"Beşinci Cinayet: Gazeteler iki kıyas-ı fasid cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyat ile ahlak-ı İslamiyeyi sarstılar ve efkar-ı umûmiyeyi perişan ettiler. Ben de, gazetelerle, onları reddeden makaleler neşrettim. Dedim ki: ‘Ey gazeteciler! Edibler edepli olmalı;
hem de, edeb-i İslamiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umûmi-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve
niyet-i halise tanzim etmeli. Halbuki, siz iki kıyas-ı fasidle, yani taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek, efkar-ı umûmiyeyi bataklığa düşürdünüz ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zîra, elifba okumayan çocuğa felsefe-i tabiiye dersi verilmez.
Ve erkeğe tiyatrocu karı libası yakışmaz. Ve Avrupa’nın hissiyatı İstanbul’da tatbik olunmaz. Akvamın ihtilafı; mekanların ve aktarın tehalüfü, zamanların ve asırların ihtilafı gibidir. Birisinin libası, ötekinin endamına gelmez. Demek, Fransız Büyük İhtilali bize tamamen hareket düsturu olamaz.
Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve mukteza-i hali düşünmemekten çıkar."
(Divan-ı Harbi Örfi, ss. 25-26)

Giriş

Türkiye’de ve dünyanın bir çok yerinde iletişim araçları ile demokrasi arasındaki ilişki daha çok medyanın özgürlüğü açısından ele alınmış, özellikle basın hürriyetinin tüm özgürlükler içindeki ve demokratik kurumların işleyişindeki önemi
haklı olarak vurgulanmıştır. Bunun izlerini basın özgürlüğü mücadelesi tarihinde görürüz. Ancak bu, madalyonun sadece bir yanıdır. Öteki yanında ise medyanın kendisinin ne kadar demokratik olduğu sorusu yer alır. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında,
medyanın kendisinin demokratikleşmesi problemi üzerinde ısrarla durulmaya başlanmıştır.

Medya, klasik tanımıyla demokrasilerde yasama, yürütme ve yargıdan sonra, kamuoyunu yönlendirme ve etkileme gücünden dolayı dördüncü gücü oluşturur. Ama kitle iletişim teknolojilerinin baş döndürücü bir hızla geliştiği günümüzde medya çok daha büyük
bir güce sahip görünmektedir. Elinde bulundurduğu imkanlarla insanları çok daha fazla etkileme ve yönlendirme gücüne sahip olan medya, bu büyük gücün demokrasilerdeki sıralamasını zaman zaman kendileri lehine değiştirmeye çalışmaktadır.

Özellikle demokratik kültürün ve anlayışın tam manasıyla yerleşmediği ülkelerde, medya demokrasi aleyhine tehlikeli bir araç haline gelebilmektedir. Zaman zaman devletin, zaman zaman da sermayenin elinde belli çıkarlar doğrultusunda, kamuoyunun maniple edildiği,
istenilen istikamette yönlendirildiği, insanların malayani konu ve eğlencelerle meşgul edildiği bir araç haline gelen medya bu haliyle, ortaya çıkışındaki asıl amil olan, toplumun sesi olabilme, yönetenler karşısında bir muhalefet oluşturabilme özelliğini
de kaybetmektedir.

Türkiye’de ise gerek yazılı, gerek görüntülü basın açısından bakıldığında medya, hem dünyadaki gelişmelerden etkilenmekte, hem de kendine has şartları sebebiyle çok daha farklı bir yapı oluşturmaktadır.

Türkiye’de gazete Batıdaki şartlardan farklı bir biçimde ortaya çıkmıştır. Demokratik diğer kurumlarda olduğu gibi basın da toplumsal ihtiyaçların bir ürünü olarak değil, yüzeysel biçimde Batıya özenmenin bir sonucu olarak devlet eliyle ortaya çıkmıştır.
Bu durum, temel özelliği olarak Türk basının yapısını günümüze kadar etkilemiştir. Bu çalışmada genel olarak medyanın demokratik fonksiyonlarını icra edip edemediği ile Türkiye’deki kendine has durum bazı örneklerle ortaya konulmaya gayret edilmiştir.

1. Medya ve Demokrasi

Medya, demokratik sürecin vazgeçilmez bir unsurudur. Çünkü halkın birer vatandaş olarak haklarını kullanabilmesi için gerekli olan enformasyonu sağlamasından ötürü, yurttaşlar, medya vasıtasıyla olayların yorumlanmasına ve tartışmalara katılabilirler,
toplumun gelişimini ve siyasal tercihlerini etkileyen tutumlar edinebilirler ve faaliyetlerde bulunabilirler. Bu, medyaya ve kamusal tartışmalara ulaşabilmeyi gerektirir. Dahası, bu demokratik sürecin gerçekleşebilmesi için yurttaşların medyada karşılaştıkları
haber ve bilginin doğruluğundan emin olması ve her türlü düşüncenin medyada yer alabilmesi gerekir.

Bunun gerçekleşebilmesi, açık bir iletişim sistemini gerektirir. Graham Mrudock’a göre, medyanın tümüyle demokratik biçimde işleyebilmesi için gerçekleştirilmesi gereken dört temel ön şart söz konusudur: (Lundby, Ronning, 25-26)

1. İletişim sistemleri vatandaşların bağımsız, bireysel ve siyasal seçimlerini yapabilmeleri için gerekli bilgiyi sağlamalıdır. Kamusal ve bireysel kurumlara ilişkin problemleri, yorum ve tartışma ve değerlendirme için kullanılabilir hale getirmek özellikle
önemlidir.

2. Medya, aktüel olaylara ilgi göstermeli ve dünyada olup bitene dair çeşitli fikirleri ihtiva eden geniş bir bilgi sunmalı ve hem bireysel, hem de kolektif görüşleri göz önünde bulunduran bir bakış açısı oluşturmalıdır.

3. Fikir, görüş, yorum, bilgi ve tartışmalardaki çoğulculuk üçüncü ön şarttır. Bu olabildiğince çok ve geniş bir şekilde görüşün iletişim sistemine ulaşabilmesini ifade eder.

4. Şekil, format ve kültürel ifadelerdeki çoğulculuk cesaretlendirilmelidir.

Çoğu kere bu şartların gerçekleşmesi günümüz medya düzeninde mümkün olamamaktadır. Demokrasinin gerekleriyle, başka çıkar gruplarının gerekleri çoğu kere çatışmaktadır. Günümüz medya düzeninde, vatandaşın kanaatinin ve oyunun gücünden çok,
sermayeyi ve iletişim araçlarının elinde bulunduranların gücü etkili olmaktadır. Umberto Eco, "Bugün bir ülke, ülkedeki iletişim araçlarını kontrol eden kişilere ait bulunmaktadır"(93) sözüyle bunu daha ileri bir biçimde ifade etmektedir.

Özgür medyanın demokrasi için gerekli bir şart olduğu görüşünün destekleyici iki unsuru vardır. Birincisi, medyanın hükümet üzerinde bir gözlemci gibi çalışmasıdır. Basın ne derece büyük bir bağımsız güce sahip olursa olsun, hükümetin diğer
unsurlarına göz kulak olan, onları denetleyen bir "dördüncü zümre" olarak çalışır. İkincisi, bilgi sahibi ve eleştirel olabilen vatandaşlar için basının zorunlu bir koşul olmasıdır. Basının vazgeçilmez bir şart olmasıdır. Basın halkın sağduyulu
yargılarda bulunabilmesi için gerekli temel meseleler hakkında bilgi ve haber sağlar. Aynı zamanda farklı fikirlerden haberdar olunmasını teminat altına alarak, bu konular üzerinde halkın fikir alışverişinde bulunabileceği bir forum fonksiyonu görür.
(O’Neil, 40-41)

Medya liberal demokrasilerde dördüncü güçtür, en önemli fonksiyonlarından biri de toplum adına yönetenleri denetlemesidir. Ancak bu fonksiyon daha farklı sınırlara ulaşırsa tehlikeli bir durum ortaya çıkabilecek ve dördüncü güç birinci güç
olabilecektir. Medyanın birinci güç olması demek, bu araçları elinde tutan güçlerin birinci güç olması manasına gelmektedir. Encobo’ya (292) göre, "Eğer bilgilendirme ve iletişim sağlama; eğitme, yargılama ve kamuoyu meydana getirme şekline dönüştüğü
takdirde, medya, okullar ya da yargı gibi diğer toplumsal kurumlara ait olan fonksiyonları da üstlenecek ve sonunda halka ait hakları sahiplenerek devletin en büyük gücü haline gelecektir."

1.1. Piyasa Medyası Gerçeği Yansıtır mı?

Demokrasinin uygulanmasındaki farklılıklar veya liberalizmin günümüzde aldığı şekil medyayı, halkın parlamentodaki temsiline ters bir pozisyonda ve azınlık ancak etkili güçlerin temsil edildiği bir zemin haline getirmektedir. O’Neil bu işlevin günümüzde
çok farklı amaçlara dönüştüğünü şu şekilde ifade eder (47): "Medya sektöründe serbest piyasa demokrasiye hizmet eder; ama bu, belli bir tarzdaki demokrasidir. Demokrasiye ancak siyasetin piyasası olarak, çıkarların bir araya getirilmesine hizmet
ediyorsa, bunu yaparken de, paranın temsil etme gücüne denk düşen oylara karşı, tercihleri tatmin etmeye çalışan temsil piyasası gibi çalışıyorsa, serbest piyasadaki medya, belirli grupların algılanan çıkar ve görüşlerinin ifade edildiği bir araç
olarak hizmet verecektir. Yine de alım gücü yüksek olanlar daha etkili olacaktır. Oysa demokrasi bir piyasa değil de, bilgili vatandaşlara karşılaştıkları meseleler hakkında akılcı bir tartışma ortamı sağlayan bir forum ise serbest piyasa medyası
demokrasiye yardımcı olmuyor demektir. Uygun bir biçimde oluşturulursa medya bu işlevi pekala yerine getirebilir. Ama medyanın içinde yer aldığı kurumsal bir çerçeve olan piyasa bu işlevin yerine getirilmesini saptırma eğilimindedir. Piyasa tarafından yönlendirilen
medya, bir forum olarak demokrasinin güçten düşmesine neden olmaktadır."

Medya teknolojilerindeki ve mülkiyet yapılarındaki değişim de, sermayenin imtiyazlı bir konuma sahip olduğu ve diğer toplumsal güçlere doğrudan, dolaysız erişimin esirgendiği bir nüfuz alanı meydana getirmektedir. Bu durum demokrasinin çoğulculuğunu ve
katılımcılığını tehdit eden en önemli unsurdur. Garnham’ın bu konudaki tespiti önceki zikredilen görüşleri de destekler mahiyettedir: (47, Akt. Curran, 160): "Eğer biz oy verme hakkını satın alma gücüne ya da mülkiyet haklarına bağımlı hale
getirmeyi savunursak tuhaf karşılanacağız, ama aslında hem enformasyon kaynağı, hem de tartışma forumu olarak medyaya erişim tam da bu tür bir güç ve mülkiyet yapısı tarafından kontrol edilmektedir."

Medya piyasada yaşayabilmek için tüketicilerin taleplerini karşılamak zorundadır. A. de Tocqueville’nin ortaya koyduğu gibi, "bir gazete ancak yayıncılık anlayışının ve ilkelerinin çok sayıda insan tarafından paylaşılması durumunda yaşayabilir".
Fakat O’Neil’e göre (41), piyasanın (iletişim pazarının) getirdiği bu mecburiyet ne gazeteciliğin varoluş gerekleriyle, ne de yerine getirmesi beklenen demokratik işlevle uyuşmaktadır. Öncelikle piyasadan beklenen çeşitliliklerin artırılması fikri gazeteciliğe
uyarlanamaz. Piyasa, değil görüş farklılıklarını teşvik etmek, gazeteyi kitlesinin halihazırda var olan değer ve inançlarıyla uygun bir şekilde haber sunmaya teşvik eder. Seslenilen kitlenin egemen kültürel çerçevenin dışında olan haber sunumlarına
prim vermez. Bu yüzden de, büyük kitlelere hitap eden gazetecilik, içinde yer aldığı egemen kültürün kapsamında çalışma eğilimindedir. Burada problemi büyük ölçüde günümüz dünyasının geldiği noktada liberalizmin ortaya çıkardığı yeni yapı oluşturmaktadır.

1.2. Reklamcılara Pazarlanan Kitleler

Aslında eleştirel görüşmelere dayanan demokratik tartışma, vatandaşların olaylar hakkında bilgi sahibi olmalarına ve işitmekten hoşlanmayabilecekleri görüşlerden haberdar olmalarına bağlıdır. Basında neyin, nasıl ve ne kadar yer alacağı kararı,
piyasada tüketici tercihiyle biçimlenir. Demokratik tartışma amaçları için neyin, nasıl, ne kadar vurgulanması konusu bu tercihlerle tamamen uyuşmaz olabilir. (O’Neil, 42)

Modern toplumlar homojen olmasalar bile, çoğunlukla medyanın da içinde yer aldığı kültürel ve siyasal sınırları vardır. Çeşitlilik çerçevelenmiş durumdadır. Çeşitlilik ayrıca içinde medyanın yer aldığı piyasanın doğasıyla da sınırlıdır. Günümüzdeki
ticari medyanın yer aldığı iki piyasa vardır. Ürünlerini bir kitleye, kitleyi de reklamcılara satarlar. Reklamcıların gözünde kitleyi oluşturan insanların tümü aynı değildir. Kitlenin yalnızca kendilerine cevap verecek olan kısmı potansiyel piyasayı oluşturur.
Kitlelerin düşük alım gücüne sahip olan bölümü reklamcılar için cazip değildir. Böyle bir kitleye seslenen bir gazete veya televizyon kanalı serbest piyasa şartlarında başarısız olacaktır. Bu nedenle basındaki çeşitlilik her zaman toplam nüfus içindeki
çeşitliliği yansıtmaz. Mesela, İngiltere’deki radikal basın, okuyucuları azaldığı için değil, reklam gelirleri azaldığı için çökmüştür. Yoksa bu dönemde okuyucu sayısında artış olmuştur. Aynı şekilde kayda değer bir alım gücü olmayan azınlık
grupları da bu nedenle kendilerini temsil edecek basından yoksundurlar.(O’Neil, 46)

Medya alanındaki yükselen maliyet ve büyük sermayeye duyulan ihtiyaç da demokratikleşmeyle ilgili fonksiyonunu engellemektedir. Medyada temsil problemi daha çok sermaye sahiplerinin lehinedir. Keane’nin tabiriyle (82), "Sınırsız pazar rekabeti başka bir bakımdan
yurttaşların aleyhine çalışmaktadır. Çünkü iletişim pazarına katılımları büyük sermayeyi gerektirmektedir. Oysa bazılarının parası yok, bazıları da harcayacak durumda değiller."

Ayrıca medya sahipliğinin çok pahalı bir iş olmasını yanısıra medyanın yayın politikalarını yönlendiren reklamverenler de toplumda çoğulculuğu engelleyen amillerin başında gelir. Medya iki yönden kıskaca alınmıştır. Sonuçta hem medya sahipleri hem
de reklamverenler sermayenin temsilcileridir. Bu durumda büyük sermayenin izin verdiği kadar bir demokrasi mümkün olabilecektir.

Medya böylece azınlık bir grubun elinde çoğunluğun sadece izleyici ve tüketici olarak edilgen bir durumda bulunduğu bir araç haline gelmektedir. Büyük sermayeye sahip olmayanların, azınlıkların, alt gelir gruplarındakilerin, hatta yaşlıların ve yeterince tüketme
imkanına sahip olmayanların dışlandığı bir medya düzeni ortaya çıkmaktadır.

1.3. Medyada Mülkiyet Yapısı

Günümüzde, dünyanın özgür basın geleneğine sahip olmayan pek çok yerinde yükselen demokrasi dalgasına hizmet etmek, demokratik eğilimleri yansıtmak isteyenler medyayı geliştirmeye çalışırken Batı modelini kendilerine örnek almaktadırlar. Belsey ve
Chadwic’e göre (16-17), "Bu ülkelerin hayal kırıklığıyla gözlerini açmaları uzun sürmeyecektir. İnsanın başını döndüren bayağılıklardan derslerini alanlar, televizyon kanallarının en yüksek fiyatı teklif edene satıveren hükümetlerle birlikte
ulusaşırı şirketlerin elinde mülkiyet tekellerini karşılarında bulacaklardır."

1970’li yılların sonunda Unesco’nun hazırlattığı, komisyon başkanının adına izafeden MacBride Komisyonu olarak adlandırılan ve dünyanın çeşitli ülkelerinden iletişim alanında salahiyetli bilimadamları tarafından hazırlandığı için genel olarak
MacBride Raporu olarak bilinen araştırmada, medyanın çeşitlilik ve çoğulculuğunun önünde engel oluşturabileceği şu şekilde ifade edilmiştir (24-25):

"Enformasyon özgürlüğünün temel kriterlerinden birinin kaynakların çoğulculuğunda yattığı söylenebilir. Siyasal sistem ne olursa olsun, bu kaynakların hakim grupların elinde temerküz etmesi, özgürlüğün çarpıtılmasına yol açar. Bireylerin
kamusal konularda tercihlerini sağlam temellere oturtabilmeleri için enformasyon ve görüş kaynaklarının büyük bir çeşitliliğe sahip olması gerekir. Bununla birlikte iki noktaya dikkat edilmelidir; Birinci olarak, bilinçli bir çarpıtmayı zorlaştırsa bile,
kaynak çeşitliliği enformasyonun geçerliliğini garanti altına alamaz. İkinci olarak çeşitlilik her zaman çoğulculuğa -özellikle görüş çoğulculuğu- ile eşanlamlı değildir. İletişim ağları ve yayın araçları da kaynaklar kadar çeşitli ve
birbirinden bağımsız olmalıdır. Yoksa çeşitlilik yalnızca görünümden ibaret kalır."

Öncelikle kitle iletişim araçlarının mülkiyet yapısı, haber ve bilgilerin içeriğini önemli ölçüde etkilemektedir. Yazılı basında ve özellikle televizyonlarda bize sunulan haberler çeşitli kaynaklardan, çeşitli kademelerde süzülerek gelmektedir. Bu süreçte,
devletlerin menfaatleri, uluslararası şirketlerin beklentileri ve kişisel bakış tarzları haberlerin sunumunu etkilemektedir. Dünya çapında servis yapan haber ajansları sınırlı sayıdadır. Bu ajanslardan, Reuters, AP, AFP gibi 4-5 ajans dünyadaki haber
servisinin % 90’ını ellerinde tutmaktadırlar. Bu ajansların tümü Batı kaynaklıdır. Öncelikle bütün haberler Batının bakış tarzıyla ele alınmaktadır. Ayrıca ABD gibi dünya düzeninin sağlama iddiasındaki ülkelerin bu haberlerin içeriğinin oluşması
üzerindeki etkisi çok önemlidir. Uluslararası şirketler de kendi çıkarları doğrultusunda haberleri gerek bizzat medyaya sahip olarak, gerekse reklam veren olarak elinde bulundurduğu reklam gücüyle etkileyebilmektedirler.

Medyadaki endüstrileşme bu alandaki maliyeti çok artırmıştır. Bilgi ve haberlerin toplanmasının yüklü bir bedeli vardır. Bu yüzden de gazete ve televizyonlar, mecburen haberleri potansiyel olarak ellerinde bulunduran kuruluşlardan almak zorundadırlar. Belirli
bir sunum tarzını benimseyenler de haber toplama bedeli konusunda medyaya küçümsenmeyecek yardımlarda bulunmaktadırlar. Haber ajanslarının ve halkla ilişkiler şirketlerinin büyümesinin başlıca nedeni budur. Söz konusu haber kaynakları bu şekilde çalışarak,
medyayı, piyasada belirli bir tezgahta satabilecekleri olay çeşitlemelerini sunmak zorunda bırakmaktadırlar. Özellikle İslamla ilgili iletilen haberler buna en önemli örnektir. Bu tip haberlerin çoğu Batılı ajanslar tarafından kendi bakış tarzlarıyla,
formatlanmış olarak dünya medyasına sunulur. Ülkelerinde televizyonları seyreden veya gazeteleri okuyan milyarlarca insan bu haberleri gerçeğin kendisi olarak algılamaktadır.

İdeolojik soğuk savaşın bittiği, kapitalizmin dünyanın tek hakimi olarak görüldüğü yeni dünya düzeninde, düzenin hakimleri olan devletler ve uluslararası şirketler, medyayı kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmakta tereddüt etmemektedirler. Bu yüzden
Chomsky’ye göre (23) yeni medya düzeninde, medya, haberlerin ve yorumların çatısını, yerleşik imtiyazları destekleyen bir çerçevede kurarak ve bu doğrultuda her türlü tartışmayı sınırlayarak, birbiriyle sıkı sıkıya kaynaşmış olan devletlerin ve şirketlerin
menfaatlerine hizmet etmektedir.

2. Türk Medyası ve Demokrasi

Türk medyası ise hem dünyadaki gelişmelerden etkilenmekte, hem de nev-i şahsına münhasır bir durum sergilemektedir. Bu çerçevede Bediüzzaman Said Nursi’nin 90 sene önce, Divan-ı Harb-i Örfi adlı eserinde gazetelerle ilgili ifade ettiği görüşler büyük ölçüde
geçerliliğini korumaktadır. Türk medyası, hâlâ halktan kopuk, toplumdan uzak küçük bir zümrenin elinde, ahlaksızlıkların sergilendiği, kamuoyunun çıkarlar istikametinde yönlendirildiği, kendi hayat biçimlerinin tek gerçeklik olarak sunulduğu bir araç
olarak kullanılmaktadır. Medya, Cumhuriyet döneminde bunlara ek olarak resmi ideolojinin ve otoriter idarelerin savunucusu ve payandası olmak gibi bir misyon da yüklenmiştir.

Türkiye’de gazetenin tarihi, ilk devlet gazetesi Takvim-i Vekayi sayılmazsa, 150 yılı bile bulmamaktadır. Öncelikle, Türkiye’de basının ortaya çıkış biçimi ve bunu hazırlayan süreçler Batıdan çok farklı gelişmiştir. Gazete, Batıda, o ülkelerdeki
ekonomik, politik ve sosyal şartların bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle ticari kapitalizmin gelişimi ve ortaya çıkan sosyal yapının bir gereği olarak malların serbest dolaşımı, haberin de serbest dolaşımını beraberinde getirmiştir. Türkiye’deki
durum ise farklı bir seyir izlemiştir. Bu açıdan basının gelişimi de toplumsal dinamiklerle değil, siyasal dinamiklerle, devlet desteği ve yönlendirmesiyle olmuştur. Türk basını daha çok devlet desteği ve buna bağlı olarak devlet güdümünde bir görünüm
sergilemiştir.

Gazetecilik mesleği Batıda sivil toplum kurumlarının gelişimi ile paralellik göstermiştir. Osmanlı’da ise ilk gazeteler gelişen burjuvazinin menfaatlerine dile getirmekten çok, Batılı ülkelerin artan ekonomik ve mali menfaatlerini koruma aracı olarak 18. asrın
sonundan itibaren yabancılar tarafından ve Fransızca yayınlanmıştır.

Türkiye’de yayınlanan ilk mevkute (süreli yayın) 1785’de Fransa Elçiliği’nde kurulan matbaada basılan Bulletin de Nouvelles’dir. Elçiliğin yayın organı olarak çıkan bu bülten, "Doğuda yerleşmiş Fransızlara, kendi ülkeleriyle ilgili bilgi vermek, Türklere
de Avrupa’yı tanıtmak gayesi taşıyordu."

Türkçe ilk gazete ise 1 Kasım 1931’de devletin çıkardığı Takvim-i Vekayi’dir. Gazete, Sultan II. Mahmut’un Islahat Meclisleri’nde ortaya atılan bir fikrin ürünüydü. Daha çok devletin buyruklarını topluma iletme amacını taşıyordu. Bu dönemde ülkenin
toplumsal şartları henüz özel gazetelerin yayınlanması için müsait değildi. İlk özel Türkçe gazeteyi bir Türk veya Müslüman’ın değil de kapitülasyonlardan aldığı cesaretle küstahlıklar yapan ve mükafat olarak da gazete çıkarma izni alan bir İngiliz’in
çıkarmış olması ilginçtir. William Churchill tarafından 1840’da çıkarılmaya başlanan bu gazete Ceride-i Havadis’tir ve büyük ölçüde devletten yardım alarak yayın hayatını sürdürmüştür.

1860 yılında Agah Efendi tarafından yayınlanmaya başlayan Tercüman-ı Ahval, özel teşebbüs tarafından ve hazineden yardım almadan yayınlanan ilk Türk gazetesidir. Bu yönüyle Türk basın tarihinden bir dönemin başlangıcı sayılmaktadır. Daha sonra 1862’de
Tasvir-i Efkar yayınlanmaya başlar.

Başlangıcındaki tepeden inmeci ve devletçi anlayış Türk basın tarihinin hemen hemen her döneminde etkisini devam ettirmiştir.

2.1. Tek Parti Dönemi Türk Basını

Cumhuriyetten sonra 1946’ya kadar süren tek parti dönemi, basının devletin ideolojik amaçları doğrultusunda yayın yaptığı, muhalif basının ise tamamen susturulduğu bir dönem olmuştur. Basının devlet denetiminde olması için çeşitli yöntemler kullanılmıştır.
Bu yöntemler, basın hürriyetini ortadan kaldıran kanunlar ve uygulamalar şeklinde olmuştur.

Öncelikle Şeyh Said ayaklanması gerekçe gösterilerek 1924’de çıkarılan ve amacı ülkedeki muhalefeti sindirmek olan Takrir-i Sükun Kanunu basını da tam anlamıyla susturmuştur. Kanunun Basın Hürriyetini kısıtlayan 1. maddesi şöyle düzenlenmiştir: "İrticaa,
isyana ve memleketin nizam-i içtimaisini ve huzur ve sükunu ve emniyet ve tahrikat ve teşrikat ve teşebbüsat ve neşriyatı hükümet, Reis-i Cumhurun tasdiki ile re’sen ve idareten men’e mezundur." Bu hüküm, basın hürriyetinin tamamen ortadan kaldırılması
anlamına gelmektedir.

Ayrıca bu dönemde devlet kanunla kurulmuş olan Basın Birliği vasıtasıyla gazetecilik mesleğini icra edebilmeyi de bu kurumun, dolayısıyla devletin iznine tabi kılıyordu. Daha sonra II. Dünya Savaşı’nın çıkması ve sıkıyönetimlerle geçen dönemler Türk
Basınını sadece hükümetin tebliğlerini yayınlayan mevkuteler haline getirmiştir.

Tek Parti döneminde ilginç durumlardan biri de gazete sahip ve yazarlarının hemen hemen hepsinin parlamentoda milletvekili olmasıdır. Böylece gazeteciler Cumhuriyet Halk Partisi’nin ve hükümetin sözcüsü yapılmış oluyordu. (Demir, 50) Ama Valilerin partinin
il başkanı, İçişleri Bakanının da parti genel sekreteri olduğu bir dönemde bu durum çok da yadırganmamalıdır.

25 Mayıs 1935’de yapılan Birinci Basın Kongresi’nde (30), Basın Genel Direktörü Vedat Nedim Tör’ün konuşmasında yaptığı basın tanımlaması, yöneticilerin nasıl bir basın istediklerini de ortaya koymaktadır:

"Atatürk Türkiyesi’nde gazete;

1. Devrim prensip ve ideallerinin geniş halk yığınları içinde yayılması için en kuvvetli bir propaganda organı,

2. Devrimci fütuhatın kaytaklığa (irticaa) karşı en uyanık bir müdafaa aracı,

3. Devrimci hükümetin yaptığı işlerde en samimi bir yardımcı ve uyarıcı,

4. Halkın siyasi, ekonomik ve kültürel eğitiminde en etkin bir okul olmak gibi bir misyonun mümessilidir."

Türk medyası, Hitler ve Mussolini faşist uygulamalarının etkin ve moda olduğu 1935’li yıllarda, Tör’ün basına yüklediği misyonun etkisinden günümüze kadar kurtulamamış, özellikle ilk üç maddenin uygulanmasında her zaman en önemli araç olmuştur.

2.2. Çok Partili Dönem ve Basında Tekelleşme

Çok partili dönem -ara dönemler haricinde- Tek Parti dönemine göre nisbi olarak basın hürriyetinin yaşanabildiği bir dönem olmuştur. Ancak bu dönemde de basın halkın değil, devletin ya da küçük bir azınlığın basını olmaya devam etmiştir. Ama Türk
basınının genel karakteristiği her dönem, devlete bağımlı, belli güç odaklarının sözcüsü ve devletten geçinen bir basın olmasıdır. Son dönemde de büyük ölçüde bu niteliklerinin yanına ticari çıkarların aracı haline gelmesini eklemiştir.

Türk basını çok partili dönemde ülkedeki ekonomik gelişmeye paralel olarak büyüyen reklam pastası ve gelişen teknolojinin ortaya çıkardığı daha kaliteli gazetelerle gazetecilikten para kazanma yolunu keşfetti. Türkiye 1980’li yıllara aile şirketlerinin
hakim olduğu ve gazetelerin başka ticari alanlarda yatırımlara girişmeye başladıkları yapıyla girdi. 1990’lı yıllarda özel televizyonların hayatımıza girmeye başlamasıyla ve oluşan gruplaşmalarla basında tekelleşme tartışmaları başladı.

Bu gelişmeler, medyada holdingleşme ve başka sektörlerde etkinlik gösteren sermaye sahiplerinin medya alanına el atmasıyla sonuçlandı. Medyadaki mülkiyet yapısı eskisinden çok farklı bir hale geldi. Bu değişimde ekonomik gelişmelerin yanısıra, siyasi faktörler
de önemli rol oynadı.

Medyanın gücünün farkına varan sermaye, dışarıdan reklamveren olarak medyada etkili olmak yerine bizzat medya sektörüne girmeye başladı. Reklam ve ilanlarla siyaseti etkilemektense, gazete ve televizyon sahibi olarak siyaseti yönlendirmek sermayenin tercih
etmeye başladığı bir yöntem oldu.

Türkiye’de medyanın doğrudan doğruya büyük sermaye gruplarının denetimi altına girmesi iki biçimde ortaya çıktı (Görgülü, 36-37):

1. Varolan basın işletmelerinin zaman içinde büyüyüp gelişerek ‘basın grubu’ haline gelmeleri. Bu süreç içinde de basın dışı işlere girerek, çok değişik alanlarda çıkar sahibi olmaları, böylece yayınlarını sürdürebilecek ve yeni yayın çıkartabilecek
bir ekonomik güç haline gelmeleri,

2. Yayınını sürdüren gazetelerin artan maliyetlere ve ekonomik güçlüklere dayanamayarak, basın piyasasına yeni giren sermaye gruplarına satılmaları. Basın işletmelerinin el değiştirmesi.

İki biçimde de medya alanı büyük sermaye gruplarının denetimi altına girmekte, bunun sonucunda ‘temerküz’ ve ‘tekelleşme’ temayülleri hız kazanmaktadır. Medya sahiplerin sayısında çok çarpıcı bir azalma olmasa bile gazete, dergi çıkarmak ya da televizyon
yayıncılığını yürütebilmek, işe küçük sermaye ile başlayanların gücünü çok aşmakta, medya ancak ‘büyük sermayenin’ altından kalkabileceği bir faaliyet alanı haline gelmektedir.

1980’ler Türkiye’sinde sermayenin medyada etkin hale gelmeye çalışmasının sebeplerini Sönmez (77), "dördüncü güç’ü paylaşma; siyasi çevrelerde itibar görme ve elindeki silahla korkutma; bu sayede diğer sektörlerdeki yatırımların etkinliğini arttırma
(devlet ihaleleri alma, devlet bankası kredilerinden faydalanma vb.); devlet teşviklerinden ve diğer rantlardan öncelik kapma, medyayı diğer banka ve şirketlerin reklamlarında kullanma; medyayı kullanarak pazarlama faaliyetini artırma; finans sektörünün gözde
olduğu 80 sonrası dönemde itibar ve güven isteyen finansçılıkta medyadan yararlanma" olarak sıralamaktadır.

Türk basını başlangıcından itibaren, devletin kısıtlama ve müdahaleleriyle mücadele etmek zorunda kalmıştır. Çoğu kere çıkarılan kanunlar veya basın hürriyetini ihlal eden uygulamalar Türk basın tarihinin önemli bir bölümünü oluşturur. Bu konudaki
problemler demokrasinin nispeten de olsa uygulanabildiği dönemlerde azalmakta, demokrasinin kesintiye ve zaafa uğradığı dönemlerde de artmaktadır. Fakat yapılan gözlemler, basın hürriyetinin önündeki en önemli problemin yasalardan ve hükümetin uygulamalarından
çok, millete yabancı, halkı, halkın değerlerini küçük gören, bütün ülkeyi kendi yaşam biçimi çerçevesinde değerlendiren her zaman devletçi ideolojinin emrinde hazırolda bekleyen, antidemokratik uygulamalar karşısında refleks gösteremeyen, muhalif bir
duruşu bulunmayan gazetecilerin etkin olduğu, sermayenin denetimindeki bir medya yapısının olduğunu göstermektedir.

Aslında Türkiye’de medya-iktidar ilişkilerinin tek yönlü bir hükümet baskısı şeklinde cereyan ettiğini söylemek yanlış olur. Gazete ve televizyonları elinde bulunduran büyük medya grupları da ekonomik ve kanuni olarak devlet cephesinden gelen baskılara açıkça
davetiye çıkarmaktadır. Basın hürriyetine yönelik kısıtlamalara, kendilerine dokunulmadığı sürece ses çıkarmayan medya grupları, bu yolla küçük ve bağımsız yayınları kendi kaderine terk etmekte, işin ucu kendi yayın organlarına dokunduğunda ise
birer özgürlük havarisi kesilmektedirler.

Bu durumdan önemli ölçüde, gerçek manada fikir gazeteciliği yapan bağımsız medya etkilenmektedirler. Çünkü büyük medya grupları zaten devletle ve iktidarlarla ters düşecek tutumlardan kaçınmaktadır. Ayrıca kanunlar ihlal edildiğinde de bağımsız
medyaya uygulanan müeyyide ve cezalarla, büyük medya gruplarına uygulanan müeyyide ve cezalar farklı olmaktadır.

Basın hürriyetine aykırı kanuni düzenlemeler ve uygulamalar konusunda basın mensupları önemli problemler yaşamakta, uluslararası basın kuruluşları ve demokratik kitle örgütleri tarafından Türkiye en çok gazeteciyi cezaevlerinde bulundurma konusunda ön sıralarda
gösterilmektedir.

Ayrıca büyük medya kuruluşları iktidar ve sermaye çevreleriyle çıkar ilişkileri içinde olduğundan dolayı, sistemin ve güç çevrelerinin reddettiği veya benimsemediği düşünceler zaten bu medyanın gündeminde olmamaktadır.

2.3. Türk Medyası Ne Kadar Demokrat?

Türk medyasını elinde tutanlar kendilerini politik olarak çok güçlü görmektedirler. Ekonomik olarak içinde bulundukları, genellikle bağımlı ve belirsiz ortama karşılık medyaya hakim olanlar kendilerini "birinci güç" olarak görmektedirler.

Bir dönem Türkiye’nin en büyük medya patronu olan Erol Simavi, 1988 yılında Hürriyet gazetesinin 40. kuruluş yılı münasebetiyle yaptığı bir konuşmada, "Türkiye’de birinci gücün kaynağının asker olmadığını, basın olduğunu ve askerin ikinci güç
olduğunu" belirtmiştir. Simavi’ye göre, "Askeri darbelerin gerçekleşmesini sahneleyen de yine basındır." (Aksoy, 17) Hürriyet gazetesi o tarihte Türkiye’nin en etkin gazetesiydi ve Erol Simavi, Türkiye’deki en güçlü kişilerden birisiydi.
"Kabineye bakan atadığı veya istemediği bakanları kabineden attırabildiği" söyleniyordu. (Münir, 24)

Öteki kardeş Haldun Simavi’ye ait Günaydın gazetesinin, patronuyla ters düşmesinden dolayı dönemin başbakanı Süleyman Demirel’e karşı 1970’li yıllarda yürüttüğü kampanya ise iktidar partisi olan Adalet Partisi’nin bölünmesine ve 1970 askeri müdahalesine
yol açacak kadar yoğun ve etkindi.

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin önceki başkanı Nail Güreli ise konunun başka bir yönüne, aslında, "medyanın devlete bağımlı olduğuna" dikkat çekmektedir. Güreli kendisiyle 11 Ekim 1999 tarihli Radikal gazetesinde yapılan bir röportajda bunun
nedenlerini açıklarken, "medyanın devlete karşı güçlü olmadığını, çünkü ekonomik bağımsızlık kazanmadığını" belirtmektedir. Türkiye’de mevcut devlet yapısı karşısında aslında "siyasetçilerin de güçsüz olduğuna" dikkat çeken
Güreli, ‘medyanın zihniyet olarak da henüz devletten bağımsız olmadığını" söyleyerek, aslında ülkedeki demokrasi problemine atıf yapmaktadır.

Görünüşte Türk medyasında da hükümet politikalarına karşı çıkılmakta ve hükümet icraatları eleştirilmektedir. Ama bu muhalefet, -öyle görünse bile- genelde halkın eğilim ve tepkilerini yansıtmaktan çok, bu eğilim ve tepkileri medyaya hakim olanların
çıkarları doğrultusunda kullanmak biçiminde olmaktadır. Chomsky’nin (119) hakim medya için kullandığı tespitler Türkiye’deki medya için de geçerli bulunmaktadır: "Medya, hükümet politikasını sorgular ve karşı çıkar, ama bunu, hemen hemen yalnızca,
devlet-şirket iktidarının özünde ortak olan çıkarlarıyla belirlenen çerçevesi içinde kalarak yapar, (daha çok) elit kesimler arasındaki ayrılıklar medyadaki tartışmalara yansır."

Türk medyası hiçbir zaman mevcut resmi ideolojiyi ve statükoyu tartışmaya açmaz ve muhalefet yapmaz. Çünkü mevcut yapıyla daima grift ilişkiler içindedir. Bu ilişkiler, hem statükodan çekinmeye, hem de faydalanmaya dayanan ilişkilerdir.

Son olarak 28 Şubat döneminde Türk medyasının sergilediği yayıncılık anlayışı, demokratlıktan ne kadar uzak olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Medya postmodern 28 Şubat darbesine zemin hazırlamış, bunu yapmak için çoğu kere yalan haberlerle toplumu
maniple etmiştir. Sabah gazetesi eski yazarı Can Ataklı 22 aralık 1999 tarihli Zaman gazetesinde yayınlanan bir röportajda 28 Şubat sürecinde yapılan haberlerin % 90’ının yalan olduğunu belirtmiştir.

Bu sürece gidişte medya yoğun bir dezenformasyon ve maniplasyonla yalan ve saptırılmış haber yayınına başlamış, bu yayınlar postmodern! darbecilerce toplumun çeşitli kesimlerine verilen brifinglerde kullanılarak sistemin karşısında ne kadar büyük bir
tehlike bulunduğu konusunda zemin hazırlanmıştır.

Burada ilginç bir durum ortaya çıkmaktadır. Önce istenilen istikamette hazırlanan çoğu yalan ya da abartılı haberler gazete ve televizyonlarda yayınlanmakta, daha sonra bu yayınlar ülkedeki irtica tehlikesinin! ne kadar tehlikeli boyutlarda olduğu konusunda
delil olarak kullanılmaktadır. Burada karşılıklı birbirini besleyen bir süreç söz konusudur. Sonuçta demokrasi aleyhine bir ittifakta medya çok önemli bir rol oynamaktadır.

2.4. Yayınlardan Bazı Örnekler

Genel olarak başlangıcından itibaren devlet güdümünde ve etkisinde olan, halkın değerleriyle mücadele eden medyanın bu eğilimini en iyi yayınlarda görmek mümkündür. Gazetelerden verilen aşağıdaki bazı örnekler, Türk basınının demokratlığını,
halka bakış açısını yansıtmaktadır.

"Herkesin bir oyu olmasına hayır!"

Öncelikle, özellikle Cumhuriyet döneminde medyamızın demokrasiye bakış tarzını çok güzel yansıtan bir örnekle başlamak uygun olacaktır. Bilindiği gibi, Türk aydını milli iradeye ve milletin oyuna daima şüpheyle yaklaşmış, ülke yönetiminin milletin
tercihine bırakılamayacak kadar kendileri açısından önemli olduğunu çoğu zaman açıkça ortaya koymuşlardır. Sabah gazetesi yazarı Sedat Sertoğlu’nun 3 Kasım seçimleri öncesinde yazdığı bir yazı halkı küçümseyen ve milli iradeyi hiçe sayan bu anlayışın
Türk basınında hala devam ettiğini göstermesi açısından önemlidir.

11 Ağustos 2002 tarihli Sabah gazetesinde yayınlanan, "Herkesin tek oyu olmasına hayır!" başlıklı yazısında Sertoğlu, "…Hayatında kitap kapağı kaldırmamış, ne ülkesi, ne dünya ile bir ilişkisi olmamış, gazete okumamış, haber dinlememiş
insanlar ile, bütün bunların tam tersi olan insanların eşit oy hakkına sahip olmalarının" doğru olup olmadığını soruyor ve yazısının devamında bunun ne kadar büyük bir yanlışlık olduğunu açıkladıktan sonra, "Benimle ortak yönü olmayan ve
olması da asla mümkün görünmeyene insanların benimle eşit oya sahip olmalarını kabul edemiyorum" diye tepkisini ortaya koyduktan sonra problemin çözümüne geliyordu: "Mutlaka bir formül bulmalıyız bu işe… Artık okuma yazma veya tahsil durumuna göre
mi sınıflandırılır ve insanların kaç oya sahip olacakları belirlenir onu bilmiyorum. Ülkemizde bulunan bu işin uzmanları düşünsün…"

Bu mantık maalesef Türk medyasında etkin yazarların bilinçaltında her zaman yerini muhafaza etmektedir.

"Mutlu son"

Bir başka örnek de siyasetçilere uygulanan ve demokratik ülkelerde uygulama alanı bulması mümkün olmayan siyasi yasaklar konusunda Emin Çölaşan’ın göstermiş olduğu tepkidir. Çölaşan, 21 Eylül 2002 tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlanan yazısında, özelde
Tayyip Erdoğan’ın milletvekili adayı olamamasıyla ilgili kararı "Mutlu son" olarak nitelendirmekte ve yazısına şöyle sonlandırmaktadır: "EVET, gerçekten de mutlu son! Taaa 1960’lı yıllardan beri Türk siyasetinin içinde bulunan 80 yaşındaki
Necmettin Hocaefendi, onun çırağı Tayyip, HADEP’in başındaki Murat Bozlak ve adamı Akın Birdal bu seçimde yok."

Türk medyasında bir dönem Fazilet Partisi’nden milletvekili olan Merve Kavakçı ve Nazlı Ilıcak hakkında kullanılan ifadeler ise, medyamızın içinde bulunduğu seviyesizliği göstermesi açısından düşündürücüdür. Bir hanım olarak Merve Kavakçı hakkında
ağza alınmayacak hakaret ve küfürleri manşet yapan basınımız, Nazlı Ilıcak’ın milletvekilliği Anayasa Mahkemesi kararıyla düşürüldüğü zaman sevinç çığlıkları atmaktan geri durmamıştır. (Bkz. 23 ve 24 Haziran 2001 tarihli Hürriyet, Milliyet,
Cumhuriyet, Sabah, Akşam ve Star gazeteleri)

Demokrasiyle yönetilen bir başka ülkede antidemokratik yasaklara ve baskılara bu kadar sahip çıkan bir başka medya bulmak herhalde mümkün değildir.

Sınırsız ahlaksızlığa evet, dindarlığa hayır!

Milliyet gazetesi, "Üniversite Değil, Medrese" (31 Mart 2002) başlıklı yazısında, "Üniversitelerin çoğunda öğrenci için yurt yok ya da çok yetersiz. Ancak kampusların çoğunda binlerce kişiye hizmet verecek camiler inşa ediliyor" diyerek
Türkiye’deki üniversitelerde ne kadar cami ve mescit olduğunun hesabını yaparken, 12 Mayıs tarihli nüshasında, "Kuzeyde tango, güneyde rock!" başlığıyla "Boğaziçi Üniversitesi’nin ünlü Kuzey ve Güney kampusları, Latin müziği ile tangoya
karşı, rock ve alkolle ‘bilek güreştirdi’" diyerek ve burada yer verilemeyecek tasvirleri kullanarak ahlaksızlığın ve rezilliğin reklamını yapmaktaydı.

Başörtüsü ve dini konularda özgürlüklerin kısıtlanmasını alkışlayan Türk basınının, "Sınırsız özgürlük" manşetleriyle (Milliyet, 1-2 Temmuz 2002; Star, 2 Temmuz 2002) sınırsız ahlaksızlığı teşvik etmek ve bu ahlaksızlığı normalleştirmek
her zaman sergilediği bir davranıştır.

Köpeklere merhamet, insana duyarsızlık

11 Eylül’deki ikiz kulelere yapılan saldırıdan sonra Hürriyet gazetesinin 27 Eylül 2001 tarihli nüshasında yayınlanan bir haber yürekleri sızlatacak önemde görülmektedir. "Canlı bulamayan üzgün köpeklere moral oyunu" başlıklı ve halinden çok
üzüntülü olduğu gayet iyi anlaşılan bir köpek fotoğrafıyla etkisi daha da artırılmış haberde, "Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerinin enkazı altında 15 gündür canlı arayan, ancak canlı yerine hep ceset bulan eğitimli köpeklerin moralleri(nin)
son derece bozuk" olduğundan bahsedilerek, "New York’taki terörist saldırısı sonucu yerle bir olan gökdelenlerin enkazı altında canlı bulamayan köpekler, ruhsal sorunlar yaşıyor ve görevlerini yapamıyor. Bu nedenle bakıcılardan biri enkaz altına
saklanarak köpeklerle ‘canlı kurtarma oyunu’ oynuyor. Saklanan bakıcıyı kazazede sanan köpek, müthiş bir sevinç duyuyor." ifadeleri kullanılmaktadır.

Ama aynı basın maalesef dünyanın öteki köşelerindeki, pek çok zulme seyirci kalmakta hatta kendi ülkesinde olan pek çok haksız uygulamayı haber değeri bulmadığı için yayınlamamaktadır.

En yakın örnek olarak yürekleri sızlatacak bir muhtevada olan ve İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde başörtülü olduğu gerekçesiyle tedavisi yapılmadığı için öldüğü iddia edilen Medine Bircan haberi, muhafazakar medya dışında hiçbir gazete ve
televizyonda kendine yer bulamamıştır.

Okullarda ve işyerlerindeki pantolon yasağının ne kadar çağdışı kaldığıyla ilgili haberler yapan medya, başörtülülere yönelik haksızlığı ise "YÖK’ten türban temizliğine devam" (Binyıl, 26, 10, 2000) manşetiyle vermektedir.

Star gazetesi, "Ayaklarını yıkayıp suyunu içtiler" başlığıyla yayınlandığı haberde "Dünyaca ünlü yogacı Shri Madaji ile 3 bin 500 hayranı Lütfi Kırdar’da buluştu. Ücretsiz yoga seansıyla ‘aydınlandılar’. Yakın müritleri ise,
Mataji’nin ayaklarını yıkayıp, bu suyu kana kana içti." ifadeleriyle nötr, hatta tasvipkâr bir üslup kullanırken, 28 Temmuz 2002 tarihli nüshasında "Bu manzara devlet protokolüne nasıl oturacak?" başlığıyla AKP’nin başbakanı ile muhtemel
bakanlarının eşlerinin başörtülü fotoğraflarını yayınlamakta, hem bunu anormal bir durum gibi sunmakta, hem de bazı çevrelere ihbarcılık yapmaktadır.

Hürriyet gazetesi 18 Temmuz 2002 tarihli sayısında bir öğrenci mezuniyet yıllığında Peygamberimizin hutbesinin yayınlanmasına "Bilim yuvasında Veda Hutbesi’nin ne işi var." manşetini atmakta beis görmemektedir. 23 Haziran 2002 tarihli Milliyet
gazetesi ise çok sıradışı bir olaymış gibi Cumhurbaşkanının eşinin Romanya gezisinde bir camiyi ziyareti sırasında başörtüsü takmasını, "Semra Hanım camide başörtüsü taktı." şeklinde haber yapmaktadır.

Bir başka örnek ise bazı yazarların halkın inancına ne kadar yabancı olduğunu göstermektedir. "Meleklere, cinlere inanıyor musuz?" başlıklı 8 Ekim 2002 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan yazısında Erdal Atabek, bu ankette yazının başlığındaki
sorulara Türkiye’nin önemli üniversitelerindeki öğrencilerin % 75-80 oranında evet cevabı vermeleri karşısında, "Kadere inanacaksınız da fizik olaylarını kaderle mi açıklayacaksınız. Türkiye, dünyanın ortaçağına dönmüş de kimsenin bu denli
haberi olmamış. Bu safsata anketinin ortaya koyduğu gerçekler dehşet vericidir." ifadeleriyle nitelendirmekte ve topluma ne kadar yabancı olduğunu ortaya koymaktadır.

Bir başka yazar Ece Temelkuran ise Milliyet gazetesinin 9 Haziran 2001 tarihli nüshasında "Zorba kalmadı, Hz. Hamza verelim!" başlıklı yazısında "Bir millet, Quinn’i Zorba’dan değil de, Hz. Hamza’dan hatırlıyorsa milli erkek meselesini ömrü
billah çözemezsiniz tabii!" mantığıyla bir Yunanın hayatını anlatan "Zorba" filmini seyretmeden "Çağrı" filmini seyrederek Quin’i tanımanın ne kadar büyük bir talihsizlik olduğunu, "Aklına Zorba değil de, Hamza kazınan bir
milletin erkeklerinden çok fazla şey beklenmemesi." gerektiği şeklinde ve geniş geniş açıklamaya çalışmaktadır.

Sonuç

Medya en klasik tarifiyle demokrasilerde yasama, yürütme ve yargıdan sonra, bunları dengeleyen ve halk adına yönetenleri denetleyen bir dördüncü güçtür. 1980 sonrası oluşan yeni liberal düzen içerisinde, asli fonksiyonlarını yerine getirebilmesi açısından
medyanın önemli problemleri olmasına karşın, gelişmiş demokratik kurumlar, etkin kamuoyu medyayı gene demokrasinin en önemli kurumu olarak bu ülkelerde etkin kılmaktadır.

Türk medyasının günümüzde içinde bulunduğu durum, Bediüzzaman Said Nursi’nin 90 sene önce ortaya koyduğu problemlerin hâlâ devam ettiğini göstermektedir. Medya büyük ölçüde resmi ideolojinin etkisinde, Türk toplumunun değerlerine ve inançlarına ters
yayın politikaları yürütmekte, ticari çıkar çatışmalarının mücadele ettiği bir alan olarak varlığını sürdürmektedir. Batıda olduğu gibi demokratik değerler ve etik, Türk basını için çok fazla bir mana ifade etmemektedir. 1980 sonrasında uygulanan
yeni liberal politikalar sonucu ortaya çıkan tekelci ve sermayenin silahı haline gelmiş medya yapısında özgür ve demokrat gazetecilik yapma imkanı da çok azalmıştır. Yazılı ve görsel basın Batı ülkelerinde demokratikleşmenin ve özgürlüklerin itici gücü
olmasına rağmen, ülkemizde demokrasinin önünde, demokrasi karşıtı güçlerin demokrasi yönündeki gelişmeleri engellemek için kullandıkları bir araç olarak durmaktadır.

Medya gerçek fonksiyonu itibariyle halkın sesi olmasına rağmen, çıkışından itibaren Türkiye’de farklı bir seyir izleyerek, devletin ve son dönemde de çıkar gruplarının sesi olma yolunu seçmiştir. Bu çerçevede resmi ideoloji tarafından oluşturulmuş Türkiye’deki
diğer kurumlardan çok farklı bir yapı sergilememektedir.

Kaynaklar:

Aksoy, Asu, "Türk Medyasını Anlamak", Birikim, Sayı: 61, Mayıs 1994.

Bride, Sean Mac (Başkan), Bir Çok Ses Tek Bir Dünya-İletişim ve Toplum-Bugün ve Yarın, UNESCO Raporu, UNESCO Türkiye Milli Komisyonu, Ankara 1993.

Belse, Andrew, Chadwic, Ruth, "Medyada Etik ve Siyaset: Kalite Arayışı", Medya ve Gazetecilikte Etik Sorunlar, Der.: A. Belsey, R. Chadwick, Çev.: Nurçay Türkoğlu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1998.

Birinci Basın Kongresi, 25 Mayıs 1935, Basın Genel Direktörlüğü Yayını, İstanbul 1936.

Chomsky, Noam, Medya Gerçeği, Çev. Abdullah Yılmaz, Tümzamanlar Yayıncılık, İstanbul 1993.

Curran, James, "Medya ve Demokrasi: Yeniden Değer Biçme", Medya, Kültür, Siyaset, çev. ve der.: Süleyman İrvan, Ark Yayınları, Ankara.

Demir, Vedat, Türkiye’de Medya ve Özdenetimi, İletişim Yayınları, İstanbul 1998.

Encabo, Manuel Nunez, "Gazetecilik Etiği ve Demokrasi", Medya, Kültür, Siyaset, Çev. Süleyman İrvan, Ark Yayınları, Ankara 1997.

Görgülü, Güventürk, Basında Ekonomik Bağımlılık, Gazeteciler Cemiyeti Yayını, İstanbul 1991.

İskit, Servet, Türkiye’de Matbuat İdareleri ve Politikalar, Başvekalet Basın Yayın Umum Müdürlüğü Yayını, Ankara 1943.

Kabacalı, Alpay, Başlangıçtan Günümüze Türkiye’de Basın Sansürü, Gazeteciler Cemiyeti Yayını, İstanbul 1990.

Keane, John, Medya ve Demokrasi, Çev. Haluk Şahin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1992.

Metin, Münir, Sabah Olayı, Altın Kitaplar, İstanbul 1993.

Nicholas Garnham, "The Media and the Public Sphere", Der., Oladhing, Graham Murdocak ve Philip Schlesingir, Communication Politic, Leicester Universty Press, Leicester 1986.

O’Neil, John, "Piyasada Gazetecilik Yapmak", Medya ve Gazetecilikte Etik Sorunlar, Der.: A. Belsey, R. Chadwick, Çev.: Nurçay Türkoğlu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1998.

Sönmez, Mustafa, "Türk Medya Sektöründe Yoğunlaşma ve Sonuçları", Birikim, Sayı: 92, Aralık 1996.