"Solunum hareketlerinin gözlenmemesi, kalp ve
solunum seslerinin alınamaması, pupillaların fikse dilate olması ve ekg’nin
düz hat çizmesi nedeniyle hasta exitus olarak kabul edilmiştir."

Bunlar bir insanın sergüzeşt-i hayat defterine
hastanede yazılan son cümleler. Hayat kitabına konulan son noktanın
ifadeleri. Bir zamanlar ağlayarak dünyaya gelen, emekleyen, koşan, oynayan,
üzülen, yıpranan, hastalanan, sevinen, gurur duyan, pek çok duyguları yaşayan,
bedenen pek çok farklı hallerde bulunan ve bunların toplamı ile insan adını
alan varlık, ölümle mülk boyutundaki bu hallerin sonuna geliyor. Artık,
hareket etmeyecek, bizim algıladığımız şekilde sevinç ve üzüntü
halleri onda gözlenmeyecek. Mevcudiyetini bir müddet daha, şeklen ve
hareketsiz olarak koruduktan sonra, bir şekilde mülkten kaybolacak. Yanarak
veya çürüyerek kendisini teşkil eden temel maddelere ayrışacak. Bu bedeni
oluşturmak için bir zamanlar dünyanın belki kainatın pek çok farklı bölgesinden
o bedene yönelen, canlılığını idame için koşup o bütün içinde vazife
alan mineraller, aminoasitler, yağlar, proteinler, karbonhidratlar artık
vazifeleri bitmişçesine dağılıp bedeni terk edecekler.

"Daha dün, gülüp oynuyordu.", "Dağ gibi
adamdı", türünden cümleler, hafızalarda veya kasetlerde kayıtlı görüntüler
kalacak. Bütün bunların ardından, beyinleri zonklatan, asırlardır net bir
çözüm bulunamayan muhteşem soru tekrar gündeme gelecek "Hayat
nedir?" ve bununla bağlantılı olarak çözüm bulacak soru "Ölüm
nedir?"

Karşımızda hareketsiz duran soğuk bedene
"hayatta" sıfatını veren yalnızca kalbin, akciğerin ve beynin çalışması
mıdır? O sevgiler, gülüşler, öfkeler, azgınlıklar, üzüntüler, ağlamalar,
endişeler ve daha pek çok halin ortaya çıkışı yalnızca bu üç organla mı
bağlantılıdır?

Belki de bu organlar ve hayat arasındaki bağlantı yalnızca
görebildiğimiz alemin, yani şehadet aleminin bir verisidir. Yani, mülk
olarak adlandırdığımız, elle tutup gözle gördüğümüz, algılarımıza
hitap eden dünyanın daha doğrusu algılarımızla sınırlı kartezyen dünyanın
ölçüleriyle kurulmuş bir ilişki olmalıdır. Algılarımızla sınırlı
bir alemde, algılayamadığımız şeylerin yok kabul edildiği bir anlayışta,
ölümün anlamı hiçlik ve yokluk olacaktır. "O, artık yok" cümlesi
bu yaklaşımın yaygın bir ifadesi olmalıdır. Böyle bir yaklaşımın şekillendirdiği
zihinlerde ise uhrevî alemler ve ölümden sonra tekrar dirilme, hatta gerçek
anlamda hiç ölmeme gibi özellikle semavî dinlerin ortaya koyduğu tezler
kendini avutma, ölümün soğuk yüzüne, benliğe olan büyük darbesine karşı
bir savunma mekanizması olarak algılanmaktadır. Gerçekten de genel
psikolojik eğilim vahyin verileri ile ortaya konan ölüm anlayışını
samimiyetle benimsemekten öte, gene mülk boyutu ve benlik hesabına, bunlarla
bağlantılı olarak "sahibim" zannettiklerini kaybetmemek adına bir
kaçış şeklinde uhrevî hayatı kabullenmek tarzında ortaya çıkar. Bütün
sahip olduklarını mülk boyutuyla bağlantılı bilen ve varlığı şehadet
aleminden ibaret sayan bir yaklaşımda uhrevî alemleri, Cennet ve Cehennem
gibi kavramların varlığı konusunda bir şüphe hep devam etmektedir. Büyük
çoğunluk, "gözüyle görmüş gibi" inanmaz. "Şüphe" düzeyindeki
o inancı ise kaybetmek istemez; çünkü ölümle gelen yıkıma karşı o bir
sığınak ve kaçış yeridir. Yani uhrevî alemlere olan inancın gerisinde
bile bir bencillik, "ben"in ayakta kalabilmesi adına menfaatle bağlantılı
bir kabul olduğu izlenimi hakimdir. Bu durumda, bir taraftan önünde duran ölüm
gerçeğinden kaçış arayışı içinde olan, diğer taraftan zorakî olduğuna
inandığı ölümden sonra hayat olduğu inancından rahatsızlık duyan
"ben"de bir yırtılma şuuraltındaki "samimi değilim" düşüncesinden
kaynaklanan bir huzursuzluk hali çoğu zaman kendini gösterir. Oysa bu çelişkiler
yumağından çıkış yolu varlığı ve onunla bağlantılı olarak hayatı
tekrar sorgulamak, kartezyen dünyamızdan çıkıp, algılarımızın sınırlarından
kurtulup yeni bir hayat anlayışı ortaya koymak ya da varlığı ve hayatı
gerçek şekli ile algılamaya çalışmak olmalıdır. Varlıkla ilgili şüphelerini
netliğe kavuşturmadan, insanların ölüme net bir izah getirebilmeleri mümkün
gözükmemektedir.

Varlık Nedir?

Wolfgang Smith’in insanlık aleminde varlıkla ilgili çıkmazlarına
dair şu cümleleri de olayın temellerini irdeler mahiyette bize destek
vermektedir. "En temel kavrayışımızla çelişen ve prensipte kendisini
onaylayacak bir delilin bulunamayacağı şüpheci bir doktrin olan Kartezyen
felsefesinin nasıl bunca zaman Batı düşüncesinde hakim bir yer edindiği
yolunda bir soru yöneltilebilir. Niçin bilim adamları, dış dünyayı
deneysel yollarla bilinemez kılan bu asılsız öğretiyi kabul etmek zorunda
olsunlar ki? Biri çıkıp Kartezyenci spekülasyonu, kendi amacının önündeki
en büyük engel, metafizik fanteziler ve başıboş düşler diye küçümseyebilir.
Bilindiği gibi 18. yüzyıldan bu yana Kartezyencilik ile fizik öylesine yakınlaşmıştır
ki yüzeysel bir gözlemci çatallanma* doğmasının gerçekte fiziksel keşiflerin
olanca ağırlığıyla desteklenen bilimsel bir görüşü ortaya koyduğunu
sanabilir. Her şey bir yana o büyük Newton bile bu tuhaf yakınlaşmaya bel
bağlamıştır. Böylece günümüze değin bu birliğin görünürde çözülemez
olduğu kanıtlanmıştır."1

Aslında varlık ve oluş konusu insanlık tarihi boyunca
üzerinde durulmuş ve farklı dönemlerde farklı yaklaşımların konusu olmuştur.
Mesela, Thales, Ksenophanes, Phythagoras gibi düşünürler günümüzdeki
kartezyen yaklaşıma benzer tarzda varlığa kendi içinde izah bulmaya çalışmışlar,
Aristoteles de bunlara "fizikçiler" adını vermiştir. Bu ekolün
ortaya çıkışı ile felsefenin doğduğu düşünülmektedir. Bu şahıslar
"mertebe ve süre bakımından ötekilerden önce gelen ve dolayısıyla ötekilerin
doğuş sırasıyla kendisinin çıktıkları ilk elemanın hangisi olduğunu
araştırmakla işe başlıyor."2

Pek çok felsefî ekolün üzerinde durduğu bir konudur
bu. Varlığın temelini oluşturan, üzerine bina edildiği öz, hep merak
edilmiştir. "Milet Okulu’nun şefi ve bütün İonia okullarının atası
olan Thales 600 yıllarına doğru bu ilk prensibin su olduğunu, bunun evrensel
temel olup, öteki cisimlerin bunun değişimlerinden meydana geldiklerini,
suyun her yandan dünyayı kuşattığını, dünyanın bu sonsuz okyanusta yüzdüğünü
ve ihtiyacı olan besleyici elemanları hiç durmadan ondan aldığını söylüyor."2

Aslında, varlığa, hayata dair geçmiş dönemlerin
izahlarında sezgi ya da gözlem yoluyla pek çok önemli şey ortaya konmuştur.
Zamanla pozitivist ve materyalist bir yaklaşımla bu izahlar küçümsenmiş ve
ortaya konan önemli hakikatler hafife alınmıştır. Bu yaklaşımla, bütüncül,
madde ve ötesini kuşatan varlığa geniş bir perspektiften bakan izahlar olsa
bile sonraki dönemlerde bunların algılanışı çok sathi kalmıştır.
Bilimsel ve pozitivist bakış adı altında geçmiş dönemlerin eşyayı daha
bütüncül kuşatan bakışları her alanda kısırlaştırılmış daha da
geliştirilmesi şöyle dursun, küçümser tavırlarla hep uzağında kalınmıştır.
Bu günün bilim sadece maddeye hasrolmuş bakışı ile Milet Okulu dönemlerindeki
şu izahlar kadar bile yaşananları kuşatıcı olamamıştır.
"Anaksimandros’a ve Anaksimandros’un öğrencisi Milet’li Anaksimenes’e göre
ilk prensip su değildir, belki de toprağı ve denizi her yandan kuşatan ve
her ikisini de bereketli hale getiren ince bir maddedir. Hocaya göre belirsiz
bir cevher (aperion), öğrenciye göre aer, pneuma, psykhe olan bu madde, göklerin
ve içindeki alemlerin ortak anasıdır (ton ouranon kai ton en autois koimon).
Var olan her şey, varlığı bu prensipten alır ve ondan ayrılma yoluyla çıkmıştır.
Şu halde, bu hayatın dolaşması ve yeni varlıklara geçmesi için, her şeyin,
kaderin belirttiği saate, ondan aldığı hayatı gene ona vermesi yerinde
olur."3 Bu bölümde Çin ve Uzakdoğu felsefî ekollerinin de esası olan
bütünde denge, sıcak ve soğuk, kuru ve yaş antitezleri arasındaki denge üzerine
kurulmuş bir varlık ve hayat anlayışı, günlük yaşantıda karşılaştığımız
olaylara da materyalizmin darlığından bakış açısından daha geniş bir
yaklaşım sunmaktadır. "Oluş Sorunu" başlıklı bölümdeki şu cümleler
çevremizdeki olaylara varlığı algılama eksenli çözümler arayışının işaretleridir:
"Milet okulunun Fizik’ine ve onun ilk cevher, devamlı hareket, kanun veya
yöneten kader (dike, anangke) gibi temel kavramlarına, ondan sonra gelen
filozoflarda, kavramların kendileri hakkındaki düşünce, metafizik gelip katılıyor.
Bu arkhe’nin, su, hava, nefes, sonsuz dediğimiz bu ilk prensibin kendisi nedir?
Ona atfettiğimiz bu yansıtıcı ve öldürücü hareketi, bu physis’i nasıl
anlamalıdır? Çünkü nihayet prensip ezelî ve ebedîdir, oysa onun halleri
her an değişiyor, madde değişmez, ondan yapılan şeylerse meydana
geliyorlar ve kayboluyorlar; varlık olduğu gibi kalıyor ve varlıklar ister
doğmak ve gelişmek için olsun, ister bozulmak ve ölmek için olsun, sürekli
olarak değişiyorlar. Şu halde nasıl oluyor da var olan hem var olarak
kalabiliyor, hem kalamıyor? Nasıl hem var oluyor, hem var olmuyor? Bir kelime
ile, oluş (ginesthai) nedir?"4

Aslında "arkhe", yani varlıkların temelini
oluşturan unsur "esma" olarak kabul edilirse bu problemlerin çözümü
çok kolaylaşmaktadır. Bu bakışla aslolan isimlerdir ve bizlerin varlık
olarak algıladıklarımız, bu isimlerin bizim duyularımıza, algılarımıza
uygun şekilde ifadesinden ibarettir. Zaten duyularımız ve algılarımız bu
şekli ile isimlere muhatap olacak tarzda yaratılmış oldukları izlenimini
vermektedir. Bu bakış açısı ile ele alındığında, Zatî, aslî, başkasına
bağlı olmayan tek varlık Vacibü’l Vücut’tur. Zatî hayat, Zatî ilim, Zatî
kudret ve Zatî olan tüm sıfatlar, fiiller ve vücutlar O’na mahsustur.
Bizlerin benlik ve varlıklar olarak algıladıklarımız ise O’ndaki özelliklerin
bize, bizim ölçülerimizle ifadesi şeklinde algılanmalıdır. Belki de
Heidegger’in "Zaman ve Varlık Üzerine" isimli eserindeki şu cümleler
varlığa bu perspektiften bakamamaktan kaynaklanan ve böyle bir bakış açısını
arayan ifadeler: "Her şeyden önce şu tümcede büyük bir çelişki vardır:
"Varlığı varolanlar olmaksızın düşünce girişimi zorunlu hale
geliyor. Zira başka türlü bana öyle geliyor ki bugün bütün yeryüzünde
(var) olan’ın varlığı açıkça görmenin bir olanağı yok." Bu çelişkinin
zorunluluğu ve olanağı, "Bugün… (var) olan’ın varlığı"
ifadesi kullandığımız zaman kendisi hakkında düşündüğümüz Çevreleme’nin
belirsizliği ile ilgilidir. Sahiplenmenin ilk görünüşü olarak Çevreleme
(Gestell)’de ek olarak bu girişimi zorunlu kılandır. Böylece şimdiki zamanı
anlama zorunluluğu, metine ilk bakışta sanıldığı gibi girişimimizin asıl
dürtüsü değildir.

Ayrıca "Bugün bütün yeryüzünde (var) olan’ın
varlığı" ifadesinin varlık problemi gibi evrensel bir problemin bu küçük
gezegene, yeryüzü denilen ufacık kum tanesine indirilişini imleyip imlemediği,
bu daraltıcı indirilişin bir antropolojik ilgiden ortaya çıkıp çıkmadığını
sorduk. Bu soruyla ayrıca uğraşılmadı. Biz, modern teknolojinin özünü
oluşturan Çevrelemenin, bildiğimiz gibi yalnızca yeryüzünde ortaya çıkan
bir şeyden dolayı nasıl olup da evrensel Varlığın bir adı olabileceğini
açıklamadık."5

"Zaman ve Varlık Konferansı Üzerine Bir Seminerin
Özeti" başlıklı bölümde şu şekilde devam etmektedir:
"Konferansın girişinden sonraki ilk tümceleri de yine bazı güçlüklere
neden oldu.

"İlkin doğrudan şöyle ifade edildi: "Batı
Avrupa düşüncesinin başlangıcından bugüne kadar Varlık, bir yerde mevcut
olma ile aynı anlama gelir." Bu tümce ne anlatıyor? Varlık yalnızca
bir yerde mevcut olma anlamına mı gelir yoksa mutlaka buna fazlasıyla öncelik
vermekle onun başka karakteristikleri görmezlikten gelinebilir mi? Konferansta
vurgulanan tek belirlenim olan, Varlığın bir yerde mevcut olarak
belirlenmesi, yalnızca konferansın, Varlığı ve zamanı bir arada düşünme
niyetinin sonucu mudur? Ya da bir yerde mevcut olma (mevcudiyet), Varlığın
belirlenimlerinin bütünselliği içinde, konferansın niyetinden bağımsız
bir "olgusal" önceliğe mi sahiptir? Her şeyden önce, Varlığın
zemin olarak belirlenmesine ne dersiniz?

"Mevcut olma, mevcudiyet, Varlığın bütün
metafizik kavramlarında, Varlığın bütün belirlenimlerinde konuşur. Hatta
zaten mevcut’u olduran olanak, altta duran olarak zemin, kendinde düşünüldüğünde
devam eden, kalıcıya, zamana, mevcut’a görünür.

Sadece, Varlığın Grekçe belirleniminde değil, sözgelimi
Kantçı "konum"da ve yine tez, antitez ve sentezin bir hareketi
olarak Hegelci diyalektikte de (burada yine bir varlık konumlanır) mevcut
(present) konuşur, mevcut olagelmenin önceliği kendini bilinen kılar."6

"Varlığı Varolanlar Olmaksızın Düşünmek"

Bütün bu satırlarda gözlenen, en temel kavram olan
"varlık" zihinlerde net değildir. Neye mevcut denecek? Mevcudiyetin
kaynağı ve tarifi ne olacak? Gibi sorulara varlığı kendi içindeki özelliklerle
anlamlandırarak cevap vermek mümkün değildir. Aslında, "varlık"
maddi alemin çok üstünde oraya sığması mümkün olmayan, hele dünyanın
kesinlikle kuşatamayacağı bir kavramdır. "Varlığı varolanlar olmaksızın
düşünme"nin gerisindeki arayışta bu durumdan kaynaklanıyor olmalıdır.
Mülk boyutunun dışında zaman ve mekanla sınırlı olmayan, arızî özelliklerden
sıyrılmış bir varlık gerçek Varlık manasını taşıyabilir. Bunun dışındaki
"varlık" kavramları ya da varolma duygusu bu gerçek ve mutlak varlığın
kendini ifade için bu ifadelere muhatap olabilecek kapasitede yarattığı şuur
sahiplerinin ruh ayinelerindeki yansımalarından ibarettir. Bu noktada benlik
sonsuz ve sınırsız sıfatları ve özellikleri varlık da dahil olmak üzere
kayıt altına alan bir ayine gibidir. Otuzuncu Söz’de "Niçin Cenab-ı
Hakk’ın sıfat ve esmasının marifeti, enaniyete bağlıdır?" sorusuna
verilen cevapta bu ayinelik özelliği daha net olarak ortaya konmaktadır:
"Çünkü, mutlak ve muhît bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için
ona bir şekil verilmez ve üstüne bir sûret ve taayyün vermek için hükmedilmez,
mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Mesela, zulmetsiz daimi bir ziya, bilinmez ve
hissedilmez. Ne vakit hakiki ve vehmî bir karanlık ile bir hat çekilse, o
vakit bilinir. İşte, Cenab-ı Hakk’ın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi
sıfat ve esması muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez
ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakiki nihayet ve hadleri
olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lazım geliyor. Onu da
enaniyet yapar; kendine bir rububiyet-i mevhume, bir malikiyet, bir kudret, bir
ilim tasavvur eder, bir had çizer."7 İşte varlığın sırrı burada
yatmaktadır. Sonsuz, sınırsız olan isimlerin anlaşılabilmesi için farazî,
itibarî, emrî şekilde verilmiş sınırlı esma buketi gibidir varlık ve
onun zemini olan benlik.

İlahi yüze bakan, Cenab-ı Hakk’a dönük melekûta göre
bizim bulunduğumuz mülk yüzün farazîliği ve itibarîliği bir baba ve çocuk
arasındaki şöyle bir diyaloga benzer: Baba çocuğunun kabiliyetlerini
anlamak için bazı konularda sınamak ister. "Farz edelim senin büyük
bir çiftliğin var, içinde pek çok teknik imkan, aletler, yirmi adet
personel, iki traktör, iki dönüm meyve bahçesi,… vs." şeklinde bir cümle
ile başlayan baba bu farazî çiftlik üzerinde çocuğa pek çok soru sorar.
Alış verişler, felaketlerle yüzleşmeler, soğuklar, baskınlar ve savaşlar
gibi pek çok senaryo üzerinde konuşulur. Artık çocuk çiftliğe iyice
sahiplenmiştir. Nihayetinde baba çocuğa yeterince sınadığını düşünüp
"Şimdi bu çiftliğin yıkıldığını düşünelim." dediğinde çocuk
bir türlü bunu kabullenmez. Alem-i ervah ve elest meclisindeki mükalemede
konumumuza göre dünyevî varlığımız ve sahip olduklarımız aynen çocuğun
farazî çiftliği gibi olmalıdır. Ölümle yaşadığımız sıkıntı, ona
karşı olan ürpertimizde aynen çocuğun "Şimdi bu çiftliğin yok olduğunu
düşünelim" cümlesi karşısındaki tepki gibidir. Hayat ve varlık,
derinden derine daldığımız dünya ise babanın farazî çiftlik üzerindeki
sorularına benzer. Altıncı Söz’de Tevbe Suresi’nin izahı yapılırken,
"Bir zaman bir padişah raiyetinden iki adama, her birisine emaneten birer
çiftlik verir ki; içinde fabrika, makine, at, silah gibi her şey var. Fakat fırtınalı
bir muharebe meydanı olduğundan, hiçbir şey kararında kalmaz. Ya mahvolur
veya tebeddül eder, gider."8 cümleleri de benzer bir mizansen oluşturmaktadır.

Her şeye bakışımızdaki temel problem hayata, varlığa
ve ölüme bakışta da kendini göstermektedir. Sadece mülk boyutunun ölçüleri
ile, dar, sınırlı, kartezyen bir bakışın hayat algısı akciğerin çalışıyor,
kalbin atıyor olmasından ve hareketler, değişimlerden ibaret olmaya
mahkumdur. Oysa bunlar melekût boyutuyla mukayese edildiğinde farazî, itibarî
bir mülk aleminin yine farazî ve itibarî değişimleridir. Zenginlikler, neş’eler,
üzüntüler, kayıplar, savaşlar, akıl almaz teknolojik gelişmeler… hepsi
öyle. Bütün ihtiraslar, kavgalar, yıkımlar böyle farazî bir alem üzerinde
dönüyor.

Hayata Bütüncül Bakabilmek

Aslında, fiziki anlamda da temel dayanakları çok sağlam
olmayan, aynı anda hem var hem yok olarak kabul edilen, hem dalga hem tanecik
özellikleri taşıyan bulutumsu bir zerreler ordusunun teşkil ettiği bir varlıklar
aleminde yaşıyoruz. Gözlemciye göre şekillenen bir zerreler topluluğunun
ortasında algılarımızla, bedenimizin özellikleri ile uyumlu bir işleyişin
gerisinde ruhumuzda manalar oluşuyor. Bu konuda "Felsefenin Quantum
Mekaniksel Temelleri" isimli makaledeki şu açıklamalar oldukça dikkat
çekici: "Felsefede Platon’dan kaynaklanan, sonra da Skolastik Felsefe’de
de hatta bugünkü felsefî tartışmalarda bile karşılaşılan ‘evrenseller’
kavram ve sorunuyla başlayalım. Örneğin, neden tüm kediler birbirlerinden
biraz farklı da olsa hepsini kedi olarak tanıyıp sınıflandırabiliyoruz?
Platon bir ideal biçimler evreninde ideal bir kedi fikrinin ya da temsilcisinin
bulunduğunu, bizim de bir şekilde bu şekilden haberdar olduğumuzu ve her
kedi gördüğümüzde bu biçimde karşılaştırma yaptığımızı söylüyor.
Platon’un açıklamasını bütünüyle benimsemesek de, maddesel dünyayı
kediler, bulutlar, çakıltaşları gibi kategorilerle algıladığımız ve
yorumladığımız bir gerçek.

Şimdi sayı fikrinin nereden geldiğine bakalım. Russell
ve Frege, gördüğümüz şeyleri sınıflandırabilmemiz, sayı kavramını
oluşturmamızda temel bir rol oynuyor; aslında bu sınıflandırmanın altında
da bir anlatımda yukarıdaki ‘evrenseller’ fikri yatıyor. Üç kedi, üç
ceviz, üç kaşık gibi; aynı evrensellik alınmış tüm nesneleri düşününce,
bunların aralarındaki ortak özelliğin ‘üçlük’ olduğunu kavrıyor ve bir
soyutlamayla üç rakamını elde ediyoruz.

Platon’un sorusunun yanıtı ve bununla ilgisini belirttiğimiz
sayı kavramı, temelde quantum fiziğine dayanıyor. Kedileri sınıflandırabilmemiz
kedi DNA’sının kararlılığından ve dayanıklılığından geliyor. Bu ise,
DNA gibi moleküllerin kesikli enerji düzeylerine sahip olmalarına ve çevresel
etkilere bu enerji düzeylerinden birinden ötekine geçmenin çok zor olmasına;
ayrıca yaşamın temelindeki DNA’dan kopyalanma süreçlerinin de belirli, her
zaman ve her yerde aynı şekilde cereyan eden tepkimeler yoluyla gerçekleşmesine
dayanıyor. Bu değişmez özelliklerin altındaysa evrendeki tüm karbon
atomlarının diğer karbon atomlarıyla, oksijen atomlarını diğer oksijen
atomları ve tabii ki genel olarak bir kimyasal elementin tüm atomlarının
birbirleriyle aynı olması yatıyor. Saydığımız diğer örneklerin de gene
temelde atomların özdeşliğine dayandıklarını görmek güç değil.
Mesela, insan DNA’sından gelen beslenme gereksinimi, ağız büyüklüğü,
elin özellikleri gibi şartlarıyla doğada kaşık haline getirilmeye uygun
metal, tahta ya da seramik gibi malzemelerin özellikleri bir araya gelince kaşıkların
da neden birbirlerine benzemeleri gerektiği anlaşılıyor."9

Otuzuncu Söz’ün, Üçüncü Nokta’sında zerreler ve
hayat arasında kurulan bağlantı yukarıdaki anlatılanları çok daha çarpıcı
biçimde ortaya koymaktadır: "Hem madem şu dünyanın pekçok âsârı ve
maneviyâtı ve meyveleri ve cin ve ins gibi mükellefînin mensucat-ı
amelleri, sahâif-i ef’âlleri, ruhları, cesedleri, ahiret pazarına gönderiliyor;
elbette o semerata ve manalara hizmet eden ve arkadaşlık eden zerrât-ı arzıye
dahi vazife noktasında kendine göre tekemmül ettikten sonra, yani nur-u
hayata çok defa hizmet ve mazhar olduktan sonra ve hayatî tesbihata medar
olduktan sonra, şu harap olacak dünyanın enkazı içinde, şu zerrâtı dahi
öteki alemin binasında derc etmek muktezi adl ve hikmettir. Ve şu hakikatten
pek muazzam bir "kanun-u adl"in ucu görünüyor."10

Bu iki durum bir arada değerlendirildiğinde hayata bütüncül
bakışın farklılığı daha net seziliyor. Asırlardır maddenin geneline
hakim olan özellikler analitik yaklaşımla, mekanik özellikler ön planda
tutarak ve varlık alemindeki her bir varlık belirli bir tasnif yaklaşımı
ile ele alınarak anlaşılmaya çalışılmaktadır. Bu yaklaşım içinde
hayat, atom, molekül, hücre ve organ eksenli anlaşılmaya çalışılırken
hareket, organların işleyişi, kalbin çalışması ve akciğerin faal olması
gibi faktörler ön plana çıkmaktadır. Varlığı yalnızca maddeyle bağlantılı
olarak algılanan yaklaşımda hayat ve ölüm tanımları da madde ile bağlantılı
olacaktır.

Ölüm Nedir?

Prof. Dr. Korkut Yaltkaya "Ölümün Tanımı"
başlıklı yazısında madde eksenli tanımı şu şekilde ortaya koymaktadır:
"Organ nakillerinin yapılabilmesi için üç önemli koşul vardır: 1.
Organın alındığı kişinin tıp açısından ölmüş olması. 2. Buna karşın
alınan organın canlı olması. 3. Organı kullanacak kişi ile organın alındığı
kişinin doku gruplarının birbirine önemli derecede uyması. Demek ki, organın
alındığı kişi hem ölmüş olacak, hem de bu kişiden alınan organ (ya da
doku) canlı olacak. Bu öneride çok açık bir ikilem var. Organları ya da en
azından bir organı canlı bir beden nasıl ölü olarak kabul edilebilir? İşte
"beyin ölümü" kavramı bu kritik noktaya çözüm getirmektedir.

Yukarıdaki soruyu başka türlü soralım: Hangi organımız
ölürse tüm beden ölmüş olarak kabul edilebilir? Bunun yanıtı
"beyin"dir. Oysa alıştığımız düşünce biçimi bu yanıtın
"kalp" şeklinde olmasını dilerdi. Kalp değil, beyin! Kalp durunca
kanı pompalama görevini yitirince kişi öldü kabul edilebilir; ancak bu
durum düzeltmek; örneğin, kalbi elektriksel akımlarla ya da mekanik olarak
(kalp masajı) uyarıp tekrar çalıştırmak mümkündür. Buna karşın, beyin
ölünce beyni tekrar canlandırıp, diriltmek olası değildir. Beyni oluşturan
sinir hücrelerinin ölümü geriye dönüşsüzdür. Beyin hücrelerine (nöronlara)
üç dört dakika süreyle oksijen gelmezse, bu hücreler ölür. Kalbin kendi
dokusunun ölümü ise, saatler sürer ve bu süre içinde kalp tekrar çalıştırılabilir.

Bir başka yönüyle de beyni seçmek zorundayız: Bütün
organların işleyişini düzenleyen, organların karşılıklı işlevlerinin
uyum içinde olmasını sağlayan beyindir. Organlar fonksiyon bütünlüğünü
oluşturacak şekilde çalışmalıdır. Birbirlerinden bağımsız çalışmaları
o bedende kaos yaratır. Beyin öldüğünde organların işlevsel bütünlüğü
bozulur ve tek tek çalışmaları da o bedenin yaşamı sürdürmesine yetmez.
Belki de beyin ölümünün gerçek ölüm olmasının ana nedeni de budur.

Salt beyin ölümü, teknolojinin ilerlemesiyle artmıştır.
Hatta beyin ölümünün ilerleyen "tekrar canlandırma" tekniklerinin
bir sonucu, iatrojenik (hekimlerin oluşturduğu) bir durum olduğunu ileri sürenler
vardır. Gerçekten de beyin ölümüne, yoğun bakımları iyi çalışan nöroloji
ve nöroşirurji bölümleri bulunan büyük hastanelerde daha çok rastlanır.

Yüksek teknoloji gelişmeden önce (1950’lerden evvel)
insanlar, beyin ölümü basamağına gelmeden ölüyorlardı. (Örneğin
solunum durması nedeniyle) İlerleyen teknoloji, yapay solunum aygıtlarını,
kalp-ciğer makinalarını, kan kimyasının ve beden işlevlerinin anında ve sürekli
gözlemlenmesi, düzeltilmesi yöntemlerini getirdi. Böylece belki de bazı
hastaları erinçli bir ölümden uzaklaştırdı, fakat bazı hastaların da yaşama
yeniden kavuşmasına neden oldu. Yaşama tekrar dönen ya da yoğun teknik bakımla
yaşam süreleri uzatılan hastaları bir teknoloji ürünü olarak görenler de
vardır.

18. yüzyılda hastanın yalnızca solunum ve kalp atımlarına
bakarak ölümün saptanması fikri yavaş yavaş terk edilmeye başlanıldı.
Çünkü bu tarihte Paris’li bir hekim, sadece kendi olanaklarıyla 52 erken gömülme
olgusu göstermiştir. 19. yüzyılda da 46 kişi cenaze törenleri sırasında
dirilmişti. Bunun üzerine hekimler hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde ölümü
saptayacak ölçütleri araştırmaya başladılar. Solunum ve kalp atımlarının
kontrolünün yanısıra, cesedde ölüm sertliğinin oluşması önemli bir kanıt
kabul edildi. Hatta cesetlerin göğüsleri üzerine bir çan konularak ölüler
gömülmeye başlandı. Böylece ceset canlanacak olursa hareket edecek ve çan
ses çıkarıp bekçilere durumu haber verecekti."11

Bu satırlar "modern tıp" olarak adlandırılan
ve pozitivizmin uzantısı olan bakış açısından insan ve ölüm anlayışını
çok net olarak ortaya koyuyor. Bu ifadelerde bir taraftan beynin diğer
organlarla olan ilişkilerinde bütünlük ön plana çıkarken o beynin
fonksiyon gördüğü bedenin kainatın bütündeki konumu, varlıklar alemi ile
olan ilişkileri, maddi varlıkların dışında kalan alemlerle irtibatı çok
dikkate alınmamaktadır. Bu bakış açısından hareketle ortaya konan hayat
ve ölüm sadece maddi bedenle yani cesetle bağlantılı olarak ortaya
konmaktadır. Bu durumda bile, net olmayan bazı noktalar hala vardır.

Mesela, daha detaya inildiğinde, atom veya moleküller
bazında "beyin ölümü" net değildir. Hangi noktadan sonra geri dönüşün
mümkün olmadığında bu alanlarda ortaya konacak gerçeklerin büyük önemi
olmalıdır. Sonra beyin hücrelerindeki ölümün geri dönüşümsüz olması
sadece şu anı ilgilendiren, ileriki dönemlerde geçerliliğini koruyup
korumayacağı belli olmayan bir bilgidir. Yani, mutlak değildir, genel geçer
bir gerçekliği ifade etmemektedir. Bunun üzerinden yapılan bir ölüm tarifi
de aynı şekilde mevzî kalmakta, belirli zaman ve mekan sınırlamaları içinde
kalan kartezyen bir bakışın ifadesi olmaktadır. İnsan bedenindeki muhteşem
ahenk, sinir sistemi ve endokrin sistem dediğimiz hormonların, organlar arası
ahengi sağlaması; aslında, maddi bedenimize, sonu belli olmayan uzay boşluğunda
bir tanım getirmemizi gerekli kılmaktadır. Vücuttaki hormon armonisi dış
faktörlerden çok etkilenmektedir.

Tıp alanında nöropeptitler, vazo aktif peptitler,
endorfinler gibi yakın bir zamanda keşfedilen ve her geçen gün çorap söküğü
gibi genişleyip sayıları artan maddeler bedene bakışı da kökten etkilemiştir.
Yara iyileşmesinden kalp atımlarına kadar pek çok beden fonksiyonunu
etkilerler. Hormon sistemleri ile bağlantılı bu maddeler güneş ışığı,
çok uzaklardaki yıldızların ışığı gibi bütün kainatla bağlantılı
uyaranlardan etkilenmektedir. Bedendeki kalp, beyin, böbrek gibi organlar bir
ahenk içinde bütünlük teşkil ederken insan bedeni de bütün kainatın içinde
onunla sıkı sıkıya bağlı ve uyumla işleyen bir unsur haline dönüşmektedir.
Varlığa bakışta köklü değişimler ortaya koyan quantum mekaniği varlık
adını alan her şeyin tarifini etkilediği gibi "insan bedeni"ne de
çok farklı bir tarif getireceği muhakkaktır. Dr. Deepek Chopra "Quantum
Mekaniksel İnsan Bedeni" başlıklı yazısında bu duruma şöyle işaret
etmektedir: "Ortaya çıkışından doksan yıl sonra quantum fiziğinin iç
yapısı çoğu kişiye tam bir gizem olarak görünmektedir. Yine de nöro-peptidlerin
keşfinin ne olduğunu anlarsanız quantumu anlamakta bir adım atmış
olursunuz, nöropeptidlerin keşfi, bedenin zihinle uyum sağlayacak kadar değişken
oluşunu göstermesi bakımından önemliydi. Haberci moleküller sayesinde tümüyle
birbiriyle bağlantısız gibi gözüken olaylar -düşünce ve bedensel tepki
gibi- şimdi tutarlı sayılmaktadır. Nöro-peptid bir düşünce değildir ama
bir dönüşüm noktası olarak iş görerek düşünce ile birlikte hareket
eder. Söz konusu evren veya tüm doğa ise, quantum bunun dışında aynı işi
görür.

"Quantum’a bir molekülün, dönüm noktasında zihne
bağlılığını anlatmak için başvurmak gereğini duyarız. Bir nöropeptid,
düşüncenin tamamıyla varoluş durumuna çıkar ama nereden? Korku düşüncesi
ile nöro-kimyasal bir bakıma gizli bir süreçle -maddesel olmayanın maddeye
dönüşümü ile- bağlantılıdır.

"Aynı şey doğanın her yerinde ortaya çıkarsa da
bunu düşünce olarak adlandırmayız. Atomların düzeyine inince görünüm,
dans pistinde önceden kestirilebilen adımlar atan çiftler gibi, birbiri çevresinde
dönen katı cisimler değildir. Atom altı (subatomik) parçacıklar % 99.99 boş
alan bırakacak biçimde büyük boşluklarla birbirinden ayrılırlar. Bu
havadaki hidrojen atomları, odundaki karbon atomları için doğru olduğu
gibi, hücremizdeki "katı" atomlar için de doğrudur. Bundan dolayı,
bedenlerimiz dahi her katı şey galaksiler arası uzayla orantılı ölçüde
boştur.

"Birbirinden bu kadar uzak aralıklarda maddesel
noktacıklar gibi gözüken bu büyük boşluk insana nasıl dönebilirdi? Bu
soruya cevap vermek için quantum perspektifi gereklidir. Quantum’u anlamak için,
quarklardan galaksilere kadar uzanan daha büyük bir gerçeğe gireriz. Quantum
gerçeğinin bize çok yakın gelen bir davranışı vardır -gerçekten o,
insan bedenini kozmik bedenden ayıran en silik gölge- çizgisidir."12

Ölüm Maddeyle Açıklanabilir mi?

Burada gerçekliği sırf katı madde boyutunda algılamanın,
"elle tutulup, gözle görülme" esasına oturtulmuş bir gerçeklik
anlayışının ne kadar (% 99.99) boş olduğu ortaya çıkıyor. Bir taraftan,
"öldü, onun için her şey bitti!" dediğimiz bir insan cesedinin o
halde bulunabilmesi için, onu teşkil eden zerrelerin ahenkle bir arada
bulunmaya devam ettiği çarpıcı gerçeği ile yüzleşiyoruz. Cesedin de
temel yapısı ele alındığında üzerindeki bütün kontroller kalkmış, başıboş
bir unsur olmadığı ahenkle bir arada bulunan zerrelerin teşkil ettiği bir görünüm
olduğunu anlıyoruz. Diğer taraftan, varlığın sürekli kaynaşan, halden
hale geçen (tahavvül eden) zerrelerin bütün isimlere, aynı anda mazhariyeti
ile farklı görünümler almasından, katılık görüntüsü vererek kendine
aitmiş gibi gözüken özellikler (teşahhusat) kazanmasından ibaret olduğunu
görüyoruz. Bu tarz bakışın kainatı bütüncül idrakin sonucunda hayat
kavramı şöyle farklı bir şekle dönüşüyor: "… sair mevcudat gibi
şu dünyadaki tahavvülat-ı zerrat dahi, gayet âlî hikmetler için kaderin
çizdiği hudut üzerine kudretin verdiği evâmir-i tekvîniyeye göre hassas
bir mizân-ı ilmî ile cevelân ediyorlar. Âdeta başka yüksek bir âleme
gitmeye hazırlanıyorlar.Haşiye" 13

Bu hayat tarifinde öyle büyük bir genişlik ve kuşatıcılık
var ki, cansız bir cesedi de, toprak altındaki kemikleri de, hatta minerallere
ve zerrelere dönüşmüş hali de içine alıyor. Zaten bu mineraller ve
zerreler de kainat çarklarının dönüşü ve halden hale dönüşüm ile yine
maddi anlamda hayat mazhar olacaklar. Bugün bir kayada yer alan sodyum
minerali, yarın bir otta veya yaprakta, sonra belki bir koyunun bedeninde, ardından
bir insan vücudunda görev alacak. Varlık alemindeki bu sürekli dönüşüm
ve hayata mazhariyet devam edecek ve her şey, her unsur hayatla parlayacak.
Belki de, tenasuh ya da reenkarnasyon türü düşüncelere insanları sevk eden
bu hali hissetmeleridir. Diğer taraftan insanın yaratılışında bir ebediyet
arzusu, fıtratta bir ölümsüzlük arzusu bariz şekilde varlık aleminde yaşanmaktadır.
Bu arayışı "Zamanı Durdurmak" başlıklı yazısında Prof. Dr.
Korkut Yaltkaya şöyle dile getiriyor: "… zaman dursaydı ya da hiç
olmazsa yavaşlasaydı ne iyi olurdu. Örneğin bugün kanser gibi amansız bir
hastalığa yakalanan kişi zamanı durdurabilseydi ve amansız hastalığının
tedavisinin kolayca yapılabildiği yıllara kadar bekleyebilseydi daha uzun yaşama
olanağı elde edebilirdi. [Oysa, "tedavisinin kolayca yapılabildiği yıllar"ın
geçmesi için zamanın durmaması gerekir. H.Y.] Bu geçmiş yıllarda gerçekleşebilseydi,
o dönemde sıtmadan, firengiden, veremden ölenler zamanımızda tekrar yaşıyor
olabilirlerdi. [Bu halde dünyanın ve kainatın genel dengesinin nasıl
etkileneceği de ayrı bir soru işaretidir. H.Y.]

"Zamanı nasıl yavaşlatabiliriz ya da insanı uzun
yıllar bozulmadan, çürümeden nasıl koruyabiliriz? Akla ilk gelen çarelerden
biri soğuk… Soğuk, organizma işlevlerini ileri derecede yavaşlatır. Bütün
bir geceyi eksi on, on beş derecede soğukta geçirip kalp atımı sayısı
normalin 1/3’üne, beden ısısının da 20 derece düşmesine karşın yaşayan
insanlar bilinmektedir.

"Organizmayı donduracak etkenlikte olan soğuk ise
iyi bir konservasyon [muhafaza. H.Y.] yöntemidir. Örneğin 1991 yazında, Alp
Dağları’nda, yarı erimiş bir buzulun yanında bir ceset bulunmuş.
Radyokarbon yaş saptaması sonucunda bu cesedin yaşının 5000 ya da 5500 yıl
olduğu anlaşılmıştır. Soğuk, binlerce yıl bu insan ölüsünü ve yanındaki
eşyaları da koruyabilmiş. Deriden dikilmiş elbiseleri olan bu taş devri elçisinin
sırtında da döğmeler varmış. Mavi renkli olan döğmeler, bilinen en eski
döğme. Cesedin yanındaki erzaklar içinde bulunan ve tanınabilecek durumda
olan eriklerin cinsinden, doğa sonbahara çıktığı anlaşılmış.

"Demek ki, soğuk, uygun koşullar olursa organik
maddeleri ayrıntılarına kadar bozulmadan binlerce yıl koruyabilir. Alaska’da
bulunan bir mamut ise, bu taş devri habercisi kadar şanslı değil: 1970’de
bulunan bu kalıntının 21.000 yıllık olduğu saptanmış. Ancak havanın
yumuşak dokuları hemen tümüyle bozulup, yok olmuş. Yine de bir miktar kas
dokusu kalabilmiş. Buna göre, dondurma yöntemini kullanan, "Yaşamı
Uzatma Derneği", "Kriyonik Derneği" gibi dernekler kurulmuş.
Bu işlemin birçok zorlukları, engelleri var. Birincisi, dondurma işlemine ölümden
hemen sonra başlamak gerekli. Çünkü ölümden birkaç dakika sonra dokular
bozulmaya başlıyor. Fakat insanın nerede ne zaman öleceği belli olmadığından
bu işlemi her zaman anında uygulamak olası değildi. Bu birici engeldir. Örneğin,
Amerika’da yalnız yaşayan bir kadın bu derneklerden biriyle anlaşmış.
Fakat dernek yetkilileri, kadıncağızı öldükten üç gün sonra ve dokularında
çürüme başlamışken bulabilmişler. Cesedin arkasında "Böyle olmak
istiyorum" yazılı ve 30 yıl önce çekilmiş bir resmi varmış.

"Diyelim ki, ölümden hemen sonra dondurma işlemine
başlanıldı. Bu işlemin de birçok basamakları vardır. Önce cesedin damarının
içine kanın pıhtılaşmamasını engelleyen bir ilaç (heparin) enjekte
edilir. Sonra beden buz paketleri ile 25 derece kadar soğutulur. Daha fazla soğutma
ile hücreler içindeki su kristalleşeceğinden ve bu kristaller hücrede ileri
hasar oluşturacağından kristalleşmeyi engelleyen bir ilaç damar yoluyla ve
bir iki saat süreyle verilir. Sonra daha derin bir soğutmaya geçilir. Bu,
kuru buz ile yapılır. Kuru buz, dondurulmuş karbondioksit gazıdır. Kuru buz
ile beden eksi 80 dereceye kadar dondurulur. İşlemin sonunda ceset içi sıvı
azot ile doldurulmuş insan büyüklüğünde bir kapsüle aktarılır. Bu
aktarma sırasında dondurulmuş ceset bir cam gibi kırılabileceğinden işlemin
dikkatle yapılması gerekir.

"Bütün bu işler hem zordur, hem de masraflıdır.
Masraf bu kadarla da kalmaz, yıllar boyunca kapsülün depolanması, korunması
ve dört ayda bir de içindeki sıvı azotun değiştirilmesi gerekir. Böylece
engeller çoğalmış olur. En önemli engel, istenilen zaman geldiğinde
diriltmenin başarılıp başarılamayacağıdır. Her ne kadar teknik bakımından
ilerlemiş bir çağa ulaşılacaksa da, o çağda da diriltme olayı gerçekleşmemiş
olabilir. Ya da bilinen yöntemler yetersiz kalabilir. Ve böylece yapılan
bunca iş ve ümitlerin sonunda Mısır mumyacılığından daha ileri gidilmemiş
olur."14

Haşir Hakikati

Halbuki Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan ve tüm semavî
kitaplar masrafsız, külfetsiz ve garantili bir çözüm ortaya koymaktadırlar.
"Haşir" hakikatine iman bütün bu arayışların, ebed arzusunun,
yokluktan, hiçlikten kaçışın en etkili çözümü ve en şifalı ilacıdır.
Yalnızca "iman etmek" ucuzluğu ile zamanı durdurup ebedileşmek
arzusunda olanların bu talepleri karşılanmakta ve çok daha güzel bir hayat
vadedilmektedir. Varlığı yalnızca maddi bedene sınırlı algılayan ve bu
nedenle kesîf maddelere, cesede büyük önem verenler bile dikkate alınıp
cismanî haşir vadedilmektedir. "… şu kainatın en mükemmel meyvesi ve
Halık-ı Kainatın en sevdiği masnûu ve kainatın mevcudatıyla en ziyade alâkadar
olan insandaki şedit, sarsılmaz, daimi olan aşk-ı beka ve şevk-i ebediyet
ve âmâl-i sermediyet, bilbedahe işareti ve delaletiyle, bu alem-i fâniden
sonra bir alem-i bâki ve bir dâr-ı ahiret ve dâr-ı saadet bulunduğu o
derece katî bir surette ispat ederler ki, dünyanın vücudu kadar, bilbedahe
ahiretin vücudunu kabul etmeyi istilzam ederler."15

Zamanı durdurmanın, ebedî bir hayatın, sonsuz mutluluğun
bir arzu olarak insana verilmesi bunların varlığının bir işareti olmalıdır.
Bütün bu arayışlar sonucunda ulaşılmak istenen nokta ancak imanla mümkündür.
Yani, bu hayatın hayatı imandır. Sonra, yaratılış gayesine bakıldığında,
varlık nedenleri nazara alındığında, hayat denen kavramın hedefine ulaşması
yani hayat bulabilmesi iman ile mümkün olmaktadır. Bu zaviyeden bakışla
hayat öyle geniş bir kavram haline dönüşür ki, bütün alemlerle birlikte,
mülk boyutunu ve şehadet alemini de içine alır. Zaman ve mekan üstü bir
kavram haline dönüşür. "… Evet, madem kainat hayat için yaratılmış
ve hayat dahi Hayy-ı Kayyûm-u Ezelî’nin bir cilve-i âzamıdır, bir nakş-ı
ekmelidir, bir sanat-ı ecmelidir. Madem Hayat-ı Sermediye, resûllerin gönderilmesiyle
ve kitapların indirilmesiyle kendini gösterir. (Evet, eğer kitaplar ve
peygamberler olmazsa, o Hayat-ı Ezelî’ye bilinmez. Nasıl ki, bir adamın söylemesiyle
diri ve hayattar olduğu anlaşılır; öyle de, bu kainatın perdesi altında
olan alem-i gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitap eden
bir Zâtın kelimâtını, hitâbâtını gösterecek, peygamberler ve nâzil
olan kitaplardır.) elbette kainattaki hayat, katî bir surette Hayy-ı Ezelî’nin
vücub-u vücuduna katî şehadet ettiği gibi, o Hayat-ı Ezelîyenin şuââtı,
celevâtı, münâsebâtı olan "irsâl-i rusûl" ve "inzal-i kütüb"
rükünlerine bakar, remzen ispat eder. Ve bilhassa risâlet-i Muhammediye
(a.s.m) ve vahy-ı Kur’ânî hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu
hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri katîdir denilebilir.

"Evet, nasıl ki hayat bu kainattan süzülmüş bir
hülâsadır ve şuur ve his dahi, hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır,
ve akıl dahi, şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır ve
ruh dahi hayatın halis ve sâfî bir cevheri sabit ve müstakil zâtıdır. Öyle
de maddi ve manevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi hayattan ve ruh-u
kainattan süzülmüş hülâsatü’l-hülâsasıdır. Belki maddi ve manevî
hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) âsârının şehadetiyle, hayat-ı kainatın
hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.) şuur-u kainatın şuurudur ve nûrudur.
Ve vahy-i Kur’ân dahi, hayattar hakaikının şehadetiyle, hayat-ı kainatın
ruhudur ve şuur-u kainatın aklıdır.

"Evet, evet, evet! Eğer kainattan risalet-i
Muhammediyenin (a.s.m) nuru çıksa, gitse kainat vefat edecek. Eğer Kur’ân
gitse, kainat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek,
belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir Kıyameti
koparacak."16

Bu bütünü kuşatan, varlığı mülk ve melekûtu, gayb
ve şehadeti ile içine alan tarifte hayat çok farklı bir kavram haline dönüşmektedir.
Yalnızca hareket, konuşma, kalbin ve akciğerin çalışması, sonra bedeni ve
zihni faaliyetlerin oluşumu ile dünyevî ilişkilerin zemini değildir artık.
Aslını risalet-i Muhammediye’den (a.s.m.) alan bir kavramdır. "Kim ki
O’na (a.s.m.) iman ediyor idiyse, bilsin ki o öldü!" diyen Hz. Ebubekir
(r.a.) o Zatın yalnızca maddi bedeni ve bir beşer olarak içine girdiği
cesedi ile ilgili olmalıydı. Yoksa kainatın gerçek hayatı Hayy-ı
Kayyum’dan kaynaklanmakta bu hayatın "safî bir cevheri", "sabit
ve müstakil bir zatı" olan ruh ise o Zatın (a.s.m.) ruhunda, yani
risaletinde temsil edilmekteydi. Gelmiş geçmiş bütün enbiya, evliya ve
asfiya ile gelecek bütün mü’minlerin ruhlarının katıldığı bütün varlık
alemini kuşatan ve ondaki hayatı temsil eden ruh ise şecere-i Muhammediye
(a.s.m.) olmalıdır. O’nun (a.s.m.) çekirdeği olduğu ve fihristesi olduğu
bu varlık ağacı gerçek hayata mazhardır. Bu hayat ise, mülk aleminden,
maddi bedenden çok üstte varlık alemini derinden kuşatan bir kavramdır.
Hareketli canlı gibi gözüken, marketleri, yolları, şehirleri dolduran ve
farklı cinslerde farklı alemleri süsleyen cesetlerdeki hayat yalnızca Hayy-ı
Kayyum’un cilvelerinin yansımalarıdır. Güneşin kabarcıklarda yansıması
gibi. Hiçbir özellik kabarcığa ait değildir, yalnızca ayinelik etmektedir.
Bu anlamda gerçek hayata mazhariyet ancak imanla, yani Hayy-ı Kayyum’u tanımakla
ancak mümkün olur. İman hayata hayat verir. Aksi halde hareketli, konuşan,
üzülen, sevinen, koşan, akciğeri, kalbi, beyni faal olan cesetler yalnızca
hareketli cesetler "meyyit-i müteharrik" hükmündedirler. Gerçek ölüm
ruhun Hayy-ı Kayyum’a yönelik olmadığı onu tanımadığı, körelmiş hali
olmalıdır. Maddi boyutta, cesedin vazife paydosu şeklinde ölüm ise bir
nimet olarak kabul edilmektedir. Cesed varlık dediğimiz, mülk dediğimiz şehadet
aleminden çıkmakla birlikte ruhun etrafında şekillenmiş benlik, şuur ve akıl
farklı boyutlarda mevcudiyetini devam ettiriyor olmalıdır. Bu farklı hayat
tabakaları beş sınıfa ayrılmış olarak Birinci Mektup’da izah
edilmektedir. Bu izahın ardından gelen sualde "O ki, hanginiz daha güzel
işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da
yaratmıştır." Mealindeki Mülk Suresi’nin ikinci ayeti ile ilgili olarak
şu soru ortaya konmaktadır: "Bu gibi ayetlerde ‘Mevt dahi hayat gibi mahlûktur;
hem bir nimettir’ diye ifham ediliyor. Halbuki, zahiren mevt inhilâldir,
ademdir, tefessühtür, hayatın sönmesidir, hâdimü’l-lezzâttır. Nasıl
mahlûk ve ni’met olabilir?" Bu soru, varlığı maddeye hapsetmiş
zahirperest, eşyanın sadece göze ve algılara hitap eden kısmından ibaret
anlamlar veren bakışın özetlenmesidir bir anlamda. Verilen cevapta ise varlığı
bütüncül olarak kuşatan maddi ve manevi boyutlarıyla, ruh ve bedenle
birlikte insan tarifinden yola çıkan bakış ortaya konmaktadır:

"Elcevap: Birinci sualin cevabının ahirinde denildiği
gibi, mevt vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır,
bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bakiyeye bir dâvettir, bir mebde’dir, bir
hayat-ı bakiyenin mukaddemesidir. Nasıl ki, hayatın dünyaya gelmesi bir halk
ve takdir iledir; öyle de, bu dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir
hikmet ve tedbîr iledir. Çünkü en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı
nebatiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i sanat olduğunu gösteriyor.
Zira, meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti tefessühle, çürümekle ve
dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mîzanlı
bir imtizâcât-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülât-ı zerreviyeden ibaret
olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölüm, sünbülün
hayatıyla tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sünbülün mebde-i hayatıdır;
belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahlûk
ve muntazamdır.

"Hem zihayat ve meyvelerin yahut hayvanların mide-i
insaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe’ olduğundan,
"O mevt, onların hayatından daha muntazam ve mahluk" denilebilir.

"İşte, en ednâ tabaka-i hayat olan hayat-ı nebâtiyenin
mevti böyle mahluk, hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvîsi
olan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt, elbette yeraltına girmiş bir çekirdeğin
hava aleminde bir ağaç olması gibi, yeraltına giren insan da alem-i berzahta
elbette bir hayat-ı bakiye sümbülü verecektir."17

Sonuç

Kader, haşir, Cennet, Cehennem, hayat ve ölüm gibi
kavramları yalnız mülk boyutunun ölçüleri ile algılama girişimimiz hep
dar, mevzî, sınırlı ve kartezyen olmak durumundadır. Hiç bir kavram ve
unsur varlığın maddi boyutu ile sınırlı değildir. Bu yüzden kavram
haritamızı şekillendirirken, eşyaya anlam yüklerken konumumuzu iyi
belirlemek durumundayız. Mesela, şu satırları okurken, birilerinin düşünüp
kaleme aldığı ve yayınevinde dizilip bilgisayara aktardığı ve matbaadaki
teknolojik imkanlarla basılı hale gelen bir derginin dağıtım şirketleri
ile size ulaşması ve mürekkebin kağıt üzerinde aldığı şekillerin
beyninize ulaştırdığı mesaj olarak algılıyorsunuz. Bu okuma eylemi ile
ilgili konumumuzu mülk boyutunun kağıdı, basım unsurlarını, ışık ve
bedenle ilgili olarak belirliyorsunuz. Oysa, dergiyi okuduğunuz şu esnada uçsuz,
bucaksız diye adlandırılacak bir uzay boşluğunda, bu ortama göre çok küçük,
bizim ölçülerimize göre çok büyük bir gezegende bir taraftan süratle dönüp,
sistem ve galaksi içinde helezonlar çizen bir gezegendesiniz. Diğer taraftan
bütün bu yazıları, sayfayı, dergiyi, odayı, şehri, gezegeni ve uzayı oluşturan
unsurların % 99.99’u boşluktan ibaret. Temelinde varlığı ve yokluğu eşit,
gözlemciye göre şekillenen, ne zaman nerede olduğu kestirilemeyen bir
ortamda şu okuma fiilini gerçekleştiriyorsunuz. Ama bu haller şu anki
konumumuzu belirlemede iç aleminizde çoğunlukla genel bir fikirdir, sürekli
nazara alınan bir kanaat oluşturmuyor. Dolayısı ile kavram haritası yalnızca
mülk boyutunun ölçüleri ile, elle tutulup gözle görünen kavramlar etrafında
şekilleniyor. Ölümü ve diğer pek çok "metafizik" şeklinde tarif
edilen kavramı gerçek şekliyle anlayabilmek bu sınırlılıktan kurtulmakla
ancak mümkün olabilecektir. Varlık alemi içindeki kulluk pozisyonu, eşyanın
şu işleyişinde Hz. Muhammed (a.s.m.) ve diğer enbiya ile, Hayy-ı Kayyum ile
bağlantımız bu bakışla daha netleşecektir. O zaman ölümün bir bitiş,
yok oluş, çürüme olmadığını kabullenmek yalnızca bir inanç meselesi
olmayacak yakînen kabul edilen bir ilmî bir veri haline dönüşebilecektir.
Toprak altında çürümenin daha üst boyutta ve daha kuşatıcı bir hayatın
başlangıcı olduğu ancak bu şekilde idrak edilebilir. Belki o zaman yukarıdaki
satırlar ve Hz. İsa’nın "Ölüm bir son değil, başlangıçtır."
sözü bize daha yakın hale gelebilir.

* Çatallanma algılanabilir nesnenin özel ya da salt öznel
olduğunu ileri süren Kartezyen görüş. Çatallanma görüşü, dış dünyanın
bütünüyle nicelikler ve matematiksel yapı ile niteli olduğu varsayımıyla
birlikte işlev kazanır. Bu görüşe göre tüm nitelikler (renk gibi) yalnızca
algılayanın zihninde vardır.

1. Smith Wolfgang, Quantum Bilmecesi, İnsan Yayınları,
Çev: Orhan Düz, s. 20.

2. Weber, Alfred, Felsefe Tarihi, Sosyal Yayınlar, Çev:
H. Vehbi Eralp, s. 12.

3. A.g.e., s. 12.

4. A.g.e., s. 14.

5. Heidegger, Martin, Zaman ve Varlık Üzerine, A yayınevi,
Çev: Deniz Kanıt, s. 45.

6. A.g.e., s. 46

7. Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Otuzuncu Söz,
Birinci Maksad, s. 495.

8. Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Altıncı Söz, s.
28.

9. Saçlıoğlu, Cihan, Bilim ve Teknik, Sayı: 395, Ekim
2000, "Felsefenin Quantum Mekaniksel Temelleri."

10. Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Otuzuncu Söz,
Üçüncü Nokta, s. 512.

11. Yaltkaya, Prof. Dr. Korkut, Beynin ve Yaşamın
Gizemleri, Altın Kitaplar Yayınevi, s. 22.

12. Chopra, Dr. Deepak, Quantum Healing (Quantum İyileşme),
İnkılap Kitapevi, Çev: Nihat Oralbi, Dr. Tolga Taymaz, s. 99.

Haşiye: "Çünkü, bilmüşahede gayet cevâdâne
bir faaliyetle şu âlem-i kesif ve süflîde pek kesretle nûr-u hayatı
serpmek ve iş’al etmek, hatta en hasis maddelerde ve taaffün etmiş cisimlerde
kesretle taze bir nûr-u hayatı ışıklandırmak, o kesif ve hasis maddeleri nûr-u
hayatla letafetlendirmek, cilâlandırmak, sarâhate yakın işaret ediyor ki,
gayet lâtif, ulvî, nazîf, hayattar diğer bir alemin hesabına, şu kesîf
camid alemi zerratın hareketiyle, hayatın nuruyla cilâlandırıyor, eritiyor,
güzelleştiriyor. Güya latîf bir aleme gitmek için, zînetlendiriyor. İşte,
beşer haşrini aklına sığıştıramayan dar akıllı adamlar, Kur’ân’ın nûruyla
rasat etseler görecekler ki, bütün zerrâtı bir ordu gibi haşredecek kadar
muhît bir "kanun-u Kayyûmiyet" görünüyor, bilmüşahede tasarruf
ediyor."

13. Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Otuzuncu Söz,
Üçüncü Nokta, s. 512.

14. Yaltkaya, Prof. Dr. Korkut, Beynin ve Yaşamın
Gizemleri, Altın Kitaplar Yayınevi, s. 41.

15. Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Onuncu Söz, Zeylin
Beşinci Parçası, s. 110.

16. Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Onuncu Söz, Zeylin
İkinci Parçası, s. 103.

17. Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, Birinci Mektup, s.
13.