Tolstoy dünya edebiyatına mal olmuş bir Rus düşünürü
ve edebiyatçısı. Edebiyat merdivenlerini nesirle tırmanmış ve o yolda
zirveye oturmuş bir romancı. Romanda başarılı olmuş her yazar gibi o da,
hayatın içindeki gerçekleri ve problemleri en çarpıcı açıklığıyla ve
derin tahlillere girerek anlatmıştır. Bu yöndeki başarısı nispetinde
okuyucu tarafından hüsnü kabul gördüğü söylenebilir ve bitmeyen bir
ilgiyle günümüze kadar canlılığını sürdürmektedir.

Ölüm, hayatın en önemli, en gerçekçi, en riyasız
yanını temsil etmektedir. Buna rağmen insanlar, büyük oranda, ölümü her
zaman kendinden uzakta görmektedirler. Belki de, insan fıtratının bu şekilde
ölüme yaklaşması, hayatı çoğu zaman yaşanılır kılabilmektedir.

Sıradan insanlarda olduğu gibi düşünür ve
filozoflarda da ölüme yaklaşım, dünya görüşünü, hayat felsefesini
ortaya koyar. Tolstoy, yazılarında yoğun bir şekilde ölümü işlemesiyle
çağdaşı olan yazarların önünde bir üne sahiptir.

Tolstoy’un birçok eserinde, ölüm teması, merkezi bir
değer olarak işlenir. Romancı üslubuyla tasarladığı ve giriştiği hayat
hikayelerinde adeta dini bütün bir Müslüman’ın ahiret ve ölüm inancına
yaklaştığını görmek mümkündür. İvan İlyiç’in Ölümü, Hayat Üzerinde
Düşünceler, İnsan Ne İle Yaşar, Üç Ölüm, Polikuşka, İtiraflarım vs.
her birinde okuyucusunu ölüm gerçeği ve hayatın anlamıyla yüzleştirmeye
çalışır. İtiraflarım adlı hacimce küçük fakat oldukça yoğun eseri bu
bakımdan bir nasihat-nâme kadar fonksiyon taşıdığı düşünülebilir.
Burada saf Hıristiyanlık akidesine bağlı bir düşünce geliştirir ve
debdebeden uzak bir hayat tarzının insana gerçek huzuru vereceği inancına
erişir.

Bu sonucu, bir yönüyle şu şekilde özetlemek mümkün
olsa gerek: "Tolstoy’un Hıristiyanlıkta reddettiği ‘dejenerelikler’ arasında,
insanlıkların dünyaya günahkâr olarak geldikleri, günahların, muhtelif
yollarla affedilmesi, Teslis (üçlü birlik) ve Allah’ın insan şeklinde vücut
bulması idi…"1

Tolstoy, parlak bir çocukluk ve gençlik devresinin ardından
şöhreti yakalamış nadir yazarlardandır. Bu dönemlerinde, çevresini oluşturan
insanların nezdinde "hırs, tahakküm, menfaatperestlik, şehvet, kibir,
hiddet, intikam hırsı" gibi davranışları belirleyen hissiyatlar revaçta
idi ve kendi hayatını buna göre şekillendirdikçe ve büyüklere uydukça çevresini
memnun ettiğini biliyordu. Daha sonra kendini geliştirmek için Avrupa’daki üst
tabakaların takıldığı entelektüel ortamlara iştirak ederek
"ilerlemeci" düşüncelerini ve hissiyatını pekiştiriyordu.
(Olgunluk devresinde, bu ortamlarda gördüğü arızaları ve medeniyet anlayışının
çarpıklığını daha iyi değerlendirecektir.)

Tolstoy Paris’te bulunduğu sırada, Giyotinle idam edilen
bir mahkuma tanık olması, her şeyin boş bir çırpınış olduğunu anlamasına
sebep olacaktır. Giyotinin idam mahkumunun boynuna inmesi, o zamana kadar ki yaşadığı
ve çevresinin de telkin ettiği hayat anlayışına karşı önemli bir şüphe
meydana getirmişti. Yine ölümün, en sevdiği insanlardan birisi olan kardeşini
alması, "bu gaflet perdesinin" yırtılmasına ikinci önemli adım
olacaktı; ve bundan sonra, eski ve yeni Tolstoy’dan bahsetmek mümkün hale
gelmiştir.

Ülkesinde, sulh hakimi gibi önemli bir göreve atanarak
halka hizmet etmesine ve ayrıca, bir dergi çıkararak halkı eğitme yolundaki
gayretlerine rağmen, ruhen rahatsızlanıp tebdili hava ile Başkırtların yanına
gitmiş ve geriye döndükten sonra kendisine kurtuluş ve huzur vadeden evlilik
olduğu görüşüne vararak aile hayatına girmiştir. Ancak kendini bu yeni
hayatına vermesi, hayatın genel anlamını araştırmasına engel oluyordu. Bu
minval üzere on beş yılını da geride bırakacaktı.

Tolstoy ününe ün katarken de iç muhasebelerini sürdürmekte
idi ve en ünlü şahsiyetlerden daha büyük üne kavuşması halinde bile bu
ne anlam ifade edebileceğini düşünüyordu. Bu önemli soruların cevapları
yoktu. Ve ona göre "sorular beklemezler, cevap isterler"di. "İnsan
cevap bulamazsa, yaşayamaz. Ve bir cevap da yok işte…" diye düşünüyordu.
Ve nihayet kendi hakikatini görüyordu: "Hayat bir anlamsızlıktır. Böylece
yaşayıp gidiyordum. Ve yoluma devam ediyordum, bir uçurumun başına gelmiştim
ve önümde mahvolmaktan başka bir şey olmadığını iyice görüyordum.
Hareketsiz durmak imkansızdı. Önümde yalnız ıstırap ve gerçek ölümün
durduğunu görmemek için gözlerimi kapamak da imkansızdı. Tam bir perişanlıktı,
bu!"2

Tolstoy, ölümden çok korkmanın verdiği bir içgüdüyle
kendini işe-güce veriyordu. Ölümün sırrını çözemedikçe hayatındaki
hiçbir hareketin ve faaliyetin anlamı olamayacağını görüyordu. Fakat bunu
genç yaşından itibaren anlayamamasının acısını duyuyordu. "Bugün
yarın hastalık, ölüm sevdiğim insanları ve beni yakalayacak ve geriye pis
koku ve kurtçuklardan başka bir şey kalmayacak…" ve uzun zaman hayatta
bulunulamayacağı açık bir gerçek olmasına rağmen şöhretin de bir önemi
kalmayacaktır. Öyleyse "bütün bu çaba niye?" İnsanoğlu bunu nasıl
görmez ve yaşamaya devam eder? Bu şaşılacak bir şey doğrusu…"

Tolstoy’un dünyasını kaplayan sualler, adeta bir müminin
uhrevi hakikatleri idrak ederek, iman dairesine yönelmesini gösteriyordu. O,
bunun dışındaki bütün gayretleri zevale müteveccih olarak görüyordu.

Tolstoy şark kültüründe bilinen bir hikaye ile -ki bu
hikaye Bediüzzaman’ın da aynı amaçlar için Sekizinci Söz adlı eserinde
kullandığı bir örnektir-davasını ispata çalışır:

Çölde seyahat eden bir seyyah, yırtıcı bir hayvanın
şerrinden kurtulmak için, kendini, yakınında bulunan bir kuyuya atar.
Kuyunun içine düşerken can havliyle bir dala yapışır. Yukarda yırtıcı
hayvanın dehşetinden korkarak aşağı inmek ister ancak kuyunun dibinde bir
ejderha ağzını açmış avını beklemektedir. Yapacağı bir şey olmadığı
için var gücüyle çalılara yapışmaktadır. Ancak bir de ne görsün, beyaz
ve siyah iki fare bu çalıları kemirmektedir. Bu acayip hal içinde iken her
nasılsa çalıların üzerine bulaşmış bal damlalarını yalayıp bir kaç
dakikalık da olsa zevk almaya çalışmakta, o korkunç hali görmezden
gelmektedir…

Tolstoy, kendini bu seyyahın haline benzetir ve bu kadar
ayan beyan olan bir hayat gerçeği karşısında insanın gaflette olmasına
anlam verememektedir.

Tolstoy, filozofların ve peygamberlerin ölümle ilgili görüşlerini
bir bir düşünerek bu hayatın kötülüklerinden çıkış yolu arar. Hz. Süleyman,
Budha, Sokrates, Schpenhauer, vs. bütün bu büyük insanların telkin ettiği
husus, hayatın metafizik boyutuyla anlamlı olacağı; dünyada iyilik
yapmaktan, erdemli bir insan olmaktan gayrı anlamlı bir seçeneğin olmadığıdır.
Ve ölüm yokluk değil, daha iyi bir geleceğe atılan adımdır. Dolayısıyla
Sokrates’in dediği gibi, "bilge kişi, hayatı boyunca ölümü arar, bu yüzden
de ölüm ona korkunç değildir;" bunun yanında "maddi hayat bir
derttir ve yalandır. Bu yüzden maddi hayatın yok edilmesi bir mutluluktur ve
biz bunu dilemeliyiz." Böylece birçok bilge kişinin tebliğ ettiği
hayatın anlamı ve buna bağlı olarak ölüm gerçeğini kendi hayat felsefesi
olarak benimser: Epikürcü hayat felsefelerinin ve bilimsel çalışmaların,
insanlara mutluluk veremeyeceğine inancı kuvvetlenir. Dünyevi bilgilerle ömrünü
geçirenlerin, yani sadece aklı kendine ölçü kabul edenlerin ortaya
koydukları bilgiler, büyük ölçüde hayatın anlamını inkâr
etmektedirler. Tolstoy’a göre, akla dayandırılmamış bilgi inançtır. İnanç
diye tarif ettiği ise teslis ve sair Hıristiyanlığın vaz’ ettiği hususlardır
ki bunların akla ters düştüğünü kabul etmektedir. Bu bakımdan, bilimin
ve dinin arasında tercih yapmakta kendini mecbur hisseder. Ya aklı tatmin
eden, fakat hayatı anlamayan bilimi, ya da hayatı anlamlı kılan fakat aklı
tatmin edemeyen Hıristiyanlık’ı tercih edecektir. O, ömrünün sonlarına doğru,
bunların içinden kendine has bir yol bulacaktır.

***

Tolstoy’un ölümü birebir işlediği romanı, İvan İlyiç’in
Ölümü adlı eseridir. Burada kendi iç çalkantılarını ve sonradan ulaştığı
berraklığı tasvir etmektedir. Kitabın daha ilk bölümünde ölümle
okuyucuyu yüz yüze getirir. Ve romanın sonuna kadar bu ana fikir üzerinde yoğunlaşarak
dünyevi ve uhrevi görüşlerini kahramanları aracılığıyla yansıtır.

İvan İlyiç, bir çok fâninin gıpta edebileceği
mahkeme üyeliği gibi bir göreve, kırk beş yaşında iken gelmiş ve bu
mevkide iken ölmüştür. Babası da kendisi gibi devlet memuriyetinde görev
yapmış birisi idi. İvan İlyiç, daha gençlik yıllarında bulunduğu sosyal
tabakanın yardımı ve okulda gösterdiği başarılar sayesinde geleceğe güvenle
bakıyordu. Bunun yanında çevresiyle geliştirdiği münasebetler sayesinde değişik
mizaç ve yetenekteki insanların hayat tarzından ve tecrübelerinden dersler
çıkarıyordu. Giyimine-kuşamına dikkat ediyor, nezaketi elden bırakmıyordu.
Bununla beraber göbek bağını kendisinin kestiği söylenecek olursa fazla
abartılı olmaz.

Taşrada bir memuriyet görevine tayin edildikten sonra, o
zamanki Rus toplumunun, Batı’dan da etkilenmiş olan medeniyet anlayışına
uygun olarak eğlencelere katılıyor, bayan ve erkeklerle karşılıklı saygı
içinde münasebetlerini sürdürüyordu. Çevresinden taktir görmesi ona yeni
bir memuriyet kapısı açmış, sorgu yargıçlığına terfi etmişti. Bu görevi
ona toplum içinde ayrıcalık sağladığı gibi, belli bir kudret de sağlıyordu.
Artık sözü geçen, el-pençe önünde durulan biri durumuna gelmişti. Ancak
o, mevkiini menfi bir şekilde istismar etmeyecek kadar ahlaklı, kültürlü ve
birikime sahipti. Özgürlükçü bir tavır takınması sevenlerini artırıyordu.
Ve nihayet hayat arkadaşını bu çevrelerden seçecekti.

Asil ve zengin sayılabilecek bir ailenin kızıyla, daha
evlilikten ne beklediğinin şuuruna varmadan dünya evine girdi. Evliliğin ilk
yılları hayli iyi geçiyordu ve her iki taraf hayatından memnundu. Ancak yıllar
geçtikçe eşinin huyu değişiyor, onu kendine muti edecek manevralara
giriyordu. O bu kıskaçtan sıyrılmak için kendine göre tavırlar geliştiriyor,
çoğunlukla vurdumduymazlığı tercih ederek kendine yeni eğlenceler bulmaya
çalışıyordu.

İvan İlyiç, içinden gelen bir hayat tarzını yaşamaktan
ziyade, aile, iş ve diğer sosyal çevresindeki insanların etkisinde kalan bir
hayatı sürdürmek zorunda idi. Zira eşi kocasının görevine saygı gösteriyordu.
O da bunu anladığı için mevkiini karısına karşı kullanmakta idi. İş
arkadaşları ve katıldığı toplantılardaki dostları ise, kurulu ve
propagandalarla oluşturulmuş bir düzenin parçası olmayı icbar ediyorlardı.

Çocukları dünyaya geldikçe problemler daha da artıyordu.
İvan İlyiç bunlardan sıyrılmak için kendini mesleğine veriyor ve orada
ilerleyerek ailesinden ayrı bir dünyada mutlu olmanın çarelerini arıyordu.

Zamanla hayat standardının gelişmesiyle ihtiyaç duyduğu
paraya göre bir göreve gelmenin hesaplarını yapıyor ve hükümet nezdinde
teşebbüse geçerek konumunu yükseltiyordu.

Yeni görevine atanarak umduğundan daha fazla maddi kazanç
ve dünyevi itibara kavuşmuştu. Bundan sonra yeni dostları vardı ve
kendisini kıskanan, ayağını kaydırmak isteyenlerin burnunu sürçmenin
zevkini tatmakta idi. En önemlisi eşiyle de bir uzlaşma zemini yakalayabilmişti.
Artık yeni, kendine has ve her yönüyle onu tatmin edecek bir eve ve hayata
kavuşmanın hayallerini kurmakta ve planını yapmakta idi. Bu onun iş hayatından
da önemli olmaya başlamıştı.

Rahata kavuşacağı mekanlardan biri olan geniş ve güzel
bir eve kavuşması mutluluğunu ziyadeleştiriyordu. Ve onu dayayıp döşemekte
hayli cömert davranması, bütün hissiyatını tatmin edecek yeni konumunu taçlandırıyordu.

Önünü bu kadar aydınlık ve mutluluk içinde gördüğü
ve evin dizayn edilmesinde bilfiil katkıda bulunduğu bir zamanda, merdivenden
düşerek iç organlarını incitmesi, sonun başlangıcı olmuştu. Bu kaza
kendisinde kalıcı bir rahatsızlık meydana getirmişti.

Bir süre, içinde hasar meydana getiren darbenin farkında
olmadan yaşadı. Sosyal mevkisine uygun olarak ne gerekiyorsa esirgemiyordu. Eğlenceli
toplantılara katılıyor, evinde muhteşem balolar, toplantılar tertip
ediyordu. Yine ailesiyle geçimsizlik yaşıyor, hatta bu geçimsizlikler bazen
bu toplantıların yapılışındaki ayrıntılardan çıkıyordu. Ama bütün
tatsızlıklara rağmen, bu mağrur ve riyakar ortamların, kendisine yalancıktan
da olsa mutluluk ve güven verdiği kesindi.

İvan İlyiç aldığı darbenin rahatsızlığını yavaş
yavaş hissetmeye başlayınca meselenin ciddi olduğunu anlamıştı. Başvurduğu
doktorların tedavileri zaman geçtikçe bir işe yaramadığı görülüyordu.
Bunu aile ve dost çevresi daha erken kavradılar. Ellerinden bir şey gelmediği
için bazen göstermelik tavırlara girmekte ve nihayet ona acımakta idiler.
Kim bilir, acımaktan ziyade kendileri bu şekilde ölümcül bir hastalığa
tutulmadıklarından dolayı sevinç duyuyorlardı. Aslında eşinin duyguları
daha da karmaşıktı; acımanın ötesinde kocasına kızgınlık duyuyordu.
Zira, kocasının ölümü, bu debdebenin ve maddi imkanların sonu demekti.
Devletin vereceği maaşın kifayet etmeyeceği açıktı. Fakat düşünüp
hissettiği hususları içine gömerek çevresine ve eşine karşı üzüntü
numarası yapmakta idi ve bu İvan İlyiç’i çileden çıkarıyordu.

İvan İlyiç, bulunduğu durumu muhasebe ederken, artık
hayattan ümidini kesmeye başlamıştı: "İş ne körbağırsakta, ne de
böbrekte; hayat ve ölümde… Öyle ya! Bir hayat vardı; şimdi gidiyor…
Gidiyor ve bunu tutmak elimde değil…"

İvan İlyiç ölümün nefesini ensesinde hissederken
bile ölümü bir türlü kendisine yakıştıramıyor, onu uzağında görmeye
çalışıyordu. Kendisi hastalıkla boğuşurken çevresindeki insanların, özellikle
karısının eğlence düşkünlükleri kin ve nefret duygularını kamçılıyor;
kendisini ölüme ayırmakla ölümden uzak kaldıklarını zannetmelerine anlam
veremiyordu ve ‘bugün bana olan yarın onların başına gelecek’ diye düşünmekte
idi.

Halbuki, aylar öncesindeki hayatı ne kadar tatlı
geliyordu ona. Bütün hissiyatıyla dünyanın zevklerini içinde duyuyordu.
Ama şimdi ölümü karşısında görmekle o güzellikler, o zevkler bir bir acı
vermekteydi ona; hem bir daha yaşayamayacağından, hem de maziye gömüldüklerinden
içi yanmakta idi.

İvan İlyiç, hayatı boyunca ölümü bir mantık kitabındaki
cümlelere hapsetmişti: "Gaius bir insandır. İnsanlar ölümlü olduklarına
göre Gaius da ölümlüdür."

Ancak hastalanıncaya kadar bu mantıksal önermeden
kendisine pay çıkarmak aklına gelmemiş, ölüm sanki sadece Gaius için geçerli
idi. Hayatının muhtelif zamanlarında kendisini Gaius’un yerine koyabilseydi
belki de dünyanın zevklerine o kadar perestiş etmeyecekti.

İvan İlyiç, Tanrı’ya inanamamanın yalnızlığı içinde,
bütün dünyanın yükü altında ezildiğini hissetmektedir. O, inanan bir
insana yaraşır tevekküle sahip olmanın, gerçek bir saadete kavuşmanın
anahtarı olacağının farkına varmak için kısa zamanda hayli merhalelerden
geçecektir.

Acıları ziyadeleştikçe ölümle yüzleşmekte ve acı
dinince başka hülyalara dalma eğilimi gösterip yine ölümü kendinden
uzakta tutmaya gayret etmektedir. Ancak bütün bu gelgitler, mukadderatı değiştirmiyordu.
Hele evini döşerken düşerek incinmesi ve böyle basit bir sebep yüzünden
"savaş yapmış gibi" ölüme doğru gitmesi hazmedilecek bir şey değildi.

Ölüm döşeğinde gün sayarken çevresini saran yalan
çemberini bir türlü görmezden gelemiyordu. Bu tavırlar karşısında rahatsızlığını
belli etmesine rağmen bu riya çemberini kıramıyordu. Sadece hizmetçisi
Gerasime dürüst davranmakta idi. Efendisine, ölümün mukadder bir hadise
olduğunu, dolayısıyla üzülmemesi gerektiğini açık açık söylemesine rağmen,
hiç istemediği ölümün bu kadar doğrudan kendisine hatırlatılmasından
rahatsız olmuyor, aksine kendisini bu mütevazı ve riyasız insanın yanında
huzur içinde hissediyordu.

Ancak yalnız kaldığında ölümü ebedi karanlık, hiçlik
olarak görmesi "ölüm olmasın da ne olursa olsun" gibi düşüncelere
kapılmasına sebep olmakta idi. Zaten meselenin can alıcı tarafı da burada
yatmakta idi. Her gün artmakta olan rahatsızlığı ölüme biraz daha yaklaştığını
gösteriyordu. İvan İlyiç yalnızlığını, aczini ve onu bu vartadan
kurtarabilecek maddi-manevi bir gücün olmadığını düşündükçe, çevresinde
cereyan eden olayları ve nesneleri kendisine düşmanlık eden vasıtalar gibi
görüyordu.

Bazen hayatının bütün safhaları gözünün önüne
geliyordu. Çocukluğundan itibaren yaşadığı parlak hayatı ve geldiği
mevkiler, yaşadığı acı tatlı hatıralar bir bir hayal dünyasını işgal
ediyordu. Ve bütün bu yaşadıklarını yokluğa mahkum olarak görüyor ve
hayatın ne kadar anlamsız olduğunu düşünüyordu.

Ömrünün son demlerine doğru yol aldığını kendisi
dahil herkes anlıyordu; zira, uyuşturucular acılarını dindirmede kifayetsiz
kalmakta idi. Yapılacak son çare kalmıştı; kendisi bir şekilde ikna
edilerek "belki huzur bulur" düşüncesiyle papaz çağrıldı. Hayatından
tamamen ümidini kestiği ve ölümü kabullendiği bir esnada papazın
telkinleri ve tesiriyle yaşamayı önemsemeye başladı. Çevresindeki olaylar
ve nesnelerin anlamı değişmeye başlıyor, hatta hayat için de bir umut
ışığı beliriyordu. Fakat çok geçti artık; ama ölüm de artık eski
anlamını kaybetmiş, yeni bir yüzle önünde arzı endam ediyordu. Yanında
bulunan insanların haline -nefret hislerinden arınmış olarak- üzülüyordu
ve "ben ölünce daha iyi olacak" diye geçiriyordu içinden. Ağrılarına
aldırış etmediği gibi, içinde "her zamanki korkuyu arıyor, bulamıyordu."
"Çünkü ölüm de yoktu. Ölümün yerine ışık vardı" ve yüksek
sesle: "Demek böyleymiş!… Ne saadet"

Orada bulunanlardan birisi "bitti" dedi. "İvan
İlyiç bunu duydu, içinde tekrarladı." Kendi kendine, "ölüm bitti
dedi. O yok artık."

Tolstoy, ölüme doğru yol alan kahramanının iç
muhasebesini gözler önüne serdiği romanında, insanın, ölümü hayatının
bir fenomeni, gerçek bir yüzü olduğunu bilmesine rağmen bunu hep başkasına
layık ve uygun görmesi en büyük yanılgısı olduğuna dikkat çekmektedir.
Bunun meydana getirdiği haleti ruhiye ile çevresindeki insanlara ve sair
mahlukata karşı sevgi, şefkat ve acıma duygusunun yerine nefret uyanmaktadır.
Halbuki inançlı insanlar, her ölümde kendi ölümünü de gören, hisseden
bir duygu dünyasına sahiptirler. İvan İlyiç’in vardığı bu sonuca Müslümanlar
arasında anlatılan şu temsil tam bir karşılık oluştursa gerek:
"Falan öldü, filan öldü… Bir gün derler Sinan öldü…"

1. Abraham H. Lass, 100 büyük Roman, İstanbul: Milli Eğitim
Basımevi, 1995, s. 63-64.

2. Leo N. Tolstoy, İtiraflarım, çeviren: Prof. Dr.
Kemal Aytaç, Ankara: Klasik, 1990, s. 23.