Belli ilkeler etrafında temellenmiş olan liberal demokrasiler artık bir çok nedenden ötürü sorgulanmakta ve yetersiz bulunmaktadır. Katılım, çoğulculuk, kamusal ve özel alanın ayrışması, farklı taleplerin bir arada karşılanması, iradi kimlik seçimlerinin
özgürce yapılabilmesi, temsil gibi olgular karşısında klasik liberal demokrasiler cevap vermekte zorlanmaktadırlar. Bütüncül toplumsal yapıların parçalanması, cemaatçi dayanışmaların giderek güç kazanması, teknolojik gelişmenin gerek birey olarak insanı,
gerekse toplumları doğrudan etkilemesi bu süreci hızlandırmaktadır. Siyasal sitemin meşruiyeti sorununu gündeme getiren bu gelişmeler, yeni bir demokrasi anlayışı arayışlarına yol açmıştır. Bu sorgulama ve yeniden yorumlama süreci sadece demokrasi kavramını
değil, onunla ilişkili ve onun çevresinde yer alan bir dizi kavramı da yeniden anlamlandırma eğilimindedir.

Liberal demokrasinin ulusçuluk bağlamında pekiştirilmiş dokusu, aslında birörnekleştirme beklentilerinin uzantısıdır. Birörneklik ise daha başlangıçta dışlayıcı olmaktadır. Kendi dışındakini ortadan kaldırmaya kararlı bir mantığın sonucudur. Çoğunluk
da son kertede birörnekliğin bizatihi kendisidir. Bu nedenle klasik liberal demokrasilerin çoğunluğun azınlık haklarını gözeten bir yönetsellikle bütünleşmesi, gerçekleştirilememiş bir ilke olarak kalmıştır. Tersine demokrasiler, zaman içinde bir tür çoğunluk
diktatoryasına dönüşmüştür. Yeni demokrasi önerilerinin kendisini en çok gösterdiği düzey de budur.1 Demokratik rejimin normatif altyapısı olan "insan hakları" ve onun şemsiyesi olan "hukuk devleti" kavramları da yeniden yorumlanmaktadır.
Artık hukuk devleti için ne sadece demokratik hukuk devleti, ne de sosyal hukuk devleti boyutları yeterli görülmemekte, bunlara "hukuk toplumu" boyutunun eklenmesi hukuk devletini temellendirmek için zorunlu görülmektedir.2 Bu boyut ise kuşkusuz toplumu
oluşturan bireylerin tek tek dönüşümü ve değişimine tekabül eden bir hazırlık sürecini imlemektedir.

Modernitenin kendi varlıksal gerçeğini aşkınlaştırma eğiliminin bir sonucu olarak devletin aynı anlayışla pekiştirilmesinin yanı sıra, liberal yapılar içinde demokrasi de aşkınsal, amaçsal bir anlam kazanmıştır. Bu durum demokrasinin her bağlamda
denetimden uzaklaşmasına yol açmıştır. Günümüz demokrasilerinin üzerine basması gereken en önemli ögelerden birisi, özne kavramına eklenmesi gereken özel alan olgusudur. Kamu alanının mümkün olduğunca daraltıldığı, buna mukabil özel alanın bütün
tanım olanaklarıyla zenginleştirilerek geliştirildiği bir süreç, yeni bir demokrasinin temel dayanak noktası olmalıdır.3 İnsanın özne olarak kendini yeniden konumlandırması ve demokrasinin özneler arası bir süreç olarak tanımlanması ile yeni demokrasi
anlayışları ve önerileri ortaya çıkmaktadır böylece. Liberal demokrasinin bir üst projesi olarak görülen radikal demokrasi de bu çerçevenin kendisinde somutlaştığı bir anlayışı işaret etmektedir.

Buna paralel olarak Giddens’in "demokrasinin demokratikleştirilmesi" olarak tasvir ettiği "Diyalojik demokrasi" projesi de kamusal alanda öteki ile karşılıklı tolerans içinde beraber yaşamanın tek aracının diyalog olduğunu varsayar. Bunu
yaparken de ötekinin kim ve ne olduğuna bakmaz, dolayısıyla fundamentalizmin tüm tiplerine karşıt bir konum alır.4

Diğer taraftan günümüzde özellikle teknolojik gelişmenin giderek güç kazanmasıyla birlikte, yatay etkileşimin hızlandığı bilinmektedir. Bu süreç demokrasi kavramının ağırlığını, temsil kavramından kopararak doğrudanlık olgusuna çekmektedir.
Bilindiği gibi temsili demokrasinin gelişmesinin ana nedeni; günümüz devletlerinde insan topluluğunun nicelik olarak büyüklüğü, ülkenin genişliği ve yönetici olmanın belli bir ehliyet ve liyakat gerektirmesinden dolayı doğrudan demokrasinin uygulanamamasıdır.
Yönetimin ehliyet ve liyakat gerektirmesi bu gün de geçerliliğini korumakla birlikte, insan sayısının fazlalığı ve ülkenin genişliğinin doğurduğu güçlük ve imkansızlıklar teknolojik araçlarla azaltılabilir. Ünlü siyaset bilimci Sartori de, teknolojik
olarak "referandumlu demokrasi"nin mümkün olduğunu belirttiği "Demokrasi Teorisine Geri Dönüş" adlı eserinde şu görüşlere yer vermektedir: "Referandumlu demokrasiden, temsili demokrasinin yerini alan bir makrodemokrasi anlaşılmaktadır.
Gerçi şu ana kadar böyle bir demokrasi yoktur ama, teknolojik bakımdan artık olabilir…"5

Yurttaşlık, erken modern dönemin ve siyasal sistemin öne çıkardığı, ulusçuluk akımına atfedilmiş bir kavramdır. Çoğu kez yukarıdan inme bir yaklaşımla ve bir üst otorite tarafından tanımlanmış olarak içselleştirilmiştir. Yurttaşlık bu özellikleri
nedeniyle birörnekleştirme sürecinin ayrılmaz bir parçası konumunda kalmıştır. Hukuksal bir statü olmaktan ziyade, yasal bir statüye tekabül etmiştir. Siyasi temsilin işlemediği, egemenliği halka veren demokratik teoriye rağmen uygulamada gücün, halk adına
hareket eden devlete ve bürokrasiye geçtiği görülmüştür. Michel Foucault’nun modern devleti tanımlamak amacıyla kullandığı "Panopticon" metaforu ve "Modern iktidar büyük gözaltıdır"6 sözü bu noktadaki açmaza getirilen eleştiriyi
ifade eder. Oysa yeni vatandaşlık anlayışı, tüm farklılıkları benimseyen, bunları içeren yeni ve katılımcı bir sözleşme mantığına dayanan bir sürece tekabül edecektir. Bu yurttaşlık tanımının iki dayanağından birisi anayasallık kavramı, öteki
ise katılımcılıktır.

Toplumsal gelişme öyle bir noktaya geldi ki, siyasetin gerçek öznesinin sonradan kuruluş amaçlarına ters düşerek insana tahakküm eden siyasal kuruluşlar değil, bizzat insan olduğu kabul gördü. Devlet kendisine atfedilen "kutsallık" sıfatından,
"insan üstü" niteliğinden soyutlandı. Devletin, insanın refahı, güvenliği ve mutluluğu için, insan tarafından yaratılmış bir kurum olduğu görüşü benimsendi.7

Bu süreçle bağlantılı olarak yönetişim (governance), uluslarötesileşme evresinde devreye giren ve odaksal devlet anlayışını çözen yeni bir kültür niteliği kazandı.

Demokratikleşme bir yandan üst yapılardan, devletten ve bürokrasiden birey psikolojisine doğru gelişirken, bir yandan da bireyden, bireyin zihinsel yapısındaki hazırlıktan başlayarak aile, okul, çevre, iş, bürokrasi ve devlet katmanlarına doğru iki yönlü
bir yapılanma, yerleşme, pekişme süreci içinde olgunlaşır. Bireyi demokrasinin nesnesi değil, öznesi olarak gören yeni demokrasi anlayışında bireyden başlayan süreç öne çıkmaktadır. Bireyin demokrasinin ve siyasetin nesnesi değil, öznesi olabilmesi için
sadece üst kurumların onu özne olarak konumlandırmaları yetmez. Bu, öznenin tanımına aykırıdır. Özne edilgen değil, etken olandır. Dolayısıyla bu sürecin gelişmesinde bireye düşen görevler de vardır. Yeni demokrasi tanımında sözü edilen "Öznelerin
eşit ve özgür uzlaşısı" için tarafların kendilerini özne olarak inşa etmeleri gerekir (kul, tebaa, tabi, üye, katılımcı vs. değil etkin, özgür özneler). Bu özneler, kendi özgürlüklerini korumanın ötekinin özgürlüğünü korumaya bağlı olduğu
bilincine ulaşmış (demokrasi kültürünü özümsemiş ve içselleştirmiş) bireylerdir.

Bu bireylerin kendi içlerindeki demokrat kimlik inşasında elbette ki, kişiliklerinin şekillenmeye başladığı ilk çocukluk yıllarından itibaren yaşadıkları tecrübeler ve bu tecrübelerin ortaya çıkması sürecinde iletişim ve etkileşim içinde oldukları
temel figürler (ebeveyn, öğretmen, yönetici vb.) çok önemlidir. Bizler kendimizi erişkin bir bireyden, erişkin bir özneye tekmil ederek bir "bilinçli" inşa süreci yaşamaya çabalayabiliriz. Ama kişiliğimizin temel taşlarının konulduğu ve harcının
atıldığı ilk -çocukluk- yıllarımıza geri dönerek kimlik inşa sürecimizin temellerine yeniden müdahale edemeyiz. Ancak, çocuklarımıza bu imkanı tanıyabiliriz. Onların demokrat bir kimlik temeli üzerine demokrat bir özne inşa etmeleri çok daha kolay
olacaktır. Antidemokratik tecrübelerin temeli üzerine demokrat bir yapı ve tefrişat çabasının çelişkilerini yaşamayacaklardır böylece.

Sosyal bir örnekle maksadımı somutlaştırabilirim: Yurtdışında uzun süre yaşamış bir arkadaşımla, bir banka kuyruğunda beklerken, gelen insanların önce kuyruğun başına, sonuna bakıp sonra başka bir çözüm bulabilir miyim diye ortalardaki boşluklara
yanaşma çabalarına eşlik eden tedirgin tereddütlerini gören arkadaşım "geldiğim ülkede insanlar böyle bir kuyruğu gördüklerinde kuyruğun sonuna geçmekte asla tereddüt etmez ve duraksamazlar. Zihinlerinin çalışma şekli onlara başka bir seçeneği
hissettirmez bile. Dürüst olup kuyruğun sonuna geçmeliyim diye de düşünmezler çünkü bu zaten alternatifi olmayan bir gerekliliktir. Diğer ihtimaller kasabın pırasa satma ihtimalinden farklı değildir kafalarında" demişti. Bu durum, demokrasinin
temelindeki fırsat eşitliği ve kanun ve kurallar nezdindeki eşitlik ilkelerinin aksini aklına getirmeyecek (düşündükten sonra reddetmek değil, düşünmemek) düzeyde içselleştirildiğini ifade eder. Çocukların gündelik ilişkilerinde böylesi davranış
ilkelerine tanıklık etmeleri, onların bu davranışları ve onun arkasındaki "empatik", "adil" ve "demokratik" zihinsel işleyişe sahip olmalarının güvencesi olacaktır. Toplumsal yapıyı bir anda ve tümüyle değiştirmek mümkün
olmayacağına göre anne-babaların evlerinde, öğretmenlerin, okul idarecilerinin eğitim yuvalarında bu bilinci işselleştirecek tarzda bir etkileşim içinde olmaları gerekir.

Psikolojik süreçlerle sosyolojik süreçler çokça benzeşir ve birbirine tekabül eden gelişme basamaklarına sahiptirler. İnsanın ve toplumun tekamülünde çocuk alt gelişme basamağındaki bir ruhsal süreci temsil eder. Çocuk daima yönlendirilir. Yasaklar ve teşviklerle
ceza ve ödüllerle kişiliği şekillenir. Toplumsallaşma sürecinde çocuk önce cezadan kaçarak ve ödülü gözeterek kurallara uyar. Bu, taklit aşamasıdır. Ancak daha sonraki aşamalarda çocuğun niçin öyle davranması veya davranmaması gerektiğini ilkesel düzeyde
kavramlaştırması ve içselleştirmesi gerekir. Aksi takdirde sürekli kendisini kontrol eden bir mekanizmanın varlığı ve bu mekanizmanın olmadığı zamanlarda kişinin kendi iç dinamikleriyle bunu sürdürememesi, kararlı olmayan, düzensiz hatta kaotik bireysel
ve toplumsal ilişkilere neden olur. Başka bir deyişle herkesin vicdanında bir zabıta olmadığı sürece herkesin tepesine bir zabıta gerekecektir.

Bizim demokrasi kültürümüz bu ceza ve ödüller içine iradesini hapsetmiş çocuk analojisine daha çok uyar.

Diğer yandan hukuk sistemimiz, devletin "kutsallığı" ve yüceliği üzerine kuruludur. Birey/insan, Türk hukuk sisteminin öznesi değil, nesnesidir. Dolayısıyla, yapan ve değiştiren değil, yöneten ve yönlendirilendir. Türk hukuk sistemi bu nedenle, teşebbüse,
yaratıcılığa, özgürlüğe değil, merkeziyetçiliğe ve buyurganlığa yatkındır.8 Bu nedenle de Doğu Ergil’in ifadesiyle "vatandaşına pek aldırmayan, ama vatanını çok seven" devlet ricalinin demokrasi anlayışıyla yönetiliriz.

Bireyin hukuk sistemi ve siyasal sistem içinde özne olabilmesi, aile içinde, eğitim sistemi içinde, sokakta, kışlada, karakolda, hastanede kendisini özne olarak algılama imkanı ve alışkanlığıyla doğrudan bağlantılıdır. Bütün bu alt sistemler içinde
kendisine nesne muamelesi yapılmasına alışmış bireyin hukuk ve siyaset alanında özne gibi davranmasını beklemek gerçekçi olmaz.

Demokratikleşme ailede başlar. Çocuk küçük yaştan itibaren hem kendisini ifade etmeye, fikrini açıklamaya ve "rey" kullanmaya alışmalı, hem de kendi hakkını talep ve takip etmeye alıştırılmalıdır. Aile içinde alınacak kararlarda tüm aile
bireylerinin sürece katılmaları, onların daha katılımcı ve demokrat bir yaşama biçimine alışmaları, inisiyatif kullanmaya alışmaları, verdikleri kararların sonuçlarına katlanmaları ve kendilerinin de katılımcı oldukları kararlara daha çok uymalarını
sonuç verecektir. Bu, çocuğa alacağımız bir ayakkabı veya çantanın ona sorulmasıyla başlar. Bu aynı zamanda çocuğun kararı kendisi verirken başkalarına da danışma ve bilgilenme sürecine alışması olacaktır. Çocuğa "şunu al" dediğinizde o
diğerinin rengini daha çok beğenmişse sadece renginden dolayı diğerini almak isteyebilir ve ak-kara ikilemine kilitlenir. Ama siz ona "hangisini istersin?" dediğinizde o da sizden fikrinizi soracaktır. O zaman da "onun rengi daha güzel ama bunun
derisi daha sağlam, şunun da tabanı daha hafif ve ergonomik…" gibi çocuğun bir dahaki tercihinde kendisine rehberlik edebilecek değerlendirme tarzını öğrenmesini sağlayabilirsiniz. Bu iki farklı yaklaşım tarzı iki farklı kişiyi şekillendirecektir. Ne
yazık ki, yerleşik kültürümüzde (birçok Doğulu toplumda olduğu gibi) ilk ilişki biçimi daha çok şekillendirici olmaktadır. Doğulu-Müslüman toplumların -İslam totalitarizme ve istibdada sıcak bakmazken- despot ve totaliter rejimlerce yönetilmelerinin
kaynağındaki etkenlerden biri de budur kanaatimce. Analitik olmayan kategorik değerlendirme, sorgulamanın (tahkik) isyan, itaatin meziyet olarak addedilmesi ve bunun gelenekselleşmiş olması…

Demokratikleşme kültürünün oluşmasında bir diğer basamak okuldur. Öğretmenin sınıf içinde zaman zaman öğrencilerin fikrini alması, onlara danışması, okul idaresinin okul ve öğrencilerle ilgili kararlar alırken öğrenci temsilcilerini de kararlara müdahil
etmesi ve temsilcilerin seçiminin de tamamen öğrencilere bırakılması gibi uygulamalar çocuk kişiliğinin ve kimliğinin inşasında çok önemlidir. Ancak hâlâ bir çok okulda sınıf başkanları bile seçimle değil, "atamayla" belirlenebilmektedir
(benim oğlumun okulunda olduğu gibi).

Toplumsal dokuyu oluşturan irili ufaklı tüm yapı ve katmanlardaki işleyişi bu genel kurala dahil edebiliriz. Bir siyasi parti veya bir cemaat organizasyonunda da aynı durum geçerlidir. Cemaat içi ya da parti içi demokrasiyi fiilen ortaya koymadan ülkenin
demokratikleşmesi yolunda çaba sarf etmek tutarsız ve anlamsız olur. Bir sivil toplum kuruluşunda aykırı seslerin susturulması sağlıklı olmadığı gibi hiç aykırı ses olmaması da sağlıksız bir yapıyı gösterir. Bu, oluşumu meydana getiren bireylerin özne
olamadıklarının dolaylı bir ifadesi olur. Bir çocuğun büyüyüp geliştiği halde annesiyle olan bağımlılık ilişkisini sürdürmesi ve özerkleşememesi nasıl ki, sonraki hayatında sağlıksız, psikopatolojik ilişkilere neden oluyorsa, aynı şekilde içinde
bulunduğu oluşumun "resmi görüşlerini" hiçbir şekilde yeniden değerlendirme ihtiyacı hissetmeksizin edilgen bir süreç içinde benimseyen birey için de belki o oluşum içinde uyumdan söz edilebilir ama bu bireyin insanlarla ve toplumla, ailesiyle,
patronuyla, öğretmeniyle sağlıklı ilişkiler geliştirmesi çok zor olacaktır. Aile içinde sürekli inisiyatifi kısıtlanmış, kendisi yerine hep babası, abisi karar vermiş, kendi makul tercihlerini ifade etmeyi ve bunu elde etmek için mücadele etmeyi öğrenmemiş
ve kendi hayatını hep onların tercihleri doğrultusunda belirlemeye alışmış bir genç kızın sokakta, markette, pazarda eşit, adil ve kararlı ilişkiler sergilemesi ya da okuduğu okulda bir davranışı ya da kılık kıyafetiyle ilgili bir emrivakiyle karşı karşıya
kaldığında kendisini etkin bir şekilde savunmasını beklemek akılcı olmaz.

Bu süreçte ortaya çıkacak bilinç sadece "başkasının bana yapmasını istemediğim şeyi ben de başkasına yapmamalıyım" anlayışıyla sınırlı değildir. Bu demokratikleşme bilincinin edilgen tarafıdır. Bu bilincin etkin tarafı ise aynı zamanda
"benim başkasına yapmayacağım şeyleri başkaları da bana uygulayamaz" düşüncesi ve hak arama medeni cesaretini taşır. Başkasının talepleri, beklentileri, haklarıyla kendisininkileri karşılaştırmayı ve dengelemeyi öğrenir birey. Bireyin, kimliğindeki
özne inşasını tamamlamasıyla "ben başkalarının kişisel tercihlerine, kılık kıyafetine karışamam ama başkaları da benimkine karışma hakkına sahip değildir" yargısının özümsenmesi süreçleri birbirine bağlı ve birbirini belirleyen süreçlerdir.
Uzun yıllar boyunca kölelikle mücadele etmiş olan Abraham Linkoln’ün "kimsenin kölesi olmak istemediğim gibi, kimsenin efendisi de olmak istemem" sözü anlatmaya çalıştığım bu iki yönlülüğe işaret eder. Şöyle de diyebiliriz: Kimsenin efendisi
olmak gibi bir niyetiniz yoksa, kimsenin kölesi olmamak konusunda da kendinizi daha güçlü ve kararlı hissedersiniz. Bu, kendi içimizde ve kendimize karşı dürüst olmanın -veya olmamanın- uzantısıdır.

Ezcümle, aile içinde, sınıfta, dernekte, cemaat, cemiyet içinde bireylerin özne olmaları, özerk kimliklerini geliştirmeleri ve kendilerini koşulsuz ifade etmeleri teşvik edilmedikçe demokrat bir kültür kimliğinin oluşması da mümkün olmayacaktır. Böyle
bir kültürün gelişmesi ve yerleşmesinde her düzeydeki her bireye ve oluşuma "kendi evinin önünü süpürmek" görevi düşmektedir.

Evet, "Demokratlık bir yönüyle çuvaldızı kendine batırmaktır."9

Dipnotlar

1. Hasan Bülent Kahraman, E. Fuat Keyman, Ali Yaşar Sarıbay, Kamusal Alan, Katılımcı Demokrasi ve Yerel Yönetim, Demokrasi Kitaplığı, İstanbul 1999, s. 13-19.

2. İbrahim Ö. Kaboğlu, Bilgi Çağı ve Hukuk, Hukuk Toplumu, Yeni Türkiye, Sayı: 20, s. 1270.

3. Katılımcı Demokrasi ve Yerel Yönetim, s. 13-19.

4. Age., s. 41.

5. Yavuz Atar, Teknolojik Gelişmelerin Anayasal Değişmeye Etkisi, Yeni Türkiye, Sayı: 20, s. 1274.

6. Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara 2000, İmge Yay., s. 295.

7. Doğu Ergil, Kırık Aynada Kendini Arayan Türkiye, Ankara 1997, Doruk Yayımcılık, s. 59.

8. Age., s. 33.

9. Ahmet İnsel, Radikal iki, 03.10.2002.