"Hürriyet budur ki;
kanun-u adalet ve te’dibden başka
hiç kimse kimseye tahakküm etmesin.
Herkesin hukuku mahfuz kalsın,
herkes harekat-ı meşruasında şahane serbest olsun."
Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, s. 57

Demokrasi, demokratikleşme, hürriyet gibi kavramlar Batının akademik çevrelerinde artık sıkça tartışılmayan kavramlardır. Siyasetin ve toplumun belli bir sükunete kavuştuğu Batılı toplumlarda bu kavramlar teorik tartışmalardan kurtulmuş ve pratik
hayata önemli ölçüde geçirilmiştir. Ülkemizde ise yıllardan beri tartışılan bir kavramdır demokrasi ve demokratikleşme. Modernleşme hareketlerinin başladığı yıllarda, askeri darbe dönemlerinde ve en son 28 Şubat sürecinde her zaman kamuoyunda ilk sıralarda
yer almıştır. Rahatlıkla söylenebilecek bir husus Türk siyasal kültürüne hakim olan transandantal (aşkın) devlet anlayışına teslim olmamış kesimin platonik hisler beslediği ve kavuşmak için az çok gayret gösterdiği bir hükümet biçimidir.

Demokrasi, "aralarında hiçbir ayrım gözetmeksizin bütün vatandaşların katıldığı hükümet biçimi…" diye tanımlanır. (Hançerlioğlu, Orhan, Toplum Bilim Sözlüğü, Remzi Kitapevi, İstanbul 1986, s. 87) M.Ö. 8. yüzyılda tek kişinin egemenliğini
ifade eden "monarşi"ye ve soylular kümesinin egemenliğini ifade eden "aristokrasi"ye karşı ortaya çıkmıştır. Bunun anlamı halk iradesi dışında şekillenmiş bir yönetime karşı halkın yönetime katılma talebinin demokrasiyi ortaya çıkardığıdır.
Bir başka anlatımla demokrasi belli bir halk mücadelesi sonucunda halkın yönetime katılmasını ifade eden bir kavramdır. Demokratik bir rejime ulaşıldıktan sonra mesele hallolmuş olmamaktadır. Zira demokrasi sosyo-kültürel özelliklere ve çağın veya ülkenin
o anki haline göre askıya alınabilmektedir. 2. Dünya Savaşında Almanya ve İtalya gibi ülkelerde faşizan nitelikte yönetimler demokratik rejimlerin üzerine bina edilmişlerdi. Demek ki, demokrasi bir mücadeleyi ve sürekli korumayı gerektiren bir hükümet biçimidir.

Ömer Laçiner’in deyimiyle "Türkiye’de demokrasi, devletin kendisini algılayışı ve toplumun da devlet algısı aynı kalmak kaydıyla yürürlüğe sokulmuştur." (Laçiner, Ömer, "Devlet-Toplum ilişkisi", Birikim Dergisi, Ocak-Şubat/1997, s.
18.) Bunun anlamı şudur: Türk siyasal kültüründe demokrasi devletin rızası olursa lütfedilebilen bir nimettir ve bu nimet devleti kutsal ve eleştirilmez kabul eden bir toplumla karşılamaktadır. Bu kültürel yapı da devletin demokrasiye müdahalesini kolaylaştırmaktadır.
Askeri müdahaleler bile neredeyse kurumsallaşmış ve sanki gizli bir devlet organı imiş gibi bir izlenim vermeye başlamıştır. Demokratik kurumlara müdahale edebilen bir devlet yapısının varlığı Türkiye’nin kendine mahsus bir demokrasi anlayışı olduğunu
ifade eder. Aslında bunun demokratik bir yapı mı olduğu da Türkiye’de sıklıkla tartışılmaktadır. Millet iradesinin önemsenmeyerek meclislerin feshedildiği bir siyasal kültür hakimdir ülkemizde. Demokrasimiz Ahmet İnsel’in tabiriyle "görünüşte tüm
kurumlarının ayakta olduğu, ama bu kurumlardan yetki alanların havuzda oynadığı ya da düdük sesi duyar duymaz hazırola geçtiği güvenli bir demokrasidir." (İnsel Ahmet, "MGK Hükümetleri ve Kesintisiz Darbe Rejimleri", Birikim Dergisi,
Nisan/1997, s. 17) Bunun tarihi kökenlerini Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında aramak mümkün olsa gerektir. Bir başka anlatımla transandantal (aşkın-kutsal) devlet anlayışının hakim olduğu ve sivil toplumun iyice pasifize edildiği bir ülkede askeri
müdahaleler, meclis iradesinin yok sayılması, eğitimin tekelleştirilmesi, temel hak ve özgürlüklerin yeterli güvence altında olmadığının yeni yeni kabul edilmesinin kökeninde radikal bir devletçilik politikası aramak gerekmektedir. Seçim arefesinde ülkemizde
genelde dine ve dindarlara uzak durmayı tercih etmiş, hatta tahammül etmeyi bile reddetmiş CHP’nin politikasında dikkate değer değişikliklere gitmesi demokratikleşme ve devlet-millet kaynaşması açısından umut verici nitelikte gelişmelerdir. Ancak yaşadığımız
28 Şubat süreci (hala da etkileri sürmektedir) bu umutları biraz köreltmektedir. Çünkü kendi fikir ve dünya görüşüne aykırı gördüğü siyasi hayatı ve düşünceleri reddeden güçlü bir MGK vardır ülkemizde. Eski cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in
deyimiyle, "Bakanlar Kurulu siyasi bir müessesedir. Ama Milli Güvenlik Kurulu devlettir" (Hürriyet Gazetesi, 28.12.1996.)

28 Şubat süreci Türk demokrasisinin kurumsal ve yapısal eksikliklerinin yanında, kültürel eksikliklerini de gözler önüne sermiştir. Aynı zamanda toplumsal grupların henüz sükunete kavuşmadığını ve hala devlet-millet kaynaşmasının gerçekleşmemiş olduğunu
ispatlamıştır. Medyanın -ki modern demokrasilerde yasama, yürütme ve yargının yanında dördüncü güç olarak kabul edilmektedir- sistemin resmi sözcülüğünü yaptığı, sükunete hizmet etmek yerine ateşe körükle yaklaşmayı tercih ettiği bir dönemdi 28
Şubat. 3 Kasım seçimlerinden sonra oluşan meclis aritmetiği ve 363 kişilik milletvekili grubuna sahip yeni hükümete rağmen yeni bir "müdahale" endişesi gündemden düşmemiştir. Bu, Türkiye’de siyasete ve anayasal kurumlara duyulan güvenin azaldığının
işaretidir. Siyaset belki Türkiye’ye mutluluk getirmemiş olabilir ama devlet yapılanmasının güçlü bir siyaset olmaksızın değişmeyeceği de bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.

Muhtaç olduğumuz toplumsal beraberlik 28 Şubat müdahalesiyle bir süre daha ertelenmiştir. Toplumsal gruplar sanatkar, tacir, esnaf, akademisyen, aydın, işçi, öğrenci, sanayici, işadamı… şeklinde belirginleşeceği yerde, ülkemizde laik-antilaik şeklinde ayrışan
bir görünüme kavuşmuştur. Bu ayrım yaklaşık 80 yıllık mazisi olan Türkiye Cumhuriyeti’nde toplumsal beraberliği engelleyen radikal bir yaklaşımın varlığını belli eder. Pek tabiidir ki, olayı laik-antilaik tartışması ekseninde değerlendirmek toplumsal
çekişmenin sadece bu iki kesim arasında olduğunu ifade etmek için söylenmemektedir. Zira Türkiye’de İslami kesimden sosyalistlere, akademik çevrelerden ticaret erbabına kadar herkes demokrasi, hürriyet, özgürlük gibi kavramlara az çok atıf yapmaktadır. Bir
başka anlatımla sorun sadece belli kesimin demokrasi ve hoşgörü talebi değildir. Şuurlu veya şuursuz olsun toplumun büyük bir kesimi demokratik bir Türkiye hayal etmektedir. Türkiye’deki radikal devletçi çizgiden farklı profil çizen sağ partiler demokratik
taleplerin az çok sözcülüğünü yapmışlardır. Ancak Türkiye’deki "kemalist, sol devrimci" gelenek sağ partileri hep gericilikle, kriz yaratılmak istendiğinde de irtica yardakçılığıyla suçlamıştır. (Alkan, Ahmet Turan, "İrtica: Nam-ı Diğer;
Vurun Kahpeye", Birikim Dergisi, Mart/2000, s. 30) Bir bakıma toplumsal kaos dini taleplerde bulunan kesimin yaşam tarzına ve fikriyatına mal edilmiş ve bu metodla laik-antilaik tartışmaları sürekli popüler tutulmuştur. Demokratikleşme bir bakıma bu iki
kesimin uzlaşmasına bağlı gibi gözükmektedir. Devletin sosyalist veya milliyetçi kesimin eski hükümlülerine daha hoşgörüyle bakarken dindarları rejim karşıtı, fundamentalist, devrimci gibi değerlendirmesi devam ettiği müddetçe toplumsal kaynaşma mümkün
olmayacak gibi görünüyor.

Bir ülkede anayasal kurumların ve siyasi yapının sağlam ve demokratik içerikli olabilmesi için zorunlu unsurlardan birisi güçlü ve değişime açık bir "sivil toplum"un varlığıdır. Bir ülkede sivil toplumun ortaya çıkabilmesi için devletin taşıması
gereken iki özellik vardır:

1. Hukuk devletinin varlığı

2. Devletin sınırlı olması (Çaha, Ömer, Aşkın Devletten Sivil Topluma, Gendaş-Kültür, İstanbul 2000, s. 58) Bu iki şartın mevcut olmaması sivil toplumun oluşmasını engellemekte ve "ülkenin teb’ası" olarak görülen yurttaş modelini netice
vermektedir. Hukuk devleti devletin tüm vatandaşlarını eşit statüde kabul etmesini, temel hak ve hürriyetlerin güvence altına alınmasını ve bürokrasinin hiçbir şekilde keyfiliğe yer vermemesini ifade eder.

Demokratik rejimlerde devlet hukuk ile takyit edilmiştir ve vatandaşına hizmet etmekten öte bir fonksiyonu yoktur. Demokratik rejimlerden farklı bir profil çizen "ideolojik devlet" ise savunduğu ve taşıdığı ideolojiye yakın olan gruplara imtiyaz dağıtmakta,
bu ideolojiyi benimsemeyen ya da bu ideolojiye uzak olan grupları büyük ölçüde sınırlandırmaktadır. (a.g.e, s. 59) Türkiye’de de benzer tablolara rastlamak mümkün olduğuna göre, Türkiye’nin demokratik bir rejimden ziyade ideolojik devlete yakın olduğunu söylemek
mümkündür. Türkiye’de siyasi partilerden dini cemaatlere, holdinglerden spor klüplerine kadar devlet destekli oluşumlara rastlamak mümkündür. Bu oluşumların yükselebilmesi veya temel hak ve özgürlüklerden, yönetime katılmaktan faydalanabilmesi hep devletin
omuz vermesine bağlı olmaktadır. Serbest hareket alanı oldukça dardır. Devletin resmi söylemini benimsemeyen oluşumlara sıkı markaj uygulanır ve münasip bir zamanda müdahale yapılır. Devleti bilimsel olarak eleştirmek bile yasaktır. İfade özgürlüğü sübjektiftir
ve söyleyene ve söylenene göre değerlendirilir. Daha açık bir ifade ile eleştirilerin sınırını kutsal devlet belirler. Bu sınırı aşanlar bir şekilde mukabele görürler.

Sivil toplumun oluşmasının ikinci şartı devletin sınırlı faaliyetlerde bulunan bir yapıda olmasıdır. Devlet ile sivil toplumun aynı alanda faaliyetlerde bulunması sivil toplumun hareket alanını daraltacaktır. Bu mekan darlığı da sivil toplumun ortaya çıkmasına
ve gelişmesine engel olacaktır. Sivil toplumun ortaya çıkması veya sivil toplumun var olan yapısını güçlendirmesi biraz da keyfiyetle alakadardır. Milletin hürriyete verdiği öncelik, entelektüel seviyesi, ülkedeki eğitim kalitesi gibi olgular sivil toplumun
güçlenmesine katkıda bulunur. Bireylerin yasalara olan güveni ve yasaları koruma şuuru da sivil toplumu güçlendirici faktörlerdendir. Jürgen Habermas’ın "yasalar önünde eşit olmakla kalmamalı, kendimizi, bizi bağlayan yasaların yapıcıları olarak da görmeliyiz"
(Habermas, Jürgen, Çokkültürcülük: Tanınma Politikası, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1996, s. 124) sözüyle sivil toplumun hem nefis muhasebesi yapmasını önerir, hem de yasaları sürekli kontrol altında tutan bir tavır alması gerektiğini ifade eder.

Türkiye’de sivil toplumun var olup olmadığı ya da var ise bunun yeterli olup olmadığı dönemin şartlarına göre değişebilmektedir. Askeri müdahalelerden sonra sivil toplumun soluğu kesilmekte ve hareket alanı mümkün olduğunca daraltılmaktadır. Ara rejim
olarak adlandırılan bu dönemlerde en büyük sivil toplum organlarından biri olan basının bile resmi ideolojik söylemi yüceltmesi ve demokratik yaklaşımlardan uzak durması demokrasinin ve demokratikleşmenin önünde sürekli set oluşturmaktadır. Basın son
olarak 28 Şubat sürecinde bu yönden kötü bir sınav vermiştir.

Siyasetin inanılmaz şekilde kirlendiği ve adeta saltanata dönüştüğü, liderler sultasının büyük bir iştahla devam ettirildiği, siyasetin entelektüel seviyeden çok uzaklarda yürütüldüğü bir siyasi yapıda demokratikleşme beklemek hayalden öteye geçemez.
Suçun sadece siyasilere yüklenmesi de yanlıştır. Zira demokrasi demokratik tutumlu bir toplum olmadan ortaya çıkmayacağına göre, en küçük sivil toplum örgütü olan aileden başlatılması gereken demokratik yapılanma gerekmektedir. Bunun anlamı demokratikleşmenin
bir oranda nefis terbiyesine bağlı olduğudur. Toplumun tüm kurumlarına sinen ataerkil ve despotik yapı kovulmadığı sürece ne tam özgürlük ne de tam demokrasi gelecektir. Siyasetin beraberinde getirmiş olduğu kaos, kirlenme, şiddet, kavga gibi kavramlara takılmadan
ilerleyebilmek için ahlaki yapılanma da şarttır. Kendi şahsına kötü davranan veya önem vermeyen bir insanın toplumun haklarına saygı göstermesi de beklenilemez. Bir başka anlatımla kendine önem vermeyen ve tutarlı bir dünya görüşü olmayan insanların
demokratikleşme uğrunda verebileceği fazla bir şey yoktur.

Hayali görünümden ibaret olan çağdaş Türkiye imajı, gün geçtikçe yıpranıyor. Artık kolay kolay kimseyi inandıramıyoruz çağdaş bir ülke olduğumuza. Yaklaşık 80 yıldan bu yana devlet toplum ilişkilerinin hep devletin istediği formda şekillenmesi ve
nokta-i mihrakiyede hep devletin yer alması başka bir netice veremezdi zaten. Halk iradesinin neticesi olan meclisin Ümit Özdağ’ın deyimiyle "hükümetin ordu tarafından görevden alınması" vak’asıyla sık sık yüzleşen bir toplumuz. Bu illegal
tasarruflara demokratik tepki vermediğimiz sürece demokrasiyi hep platonik hislerle bekleyeceğiz. Unutulmaması gereken bir gerçek demokrasinin tepeden inmeyeceği, güçlü bir toplumsal talep olması halinde bir ülkeye yerleşeceğidir. Yerleşmesi bile tüm
problemleri ortadan kaldırmaya yetmez. Zira insanlık tarihinde özgürlük ve eşitlik düşmanları hep olmuştur ve olacaktır. Bu yüzden demokrasi sadece ulaşılan bir hükümet biçimini ifade etmez. Sürekli korunup kollanması gereken ve uğrunda fedakarlıkta
bulunan toplumsal bir ortamda yeşeren nazdar bir hükümet biçimidir. Bireye ve devlete yüklenen mana bir ülkedeki demokratikleşme ve demokrasinin kuvveti hakkında ipucu veriyor ise bu ipucu, Türkiye için olumlu neticeler vermekten uzaktır. Zira Türkiye’de birey
devletten sonra gelir ve devletin müsamaha gösterdiği birey kamusal alanda barınabilir. Türkiye’de güçlü ve kurumsallaşmış bir demokrasinin yerleşebilmesi için devletin radikal müdahalecilikten vazgeçmesi, İslami kesim içerisinde demokrasiyi hala küfür
rejimi olarak gören zihniyetin yaptığı yanlışlığın bilimsel bir tarzda ispatlanması, tacirlerin-sanayicilerin bireysel çıkardan ziyade "milletin selameti" için demokrasiyi desteklemesi, entelijansiyanın devletin resmi sözcülüğünden vazgeçmesi
gerekmektedir. Aksi halde demokrasi ve demokratikleşme hep kavuşulamayan bir canan olarak kalmaya devam edecektir. Yazıyı Etyen Mahçupyan’ın Türkiye’deki millet-devlet ilişkisini analiz eden bir tespitiyle bitirelim: "Cumhuriyet’e damgasını vuran milliyetçilik
ve laiklik anlayışı, sürekli derinleşen ve sosyolojik yırtılmalara neden olan bir ayrımlaşma ve içe kapanma atmosferi üretti. Otorite kullanımı ve baskı yoluyla taleplerin yok edileceğinin sanılması, söz konusu talepleri siyasetin dışına iterek birer
‘yeraltı’ kültü oluşturdu. Her an sistem dışı siyasallaşma potansiyeli taşıyan bu cemaatçi eğilimlerle baş etmek üzere ise, çare olarak daha otoriter yapılanmalara başvuruldu." (Mahçupyan, Etyen, Lümpen Demokrasi, Zaman Gazetesi, 06.10.2002)
Demokrasimizin kurumsallaşması, hukukun üstünlüğünün ve hukuk devletinin bir an önce hayata geçmesi, çoğulculuğun bir tehlike olarak algılanmaması ve nihayet devlet-millet kaynaşmasının hayatımıza aksetmesi umuduyla…