Osmanlı Devletinin gerileme ve çöküşüne paralel olarak kurtuluş reçetelerinin arttığı ve Osmanlı aydınının bu konuda büyük çaba içinde olduğu bilinmektedir. Özellikle on dokuzuncu yüzyıldan itibaren Batıyı daha yakından tanıma, görme, değer
yargıları hakkında yerinde bilgi sahibi olma imkanına kavuşan Osmanlı aydınının, değerlendirmeleri yaparken daha gerçekçi davrandığı ve Doğu-Batı kıyasını daha mukni delillerle sergilemeye başladıkları görülmektedir.

Batıyı giderek, görerek, orada okuyarak, yaşayarak öğrenen aydınlarımızı dar bir çerçeve içinde değerlendirmek ve onları belli kalıplar içine koymak mümkün değildir. Söz konusu aydınların Batı’yı tanımadan önce ve tanıdıktan sonraki görüşleri
ve değer yargılarının benzerliklerinin yanında farklılıkları da çoktur. Bunlar, gerek Batı’da bulundukları süre zarfında, gerekse döndükten sonraki dönemlerde basın ve yayın yoluyla fikirlerini yaymaya gayret göstererek, kendilerine göre Osmanlı
Devleti’nin düze çıkma ve toplumun problemlerine çare bulma yoluna gitmişlerdir.

On dokuzuncu yüzyıldan itibaren özellikle yayın yoluyla büyük bir fikir bombardımanının yaşandığı gözlemlenmektedir. Özellikle hak ve hürriyet, eşitlik, adalet, devlet başkanlığının mahiyeti ile görev ve yetkileri, saltanat, hilafet, istibdat, imtiyazlı
insanların olup olamayacağı, demokrasi, ululemre itaat ve muhalefet hakkı, meclisin teşkili ve seçim tarzı, meşrutiyetin Osmanlı toplumuna uyup uymadığı gibi konular çok sayıdaki aydın tarafından ele alınıp tartışılmıştır. Bu konuları ele alıp fikir
yürütenleri; Batıcı, İslamcı, Türkçü olarak vasıflandırılan tüm kesimler arasında bulmak mümkündür. Biz de bu çalışmamızda İslamcı olarak vasıflandırılan bazı isimlerin fikirlerini derlemeye çalıştık. Bunlar; Said Halim Paşa (1864-1921),
Ali
Suavi
(1839-1878), Şeyhülislam Musa Kâzım (1858-1920), Mehmed Seyyid (Seyyid Bey 1873-1924), İsmail Hakkı İzmirli (1868-1946), Ahmed Hamdi Akseki (1887-1951) ve Şeyhülislam Mustafa Sabri (1869-1954).*

Hak ve Hürriyetler

Hürriyeti, "insanoğlunun hakikati arama ve adaleti gerçekleştirme yolundaki çalışmalarının bir meyvesi" (M. Ertuğrul Düzdağ; Said Halim Paşa Buhranlarımız ve Son Eserleri, İz Yay. 3. Baskı, İstanbul 1998, s. 37) olarak gören
Said Halim Paşa, hürriyetin
derecesi ile manevi ve fikri ilerleme arasında paralellik kurar. Sarf edilecek gayret oranında hürriyetin derecesinin yükseleceğini belirtir. Doğu-Batı dünyasını kıyaslarken; Avrupa’nın putperestlikten Hıristiyanlığa geçtikten sonra da hürriyetlerine kavuşamadığını
ve ruhbanlık ve asillik imtiyazına sahip kesimler tarafından baskı altında yaşamaya devam ettiğini belirtir. Verdikleri mücadele sonucu Batı için hürriyetin sosyal zincirleri kırma ve kölelikten kurtulma anlamına gelmesine rağmen çağdaşları olan İslam
toplumu için böyle bir durumun söz konusu olmadığını bildirir. Yine bu dönemde yaşayan Müslümanların daha müsamahakar olduklarını, adalet sahibi ve hürriyet sever olduklarını ilave eder (Düzdağ, age, s. 40).

Şeyhülislam Musa Kâzım hürriyeti; azadelik, azade olma olarak tarif ettikten sonra bu azadeliğin bütün kayıtlardan azade anlamına gelmediğine dikkati çeker. Mutlak hürriyetin hiçbir yerde olmadığını, mükellefiyet ve sorumlulukların böyle bir duruma imkan
vermediğini izah eder. Kainattaki her şeyin belli bir mükellefiyetle kayıt altına alınmış olup, belli mükellefiyetlerle bağlı olmalarını, mutlak hür olmanın imkansızlığının delili olarak gösterir. "Her mahluk behemehal kendi üstünde bir amirin
emrine, bir müessirin tesirine tabidir ve bu da tabii ve cibilli bir durumdur. [O’nu hamdederek tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur] mealindeki İsra Suresinin 44. ayeti ve benzeri pek çok ayetin buna işaret ettiğini, Sırat-ı Müstakim’deki yazısında dile getirir (İsmail
Kara; Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi, C. I, Risale Y., İstanbul 1987, s. 49-50).

Hürriyeti, İslamiyet’in esaslarından biri olarak gören Musa Kâzım, hürriyetin sınırlarını, başkasının hakkına tecavüz etmemek kaydıyla her şeyi savunup veya karşı çıkma hakkına sahip olarak çizer. İnsanlık ve medeniyetin olgunlaşmasını ve yükselmesini
sağlayan, ulvi hürriyettir. İnsanlar başkasının hakkına tecavüz etmemek kaydıyla, kimden gelirse gelsin her türlü haksızlığa karşı koyma hakkına sahiptirler. İslam dininin bahşettiği bu hürriyet sayesinde Müslümanlar arasında haksız muamelelere fazla
rastlanılmadığı, sıradan insanların haksızlığa uğradıklarını zannettikleri anda bizzat Peygamber Efendimize (asm) veya halifelerine sorup açıklama isteme hürriyetine sahip olduklarını belirtir. (Kara, age., C. I., s. 68). Musa Kâzım, 27 Şubat 1319
tarihli İslam Mecmuası’nda yayınlanan makalesinde şunları yazar: "İslam dininin bahşettiği hürriyetin kuvvet derecesine ve yüce mertebesine bakınız ki, Hz. Peygamber bir hadis-i şerifinde, zalim bir hükümdara karşı doğru sözü söylemeyi cihadın en
faziletlisi saydığı gibi, diğer bir hadis-i şerifinde de böyle bir hükümdarı adaleti icra etmeye ve zulümden sakınmaya davet edip de ondan dolayı o hükümdar tarafından öldürülen herhangi bir gayretli kişiyle ulu amcaları, şehitlerin seyyidi Hz. Hamza’yı
ulvi mertebesinde eşit tutmuşlardır ki, hak ve hakikati muhafaza ve müdafaa uğruna söz söyleme ve konuşma hürriyetine bundan daha ziyade revaç vermek imkan haricindedir."

Ahmed Hamdi Akseki, hürriyeti İlahi bir mevhibe olarak telakki eder. Serbest düşünebilme, serbest söyleyebilme, serbest hareket etme hakkına sahip olma keyfiyeti olarak tanımlar. Bunun sınırlarının ise sadece başkasının hürriyeti olduğunu belirtir. Hayatın
her insan için tabii bir hak olması hasebiyle, onu muhafaza edebilmek için hür olmanın tabii olduğunu ifade eder. Hür olmayan insan, hayatını muhafaza edemeyeceği gibi, nefsini kemale ulaştırma gayesine de ulaşamaz. Akseki hürriyeti; faziletin esas temeli,
tekliflerin mercii olarak gösterir. Ayrıca hürriyeti; şahsi hürriyet, medeni hürriyet, fikir hürriyeti, söz ve yazı hürriyeti, temellük ve tasarruf hürriyeti, siyasi hürriyet şeklinde sınıflandırmaya tabi tutar (Kara, age., C. II, s. 238).

Şahsi hürriyetin mahiyetine örnek olarak Asr-ı Saadet’te cereyan eden bir olayı örnek olarak verir Akseki: Savaşın birinde, Üsame, bir kafiri "la ilahe illallah" dediği halde öldürür ve daha sonra durumu Hz. Peygambere anlatır. Peygamber Efendimiz
"la ilahe illallah diyeni nasıl öldürürsün" diye Üsame’yi şiddetle muaheze edince: "Ya Resulullah kılıçtan korktuğu için söyledi, hakikaten iman etmiş değil" diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, "kalbini yarıp da içinde
ikrar veya inkar olduğunu anladın mı?" buyurur (Kara, age., C II, s. 239-40). Ayrıca, Gaşiye Suresinin 21-22. ayetlerini (Sen tebliğe memursun, vicdanlar üzerinde mütehakkim değilsin) ve Maide Suresinin 105. ayetini (Siz kendinize bakın, siz iyi ve doğru yürüdükçe
başkasının kötülüğü ve sapıklığı size zarar vermez) delil göstererek vicdan ve itikad hürriyetinin güvence altına alındığını ifade eder. "Hak sahibi için söylemek salahiyeti vardır", "En büyük cihad, zalim bir hükümdarın huzurunda
söylenen hak bir sözdür" mealindeki hadislerin rey ve beyan hürriyetlerini; "İyi yapan kendi faydasına, kötü yapan da zararınadır" mealindeki bir çok ayet ve hadislerin de hareket hürriyetini tesbit ettiğini ilave eder.

Din ve mezhep hürriyeti hakkında da şu görüşlere yer verir: "İslam’ın mühim esaslarından biri de din ve mezhep hürriyetidir. İslam bunu en sarih bir surette tespit ederek başka din ve mezhepte olanlara gayz ve taassup göstermeyi yasak etmiştir. İslam’ın
talim eylediği esaslara göre insanların akıl ve muhakeme, din ve mezhep hususundaki ayrılıkları Allah’ın yüksek hikmeti iktizasındadır. Binaenaleyh dini talim ve neşrederken bile vazifemiz, yalnız hakkı söylemek, hakikati anlatmak olup başka din ve
mezheptekilere darlık vermek, tazyik yapmak ve zor ile din ve mezheplerini değiştirmek değildir. Esasen din ve mezhep hürriyeti; fikir, vicdan ve itikad hürriyetinin bir neticesi demektir. Fikir ve vicdan hürriyeti, din ve mezhep müsamahası İslam’da dini bir emir
olduğu içindir ki, Müslümanlar vicdan hürriyetine riayet, başkalarının itikad ve ibadetlerine hürmet etmiş ve ilim sahasında dini, mezhebi münakaşalardan çekinmemiştir. Yurtlarını istila etmek, hürriyet ve istiklallerini ellerinden almak, din ve ahlaklarını
bozmak fikrinde olmayan bir milletle, dini ne olursa olsun, adalet ve müsavat içinde kardeş gibi geçinmek Kur’an’ın emirlerindendir. Kur’an düşmanlara karşı bile adalet dairesinden dışarı çıkılmamayı emreder (Maide 5/8)." (Kara, age. C. II, s. 240-41)

İslam’ın kadına verdiği hak ve hürriyetlere değinen İsmail Hakkı İzmirli, erkek ve kadının aynı gaye için yaratıldığını belirtmektedir. Zariyat Suresi 56. ayetinin (Ben cin ve insan türünü ancak bana ibadet etsinler diye yarattım) kadın ve erkeğe aynı
gayeyi gösterdiğini, her iki tarafın ilim öğrenmekle mükellef olduklarını belirtir. İzmirli; "Ailenin yapısı esir (olan kadın) ve emir (olan erkek)den meydana gelmiş değildir. İki hayat ortağından oluşmuştur. Erkek kadının hayatta iradesini öldüremez,
dimağını ezemez, şeriatın bahşettiği hakları istemede ve vazifelerini yapmada hürriyetini kısıtlayamaz. Bununla beraber kadının hürriyeti, iş ve hakların bütününde erkeğe eşit olması demek değildir. Erkek gibi adabı muhafazada orta yolu tutmak, kötülükten
uzaklaşmak, haramdan kaçınmak şartıyla hareket ve davranışlarında serbest olması demektir." şeklindeki ifadelere yer verir (Kara, age., C. II, s. 113). "Kadın erkek gibi fikir ve irade hürriyeti (istiklali)ne sahiptir. İslam dini, insanlığın
olgunluk doruğuna yükselmesi için iki kanat hükmünde olan fikir ve irade hürriyetini erkeğe, kadına eşit şeklide bahşediyor. Erkek de kadın da fikrinde hür oluyor, birbirlerine mütehakkim olmuyor."

İzmirli, kadının kendine ait olan malında dilediği gibi tasarruf etme hakkına sahip olduğunu ve bu konuda kocasının iznine tabi olmadığını hatırlatır; ister satar, isterse rehin verebilir. Tesettür konusuna da değinen İzmirli şu görüşlere yer verir:
"Örtü (hicab) kadın haklarını ve kadınların hürriyetlerini daraltmak için değil, belki namuslarını aşağılık insanların nazarlarından korumak içindir, kadınlara has meziyetleri ahlaki musibetlerden, şaibelerden muhafaza etmeye yöneliktir. Kadının
şerefi erkeğin şerefi gibi ırz temizliğine bağlıdır. Kadının izzeti iffetindedir. İffet hem kadın için, hem erkek için bir fazilettir. İffetsizliğin cezasını kadın erkek aynı seviyede çekerler. İffete saldırmak manasına gelen ‘kazf-i muhsane’ (temiz
ve namuslu kadına zina iftirasında bulunma) en büyük cezayı gerektirir. Kadının iffeti, göreceği tecavüzden uzak oluşu nispetindedir. Bu uzak kalma için de örtünmeden daha güvenilir bir yol yoktur. Tek başına örtü, hürriyeti temin eden bir şey olmadığı
gibi esaret alameti de değildir. Belki kadının istiklalinin tek teminatı, kadının hürriyetinin erkeklerin tahakkümüne karşı aşılmaz bir seddidir. Üşüşme ve tecavüz etme unsuru olan erkekten latif, ince ve matlup unsur olan kadının şeref ve kerametini
himaye etmeye yöneliktir." (Kara, age., C. II, s. 115)

Eşitlik ve Adalet

Said Halim Paşa, tabiatta hüküm süren kanunlarla şeriat kanunları arasında benzerlik kurar. Şeriat kanunlarının, bütün kainatta hüküm süren ve Yaratıcı tarafından konan tabiat kanunlarından farkı yoktur. Tabiat kanunlarında olduğu gibi (örneğin, hava
soğuduğu zaman herkesin üşümesi veya sıcaklardan her kesin etkilenmesi gibi), Şeriat kanunlarının önünde de bütün insanlar eşittir. Hür ortamda insanlar, bu kanunlardan eşit şekilde faydalanırlar. Sahip oldukları hürriyetin, sadece o kanunlara karşı göstermeye
mecbur oldukları saygı ve riayetle sınırlı olduğunu ifade eder (Düzdağ, age., s. 229).

Batı toplumunun aksine, İslam toplumunda eşitlik tabirinin hiçbir haset, kin veya tecavüz hissini uyandırmadığını, çünkü, insanlar arasında şahsi meziyetlerden kaynaklanan ve dolayısıyla meydana gelen eşitsizliğin demokrat İslam toplumu tarafından gayet
tabii olarak görüldüğünü kaydeder. İki toplumu şu şekilde kıyaslamaya devam eder:

"Şarkı Garptan ayıran en görünür fark, Avrupa’nın putperestlikten Hıristiyanlığa geçmesine rağmen, ruhbanlık ve asillik imtiyazlarının baskısı altında yaşamasıdır. Bu hal, tabii olarak zulme ve sınıflar arasında düşmanlığa sebep olmuştur. Şark
ise İslamiyet ile şeref bulduktan sonra, ne ruhban sınıfını, ne asilzadeleri ve ne de bir başka keyfi imtiyazı tanımıştır. İslam milleti, hangi ırk ve mezhebe mensup olursa olsun, bütün insanlar arasında gerçek bir adalet, tabii bir eşitlik ve samimi bir
kardeşlik dünyası kurmaktan başka gayesi olmayan bir ‘adalet ve eşitlik kanunu’na tabi olmuştur.

"Gerçi Müslümanlar da, zamanın ve içinde yaşadıkları muhitin tesirlerinden tamamen kurtulamadıklarından, bu kanunun hükümlerine her zaman tam olarak uymamışlardır. Fakat hiçbir tarih devresinde, bu kanunun hüküm ve tesirinin tamamen dışına çıkmış
da değillerdir. Bu sebeple, Müslüman milletler, aynı devirde yaşadıkları Hıristiyan milletlerden daha fazla müsamahakar, adalet sahibi ve hürriyet sever olmuşlardır." (Düzdağ, age., s. 40-41)

Şeyhülislam Musa Kâzım‘a göre, İslamî esaslarından birisi de eşitliktir: "İslam dininin bu kelimeden (müsavattan) maksadı da mutlak eşitlik olmayıp haklarda ve bütün muamelelerde eşitliktir ki, zaten insanlığın refah ve saadetine esas olabilecek eşitlik
de budur. Vakıa insanların bütün hak ve muamelelerde kanun nazarında eşit olmaları lazımdır. Zira öyle olmazsa insanların hakları kaybolur, kuvvetliler zayıfların haklarına tecavüz eder, neticede medenileşme ve terakki mümkün olmaz. Halbuki medenileşme
olmayınca insan hayatının bekasına ve devam etmesine imkan kalmaz. Hz. Peygamber bu eşitliğe tamamiyle riayet etmişler ve ümmetine de kendi gibi riayet etmelerini ferman buyurmuşlardır."(Kara, age., C I, s. 69)

İslam’da herkesin hür olduğunu, istediği yerde oturabileceğini, kalkabileceğini, hareket edebileceğini belirten Seyyid Bey, başkalarına zararları dokunmadığı sürece hiç kimseye karışılamayacağını söyler. Büyük Millet Meclisi’nde (1924) yaptığı konuşmada
sözlerini şöyle sürdürür: "Aynı şekilde herkesin nefsi, ırzı hürmete layık ve saldırıdan korunmuştur. Mülk edinme hakkı da böyledir. Herkesin malı, mülkü saldırıdan korunmuştur. Herkes kendi malında ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Başkasına
zarar vermedikçe hiçbir kimsenin müdahale etmeye hakkı yoktur. Herkes hukuk önünde eşittir. Öyle sınıf imtiyazları, zadeganlık usulü gibi şeyler yoktur. İslam tam manasıyla demokratik bir dindir ve hiçbir kimsenin imtiyazını kabul etmez. Kur’an-ı Kerim,
‘Allah katında en mükerrem olanınız, en çok takva sahibi olanınızdır’ (Hucurat 49/13) buyuruyor. İşte bunun içindir ki büyük, küçük, şerefli (şerif) ve sıradan (vadi’) kişiler Allah nazarında eşittir. Bunun içindir ki, İslam’da hiçbir kimse kendi şahsi
imtiyazından dolayı diğer bir fert üzerinde zorla söz geçirmek, ona emretmek ve yasaklamak hakkına sahip değildir." (Kara, age., C I, s. 202)

İsmail Hakkı İzmirli, Kur’an-ı Kerim’in salih yönetimi ve adil siyaseti emrettiğini ayet örneğiyle açıklar: "Adil siyaset ve salih yönetimi Kur’an-ı Mübin Nisa suresinde ‘Allah emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle
hükmetmenizi emreder’ (Nisa 4/58) ayeti ile tecelli ettiriyor. Emanetleri ehline vermek ‘salih yönetim’, adaletle hükmetmek ‘adil siyaset’ Kur’an-ı Mübin’in telkin ettiği İslam devletinin iki ana esası olmuş olur. Bu ’emr ayeti’ idareciler ve yöneticiler (vulat-ı
umur) hakkında nazil olduğundan idarecilere, hükümet memurlarına emanetleri ehil olanların eline bırakmalarını, insanlar arasında hüküm verdikleri zaman adaletle hükmetmelerini emrediyor. İşte bu iki ilke, adil siyaset ve salih yönetimin aslıdır, menşeidir,
adil siyaset, salih yönetim bütünüyle bunda toplanır.

"İslam devleti her seviyede adaleti yaymak ve dağıtmakla görevlidir. ‘Bir topluluğa olan hiddet ve nefretiniz sizi (onlara karşı) adaletsizliğe sürüklemesin’ (Maide 5/8) ayeti buğz ve düşmanlık beslediğimiz bir kavim hakkında bile adaleti yerine
getirmemekten dolayı vebale düşmekten bizi sakındırıyor. Adalet İslami hükümlerin temelidir, bütün şer’î hükümlerin dayanağıdır. İslam adaletle ayakta durur, kılıçla değil. İslam dini adaleti yalnız mensuplara, muhiplere, hemşehrilere tahsis
etmiyor, belki bütün insanlara teşmil ediyor. Öyle ise İslam adaleti bir bütün olarak tamamıyla üstleniyor. Adaleti ifa etmeyen, zulmü itiyat haline getiren devlet İslam devleti değildir. Adil muzafferdir, zalim kahra uğramıştır. ‘Halktan Allah’a en sevimli
gelen adil devlet başkanı, en buğza uğrayan da zalim devlet başkanıdır’ hadisinin ifade ettiğine göre Allah katında en sevgili kimse adil devlet başkanı, en buğza uğramış kimse de zalim imamdır. Zalimlerle onlara yardım eden yardakçılar ahirette şiddetli
cezaya çarpılacaktır." (Kara, age., C I, s. 107-108)

Devlet Başkanlığı, Saltanat, Hilafet

Said Halim Paşa hakimiyet mefhumu, devlet başkanının seçimi, yetkileri gibi muhtelif konularda görüşler beyan etmiştir: "Hakimiyet mefhumu hakkındaki telkinlerin en sağlamını ortaya koyan, ona en hakiki manasını, en hakiki mahiyetini veren İslamiyet’tir.
Evet İslamiyet insana şunu öğretmiştir: Hakimiyet demek, ancak şeriatın, yani ahlaki hakikatin ve içtimai adaletin tabii koruyucu olan bu ilahi kudretin ve dolayısıyla ilmin, akıl ve hikmetin hakimiyeti demektir. İşte Müslümanlık insanlara bu hakikati öğretmek
suretiyle hakimiyetin, zorbalık ve şiddetten doğan ve gasbedici, yalancı bir kudretin bencil maksatlarına hizmet etmek için icat edilen zalim bir kudretten ibaret olduğu hakkındaki kanaat ve inanca ebediyen son vermiştir." (Kara, age., C I, s. 82)

Geniş yetkilerle donatılmış ve halkın oyuyla seçilmiş başkanlık sisteminden yana olan Said Halim Paşa, görüşlerini geniş bir şekilde anlatmaktadır: "İslam hükümetinin vazifeleri; halka mümkün olan refah ve saadeti tamamen temin etmek ve devlet
olarak imkanın son derecesine kadar nüfuz ve kudret sahibi olmak… Zira hükümetin en iyisi, en kuvvetli, en tedbirli olanı ve halka en iyi hizmet edebilenidir. Bundan dolayı İslam cemiyetinde hükümetin kudretli ve tesirli olabilmesi için, bu kudret ve nüfuzu
temin eden bütün hak ve imtiyazlara sahip olması ve bütün bu salahiyetin yalnız bir şahısta toplanmış bulunması lazımdır. Böyle olmaz da, bu hak ve imtiyazlar parçalara bölünerek şahıslara veya çeşitli siyasi heyetlere verilecek olursa, bunlar
birbirlerine karşı gelmekten, birbirlerini hükümsüz bırakmaya çalışmaktan geri durmayacaklardır. Bu hal, kesin olarak, hükümetin aciz ve iş yapamaz duruma düşmesiyle sonuçlanır. Bu ise her zaman için çok tehlikeli bir sosyal felakettir.

"Bununla beraber, bütün hak ve imtiyazlara malik olacak olan devlet reisinin, milletin oyları ile seçilmesi de o nispette gereklidir. Çünkü başkanlık makamına, en fazla layık olan kim ise onu bulup geçirmek, millet için kaçınılması mümkün olmayan bir
vazifedir. Böyle olunca, seçim, o vazifeden doğan tabii bir haktır. Şu halde Müslüman memleketinde, devlet reisinin millet tarafından seçilmesi ve hakimiyetini tesirli şekilde yürütebilmek için de bütün hak ve imtiyazlara sahip olması icap etmektedir. Bundan
dolayı Müslüman devletin reisi, icra kuvvetinin en büyük başkanıdır. Vekil ve mümessillerine, en iyi şekilde hizmet edebilmeleri için gerekli olan hak ve salahiyetleri verir ve onlar vasıtasıyla vazifesini yapar. Bulunduğu makam dolayısıyla, memleketin siyasi
hayatını tanzim eden devlet reisi olacaktır. Bu siyasi düzenin muntazam işlemesine nezaret etmek, muhtelif kuvvetler arasındaki ahenk ve anlaşmayı korumak ve çıkabilecek olan ihtilafları yoluna koymak da onun vazifesidir." (Kara, age., C I, s. 106)

Ali Suavi, yetkileri sınırlandırılmış bir padişahlık sisteminden yana olduğunu beyan eder. Fikirlerini: "Aya bu alem-i insanide bir imamet-i fi’liyye ki, onun hak ve selahiyeti na-mahdut olsun. Bu olur mu? Her ne nama isnad olunursa olunsun, selahiyeti tahdid
gerektir. Selahiyet-i gayr-ı mahdude, düşmez kalkmaz, yanılmaz, şaşırmaz, garaz etmez bir kudret-i kamileden başka yerde nasıl tasavvur olunabilir? İşte bu kudret-i kamile hükümet-i uluhiyettir." (Hüseyin Çelik; Ali Suavi ve Dönemi, İletişim Y., İstanbul
1994, s. 553) Yetkilerin sınırlandırılmasını savunurken, başta bulunan kişinin şahsiyet itibariyle iyi olmasının yeterli olmadığını, mutlakıyet rejimlerinin iyi bir hükümdara bile icraat yapma imkanı tanımadığını belirtir: "İşte takririmizden
zahir olur ki, en salih ve adil bir zat bile hükümet-i müstakileye hakim olsa, bulunduğu makam yine kendisini efkar-ı haliseden hariç memlekette bulundurmaya sebep olur."

Suavi, İngiltere ve Fransa’da mevcut babadan oğul veya kıza geçen saltanat sistemine de karşıdır. Osmanlı Padişahının söz konusu ülkelerdeki kral veya kraliçeler gibi hiçbir şeye karışmadan bir kenarda durmasını, İslamiyet’teki imamet sistemine uygun
bulmaz. Çünkü, İslam padişahı işin başında bulunarak, on madde halinde sıraladığı vazife ve sorumluluklarını yerine getirmek zorundadır. (Çelik, age., s. 569)

Suavi, İslam devletinin başında bulunan hükümetin, Allah’ın ezeli adaletini uygulamakla görevli olduğunu belirtir. Bu yolla hükümet beşer nezdinde Allah’ın adaletinin tecelli etmesine vesile olur. Yönetimde bulunan halife, şahıs veya gruba
"zillullah" (Allah’ın gölgesi) denmesi bu yüzdendir. Dolayısıyla bu tabir manasız ve boş bir deyim değildir. "İnsanlar, Allah’ın adaletini yeryüzünde icra eden cemaatin liderine dilin ifade acizliğinden dolayı "zillullah" demişlerdir."
(Çelik, age., s. 598)

Ali Suavi, İslamiyet’te ruhbanlığın olmadığını örneklerle açıklamaya çalışmaktadır; "Filvaki ben Müslüman olduğum halde Müslümanların padişahına ‘Halife’ dendiğini işiterek büyüdüm. Lakin bu lakaptan ecnebiler gibi bir mana-yı takdis ve hükümet-i
ruhaniye anlamadım. Niçin anlamadım, işte beyan edeyim. Hep ehl-i sünnet bilir ve teslim eder ki, Peygamber (sav) Müslümanlara bir reis, yani bir vekil buyurmayarak vefat etti. Ve bir reis tayinini Cumhuriyet usulünde olduğu gibi intihaba havale etti. Öyle ise hani
nerde halife-i Resulullah… Ebubekir (ra) ihtiyar-ı Ashab ile tayin kılındı. Vakıa ol vakit ashab ona ‘Halife-i Resulullah’ dediler. Lakin takdis için mi, yoksa İslam imamlarına bir unvan-ı ihtıra’î için mi? Zannetmem. Çünkü bu lakab ba’de’t-ta’yin almış
olduğu bir unvan olmayıp, zaman-ı hayat-ı Nebî’de dahi hasıl idi. Yani vakt-ı sa’adette birkaç hizmette Peygamber (sav) onu kendi yerine vekil bıraktığı için ol vakt Halife-i Resulullah denmişti ki, kaim-i makam manasına, o hizmetler ise kütüb-ı hadiste
mufassal olduğu vechile cismani hizmetlerden idi. Eğer halife ıtlakı takdis için olsaydı, ya Hz. Ömer’e (ra) niçin Halife-i Resulullah denmedi? Evet denmedi. İşte Tehzibü’l-Esma’da ve diğer kitaplarda musarrahdır ki, Ömer (ra) makam-ı imamete geçtiğinde ona
‘Halife-i Halife-i Resulullah’ dediler. Sen o vakit hazır olaydın şu Halife-i Halife-i Resulullah lakabından Ömer Ebubekir’e halef olmuş yani ondan sonra gelmiş manasından başka ne anlayabilirdin?" (Çelik, age., s. 599-600).

Suavi, "halife" kelimesi üzerinde durarak bazı tespitler yapmaya çalışır. Halife kelimesinden, "sonra gelen şahs"ın anlaşılması gerektiğini ifade eder. Sultan Abdülaziz’e halife denilmesinden, Sultan Abdülmecid’in halefi manasının anlaşılması
gerektiğini yazar. Bunun dışında padişahlara meddahlar tarafından çok sayıda lakabın takıldığını ve hiçbirisinin gerçeği yansıtmadığını ifadelerine ekler. "Eğer sen şuaranın ve meddahların padişahlara taktıkları elkabda mana arayacak
olursan, ‘Şehinşah-ı Alem’, ‘Malik-i Rikabü’l-ümem’ kabilinden bulursun." İslam kaynaklarının halifeliği, "Hilafet-i Kamile" ve "Hilafet-i gayr-ı kamile" şeklinde iki kısma ayırdıklarını belirten yazar, yalnız dört halifeye
"Hulefa-i Raşidin", bazen de "kamilin" dendiğini kaydetmektedir. (Çelik, age., s. 600)

"… halife, imam, padişah hasılı her ne nam ve unvan ile olursa olsun hiçbiri Peygamber’in kaim-i makamı ya vekili değildir. Riyasete geçtiğinden Peygambere vekalet manası Hulefa-i Raşidin’in bile hatırlarına gelmezdi. (Nerede kaldı sonradan gelen sümüklülere)
Hatta Ebubekir imam olduğunda Minber-i Nebi’ye (sav) su’ûd eyledikte zat-ı Risaletpenahi’nin basmış olduğu kademeden bir derece aşağıda durdu. Hz. Ömer bir ayak daha aşağı indi. Hz. Osman bir kadem yukarı çıktı. Hani nerde Peygamberimize hilafet
derecesi?" (Çelik, age., s. 601)

Meşrutiyet ve mutlakiyeti tanımlamaya çalışan Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi konu ile ilgili görüşlerini şöyle ifade etmektedir: "Hükümetin, kendilerini ne yolda idare edeceğine dair millete karşı bir takım kayıt ve şartlara riayet etmekle ilgili
taahhütler altında bulunmasına meşrutî idare; millet üzerinde kayıtsız şartsız, istediği gibi hüküm yürütmede muhtar olmasına da mutlakıyet idaresi denir. Birinci şekilde hükümet, hareket ve icraatında milletin denetleme ve itiraz hakkını tanımaya
mecburdur. İkinci şekilde ise hükümet ne yapsa milletin bir şey söyleme hakkı olamaz. İnsanın, emrine amade olmak üzere tutmak istediği hizmetçi bile kendisinin nasıl istihdam edileceğini bilmeden, mukavele etmeden itaati altına girmeyeceği gibi bu mukavelede
efendi tarafından hizmetçinin -hiç olmazsa aylığı veya boğaz tokluğu gibi- menfaatiyle ilgili bazı kayıt ve şartlarla kabul edilmesi zaruri olacağından, şartsız mutlakıyetçi bir idarenin, insanlara yakışır bir idare olmadığında şüphe yoktur. Mutlakıyetçi
hükümetlerin kanunları olur ve kanunları idare etmeleri o kanunlarla kayıtlı gibi görünüyorsa da, kanunlarını millete danışmadan kendisi yaptığından ve istediği zaman onları bozmak ve değiştirmek hakkını da kendisine hasrettiğinden böyle kanunlarla
kayıt altına alınan idare, meşrutî idare unvanına hak kazanamaz. Daha doğrusu öyle kanunlara kanun adı da verilemez.

"Meşrutî hükümetin kanunlarını mutlaka milletin yapması gerekmez, hükümetin veya daha başkasının yaptığı kanunlarla idare edilmeleri hususunda halkın rıza göstermesi veya karşılıklı rızalaşmaları da yeterlidir. Bu konuda en çok gözönüne alınacak
nokta hükümetin, kanununu kendi kendine yapamaması ve yine kendi kendine değiştirememesidir. Bu hakikat dolayısıyladır ki, meşrutiyetin herkesin bildiği şekline bağlanmayarak manasının ruhuna nüfuz edenler, şeriattan iktibas edilen kanunlara tabi olan İslam
hükümetlerinin birer meşrutî hükümet olduğunu anlamakta müşkülatla karşılaşmazlar. Çünkü bu kanunları hükümet şerî izin olmaksızın kendiliğinden ne tanzim edebilir ne de değiştirebilir. İşte meşrutiyetin manasının ruhunu vücuda getiren kayıtlılık!…
Hükümetin başının şeriata bağlı olması şartıyla milletin başının da hükümete bağlı olmasından ibaret olan bir mukaveleye, tarihte gelip geçen İslam hükümetlerinin hepsinin sadık kalıp, kalmadığı bu makamda bir münakaşa zemini teşkil edemez.
Zira şimdiki halde sözümüz meşrutî hükümetin nazari mahiyetine aittir ve meşrutiyetin herkesin bildiği şimdiki şekillerinden birine uygun olarak kurulan hükümetlerin fırsat buldukça anayasaların hükümetlerini çiğnemeleri, atlamaları da muhtemeldir,
belki de vakidir. Bütün İslam hükümetleri, milletlerine karşı şeklen de olsa birer meşruti hükümet vaziyetinde bulunduklarını bildikleri içindir ki, davranışlarının ve icraatlarını, haklı haksız bir takım fetvalara dayandırmak mecburiyet ve ihtiyacından
hiçbir zaman kendilerini vareste sayamamışlardır." (Kara, age., C. II, s. 277)

Mustafa Sabri Efendi, tarihten verdiği örneklerle değerlendirmelerini sürdürmektedir: "… ne bir bedevinin, İslam padişahları arasında büyük bir şahsi nüfuza sahip olan Hz. Ömer’e hitaben ‘seni kılıçlarımızla doğrulturuz’ demesinin hilafet makamına
bir tecavüz şeklinde telakki edilmemesi gibi İslam hükümetinin başlangıçta ne yolda kurulduğunu gösteren alametler ve ne de en şedit bir Osmanlı padişahı olan I. Selim’in kaç kere Zenbilli Ali Efendinin fetvalarıyla azim ve kararından dönmeye mecbur olması
gibi meşrutiyete bağlılık numuneleri münazaracımı İslam hükümetinin asli şekli konusundaki gafletinden ikaz edememiştir." (Kara, age., C. II, s. 278)

Seyyid Bey hilafet konusunda şu görüşlere yer verir: "Hilafet bir çeşit vekalettir. Milletle halife arasında akdedilmiş olan vekaletten başka bir şey değildir. Millet müvekkil (vekil eden), halife onun vekilidir. Halife seçmek ve ona biat etmek demek,
vekalet akdini icap etmek demektir. Bilirsiniz ki, her mukavele iki tarafın icap ve kabulüyle akdedilmiş olur. İşte hilafet de bir akit ve mukaveledir. Hem de bütün fakihlerin ittifakla açıkladıkları gibi vekalet akdi çeşidindedir. Hakkında vekalet kaidelerinin
hükümleri geçerli olur. Çünkü efendiler, defalarca arz etmişim ki, Hz. Peygamber, bir taraftan şer’i hükümleri ortaya koyar, teşri’ eder, diğer taraftan da bizzat o hükümleri icra ederdi. Asr-ı saadette ve gerek sonraları hükümet tabiri ıstılah olarak
kullanılmamıştır. Hükümet kelimesi lugatta hakim olmak, emretmek ve yasaklamak, tahakküm etmek demektir. Şeriat açısından pek kabul bir şey değildir. Onun için o vakitler hükümet tabiri kullanılmamış, onun yerine hilafet tabiri kullanılmıştır."
(Kara, age., C. I, s. 201). "Fakihler yani İslam hukukçuları, ‘Halife milletin vekilidir’ derler. Çünkü millet kamu velayetini ona devretmiştir. Seçim yoluyla devretmiştir. Millet onu seçmeseydi, o kamu velayetine sahip olamazdı. Onun için millet o kamu
velayetinin sahibidir ve aslıdır. Kamu işlerinde tasarruf kendisine aittir. Fakat millet kendi işlerini bizzat kendisi icra etmeyip, o icrayı seçim ve biat yoluyla halifeye devretmiş." (Kara, age., C. I, s. 207).

İslam’da vekaletin nasıl olduğu ve vekaletin kimlere verilebileceği konularına da değinen Seyyid Bey, şu görüşlere yer vermektedir: "İslam’da yalnız bir kişinin diğeri üzerinde velayeti, zorla söz geçirme hakkı vardır ki, o da babadır. İşte yalnız
babanın çocukları üzerinde söz geçirmek hakkı vardır ki velayettir. Baba çocuğun velisidir. Bu velayet babanın babalık vasfından gelmektedir ve çocuk hakkında mükemmel bir şefkat sahibi olduğundandır… baba ve büyükbabadan başka hiçbir kimsenin diğer
fert üzerinde böyle velayet-i zatiyesi yoktur. Herkesin kendi şahsında ve mallarında velayeti, diğer bir tabirle tasarruf hakkı vardır. Onun bu velayet ve tasarrufuna kimse karışamaz. İşte bu esasa dayanarak ‘Herkes kendi aleminin padişahıdır’, denir."
(Kara, age., C. I, s. 203).

"İşte vekilin, vasinin, mütevellinin ve hakemlerin sahip oldukları velayetler hep velayet-i tefviz cümlesindendir. İşte halifenin sahip olduğu velayet de bu velayet-i tefviz türündendir. Çünkü hiçbir kimsenin kendiliğinden veya miras yoluyla halife olmak
hakkı yoktur. Halife olmak demek, kamu tasarrufuna hak kazanmak demektir. Bu hak kazanma ise, millet tarafından bir şahsa bu kamu tasarrufu salahiyetini vermekle olur ki, vekalet demektir. Kamu işleri denilen şey milletin kendi ortak işleridir. Bir memleketin idaresi
demek, o memlekette millete ait olan işlerde tasarruf etmek demektir. Bu ise dorudan doğruya milletin kendi işidir, milletin kendi hakkıdır. Millet bu hakkını başkasına vermedikçe hiçbir kimse o hakka malik olamaz. İşte bu esasa dayanarak İslam fakihleri yani
İslam hukukçuları, ‘Hilafet, milletle halife arasında akdedilmiş bir vekalettir’, derler ve bu konuda tamamen vekalet olabileceği gibi mukayyed (sınırlı) da olabilir. Ve vekil olan kişi müvekkilinin, vekil kılma sırasında öne sürdüğü kayıt ve şarta
uymaya mecburdur. O kayda uymazsa tasarrufu geçerli olmaz. Bunun gibi hilafet de vekalet türünden olduğundan, halife seçim ve biat sırasında müvekkil olan millet tarafından ileri sürülen kayıt ve şarta uymaya mecburdur. Millet kendi kamu velayetini, yani kamu işlerinde
kamu tasarrufu salahiyetini halifeye mutlak surette bahşetmiş ise halifenin bu çeşit mutlak halifeliği, mutlak hükümet demek olur; raşid halifelerin hilafeti gibi. Yok eğer millet biat sırasında halifenin hilafetini yani kamu velayetini bazı kayıt ve şartlara
tabi tutmuşsa o zaman bu tür hilafet de meşruti hükümet demek olur, Osmanlı meşrutiyetinde olduğu gibi. (Kara, age., C I, s. 204)

İslam’da saltanatın olmadığını belirten Ahmed Hamdi Akseki, ayet ve hadislerle konuyu açıklamaya çalışmaktadır: "İslam dini Allah’dan ve Peygamberden sonra hiçbir kimseye başkasının vicdanını murakabe etmek, akidesine hakim ve imanı üzerinde nüfuz
sahibi olmak, müdahale yürütmek salahiyetini vermemiştir. Hatta Hz. Peygamber bile Allah’ın emirlerini ve hükümlerini sadece tebliğe ve icap ederse hatırlatmaya memur idi. Kalpleri, vicdanları murakabe altında bulundurmak, halkın iman ve itikadları üzerinde
tahakküm etmek O’nun vazifesi dahilinde değildi. Kur’an’ın şu ayetleri bu hususta açıktır; ‘Habibim, hatırlat! Sen ancak hatırlatmaya memursun; yoksa onların üzerinde tahakkümde, murakabede bulunacak değilsin’ (Gaşiye 88/21-22).

"Sonra, Müslümanlık kimseye ne yerde, ne gökte Allah namına bağlamak ve çözmek, Allah namına affetmek veya aforoz yapmak ve dinden çıkarmak salahiyetini vermemiştir. Böyle bir kudreti tanımak şöyle dursun, Allah ile kendi arasında girmek isteyen
mutavassıtlardan kurtarmış, üzerinde Allah’tan başka gözcü bırakmamış, Allah’a olan ubudiyetinden gayrı bütün kulluk ve esareti üzerinden kaldırmıştır. Müslüman yalnız Allah’ın kuludur. Binaenaleyh, bir Müslüman, dinde mertebesi ne kadar yüksek
olursa olsun, nisbetle pek aşağı mertebede bulunan bir dindaşına karşı nasihatten, irşaddan ve Allah’ın emirlerini bildirmekten başka bir hakka malik değildir. Hiçbir ferdin, hiçbir makamın başkalarının vicdanı, itikadı, ibadeti üzerinde tahakküm veya müdahaleye
salahiyeti yoktur. O’nun vazifesi İslam’ın hükümlerini güzelce beyan etmekten ibarettir." (Kara, age., C. II, s. 250)

İstibdat

Üzerinde tartışılan önemli konulardan birisi de istibdattır. Said Halim Paşa, İslam’da istibdada yer olmadığını belirtmektedir: "İslamiyet, şu esas prensibi ortaya koymuştur: Hiçbir kuvvet, insanı, ne başka bir insanın, ne de -gücü ne olursa olsun-
bir zümre veya kitlenin keyif ve iradesine tabi olmaya zorlayamaz … ve insanoğlu, Allah’ın bütün kainata hakim olan tabii ve ezeli kanunlarıyla yüce iradesinden ve emirlerinden başka hiçbir şeye bağlanmaz, itaat etmez ve boyun eğmez.

"İslamiyet, birtakım zümrelerin, kendi heves ve çıkarları için uydurdukları ve içlerinden bazılarına, insan-üstü kudretler yakıştırmak suretiyle, insanları sindirip, onların üzerinde siyasi, sosyal ve ahlaki baskılar kurdukları yalancı
hakimiyetlerin saltanatına ebediyen son vermiştir.

"İslamiyet insana şunu öğretmiştir: Hakimiyet demek, ahlaki gerçeklerin ve sosyal adaletin tabii koruyucusu olan İlahi kudretin, yani ilmin, aklın ve hikmetin hayata hakim olması demektir. Bu İlahi kudret, Şeriat’tır." (Düzdağ, age., s. 230-31).

Said Halim Paşa, yapılan veya yapılacak değişiklik ve düzenlemelerde müstebit davranmanın sakıncalarına da temas etmektedir; "Halbuki düzelterek ıslah etmek yerine, değiştirme yoluna gitmek, tamamen yeni bir şeyi denemek demektir. Bu durumda ise
insanlar, eskiden kazanılmış ve bir çok zahmet ve acılara mal olmuş olan bilgi ve tecrübelerden mahrum kalır, istifade edemezler. Bu halde, yeniden birtakım denemeler yapmak, yani tereddüt ve şüpheler içinde, kıymetli vakitler kaybetmek, yeni hatalar işleyerek
onların tamirlerine çalışmak gerekir. Bu gibi durumlarda ise çoğu kere, giderilmek istenen yanlış ve noksanlardan daha zararlı, hatta daha tehlikeli neticelere varılır, dertlere düşülür.

Bundan başka değiştirme, esas olarak, bir şeyi bir başkası adına, yerini terke zorlamak demektir. Bu ise bir zorbalıktır. Tahakküm, yerinde ve haklı değilse, keyfi bir hareket olur. Keyfi hareketler ise birbirlerini takip ederler. Böyle keyfi hareketlerin
‘hakim-i mutlak’ kesildiği bir yerde, akıl, hak ve kanun susar; tecrübe, hikmet ve itidal tesirsiz kalır. Bu durumda inkılapçı, zararlı bir kimsedir; yaptıkları ise az veya çok felaket sebebi olur" (Düzdağ, age. s. 64-65)

"Devlet-i İslamiyyede Şer’ ve kanun sultan ve halifeden a’ladır. Hükümet şer’ ve kanun namınadır" diyen Ali Suavi, istibdada şiddetle karşı çıkmaktadır; bir insanın, hangi sıfatla olursa olsun, diğer insanlar üzerinde mutlak hakimiyet kurmasını
şiddetle red eder. Bu iddiada bulunanlar padişah, kral, halife şu veya bu olabilir, fark etmez. Aslında o, bir meclis vasıtasıyla dahi olsa, insanların insanlar üzerinde tahakkümünü kabullenmez. Bu görüşlerini de İslami esaslarla izah eder.

"Hakim ancak Allahu Teala’dır. İnsandan hiç ferd hakim değildir, insandan hiç fert sultan değildir. Yani kimsenin kimse üzerinde tasallut ve kahr ve tegallübe hakkı yoktur. İnsandan hiç ferd malik-i rikabü’l-ümem değildir. Yani kimse padişahın bendesi değildir.
Evet bir padişah vardır, lakin padişah emirdir, ecirdir, nazırdır. Malik-i rikabü’l-ümem değildir. Sultan değildir, hakim değildir, mes’uldur, kudretli değil. Borçludur, inayetli değil. Evet, vezir vardır, müşir vardır, lakin vekalet-i mutlaka yoktur.
Vezir-i mutlak yoktur, düstur-ı ekrem yoktur. İşte bizim isteğimiz ve isteyeceğimiz budur. Biz bu ibare ile ve bu manada nutk-ı padişahi isteriz" (Çelik, age., s. 551)

Şeyhülislam Mustafa Sabri, Osmanlı milletinin meşrutiyete kabiliyeti olmadığını iddia edenlerin gizli amaçlarına ve istibdada dönüşe temas etmektedir; "… Meşrutiyet içinde bulunan Türk-Osmanlı milletinin meşrutiyete kabiliyetsizliğini ispat eden, müşahede
edilen halleridir. İşte bu yüzden husule gelen bir hayali geri dönüşle, ‘bu millete istibdat idaresi lazımdır’ derler; fakat hiç şüphe yok ki, ‘aydınların istibdadı lazımdır’ derler, hem de bunu meşrutiyet kabiliyeti gelinceye kadar geçici bir müddet için
isterler ve ellerinden gelirse belki bu geçici cebir ve istibdat müddetini de, arzulanan kabiliyetin elde edilmesine tahsis ederler… milletin kendi ihtiyarıyla seçtiği hükümet ne kadar fazla haklara sahip olsa da yine esas itibariyle meşruti hükümetten başka bir
şey değildir." (Kara, age., C. II, s. 284)

İsmail Hakkı İzmirli siyasi kuvvetin kimde olması gerektiği üzerinde durarak istibdatla ilgili görüşlerini belirtmiştir; "İslam’da siyasi kuvvet ancak adil hükümet kuvveti, manevi kuvvet ise ancak irşad ve tebliğ kuvvetidir. Hükümetin kuvvet ve satveti
daha ziyade zamanımızdadır, irşad ve tebliğ kuvveti, yahut mütefekkirin kuvveti ise halden ziyade istikbale aittir. Siyasi ve manevi kuvvetlerde de re’sen asla sulta yoktur; İslam’da sulta ancak emr-i bi’l-maruf ve nehy ani’l-münkerdedir, bu da ‘Allah korkusu’
(mahafetullah) esasına dayanır. İslam siyaseti; hükümet devletin mümessili ve vekilidir. Devlet de hak ve adaleti, umumi menfaatları korumak kasdıyla teşekkül etmiş siyasi bir cemiyettir.

"İslam siyaseti, içine aldığı konular itibariyle üçe ayrılabilir: Ferde ait siyaset, içişlere ait siyaset, dış işlere ait siyaset. İslam ferde ait siyasette fedakarlığı, içişlere ait siyasette iyilikseverliği (hayırhahlık), dış işlere ait
siyasette İslam’ın ve dinin üstün olmasını (isti’la) takip eder." (Kara, age., C. II, s. 105). Diğer taraftan İslamiyet’te hayırseverliğin ön planda olduğunu ve bunun bütün insanları kapsadığını belirtmektedir; "İslam iyilikseverliği (hayırhahlık)
bütün insanlığı teşmil eder. Halk için iyilikseverlik, yardımlaşma, şefkatli davranmak gibi şeylerdir. Hükümet için iyilikseverlik, şeriata uygun olan işlerde emirlerine itaat ve boyun eğme, ona karşı gelmekten sakınma, bir de hak olan hususta yardımdır.
Yoksa hiçbir ferde, hiçbir cemaata gayr-ı meşru ve batıl olan hususta itaat etmek, yardımda bulunmak caiz değildir. İtaat ve yardım ümmetin hükümete karşı iki vazifesi olup mutlak değildir, şarta bağlıdır. Ümmet ancak hakkı gözeten emirlere, adil
velilere itaat eder. İslam izzetinefs sahibi olduğundan gayr-ı meşru şeye itaat etmez, nefis temizliği sahibi olduğu için de batıl olan şeye yardımda bulunmaz. Vergiler, askerlik hizmeti, çocuk terbiyesi, seçim için oy vermek, vatana karşı fedakarlık gibi
hususlar itaat ve yardıma dahildir. Şeriata itaat esaret değil, hürriyetin şartıdır" (Kara, age., C. II, s. 106).

İmtiyazlar

Said Halim Paşa, imtiyazlar çerçevesinde, padişah tarafından atama usulüyle teşekkül ettirilen "Ayan Meclisi"ne karşı çıkmaktadır: "Ayan meclisi, seçkin şahısların ve sınıfların hak ve imtiyazlarını koruma zaruretinden doğmuştur. Bu
sebeple, esas itibariyle aristokratik bir müessesedir. Bu meclisin vazifesi, Batı toplumunda ortaya çıkan halkçılık cereyanını tadil etmek ve aşırılıklara gitmekten alıkoymaktır. O halde böyle bir müessesenin İslam cemiyetinde yeri olamaz. Çünkü Müslümanlık,
ne sınıfları ve ne de şahıslar arasındaki bir eşitsizliği kabul etmiştir. Bu sebeple, Batı toplumunun gelişmesini tehdit eden tehlike ve aşırılıklardan hiç biri, onun için mevcut değildir.

"Müslüman cemiyetin gelişme yolunda muhtaç olduğu, isabetli ve mutedil görüşler ve hareketler, daima ve pek geniş bir şekilde, millet meclisi tarafından ortaya konacak ve halka telkin edilecektir. Millet meclisi bu hususta, teşri kuvvetini teşkil eden
alimler meclisinin çok yakın yardım ve desteğini görecektir.

"İslam’ın siyasi rejiminden murakabe (meclis), teşri (yasama) ve icra (yürütme) kuvvetleri, sahip oldukları özellikler ve selahiyetler sebebiyle birbirlerine karşı müstakil olarak kurulmuşlardır. Hükümete gerekli olan bütün kudret ve nüfuz temin olunmuştur.

"İşte devlet teşkilatı bu şekilde kurulduğu takdirde, İslam’ın ruhu tatmin olacak ve bütün bu kuvvetleri, müşterek olan tek gaye etrafında birleştirecektir. Bu gaye ise, daha önce de söylediğimiz gibi, Şeriat’ın tam ve daimi olan hakimiyetini sağlamaktan
ibarettir.

"Bütün siyasi rejimlerin elde etmek istediği de işte -varlığı zaruri olan- bu ahenktir. O olmadıkça, en mükemmel sosyal düzenler dahi mefluç ve acze mahkum olur. Sosyal ve siyasi müesseseler arasında bulunması zaruri olan bu ahenk o kadar mühimdir ki,
kendi siyasi rejimi ile uyumlu olan bir sosyal düzen hatalı da olsa, bu sayede, cemiyetini ilerletip yükseltmeyi başarabilir." (Düzdağ, age., s. 283-84-85)

"Müslüman toplumlarda şahsi veya mevkiden gelen hiçbir imtiyaz, istibdat ve tegallüp sebebi olamaz. Bu cemiyetler, adalet ve hakkaniyet esaslarını tatbik etmekle mükelleftirler. Batı’da din ve mezhep adına yapılan zulümler, cemiyeti kana boyarken, bu esaslar
sayesinde, İslam memleketlerindeki gayr-i Müslim cemaatler mesut ve rahat bir hayat sürmüşlerdir.

"Bu esaslar; geniş ve aydın bir görüşle tefsir ve tatbik olunduğu zamanlarda, İslam cemiyetleri yükselmiş ve mesut olmuşlardır. Aksine terk ve ihmal edilince veya yanlış anlaşılıp fena tatbike konulunca da baştakilerin istibdadı altına girerek hak
ettikleri duruma düşmüşlerdir. İşte bunun için Müslüman toplumlar, geçirdikleri inkılap devrelerinin hiç birinde, Batı ülkelerinde aralıksız devam edip giden iç mücadeleleri görmediler. Yine bu sebeple, Müslüman memleketlerde istibdat, kanun nazarında
caiz olmadığından, gayr-i meşru, keyfi ve şahsi bir idare durumundadır." (Düzdağ, age., s. 24)

Ahmed Hamdi Akseki, İslamiyet’te imtiyazlı sınıfın olmadığını ifade etmektedir; "İslam’a göre fakir bir köylü ile bir hükümdar arasında fark olmadığı için onların hepsini çözülmez bir düğüm, ölmez bir bağ olmasını istediği ebedi bir
vahdete davet etti: ‘Allah birdir, bütün insanlar Allah’ın kuludur ve hepsi kardeştir. Yaradılışta hepsi hür ve müsavidir.’ Hükümdar ile halkı, havas ile avamı arasında da bir fark gözetmemiştir.

"Nazarında ilim ile cehil bir olmadığı gibi bunların payesi de bir değildir. Fakat haklar ve teklifler karşısında hepsi birdir, burada rütbe paye ve sınıf yoktur. Bunda kavi ve zayıf yoktur. Hak ve söz, sadece kuvvetlinin değil, hak sahibinindir.
Kuvvetliler, kuvvetlerine dayanarak zayıfları ezmek ve yemek hakkına malik değillerdir… bunu anlamak için camilerin birine girivermek bile kafidir. Orada görülür ki; bir köylü ile büyük bir amir, azametli bir hükümdar ile onun hizmetçisi yan yana, omuz omuza
namaza durmuşlar, alınları hep birden tam bir huşu ve hudu ile hay ve kayyum olan Allah’a dönmüş, eller gaybın anahtarları yalnız kendisinde olan Kibriya’ya uzanmış, aradan büyüklük küçüklük, efendilik hizmetçilik, amirlik memurluk kalkarak hep birden eğiliyorlar,
secdeye kapanıyorlar, ‘Sübhâne rabbiyelâzîm, Sübhâne rabbiyelâlâ’ diyorlar. Kendinden büyük olmadığı fikrini taşıyan bir hükümdar, yani başında en aciz bir ferdin ‘Allahü ekber’ (Büyük yalnız Allah’tır) dediğini duyar.

"İslam’ın hedefi beşerin tekamülü olduğu içindir ki, insanlar arasında ayrılık vücuda getirmek suretiyle bu tekamüle engel olan, içtimai şartları ve her türlü sınıf, renk, ırk, fikir imtiyazlarını tamamen kaldırmış; hakka, hürriyete, müsavata,
tekamüle müsait olan ve bir kanun altında medeni ve siyasi birliğe yaklaşan her millete açık kapı bırakmış ve insanlar arasında umumi kardeşlik ve müsavat mebdeini tespit ederek bütün insanların hak ve kanun karşısında bir olduklarını ilan etmiştir."
(Kara, age., C. II, s. 252).

Demokrasi

Siyasi sistemin adı olarak demokrasi kavramı, Yeni Osmanlılar arasında, ilk defa Ali Suavi tarafından ele alınıp incelenmiştir. Ancak, kendisinin demokrasi adı altında ileri sürdüğü görüşler, Yeni Osmanlılar tarafından "usul-u meşveret" adı altında
savunulmuş ve yayınladıkları gazetelerinde bunu dile getirmişlerdir. Zaten millet tarafından seçme ve seçilme sistemiyle oluşturulacak meclis fikrini savunmak, demokrasiden farklı bir şey değildi. (Çelik, age., s. 576)

"Mesela benim şu Ulum gazetesi, millet meclisi ve Şura-yı Nüvvab-ı ümmet taraftarıdır" der. "Demokrasi-Hükümet-Halk-Müsavat" makalesinde, milletin bütününe dayalı idari sistem olan demokrasi övülür. Ancak Suavi, Osmanlı Devleti’nin
mevcut yapısını demokrasi için uygun bulmaz.

Demokrasiyi, Monarşi ve Aristokrasi rejimlerine tercih eden Suavi, İslamiyet’in ilk devirlerinde ümmetin reyine dayalı bir yönetim şekli bulunduğunu söyler: "Evail-i İslam’da şekl-i hükümet demokrasi idi. Yani padişah, sultan, melik yok, müsavat var
idi."

Ancak buradaki demokrasi, yazarın kendisine göre yorumladığı bir demokrasi anlayışıdır. Çünkü o, bu demokrasinin ahlak ve faziletin hakim olduğu bir toplumda uygulanabileceğini söyler. Sahabelerin doğrudan yönetimin kararlarına katıldıklarına örnekler
verdikten sonra, "Onlarda Allah yolunda hizmetten başka işler yok, onlarda hüsn-i ahlaktan başka tanzimat yok, hasılı onlar Allah adamları idiler. Eflatun’un hayalatı olan müsavat onlarda fiil ve amele çıktı" der. (Çelik, age., s. 575-76)

Demokrasi ve demokratlığı ele alanlardan birisi de Said Halim Paşa‘dır; "Halbuki biz, kuruluş devrimizden beri en hakiki bir demokrasi usulün ile yaşamış, esasen demokrat bir milletiz. Tatbik etmek istediğimiz Batı demokrasisi ise, henüz dün denebilecek
bir mazide ortaya çıkmıştır. Bu demokrasi aristokratik uzun bir mazi ile, eşitlik taraftarı bazı cereyanlar arasında ortaya çıkmış bir inkılap halidir. Eşitlik taraftarı yeni cereyanlar, Batı cemiyetlerini bıktırmakta ve hükümetler bunlara karşı bazı
tedbirlere başvurmaya mecbur kalmaktadırlar. Osmanlı demokrasisi ise esaslı, köklü ve kesinleşmiş bir sosyal durumdur. Bu durum, bizim fiilen yaşadığımız hayat prensiplerimizin mantıki bir neticesidir. Kökleşerek asli bir hal kazanmıştır ve bizim tarihi
bir eserimizdir. Biz ona çözülmez asırlık bağlarla bağlıyız. Bu bağları kesmemiz bize felaket getirir.

"Biz, Batı medeniyetinin parlaklığı karşısında, o derece hayran ve hayrette kalmışız ki, onu meydana getiren temeldeki gerçek sebepleri kavrayamayıp, gördüğümüz neticeleri, bu medeniyetin sebepleri sanmış ve görünüşe aldanmışız. Şimdi Garbın
medeni milletleri gibi hareket etmek isterken tam aksine yapıyoruz." (Düzdağ, age., s. 54-55)

Ulü’l-emre İtaat ve Muhalefet

Nisa Suresi 59. Ayette ulü’l-emre itaat konusu işlenmektedir; "Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ulülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu
Allah’a ve Resul’e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir." (Kur’ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli, TDV. Yay.. Ankara 1993).

Kur’an-ı Kerim’in bu ayetindeki emrinden hareketle idarecilere itaat etmenin Allah’ın emri olduğu ve buna uymak gerektiği savunulmuştur. Değişik dönemlerde bu ayetten hareket ederek idarecilere itaatin farz olduğunu savunanların, "sizden olan" kısmına
çok fazla dikkat etmedikleri de gözlenmiştir. İslam alimleri bu konu üzerinde hassasiyetle durarak, itaatin mutlak bir itaat olmadığını belirtmeye ve özellikle Hz. Muhammed (sav) ile Hulefa-i Raşidin dönemindeki uygulamalardan örnekler vererek konuyu aydınlığa
kavuşturmaya çalışmışlardır.

Ali Suavi, Şeriat kitaplarına dayanarak buralarda geçen, "Emirler halkın hâkimleri, âlimler emirlerin hâkimleri, ilim ise âlimlerin hâkimidir" mealindeki ibareyi hatırlattıktan sonra kontrol gücü olarak gördüğü ulemayı devlet adamları ve padişahın
üstünde tutan görüşü savunur. Ona göre kontrol gücü ulemanın elinde olmalıdır. Bunların bir kenara itilmiş bulunmasını sıkıntının kaynağı olarak kabul eder. "Ey Müslümanlar, halkı hayra davet eder ve iyiliği malum olan şeyleri emr ve takbih ve
red olunan işlerden men eyler bir fırkanız daima mevcut bulunsun. Felah ve necat bulanlar ancak bu fırkadır" cümlesini zikrettikten sonra, Hz. Ömer (ra), Hz. Ali (ra) ve Harun Reşid dönemlerinde alimlerle çok sayıda meşveretin yapıldığını ve muhtelif
zamanlarda alimlerin yanlışlara müdahale ettiğini ifade eder. (Çelik, age., s. 554).

İslam idaresinde keyfiliğe yer olmadığını ve birbiri içerisinde mevcut bulunan kontrol mekanizmalarının varlığını hatırlatır; "Yani müluk ve vüzera teba’asına ve ulema dahi o mülük ve vüzeraya ve şeriat dahi o ulemaya hükmeder. Elhasıl İslâm hükümet-i
meşruasında hiçbir hükmün hiçbir şahsa isnadı olmayıp, mahza şer’a nisbet olunmak kaide idi." (age., s. 555).

Ali Suavi, doğru yolda hareket etmeyen idarecilere itaatin aksine, isyan etmenin hak olduğunu savunur. Bu hakkın da sadece ulema veya askeriyeye münhasır olmayıp, bütün Müslümanların hakkı olduğunu ilave eder. Kur’an-ı Kerim’deki (Nisa 4/59) "Allah’a,
Resulüne ve emirlerine itaat ediniz" mealindeki ayeti, "yani şer’-i şerife itaat ediniz ve sizden yani şer’a mutilerden olan ümeraya itaat ediniz, diye ferman buyurmuştur" şeklindeki ifadelerle yorumlar. Ayrıca Hz. Ömer’in (ra) devlet idaresini yetim
vesayetine benzettiğini, padişahın bostan sahibi değil, bostanın emanetçisi ve nazırı olduğunu hatırlatır. (Çelik, age., s. 556)

Ali Suavi, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in meşhur hutbelerini hatırlatır. Hz. Ebubekir’in; "Şimdi eğer ben iyi yaparsam bana yardım ediniz ve eğer fena yaparsam beni doğrultunuz. Ben Hazret-i Allah’a ve onun Resulüne itaat ettiğim müddetçe siz de bana itaat
ediniz, ama ben Hak Teala’ya ve onun Resulüne itaatsizlik ettiğim vakit de artık sizin bana itaat etmeniz lazım gelmez" ve Hz. Ömer’in; "Ey insanlar sizden her kim bende eğrilik hissederse beni doğrultsun" sözlerini hatırlatır. Bunun üzerine Bilal-i
Habeşi ve Selman-ı Farisi’nin; "Vallahi hükümdar, sende bir eğrilik görecek olursak seni kılıçlarımızla doğrulturuz" mealindeki mukabil sözlerini bildirir. Bu karşılığın Hz. Ömer’in hoşuna gittiğini ve böyle insanların mevcudiyetinden dolayı
Allah’a şükrettiğini aktaran Suavi, bu örneklerle İslamî idarenin keyfilikten ne kadar uzak olduğunu göstermeye çalıştı. Suavi’ye göre Müslümanlar tercihlerini ya Bilal ve Selman gibi yapmaları gerektiğini, aksi takdirde "Sümüklü Böcekler gibi"
zalimlere karşı başlarını saklayarak gezmek zorunda kalacaklarını sözlerine ekler. (Çelik, age., s.556)

Suavi, Avrupalıların yanlış bir şekilde, Müslümanların halife ve hükümdarlarına kayıtsız şartsız itaat etmekle yükümlü oldukları zannını taşıdıklarını belirttikten sonra; "Heyhat Sem’ u tâ’at hadisini bize tahdis eden Buharî (ra) ‘İmam mûti’-i
şer’ olmadığı halde sem u tâ’at yoktur’ hadisini dahi tahric etti." "Allah’a, Resulüne ve emirlerinize itaat ediniz" (Nisa 4/59) mealindeki ayet-i kerimenin Kadı Beydavi tarafından; "sırat-ı müstakim"de (doğru yolda) bulundukları sürece
emirlere itaat edileceği şeklinde tefsir edildiğini bildirir. Bu ifadelerle İslam idaresinin asla despotizm ile bağdaşmadığını ispatlamaya çalışmıştır. (age., s. 557)

Muhalefet konusuna değinen Suavi; "Hükümdarlar ve emirler adalet ve insaf ve istikametle memur olup bir metbu’ velev hükümdar olsun istikametten inhiraf edecek olursa teba’a tarafından itiraz olunmak, hatta itiraz ile kabil-i ıslah olmazsa silah ile cebren zulmü
men edilmek şer’an farz imiş ve millet-i İslâmiyyenin ahval-ı maziyyesi ile ahval-ı hazırası tatbik ve kıyas olundukta bugünkü mühlikeye düşmesine işte beyan olunan farz ile ameli terk edişi bâis olmuş." der (age., s. 559).

"Bir millet yalnız metbuların hayır ve şer emrine muntazır olarak sükut etmesi büyük günah ve bais-i izmihlaldır. Haksız emirlere ve hareketlere mukavemet etmeye daima borçludur." diyen, haksız uygulamalara, zalim yöneticilerin devleti batırmalarına
karşı milleti silkinmeye, uyuşukluktan vazgeçmeye çağıran Suavi, bazan açıkça tahrik edici ifadeler kullanır: "Nedir bu üstümüze çöken miskinlik, nedir bu uyuşukluk, nedir bu karılık." "İcra-yı adalet etmek hükümetin en birinci ve en büyük
vazifesidir. Çünkü sebeb-i teşekkül ve bekasıdır. Devlet bu vazifesini düşünmezse ahali bit-tabi düşündürmeye mecbur olur."

Eğer hükümet meşveret meclisi açma konusunda milletinin isteğini anlamazsa "teba’a hakkını zorla alacaktır" sözleriyle de hükümet açıkça tehdit edilir. (Çelik, age., s. 560)

Toplumun vurdumduymazlığından şikayetçi olan Suavi, bunu tenkit eder; "Öyle bir halk ki, koca Cezayir gibi bir uzvu koptu da hiç hissetmedi. Semerkand ve Taşkent ve Buhara gürültülerini sivrisinek vızıltısı gibi işitti. Üzerinden otuz dokuz Âli Paşa aşıracak
derecelerde domaldı. Biz öyle bir kavim olmuşuz ki, dört mektep çocuğumuz bir yere gelse, biri padişah olup diğerlere manasıb tevcihiyle oyun oynarlar. Dört saçlı sakallı umur-dide salhorde ricalimiz cemiyet namıyla tecemmü etse her biri riyasetini ilan ile
kumandan olmaya kalkışır. Şöyle bir ahlakta olan halka uhuvvet, müsavat kaziyelerini kim alır, kim satar." (Çelik, age., s. 578)

Meclis ve Seçme ve Seçilme Hakkı

Said Halim Paşa, millet iradesi, seçme ve seçilme konularında şu görüşlere yer vermektedir: "Milletin temsil usulünün hak ve imtiyazlarına gelince: Tabii ki, bunlar çok geniştir. Hatta sınırsızdır, denebilir. Parlamento, icra kuvveti üzerindeki sonsuz
olan murakabe vazifesini yerine getirmek için bütün haklara sahiptir. Ayrıca kanun koyma hakkı yalnız ona aittir. Bu suretle ‘teşri kuvveti’ makamındadır. Milli iradeyi tanımak ve kanunları kabul ettirmek imtiyazı da ondadır.

"Şu durumda milleti temsil usulünün yegane işi, cemiyeti ‘halkçılaştırmak’, yani ‘azınlığı, çoğunluğun iradesine boyun eğdirmek’ olmaktadır. Halbuki bu usulde parlamentoya tanınan murakabe hakkı, cemiyeti halkçılaştırması veya icra kuvveti ile mücadeleye
girişmesi için değil, memlekete aklı başında ve namuslu bir idare temin etmesi için verilmiştir.

"Görüldüğü gibi bu rejimde parlamento, milli hakimiyeti temsil etmektedir; onun yerine mutlak bir kudrete sahiptir; hata yapmaz ve sorumsuzdur. Dolayısıyla da büyük bir nüfuza sahiptir ve daima zora ve baskı yapmaya meyillidir. (Düzdağ, age. 266-68).

"… şartlara uyulduğu takdirde, iyi düşünülmüş, yerli yerinde, mantıklı ve ölçülü bir kanunlar mecmuası meydana getirilebilir ve umumi vicdanın tasvip ve teyidine mazhar olurlar. Ancak bu sayededir ki, cemiyetin kanuna dayanması ve zapt u rapta alınabilmesi
ve bunun hiç aksamaması mümkün olabilir. Bu şartlara uymayarak, yapılacak ve çıkarılacak kanunlar şahsi ihtiras ve menfaatleri tatmin etmek yahut ani olarak çıkan birtakım ihtiyaçlara cevap vermek için ortaya konmuş demektir. Bunlar geçici bazı vakalar için
tertip edilmiş kanunların seviyesine inmeye mahkumdurlar.

"Bu gibi kanunlar adaleti temsil etmezler; istibdadı temsil ederler. İstibdat ise iki çeşit kötülüğün meydana çıkmasına ve bunların cemiyeti bozmasına sebep olur. Kötülüklerden birincisinde istibdat, zayıfları ezmek için kuvvetlilere, kanundan
istifade etmeleri hakkını verir. İkincisinde ise, zulümden kurtulmak isteyen zayıfları ya kanundan kaçmaya veya kanunu hiç tanımamaya mecbur eder. Bu iki kötülük ise cemiyeti fesada uğratmak için kâfidir." (Düzdağ, age., s. 276-77)

Halim Paşa, siyasi partiler hakkında da fikirlerini belirtmiş ve daha çok siyasi partilerin çekişmesinden duyduğu rahatsızlığı kaydetmiştir; "Şu halde bu kavgalar, aslında Osmanlılık ile bazı unsurların özel çıkarlarının çatışmasından başka
bir şey değildir. Böyle olunca da bizim siyasi partiler kurdurmaya çalışmamız, Osmanlılığın yüce menfaatleri aleyhine olmuş, hala özel çıkarlar peşinde koşanların ekmeğine yağ sürmüştür. Bu durum onları, kanuni bir maske ile kurulmuş partiler
sayesinde ve parlamentonun sağladığı dokunulmazlığın himayesi altında, zararlı maksatlarını takip etmelerine imkan vermiştir.

"Siyasi partilerimizin durumu o kadar gayri tabiidir ki, çoğunluk, azınlığın eline geçmiştir. Bu durum, şimdiki idare tarzımızın tamamen terkini değilse bile, herhalde pek çok değişikliklere uğramasının gerektirecek derecede tehlikelidir." (Düzdağ,
age., s. 51-52)

Ali Suavi, Avrupa demokrasilerinde bulunan meclislerin aynısını savunmaktadır. Seçimi millet tarafından yapılan ve her tabakadan temsilcilerin bulunduğu bir meclisin gerekliliğini savunur. Bu mecliste Ali Paşa ile beraber Ahmed Ağa da yer alabilecektir. "O
Ahmed Ağa oda kapısından girerken Paşa’ya secde edecek mi, sonra ayakta durmaya müsaade buyurulursa el pençe divan durmayacak mı?" şeklindeki soruya, "Yok yok, böyle şeyler olmadıktan başka o Ahmed Ağa, Paşa’dan yangın ianesi paralarını soracak,
kal’alar Sırba niçin verilir sual edecek ve memurların ahvalinden bahs eyleyecek" şeklinde cevaplandırır. "Meşveret Meclisi Olmadıkça Devlet Yaşamaz" yazısında, meşveret meclisinin hem teba’ayı, hem de devleti koruduğu fikri işlenir. "Zira
mahkum-ı tabiat himaye olunmak ister; vüzera hakim, teba’a mahkum, hani hâmi?" şeklinde sorar. (Çelik, age., s. 569)

Suavi, idarecilerin danışacakları kimselerin kendileri tarafından tayin edilmesine taraftar değildir. Sakıncasını da "her halde emr ü ferman efendimizindir" şeklinde teslimiyetin devam edeceğini ve beklenen faydanın sağlanamayacağını savunur.
Memurların kendi fikirlerinde ısrar etmeleri azledilme tehlikesini de beraberinde getireceğinden, meşveretten beklenen gaye elde edilmez. Fakat, meclis için aynı şey söz konusu değildir: "İşte meşveret meclisi dediğimiz, veziri kanun icrasına mecbur edecek
kuvvet demektir ve bu kuvvete vezir ‘çık dışarı’ diyemeyecektir." Yeni Osmanlılar, düşündükleri ve tasavvur ettikleri idari sistemde padişaha mutlaka yer vermiş olmalarına rağmen, Suavi, Namık Kemal ve Ziya Paşa’dan farklı olarak Sultan’a verdiği yer göstermelik,
sembolik bir yer değildir ve bu yüzdendir ki o, İngiliz sistemini asla benimsemez. (Çelik, age., s. 579)

Suavi, "ehl-i hall ve’l-akd" kavramı ve uygulaması üzerinde durur. İslami idare sisteminde seçmen karşılığı olarak kullanılan bu deyimler, aynı zamanda Batı demokrasileri ile İslami cumhuriyet arasındaki en mühim farkı meydana getirir. Yazar bu seçkin
seçmen topluluğu için şu ifadelere yer verir: "Eski zamanlarda ahali tarafından bil-fiil intihapları icra olunur değil idiyse de bil-kuvve intihap var idi. Bilfiil intihap olunmuşlar gibi ahali onlara teslim olurlar idi. Çünkü Şeri’at-ı mutahharada emr-i
bil-ma’ruf nehy-i ani’l-münker vazifesi şer’an ammece farz-ı kifayeden olup, usul ve füru’una vakıf olmak ta’ayyün eden zevata farz-ı ayndır ve diğerlerinden sâkıttır." (Çelik, age., s. 574-75)

Halk tarafından seçilen temsilcilerin varlığı için de; "Hey’et-i hükümetin azası, ahalinin intihap ettiği meclisten çekilip alınırsa kuvveteyn kalır mı ki, muvazene mevcut olsun? Bir yerde kabine var, azasının yetişmesi ve bekası, hall meclisinin
velev kılleten tahsisine tevakkuf eder, orada hakim ve mahkum, amir ve me’mur, nahi ve menhi hep şey’-i vahid." (Çelik, age., s. 582) ifadelerine yer verir. Diğer taraftan devlet işlerini yürütecek olan bakanların ise tayin yoluyla atanacak memurlar olmasını
savunur. Meclisin de bunların karşısında halkı temsil edeceğini ve böylece dengenin sağlanabileceğini "kuvveteyn", "muvazene" terimleriyle ifade eder.

Seyyid Bey, yöneticilerin emir ve tasarruflarının geçerli olabilmesi için seçimin şart olduğunu söyler. "O halde halifenin, imamın, hükümetin veya sultanın emirleri, tasarrufları, nasıl geçerli oluyor? İşte seçim ve biat onun için şarttır. Halifeyi
seçmek, imam denilen kişiyi seçmek, hatta mebusları seçmek onun için şarttır. Fakihler yani İslam hukukçuları, ‘Halife milletin vekilidir’, derler. Çünkü millet kamu velayetini ona devretmiştir. Seçim yoluyla devretmiştir. Millet onu seçmeseydi, o kamu
velayetine sahip olamazdı. Onun için millet o kamu velayetinin sahibidir ve aslıdır. Kamu işlerinde tasarruf kendisine aittir. Fakat millet kendi işlerini bizzat kendisi icra etmeyip, o icrayı seçim ve biat yoluyla halifeye devretmiştir." (Kara, age., C. I, s.
206-207)

Meşrutiyet

Milletle istişare eden devletten övgü ile söz eder Ali Suavi; "hükümet-i İslâmiye şura üzerine tertip olunmuştur. Milletle istişare eden devlet terakki eder. Ne güzel hükümettir o ki, varidat ve sarfiyatı birkaç kimsenin eline kalmayıp umumunun, yani
millet tarafından intihap olunmuş beş altı yüz zevatın nezareti altında buluna ve israf vuku bulundurulmaya." (Çelik, age., s. 568-69) Meşrutiyetin milletin yapısına uymadığı fikrine de karşı çıkar; "Milletin yapısının meşruti idareye
uygunsuzluğu fikri yanlıştır. Çünkü İspanya’dan Hindistan’a kadar uzanan büyük bir medeniyetin sahibi olan Müslümanlar herkesten ve her milletten çok meşruti idareye layıktırlar. Şayet millet bu konuda henüz reşid olmamış bir çocuk kabul ediliyorsa, onu
olgunlaştırmanın yolu da meşveret sisteminde aranmalıdır. Yazar, meşruti idare sistemine geçmenin Avrupa kanunlarını kabul etme anlamına gelmeyeceğini de ayrıca belirtir. (Çelik, age., s. 573)

Said Halim Paşa, meşrutiyetin sükunet içinde gerçekleşmesini İslamiyet’in etkisine bağlar; "İslamiyet’in, sosyal ve siyasi müesseselerimiz üzerinde, insanlık sevgisi bakımından meydana getirdiği güzel ve yerinde tesirler sayesindedir ki, son (Meşrutiyet)
inkılabımız herkesi şaşırtacak bir sükunet içinde vuku bulmuştur." (Düzdağ, age., s. 41)

Şeyhülislam Mustafa Sabri, asıl, mutlakıyet şeklinin insanlara yakışır bir idare olmadığını belirtir; "Meşruti idareye bir milletin layık olup olmamasına gelince, mutlakıyetçi hükümetin insanlara yakışır bir idare olmadığı yukarda arz edildiğinden
hiçbir millet ‘biz meşruti hükümete layık değiliz’ diyemez. Çünkü bu söz ‘öyle bir hükümet isteriz ki, görüş ve rızamızı aramasın, bizi istediği gibi kullansın ve canımızı çıkarırsa ne yapıyorsun demeye hakkımız olmasın’ manasını ifade eder.
Bir insan, kendi aklı ve idraki hakkında ne ölçüde kötü zanna sahip olsa da yine nasıl idare edileceğini bilmekten, anlamaktan sakınarak kayıtsız ve şartsız bir diğerinin emri altına kendini teslim etmeye talip olamaz. Kendi aklına güvenmezse, aklına ve
iyilikseverliğine itimat ettiği bir başkasını araya koyarak mukadderatına hakim kılacağı kimseleri anlamak ve faydalı şartlar ileri sürmek ister. Meşrutiyetin üstünlüğü o kadar vazıh bir meseledir ki, mutlakıyet idaresine kendi isteği ve tercihiyle, yaptığı
muhakeme sonunda razı olan hiçbir insan milleti bulunamayacaktır. Böyle bir meseleyi münakaşa konusu yapan rehberlere sahip olacak kadar bahtsız olan Türk-Osmanlı milletinden başka hiçbir millet, meşruti idareyi kabul etmek konusunda ne tereddüt eder ne de teşvik
edilmeye muhtaç olur." (Kara, age., C. II, 278)

Şeyhülislam Musa Kâzım da ümmet şurasının ehemmiyeti ve özellikle Saadet Asrındaki uygulamaya dikkat çekerek, meşruti sistemi savunur; "ümmetin şurasının meşru oluşu Kur’an-ı Kerim’in ‘Bütün Müslümanların işi aralarında şuradan ibarettir’ (Şura
42/38), yani ‘Müslümanlara bütün iş ve muamelelerini meşveretle halletme ve çözüme kavuşturma emredilmiştir’ mealindeki iki ayet-i kerimesiyle sabit olmuştur ve binaenaleyh Hz. Peygamber bu ilahi emre uyarak ümmetin bütün önemli maslahatlarını meşveret
usulüyle halletmeye ve çözüme kavuşturmaya ihtimam buyurdukları gibi kendisinden sonra Ashabı da bu yüce izi takip ederek kulların bütün önemli maslahatlarını aynı usulle halletmeye ve çözüme kavuşturmaya son derece itina göstermişlerdir." (Kara,
age., C. I, s. 66-7)

* Bu listede yer almayı en çok hak edenlerden biri olan Bediüzzaman Said Nursi’nin (1878-1960) konuyla ilgili fikirleri derginin sonunda derlendiği için buraya alınmamıştır.