsın. Korkma
ebedî varsın" demişse de insan bu korkuyu yenememiştir. İnsan kendine
elem ve keder veren şeyden korkar. Ölüm lezzetleri acılaştırması, dostları
ayırması vb. sebeplerle korku kaynağıdır.

Şiddet ve tesirinin kuvveti bakımından ölüm korkusu,
diğer bütün korkulardan ayrılır. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de ölümle
ilgili bir çok âdet, âyin ve törenlerin oluşmasında ve işlemesinde bu
korku unsurunun önemli bir faktör olduğu görülmektedir. Meşhur İslâm
feylesofu ve mütefekkiri Îbn-i Sina, ölüm korkusunu analiz ederken şunları
söyler:

1. Ölümün hakikatini bilmemek, 2. Öldükten sonra kişinin
başına neler geleceğini kestirememek. 3. Beden çürüyüp yok olduktan sonra
kişilik ve benliğin de tamamen hiçliğe kavuşacağını, buna karşılık
kendisinden sonra âlemin varlığının devam edeceğini zannetmek. 4. Ölüm için
de ayrıca bir elemin var olduğunu zannetmek. Öldükten sonra kendisine ceza
ve işkence edileceğine inanmak. 6. Öldükten sonra nereye gideceğini
bilemeyip, şaşkınlık içerisinde bulunmak. 7. Arkada kalacak mal ve miras üzerine
üzüntü duymak.25

Psikolog Jung’a göre ise ölüm korkusunun temeli,
"Yaşama korkusu"dur. Ölümden en çok korkan kimseler, yaşamaktan
en fazla korkanlardır. Bu tür korku, yaşamaya tam uyum sağlayamayan kişide
görülür. Bu şuur-dışı bir panik halidir. Gençlik ya da ömrün gitmesi,
tekrar gelmeyeceğini düşünmek gibi…26

Bu türdeki korkuyu Erich Fromm şöyle ortaya koyar: Bu
ikincisi akıldışı bir özelliğe sahiptir. Hayatı iyi bir şekilde değerlendiremeyen,
yaşama konusunda başarısız kişideki vicdanın dile gelişidir. Gerçekte,
ölümden korkmak, sanıldığı gibi hayatı sürdürememek korkusundan doğmaz.
Bu duyulan korku, ölümden değil, sahip olduğumuz şeyleri bedeni, mal-mülkü,
benliği yitirmekten dolayıdır. Ve hiçbir şeye sahip olamayacağımız bir uçuruma,
yok olmaya sürüklenmekten korkmaktır. "Sahip olmak anlayışına"
bağlı olduğumuz oranda ölümden korkarız.27

Ölüm korkusunun ilacı Kur’an’ın getirdiği ebedî
saadet formülünde gizlidir. İnsan ölümle, en fazla sevdiği kişilik ve
varlığını her şeyin sahibine emânet ettiği düşüncesine sahiptir. İnsan
olarak en sevilen kıymetli varlığımız ruhumuzdur. Ruh ise, Allah’ın
vazifeli elçilerinin emîn ellerinde, dünyadan daha yüce ve mükemmel bir âleme
götürülmektedir. O halde korkuya gerek yoktur.

Ölüm Karşısındaki Psikoloji

Ölüm, görünüşte bir çok kötü durumun sebebi
olarak algılanmaktadır. Türlü lezzetleri acıya çeviren, sevgili eşleri ve
çocukları birbirinden ayırıp ev ve ocakları söndüren, gurur ve kibir
heykeli haline gelen toplulukların, bir zelzele ve musibetle ihtişamlarını
dağıtan; yavruları yetim, kadın ve erkekleri dul bırakıp, servetleri yerle
bir eden ölümdür…

Bu kadar dehşetli sonuçların -zahirde sebebi görünen-
ölüme karşı gösterilen tepkiler de çok değişiktir. Bu kaçınılmaz son,
kimi insanda derin bir karamsarlık ve ümitsizlik sebebi olur. Bu kişiler ölüm
sebebiyle hayattan zevk alamaz duruma düşer. Oysa sürekli bir ölüm korkusu
ile hayatın lezzetini acılaştırmak patolojik bir durumdur; ruh sağlığının
iyiye gitmediğinin işaretidir.

Ayni ölüm, bazı insanları boşvermişliğe sürükler.
Bu kimseler, "Dünyaya bir daha gelecek değilim" diyerek kendini zevk
ü sefaya verir. Bu da ayrı bir dengesizliktir. Halbuki akıl insandaki
duyguları dengede tutmak için verilmiş bir mihenktir. Aklı devreden çıkaran
bir duygusallığın sonu, bir müddet sonra insanlıktan da istifa anlamı taşır.
Dünyada güzel amele yönelmek için ölümü düşünmek yeterli değildir.
Problem, ölümün mahiyetini bilip, ölümden sonraki hayatın varlığına da
inanarak, hayatta güzel fiillere yönelme şevkine sahip olmaktır. Asıl
mesele bu olmakla birlikte, ölüm karşısındaki tepkiler arasında psikoloji
ilminin vardığı bulgular da dikkat çekicidir. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:

1. Ölümü İnkâr: Çağdaş Batı kültürü ölümü
inkâr ve insanların dikkatinden uzak tutma eğilimindedir. Cinsellik, refah,
mutluluk düşüncesi gibi sebepler ölümü insan gündeminden uzak tutmak için
kullanılır. Gösterişli cenaze töreni ve defin merasimlerinin arkaplanında
bu niyetin olduğu sezilmektedir. Tarihi eskilere giden mumyalama ya da ölenin
heykelinin dikilmesi de gerçek anlamda ölümün inkârıdır.

2. Ölüme meydan okuma: Tehlikelere meydan okuma
derecesindeki maceralar ve bunları sıkça gösteren filmler insanda bu tür
bir duyguyu besler. Bu eğilimdeki insanlar ölümün "kıyısından sıyırarak
geçmeyi", hayatın en büyük zevki sayar.

3. Ölümü İstemek: İnsanın hayatı, devamlı pusuda
bekleyen gecenin geçici rahatlığı, yitip-gitme ile sürekli mücadeledir. İnsanda
sakinliğe, sessizliğe, rahatlığa, denge ve uyuma olan eğilim, ölüme duyduğu
özlemdendir. İnsan bu hareketsizliği ve tamamlanmayı aramaktadır.

Ölümü isteyenlerden bir grup da tedirgin ve çatışmalı
kişilik sahibi kimselerdir.

4. Ölümü kabullenme: Ölümün yokluk olmadığını
hayatın ölümle yeni bir varlık biçimine geçtiğini kabul edenlerin
hissettikleri bir durumdur. Özellikle dindarların ölüme gösterdikleri tavırdır.28
Dini duyguların insanlardaki görüntülerini inceleyen din psikolojisi araştırmalarında,
ölümün insanlar tarafından algılanma şekli ve tesiri üzerinde farklı
sonuçlara ulaşılmıştır.

Alan taramalarından çıkan sonuca göre dindar olmayan
kişiler ölümü hayatın tabiî bir sonucu olarak görmekte ve tüm
dikkatlerini dünyadaki hayata, dünyevî zevk ve uğraşlara vermektedir. Böylece
ölüm gerçeği karşısında bir tür savunma tepkisi ortaya koymaktadırlar.
"Maskeleme" denen bu savunma biçimi, kiminde, dünyevî başarılarda
da etkili olabilmektedir.29

Ölüm korkusu yaşlara göre farklı savunma tepkilerinin
oluşmasına yol açar. Yaşlı kişiler, hayatın zevklerinin sönmesi,
mukadder sona yaklaşmanın tedirginliği sebebi ile büyük bir gerilime düşebilir.
Genelde gelecek herkes için bir kaygı sebebidir. Bu, zihnî bir problem olarak
yaşanır. Fakat, ömrün âniden son bulacak olması, yaşlı kişide hayatın
anlamını daha bir ciddiyetle ele alma ihtiyacını hissettirir. Yaşla
birlikte ölümsüzlük düşüncesi tekrar varlığını gösterir. Bu esnada
dinin önerdiği, "Ölümden sonraki hayat" zevklere karşı ye’s hali
yaşamakta olan yaşlılarda kurtarıcı bir proje olarak görülebilmektedir.
Amerika’da yapılan bir araştırmada yaşlıların % 100’ünün ölümden
sonraki hayata inanması bu açıdan düşündürücüdür. Yaşlılarda dua
etme nispetinin artması da tesadüf değildir.

Ölümün coğrafî şartlarla da ilişkisi kurulmuştur.
Toplumların, sürekli insan hakimiyeti altına alamadığı şartlarla yüz yüze
gelmesinin, onları, esrarengiz güçlere sığınmaya sevk ettiği düşünülmüştür.
Çöllerde, deniz sahilleri ve dağlık bölgelerde ikámet edenlerin insan gücünü
aşan tabiat hadiseleri ile sık sık karşılaşmasının onları, yüce bir güç
sahibine sığınmaya teşvik ettiği tespit edilmiştir.

Ölüm korkusu aslında hayatımızdaki bir takım aşırılıkları
dengelemek için gereklidir. İnsandaki bütün duygular gibi ölüm korkusu da
itidal çizgide bulunduğu zaman faydalıdır. Ölüm korkusu olmasaydı, sosyal
düzeni sağlamak, kötü niyetli insanların cemiyette anarşi çıkarmasını
engellemek mümkün olmazdı. Bu korkuyu insanın çevreyle intibakına zarar
vermeyecek bir seviyede tutmanın yolu, selîm bir akıl ve doğru dinî inançlardır.
Gerçek bir hadise olan ölümden sürekli kaçış haleti, insanın dengesini
bozar. Her olay gibi ölümün de insanın zihnî ve hissî yapısı üzerinde
tesir bırakması normaldir.30 Ölümün ortaya çıkardığı korkunun insan
hayatını içinden çıkılmaz bir hâl almaktan kurtarmanın çaresi iki
maddede özetlenebilir:

1- Kişinin kendini psikolojik olarak ölüme hazırlaması.
Nitekim, Kur’an’da bu gerçek, "Her nefis ölümü tadacaktır" (gibi
gayet açık ve sade bir dille ortaya konmuştur. Dinimize göre dünya ahiretin
tarlasıdır. Kişi dünyada ne yaparsa karşılığını âhirette alacaktır.
Bu tespitte, mü’minin Allah’a inancıyla birlikte gelecekten ümitli olması da
söz konusudur. Zaten insanları yaşatan ümittir. Ye’s ve karamsarlık hastalıkların
da birinci sebebidir. Ahiretle ilgili yaşama ümidi, insanın varlığını
koruma güdüsünü de tatmin etmektedir. Hiçbir akıl sahibi -bütün eksik ve
kusurlarına rağmen- varlığının yok olmasını arzu etmez. Yokluk kötü,
varlık iyidir. Kaldı ki, dünya hayatı insanın isteklerini gerçek anlamı
ile doyurmaz, çoğu zaman bu imkândan insanlar mahrum kalır. Zulüm,
adaletsizlik gibi insanın vicdâni/ahlâk boyutuyla ilgili arzuları burada
genelde rencide olmaktadır. Ahiret, adaletsizlikler karşısında ilâhi
mahkemenin kurulacağı, her hak sahibine hakkının verileceği bir âlem
olacaktır. Başta Kur’an olarak bütün mukaddes metinlerde gerçekleşeceğine
söz verilen "yüksek mahkeme"nin adaleti, dünyada incinmiş gönüllerin,
gadre ve zulme uğrayanların yegane tesellî merciidir.

Ölüm korkusunun getireceği yıkıntı, dinin bir başka
prensibi olan "dünyaya karşı aşırı hırs göstermemek" ilkesi
ile desteklenir. Çünkü mü’minde hırs, zarar ve hüsran getirir. Hırs
Allah’ın tabiata yerleştirdiği kanunları atlamak, çiğnemek ve onlara göre
hareket etmemektir. Hırsta zımnî de olsa, Allah’ın rahmet ve keremine karşı
bir töhmet vardır. Kişinin dini inanç ve bilgisine göre bunun dereceleri
farklı olabilir.

2- Ölüm korkusunu yenmenin ikinci bir çaresi de ölüm
sonrası için doğru bir inanç sistemine sahip olmaktır. İbn-i Sina’nın ölümden
korkma sebeplerini tespit ederken buna dikkat çektiğini yazmıştık. Kısaca
şu söylenebilir: İslâm, insanlara akıl ve hislerinin kabul edebilecekleri
inançlar ve prensipleri getirmiştir. Bunun kaynağı Kur’an ve mütevatir
hadislerdir. Ahiretle ilgili, bilgilerimizin bu iki temel kaynak ve vahiyle
gelen çerçeveye uygun olması gerekir. İnsan bilmediği şeyden de korkar.

Dinlerin ve felsefelerin, ruhun ölümsüzlüğü, ölümden
sonra yeniden dirilme, ölümden sonraki hayat vb. inanç ve düşünceleri bir
tarafa, bütün insanlarda ölümsüzlük arzusu psikolojik bir gerçek olarak
varlığını hissettirir. Hayatın sürekliliği ve bu sürekliliğin korunması,
hayatın yapısında mevcut olan ana çizgilerden birisidir. İnsanı korkutan
ve ürküten hayatın sürüp gitmesine inanmak değil, onun bir yerde son
bulacağını hissetmek ve düşünmektir. Ölümü bir yokluk olarak düşünenler
varsa da, ölümsüzlük arzusu en katı varlık inkârcılarının bile kolay
kolay yakasını bırakmaz. Bir olgu olarak ölümün evrenselliği ne derece
gerçekse, bir duygu ve arzu olarak ölümsüzlük isteği de, o ölçüde
evrensel ve psikolojik bir gerçektir.31

Felsefecilerin Ölümsüzlük Açıklaması

Nefs âhiret hayatının başlangıcını teşkil edeceğinden
onun ölümsüz olması gerekir. Öyle ise ölümsüzlük ve ba’s ahlâkın da
gerçeklerindendir. Onu inkâr etmek ahlâkî değerlerin yıkımına yol açar.
Bu itibarla, antik çağlardan beri bir çok filozof, nefsin ölümsüzlüğüne,
iyinin iyiliklerinden dolayı mükâfat alacağı; kötünün de kötülükleri
sebebi ile ceza göreceği başka bir hayatın varlığına inanmışlardır.

İnsanda odaklaşan bu iman, ilhama benzeyen gizli bir şuur
halinde ortaya çıkarak, yaşadığımız dünya hayatının arkasında başka
bir hayatın varlığını gösterir. Bu, insanda var olan tabiî bir şuurdur.
Böyle bir şuur insana Allah tarafından konulduğu için de hata yapmaz. Yüce
Allah her hangi bir kulu bir şeye ikna etmek istediğinde, ikna edilecekleri
fikri onların fıtratına (tabiatlarına) yerleştirir. Hayatın ölümsüzlüğüne
olan iştiyak ve istek de -diğer bir âlemde de olsa- beşerin nefislerinde
yaygın olan hislerdendir. Bu iştiyaka doğru kuvvetle koşar, derunumuzda onu
hissederiz. İnsânî özde var olan bu fıtrî emrin (durumun) sebebi de, bu ölümsüzlük
olmalıdır. Mütefekkirler bu bekánın (sonsuzluk arzusunun) şekillerinin
tasvirinde ihtilâf etmişlerdir. Ancak, insan nefsine bu kısa dünya hayatının,
insan varlığının tamamı olmadığı ilhâm edilmiştir.32

İnsan sadece madde ve cisimden ibaret değildir. El,
ayak, kemik, gövde, baş, vücudun iskeleti ve üzerindeki et ve kaslarımızın
hakikat olması kadar akıl, -manevî duyguların merkezi olarak- kalp, hayal,
ince lâtîfeler ve nihâyet ruhun da varlığını itiraf ederiz. Burada, ruh
ile canlılık arasında fark bulunduğunu da düşünmeliyiz. Canlılık,
fizyolojik, bedensel, kimyevî ve maddî bir takım faaliyetlerle açıklanabilir.
Fakat ruh, bütün bu canlılık özelliklerinin de özü, motor gücü, olmazsa
olmaz şârtıdır. Tâbir yerindeyse, o canların da cânânıdır.

İnsan tabiatında kendi benlik ve varlığını koruma güdüsü
şuurlu ve şuursuz bir şekilde hükmünü sürdürmektedir. Bu güdü istek,
ihtiyaç ve güçlü bir duygu olarak da varlığını gösterebilir. Bunun ilâhî
dinlerin getirdikleri tekrar diriliş (ba’s) ve âhiret hayatı modeliyle örtüştüğünü
söylemek mümkündür. Hökelekli’nin tespiti ile, Ahiret inancı ile ölüm
korkusu arasında bir ilişki kurulsa da, bu, birinin ötekisini doğurduğu
anlamına gelmez. Burada inanç ve değerlerin bazı psikolojik etki ve
fonksiyonları olması normaldir. Ancak, dini psikolojik sebeplere indirgemek ve
psikoloji ile aynîleştirmek gerçekleri birbirine karıştırmak anlamına
gelir. Çünkü din yapı ve muhteva olarak psikolojiden bağımsız ve her bakımdan
onu aşan bir tabiata sahiptir.33

Mü’min İçin Ölüm

Akıl ve ruh sahibi bir varlığın ölümü yokluk değildir.
Özellikle Allah’a iman eden için ölüm, hayat vazifesinden bir terhistir;
maddî ve mânevî güzelliklerin bulunduğu sonsuzluk âlemine geçiştir. Her
şeyi hikmetle yapan Allah’ın, berzah, mîsâl ve ruhlar âlemi denen
menzillerine; başka memleketlerine bir seyahattir. Bu seyahatle mü’min ruhlar,
dünyadakilerin gördüğü yokluk ve ayrılık elemini hissetmez, tam aksine,
daha yüce bir âleme yükselmenin saadetini yaşarlar.34

Mü’minin ruhu bedeninden misk kadar temiz bir koku
halinde çıkar. Vazifeli melekler, mü’mine, "Sen, Allah’tan; Allah da
senden razı olarak şu bedenden çık. Allah rahmet ve reyhanına kavuş"
derler. Melekler onu sema kapısına, mü’min ruhların yanına getirir.
Oradakiler haline imrenirler.

Kafire de, "Bu cesetten; kendin öfkeli, Allah’ın da
öfkesini kazanmış olarak çık" denir. O da bir cîfe kokusuyla cesetten
çıkar. Melekler onu yerin kapısına getirir.35 Oradaki vazifeli melekler kötü
ruha baktıkları zaman onun haline acırlar.

İnsan, hayat sebebiyle, aklın nuruyla cismânî âlemde
gezdiği gibi, rûhânî âlemde de gezer hatta -rü’ya hadisesiyle- misâl âlemine
seyahat eder. O âlemler de onun ruhunun aynasında temessül eder.36 Misâl âleminin,
insanın ruh aynasındaki temessülünden, o âlemin misafirleri olan ruhların
dünyadakileri ziyarete gelebileceğinin anlaşılması gerekir. Bu da, yüce
Allah’ın ruhlara vereceği izinle mümkündür. Burada, şeytan ve cinlerin
kirli ve karanlık emellerine âlet olan bir takım ruh çağırma seansları düzenleyen
kimseler bahsimizin dışındadır. İnançlarımıza göre bu tür şarlatanların
yanına gelenler temiz ruhlar değil, kötü cinler veya şeytanlardır.37

Ölümün mahiyetinin ebedî aleme geçiş olması, dünyevi
sevgi ve ilgilerimiz sebebiyle üzülmeyi engellemez. İnsan olması itibariyle
Hz. Peygamber dahi biricik oğlu İbrahim’in ölümünde hüzünlenmiş gözlerinden
yaş gelmiştir. Hz. Enes’in anlattığına göre, Hz. Peygamberlerle, oğlu İbrahim’in
süt babası, demirci Ebû Seyf’in yanına vardıklarında İbrahim can çekişiyordu.
Hz.Peygamber hüzünlendi ve gözlerinden yaş geldi. Ebû Seyf, "Sen de mi
(matem tutuyorsun) ya Resulullah?" dedi. Peygamber (a.s.m.), "Gözümüz
yaş döker, kalbimiz hüzünlenir. Fakat Rabbimizi razı etmeyecek söz sarf
etmeyiz. Ey İbrahim senin ayrılmandan biz üzgünüz." buyurdu. Başka
hadislerde de görmekteyiz ki, ölünün ardından yas tutarak, Allah’ı
insanlara şikâyet edercesine bağırıp çağırmak haram, hüzünlenmek ise câizdir.38

İnsan yer yüzünün en şerefli misafiridir. Hayatını
Allah’a imanlı geçirmiş bir kişinin ölümü yokluk ve dehşet çukuru
olarak görmesi mümkün değildir. O, ölümü, hayatın meşakkat ve sıkıntılarından
bir terhis ve meşgaleye paydos olarak anlar. Bu idrak onda, belirli bir
vakitten sonra ebedi ve sonsuz aleme geçmeye karşı içinde bir istek uyandırır.
Ölmeye karşı ortaya çıkmış bu arzu aslında ebedî varolmaya yönelişin
ilk belirtisidir. Bu arzunun, psiko-sosyal ve fizyolojik bir takım zorlayıcı
sebepleri vardır.

Öncelikle, ihtiyarlık insana, dünya hayatına ait insanın
arzu ve isteklerine kendine çeviren câzibeli şeyler üstündeki fânilik
damgasını gösterir; fânilere bedel bâki bir sevgiliyi arattırır. Zaten yaşlanmış
bir mümin, bir çok dostlarının kendinden önce geçtikleri ebediyet ülkesine
gitmeyi ve oradaki dostlarını ziyâret etmeyi, ciddî arzular hale gelmiştir.
Çünkü "bir yer, orada oturanla kıymet kazanır". Yaşlı mü’minin
nezdinde dostlar ahirete gidince, dünyanın da pek bir kıymeti kalmamıştır.

Özelde yaşlı, genelde bütün mü’minler, ölümün dünyanın
sıkıcı ve stresli şartları arasından, Cennet bahçelerine geçiş olduğuna
inanır. Dünya âhirete göre bir zindandır. Ölüm ise karanlık bir çukur
değil güzel bir âlemin kapısıdır. Ruhların uçuştukları tatlı ve güzel
bir âleme geçiştir. Hepsinden önemlisi, insanın kendini yaratan Rabbinin
rahmet ve keremine kavuşmasıdır. Meşakkat ve sıkıntı bitmiş ücret ve mükâfat
alma vakti gelmiştir.39

Değişik sebepler insanı ölüm beklentisi ve isteğine
sevk edebilir. Hz. Peygamber bir müminin ölümünü istemek yerine Allah’tan
hayırlı olanı dilemeyi tavsiye etmiştir. "Kendinize kötü temennide
bulunmayın, hayır dua edin. Çünkü melekler söylediklerinize âmin
derler." buyurdu. O sekerat ânında ziyaret etmekte bulunduğu, Ebû
Seleme’nin gözleri kapandıktan sonra şu duayı okudu: "Allah’ım, Ebu
Seleme’ye mağfiret buyur. Derecesini hidâyete erenler arasına yükselt. Arkasında
kalanlar arasında ona sen halef ol. (Başlattığı hayırlı işleri sahipsiz
bırakma) Ey âlemlerin Rabbi, ona da bize de mağfiret buyur! Ona kabrini geniş
kıl. Orada ona nur ver." diye dua etmişlerdir.40

Ölümün Mesajı

1- Ölüm en büyük uyarıcıdır. Nasihat isteyene ölüm
yeter. Evet ölümü düşünen dünya sevgisinden kurtulur; âhiretine ciddi çalışır.
Ölümün bu husustaki fonksiyonu, tembelle çalışan kişinin akıbetleri
kadar kesindir. Ancak psikolojik olarak insanın günlük hazlara aldanma, başına
geleceğini kesinlikle bilmesine rağmen görmediğini erteleme düşüncesi,
onu yanıltır. İnsan, "hazır bir dirhem lezzeti ilerideki bir batman
tokada tercih edecek" kadar gafildir. Göz göre göre, "hız sınırını"
aşarak trafikte para cezası ödeme "cesaretini" buna örnek
verebiliriz. Ya da, aşırı süratin ölüm ve felâket olduğunu bilerek
"trafik canavarı olmak" gibi…

2- Ölümü düşünmenin en mühim neticesi, ihlâsı
kazanmak ve muhafaza etmeye vesile olmasıdır. İhlâs, yapılan işte, Allah’ın
hoşnutluğu dışında bir şeye gönlünü kaptırmamaktır. Ölüm gerçeği
insanı menfî bir gelişme olarak gösterişten (riyâ) alıkor; dünyaya sevk
eden uzun emel ve arzuların (tûl-i emel) peşinde koşmaktan kurtarır.

3- Hayat Allah’ın varlık ve birliğini gösterdiği gibi
ölüm de O’nun devamına delildir. Nehrin üzerindeki su kabarcıklarının bir
müddet parlayıp sönmesi, gökteki güneşin sürekli orada bulunduğunu ispat
etmesi gibi, ölen her canlının yerine peşpeşe yeni hayat sahiplerinin
"gönderilmesi" de, onları yaratan bir Zâtın varlık ve devamına işaret
eder.41

4- Ölüm, insan seviyesinde beden ve cismin; âlemde de
maddenin ebedî ve sürekli olmadıklarını, onları çekip çeviren, halden
hale döndüren bir güç sahibinin var olduğunu, her şeyin O’nun emri altında
bulunduğunu gösterir. İnsanın kıyâmeti kendi ölümüdür. Öldüğü
zaman kıyâmeti kopar, dünyası başına yıkılır. Kendi kıyâmetinden
sonrasını düşünmesine vesile olacak şey ölümdür. Oysa o, sürekli dünyanın
kıyâmetini merak eder durur.42

Bu noktada ölüm insana şöyle seslenir :

"Ey insan! Senin ömrün az, seferin ise uzundur. Bu
uzun yolculuk için hazırlığın var mı? Tedâriksiz yola çıkmak, seni bir
çok elemlere maruz bırakır. Yolculuk ise devam ediyor. Buradan kabre,
berzaha, ahirete, Cennet ve Cehenneme giden uzun bir yolculuktasın. Bu gaflet
ve unutkanlığın nedir? Deve kuşu gibi başını kuma gömmekle seni burada bırakmazlar.
Senin, Allah’ı düşünmeyişin, gerçeği değiştirmez. Ne vakte kadar dünyanın
gelip geçici şeylerine önem verip, ebedî ve sonsuz seferle ilgili hazırlıkları
tehir edeceksin? Düşün ki, bir şehri en azından yüz defa mezaristana boşaltan
ölümün, hayattan ziyade bir istediği var. Bu istek, kabir ve berzahta nur
olacak, iman ve ameldir. İnsanın güvendiği akıl ve ilim (dünyevi
bilgiler)den fayda yoktur. Bu uzun seferdeki nur, ancak Kur’an’ın güneşinden
ve Rahman’ın hazinesinden alınabilir. Seni bu seferden müstesnâ kılacak bir
yol varsa, ne alâ! Aksi halde Kur’an’ı dinlemekten başka çare yok. Kur’an
ise, "Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. O çok aldatıcı şeytan da
Allah’ın azabını unutturup sadece affına güvendirerek sizi isyana sürüklemesin!"
der. (Lokman/31, 33)43

5- İnsanın Allah’a kulluk için yaratıldığını gösteren
en önemli hadise ölümdür. İnkâr cereyanları ve sefâhat yolu, insanın
mahiyetini son derece alçak bir seviyeye düşürmektedir. Çünkü, insan
Allah’ı tanımaz ve tevekkül etmezse, hayatın sonsuz sıkıntı ve
kederlerini sırtına yüklenmişçesine ağır bir yük altına girer. Oysa
insan, nihayet derecede âciz ve güçsüzdür. Gerçekte o fakirdir. Çünkü,
bir çok musibetlere hedef; elemli, kederli, süratle yokluk rüzgârları ile
savrulabilir bir hayat ve dünya içinde bulunmaktadır. Sevdiği ve ilişki
kurduğu şeylerden ayrılık, insan ruhunda onulmaz yaralar açmaktadır. İnsan
hayatı, materyalist bir bakışa göre, dehşetli acılarla kabir karanlığına
doğru yuvarlanıyor. İnsanın böyle bir sona doğru sürüklenmesi, onun şerefi
ve sahip bulunduğu maddi manevi (akıl, kalp, ruh ve duygular vb..) kıymetli
cihazlar ile bağdaşmıyor. Bu durum insana, hayat gerçeğinin bedenle sınırlı
olmayıp ruhânî ve mânevî boyutunu düşündürmektedir. Öyle ise insan
cesedden ibaret değildir. Cesedi beslemek için kalp, dil ve dimağ kesilip
cesede yedirilemez. Yani, varlığından şüphe etmediğimiz mânevî ihtiyaçlar
beden için feda edilemezler. Öyle ise, insan ruhunun devam ettiği öteki
hayat olan kabir sonrası yolculuk, herkesin en mühim endişesi ve halledilmesi
gereken meselesidir."44

1. Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 2041; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr,
5/483.

2. Ölüm ve ecelle ilgili anonim hale gelmiş olan atasözü
ve tekerlemeleri için bkz. Muallimoğlu, Necat, Deyimler, Atasözleri, Beyitler
ve Anlamdaş Kelimeler, İstanbul 1983, Ölüm, Ecel, maddeleri.

3. Hökelekli, Hayati, Ölüm ve Ölüm Ötesi
Psikolojisi, UÜİF Drg., sy: 3, c: 3, yıl: 3, Bursa 1991.

4. Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat, 29. Mektup, 9. Kısım,
Zeyl, 2. Hatve, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994. (Risale-i Nur Külliyatından
yapılan iktibaslar kelimelerin günümüz Türkçesinde karşılıkları ile,
konuyla ilgisine göre kısaltılarak yapılmıştır.)

5. Hökelekli, agm., s. 152-153.

6. Kısakürek, N. Fazıl, Çile, İstanbul 1996, s. 151.

7. Muallimoğlu, age., Ölüm Md.

8. Nurbaki, Yasin Suresi Yorumu, Damla Yay., İst. 1985,
s. 122.

9. Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, 22. Söz, 2. Makam,
2. Lem’a, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994, s. 256.

10. Nursî, Sözler, 10. Söz, Zeylin 2. Parçası, s.
100.

11. A.C. Morrison’dan çvr. B. Topaloğlu, İnsan, Kâinat
ve Ötesi, Dergâh Yay., 3. bsk., İst. 1977, s. 43.

12. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, 26. Lem’a, 14.
Rica, 5. Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994, s. 255,
256.

13. Nursî, Lem’alar, 2. Lem’a, s. 14.

14. Nursî, Lem’alar, 3. Lem’a, s. 22, 23.

15. Bilmen, Ö. Nasûhî, Dînî Bilgiler (Sualli-Cevaplı),
İstanbul, tsz.

16. Ögke, Ahmet, Kur’an’da Nefs Kavramı, İnsan Yay., İst.
1997, s. 30, 31.

17. Nursî, Bediüzzaman Said, Mesnevî-i Nûriye, Şemme,
Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994, s. 161.

18. el-Adevî, M. Haseneyn Mahlûf, el
Metalibi’l-Kudsiyye, fi ahkami’r ruh, ve asârihâl’l-Kevniyye, Mısır
1382-1963.

19. Nursî, Bediüzzaman Said, Şualar, 11. Şua, Dördüncü
Mes’ele, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994, s. 184, 185.

20. Berzahtaki sual, azap ve nimetle ilgili ayetler için
bkz: İbrahim, 14/27; Mü’minun, 40/45-46.

21. Müslim, Cennet, 67 (2867) Nesâî, Cenâiz, 114, (4,
102); Canan, İbrahim, Kütüb-ü Sitte Muhtasar ve Şerhi, 15/376.

22. Canan, age, 15/380.

23. Buhari, Cenaiz, 67;59; Müslim, Mesâcid, 125; Ebû Dâvud,
Cenâiz, 74.

24. Buharî, Sahîh, Vudu’, 55, 56; Cenaiz, 82, 89; Edep,
46, 49; Müslim, Tahare, 53, (70).

25. İbn Sinâ, Risâle fi def’i’ ğami’l mevt (Ölüm
korkusundan kurtuluş) çvr: M. Hazmi Tura, Burhaneddin Mtb., İst. 1942; Ayrıca
bkz. İbn Miskeveyh, Tehzîb-i Ahlâk, Mısır 1299, s. 81-84; Hökelekli, agm.
s. 157.

26. Hökelekli, agm. s. 157.

27. Erich Fromm, Kendini Savunan İnsan, çvr. Necla Arat,
İst. 1982, s. 177, 198, 200.

28. Hökelekli, agm., s. 160, 161.

29. Hökelekli, Ölümle İlgili Tutumlar ve Dini Davranış,
İslâmî Araştırmalar, c. 5, sy: 2, Nisan 1999.

30. Habil Şentürk, Ölüm Gerçeği ve Allah İnancı,
Dokuz Eylül ÜİFD, sy: 1, İzmir 1983, s. 306, 308.

31. Abdulgani Abdulmaksut, İbn Sina’da Ölümsüzlük
Problemi ve Mead’ı Anlamasına Etkisi, Kahire Ü. DUFD, sy: 15, çvr: Selim Özarslan,
Fırat ÜİFD, sy: 4, 1999, s. 280

32. Abdulmaksut, agm, s. 163.

33. Hökelekli, Ölümle İlgili Tutumlar ve Dînî Davranışlar,
İslâmî Araştırmalar, c: 5, sy: 2, Nisan 1991, s. 90-91.

34. Nursî, Mektubat, 24. Mektup, 4. Remiz, s. 279.

35. Tirmizi, Cenaiz, 10 (982); Nesâî, Cenâiz, 5 (4, 6);
Canan, age, 15/241 vd..

36. Nursî, Bediüzzaman Said, İşârâtü’l-İcâz, Yeni
Asya Neşriyat, İstanbul 1994, s. 238.

37. Geniş bilgi için bkz. İbrahim Kemal Edhem, es-Sihr
ve’s- Sehere min Minzari’l-Kur’an ve’s-Sünne, Cinler ve Ruh Çağırma adıyla
çvr. Mustafa Tuncer, Ondokuz Mayıs ÜİFD, sy: 9, Samsun 1997, s. 301.

38. Buhari, Cenâiz, 44; Müslim, Fezâil, 62 (2315); Ebû
Dâvud, Cenâiz, 28 (3126).

39. Nursî, Sözler, 17. Söz, s. 185-187.

40. Müslim, Cenaiz, 7 (920); Tirmizî, 7 (977); Ebû Dâvud,
Cenâiz, 19, 21 (3115, 3118); Nesâî, Cenâiz, 3 (4, 5).

41. Nursî, Bediüzzaman Said, Mesnevî-i Nûriye, Lem’a,
Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994, s. 12.

42. Nursî, Mesnevî-i Nûriye, Katre, s. 44.

43. Nursî, Mesnevî-i Nûriye, Onuncu Risale, s. 173.

44. Nursî, Lem’alar, 22. Lem’a, s. 172.