Giriş

Müslümanların takvimine göre Medine’ye hicretten bu yana on dört asrı geride
bıraktık. Bu uzun zaman dilimi içinde Müslümanlar Kur’an’ı okudular, Sünnet ve
Sîret’in (Hz. Peygamberin açıklamaları ve uygulamalarının) da yardımıyla onu
anladılar, hayatlarına uyguladılar; bir hidayet, bir rehber olarak gönderilen
Kur’an bu vazifesini yerine getirdi. Hicretten sonra uzunca bir süre (yedi,
sekiz yıl) içinde parça parça indirilen Nur sûresinde iki âyet örtünme ve iffeti
koruma vazifesi ile ilgili idi. Bu sûre iner inmez İslam kadınları
başörtülerini, boyun ve gerdanlarını da örtecek şekilde bağladılar, on dört asır
hiçbir âlim örtünme emrini farklı anlamadı; yüz, eller ve ayaklar dışında bütün
vücudun, uygun giysilerle örtülmesinin farz olduğu hükmünde ittifak edildi (icmâ
meydana geldi). Son birkaç asırda oryantalizm, sömürgecilik ve kültür istilası
bazı Müslümanların kafalarını karıştırdı; kendi değerlerinin evrensellik veya
geçerliğinden şüphe etmeye başladılar; bunları başka düşünce ve kültürlerin
değerleriyle değiştirmenin zorunlu olduğuna inandılar; bunu yapabilmek için yine
dine dayanmak gerektiğinden usule uygun olmayan, zorlamalara ve saptırmalara
dayanan içtihatlara(!) kalkıştılar. Bu yeni, zorlama ve uyarlama (kitabına
uydurma) amacına yönelik içtihatların son yirmi, otuz yıl içinde yöneldiği
hedeflerden biri de örtünme oldu. Yeni yorumcular on dört asırlık uygulamayı,
Kur’an âyetlerini, hadisleri, fıkıh âlimlerinin icmâını bir yana bırakarak önce
"madem ki, uygar dünya örtünmüyor; güzel ve doğru olan budur, biz de böyle
yapmalıyız" fikrine geldiler, sonra bu fikri zorla uygulamaya koyanların işini
kolaylaştırmak için mûteber olmayan okuma ve yorumlama yollarına saptılar.

Türkiye altmışlı yılların sonlarına doğru başörtüsünü üniversitelerde (önce
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde) yasakladı, sonra bütün fakülteler
yasak kaplamına alındı, derken sıra İlahiyat Fakültelerine ve İmam Hatip
okullarına geldi. Buralarda okuyan ve dini uygulamalar bakımından daha hassas
olan kızlarımız yasağa karşı direnmeye başlayınca bir yandan ceza uyguladılar,
öğrenim haklarını ellerinden aldılar, "ya kırk katır, ya kırk satır" dediler,
insanları en tabiî iki hak ve taleplerinden birini diğeri için feda etmek (ya
örtünmeyi, ya okumayı ve çalışmayı seçmek) durumunda bıraktılar, bir yandan da
örtünmeyi dini bir gereklilik olmaktan çıkarmak için ilahiyatçılardan yetkisiz,
bilgisiz, duyarsız, uyumlu olan bazı kimseleri devreye soktular. Şimdi onlar her
gün yeni bir şey bulduklarını zannederek (veya iddia ederek) yirmi otuz yıl önce
söylenmiş ve cevaplandırılmış "argümanlarını" tekrarlıyorlar. Biz bu yazıda,
sekiz on yıl önce bana, Ezher Üniversitesi’ne ve Diyanet’e, (bir dergi adına Dr.
Fahri Demir tarafından) sorulmuş sorular ile bunlara tarafımdan verilmiş
cevapları okuyacaksınız. Sonunda göreceksiniz ki, bugün söylenenler yeni
değildir ve insaflı olanlar için ikna edici açıklamalar yapılmış, cevaplar da
verilmiştir.

Hollanda’da neşredilen Arayış ve İslâm Dergisi, T.C. Diyanet İşleri
Başkanlığı’na, Mısır Müftülüğü’ne ve şahsıma 17 (on yedi) sorudan oluşan bir
yazı göndermiş, bu yazıda özellikle yurtdışında bulunan Müslümanların örtünme
anlayış ve uygulamalarından kaynaklanan güçlükleri ve olumsuzlukları dile
getirmiş, örtünme emrinin dindeki yerinin incelenmesini, eğer bu emir kesin,
olmazsa olmaz kabilinden değil ise -ki, yazıda bu hüküm, üstü kapalı olarak
benimsenmiş gözükmektedir- bu hususun ilgililer tarafından ortaya konulmasını
istemiştir.

"Bölüm-I"de, Arayış ve İslâm Dergisi’nin ileri sürdüğü görüşlere yer verilecek
ve bunlar hakkında değerlendirmelerde bulunulacak, "Bölüm-II"de sorulara özlü
cevaplar verilecek, görüşler tartışılacaktır.

Bölüm-I:

"İçinde yaşadığımız toplumda, "İSLAM" adı, "Şerîat Devleti" ve "Başörtüsü" gibi
bazı kavramlarla özdeşleştiriliyor. Ayrıca, değişik kültür çevresinde yaşayan ve
millî ve manevî değerleri korumayı hayatî bir mesele olarak kabul eden
vatandaşlarımızdan önemli bir kısmı da başörtüsünü, namazdan da zekâttan da önde
bir namus meselesi olarak görüyor; çocuğunun, büyüdükten sonra başörtüsünü
takmayacağını, dolayısıyla temel dinî değerlerinden kopmuş olacağını düşünerek,
çocuğunun okul çağından, hattâ ilkokul sıralarından itibaren başını örtmek
istiyor ve onu buna zorluyor. Buna ilaveten, Hollanda’daki okullarda okuyan
çocuklarımızın din dersine, burada görevli dinî öğrenim görmüş resmî din
görevlilerinin ders verme istekleri, kısmen kabul ediliyor ise de, ilkokul için
gerekli pedagojik formasyon ve dil (Hollandaca) eksikliği sebebiyle çoğunlukla
reddediliyor. Bu konuların, kuruluşlarımız çapında müzakere edildiği bir
toplantıda şöyle bir tecrübe intikal etti: Hollanda’nın Tilburg kentindeki
kuruluşumuz, resmî din görevlilerinin okuldaki din derslerine girebilmesi için
gereken teşebbüslerde bulunmuş. Önlerine çıkan engelleri aştıktan sonra, isteği
kabul durumuna gelen okul yönetimi demiş ki; "peki madem öyle istiyorsunuz,
hocanız okulumuza din dersine gelsin; fakat bir şartla: Uzun görüşmeler
sırasında bizim edindiğimiz intiba odur ki, çocuklarınız hocanızın din dersine
gelmesini istemeyeceklerdir. Çocuklarınıza soralım. Onlar arasında bir anket
yapalım. Şayet çocuklarınız, hocanızın derse girmesini isterlerse, biz de
yönetim olarak bunu kabul edeceğiz." Buradaki kuruluşumuz sekreterinin
naklettiğine göre, çocuklarımız arasında anket yapılmış, camideki hocalarının
kendilerine din dersine gelmesini isteyip istemediklerini sormuşlar. Alınan
sonuç çok ilginç. Çocuklarımız demişler ki: "Hoca bizim kılık-kıyafetimize
karışmayacaksa, hoca bizim başörtümüze karışmayacaksa, hoca bizim sporumuza
karışmayacaksa, hoca bizim bazı haklarımızı engellemeyecekse gelmesini isteriz.
Değilse gelmesin." Bir diğer husus da, bu ülkede bir çocuk başını örter de okula
giderse, okul arkadaşları ona "dilenci" gözü ile bakmakta, hattâ bazan ona
"dilenci" dedikleri bile olmaktadır. Bu tecrübe de, camiye Kur’an Kursu
niteliğindeki öğrenim için gelen çocuklara, hocalarının başörtüsünün gereğini
anlatmaları sırasında çocukların anlattıkları olaylardan elde edilmiştir. İşin
diğer yönü ise, Avrupa insanınca, örf ve âdetin tesiri ile olacak ki,
başörtüsünün "dinin vazgeçilmez gereği (zarûrat-ı dîniyyeden)" sayılmasının
sebep ve hikmeti anlaşılmamakta, dolayısıyla İslâm’ın, mânâsı anlaşılmaz,
pratiği olmayan bir din olarak değerlendirilmesine yol açmaktadır. Eğer
başörtüsü, maslahat-ı dünya gereği olarak emredilmemiş de ahiret sevabına
müteallik vazgeçilemez dinî bir emir (zarûrat-ı dîniyyeden) ise, her şeye
rağmen, onu, bizzat dinimizi nasıl savunuyorsak öylece savunmak boynumuzun
borcudur. Şayet, Kur’ân-ı Kerîm’deki başörtüsü emri, örf ve âdet şartlarına
bağlı, maslahat-ı dünya gereği bir irşad emri ise o zaman: a) Bir yandan,
vatandaşlarımızı, içinde yaşadıkları değişik kültür muhitinde karşılaştıkları
zorluklardan kurtarmak, b) Öbür yandan gayr-i müslimlere mübîn olan Kur’an
emirlerini "anlaşılmaz" olarak göstermiş olmamak için, konuyu dergimiz
vasıtasıyla herkese bildirmek istiyoruz. Eğer sonuç bu son şıktaki gibi tecelli
ederse, bu ülkemizde nerede ise içinden çıkılmaz halini alan "başörtüsü"
problemine de bir ışık tutmuş olur."

***

Soru-cevap kısmına geçmeden önce yukarıda ileri sürülen görüşler ve tesbitler
konusunda bazı açıklamalar yapmayı faydalı buluyoruz:

a) İslâm adının, şerîat devleti ve başörtüsü ile özdeşleştirilmesinden maksat
"İslâm eşittir başörtüsü ve şerîat devletidir." demek ise, başka bir ifade ile
şerîat devleti ve başörtüsü yoksa İslâm da yoktur denmek isteniyorsa, bu anlayış
isabetli değildir. Sünnî anlayışa, ehl-i Sünnet Müslümanlığına göre, gerek
başörtüsü ve gerekse şerîat devleti "amel"e dahildir; bunlar dinin iman kısmı
değil de amel, uygulama kısmı içinde yer alırlar. Amel imandan cüz olmadığına
göre, "Başını örtmeyen kimse, şerîat devletini gerçekleştirmeyen toplum mü’min
değildir, Müslüman değildir." denemez. Nitekim, namaz kılmayan, oruç tutmayan,
farz olduğu halde zekât vermeyen, hacca gitmeyen, haram olduğu halde faiz yiyen,
alkollü içki kullanan kimselere de, eğer imanları varsa, bütün bunların dinî
hükümlerine inanıyor, farzı farz, haramı haram olarak biliyor ve kabul
ediyorlarsa kâfir denemez. Bunların vasfı "fâsık mü’min"dir; yani bunlar imanı
olan, fakat ameli olmayan, amel bakımından kusurlu ve günahkâr sayılan
Müslümanlardır. Ancak yukarıda sayılan hususların imanın bir parçası,
vazgeçilmez bir unsuru olmaması, önemsiz olduklarını ifade etmez. Amel bir
yandan imanın güçlenmesini ve korunmasını sağlamakta, diğer yandan, iman
edenlerin en yüce emelleri olan Allah rızasını kazanmaya vesile teşkil
etmektedir. Bu iki yönüyle amel, İslâm’da vazgeçilmez bir unsur olarak ortaya
çıkmaktadır. Bunları korumak, bir bakıma İslâm’ı korumak, dinin hayatiyetini
sağlamak mânâsına gelmektedir. Çünkü, uzun süre amelsiz olarak gayr-i müslim bir
çevrede yaşamak, önce imanın zayıflamasına, sonra da sönüp gitmesine sebep
olabilmektedir.

b) Bir kısım vatandaşımızın başörtüsünü, namazdan ve zekâttan önde bir namus
meselesi olarak görmesi tartışılabilir; ancak ilk nazarda yanlış görülmez.
Kişinin iman ve kimliğinin korunmasında bazen kılık-kıyafet, namaz ve zekâttan
önemli olabilir. Bu, "Namaz kılmayalım, zekât vermeyelim, yalnızca başımızı
örtelim." demek değildir. "Onları da yapalım, ancak öncelikle başımızı örtelim"
demektir. Öncelik değerlendirmesi de içinde yaşanan şartların zorlamasıyla
oluşabilir. Başörtüsü ile namusun ilgisine gelince; şüphesiz başını örtmeyen
kadınlarımıza namussuz demek mümkün ve caiz değildir; ayrıca her başını örten
kadına da namuslu demek isabetli olmayabilir. Cinsî hayatta namusu, "meşrû
olmayan cinsî tatminden kalben ve bedenen uzak kalmak" mânâsında alırsak; bunun,
başörtüsü ile "birbirinden ayrılmaz" bir ilişkisi yoktur. Başını örten ve
örtmeyen kadınlar arasında namuslu ve iffetli olanlar bulunduğu gibi, namus ve
iffetten yoksun olanlar da bulunabilir. Ancak meseleye İslâm ahlâkı ve ahkâmı
açısından bakarsak, hüküm bir ölçüde değişmektedir. İslâm, ileride isbat
edileceği üzere, kadın ve erkeğin vücudunda bazı yerlerin avret olduğunu,
bunların yabancılara (nâmahrem olanlara) gösterilmemesi gerektiğini bildirmiş,
insanların gözleri ve elleri ile de zina yapabileceklerine işaret etmiştir.
(Buhârî, İstîzân, 12; Müslim, Kader, 20) Gözün zinası kadına ve erkeğe şehvetle,
cinsî arzu ile bakmaktır; elin zinası da cinsî arzu ile dokunmaktır. Toplum
içinde kadının ve erkeğin avret yerlerine şehvetle bakacak insanlar her zaman ve
her yerde bulunabileceğine göre, bunu bilen bir Müslümanın avret yerlerini
açarak dışarı çıkması, İslâmî namus ve iffet kavramını zedeleyen bir davranış
olmaktadır. Çocuğunun ileride örtünmesi gerektiğine inanan bir Müslümanın, küçük
yaşında onu örtünmeye alıştırması, örtünme eğitimi vermesi de yadırganacak bir
husus değildir.

Burada yanlış olan zorlamadır. Henüz örtünme ve ibadet ile yükümlü olmamış
çocukları, ibadet ve örtünmeye zorlamak, eğitim kaidelerine aykırıdır ve caiz
değildir. İleride çocukların, örtünme ve ibadetten nefret etmelerine sebep
olabileceği için bu davranıştan mutlaka uzak durulmalı, zorlama yerine teşvik ve
sevdirme çarelerine başvurulmalıdır.

c) Hollanda’da anılan okulda yapılan anket sonucu çocukların, cami hocasını
ancak "kılık kıyafetlerine ve sporlarına karışmaması" şartıyla din derslerine
kabul ettikleri anlaşılmaktadır. Bu sonuca bakarak hemen başörtüsünü suçlamak,
bu gelişmeye başörtüsünün sebep olduğunu îmâ etmek uygun olmasa gerektir. Burada
bir kusur vardır; ancak bu kusur başörtüsü emrine değil, taraflardan birine
aittir; ya cami hocası iyi niyetli olmasına rağmen ehliyetsizdir, öğretmenlik
formasyonu eksiktir, kaş yapayım derken göz çıkarmıştır, çocukların nefretini
kazanmıştır; yahut da çocuklar İslâmî eğitim açısından uygun olmayan bir çevrede
olumsuz yönde şartlandırılmışlardır, peşin olarak İslâmî hayat onlara itici
gelmeye başlamıştır. Ayrıca, çocukların ileri sürdükleri şartlar içinde ilgi
çekenleri, üzerinde durulması gerekenleri var. Hiçbir hoca çocukların normal,
İslâmî âdâb ve ahkâm ile çalışmayan sporlarına karışmaz, kimsenin meşrû
haklarını da engellemez. Fakat, Batı’da, bazı ülkelerde ve okullarda spor dersi
içinde yüzme de vardır. Okullardaki veya okul dışında bulunan spor
salonlarındaki yüzme havuzlarına çocuklar ve gençler, kızlı erkekli mayolar
giyerek girmekte, yarı çıplak bir vaziyette yüzmektedirler. Bunu hangi Müslüman
caiz görür ki, cami imamı, yahut din bilgisi öğretmeni caiz görsün! Gençlerin
mahrum edildiklerini söyledikleri hakları, kızlarla düşüp kalkmak, İslâm’ın
haram kıldığı bazı davranışlarda bulunmaksa, din bilgisi hocasının bu konuda
onları uyarması, bunların günah olduğunu söylemesi hâtâ mıdır? Hakları
engellemek midir? Hür ve demokrat ülkelerde kanunları, nizamları çiğneyen
kimseler uyarılmıyor mu, bu davranışlarında ısrar edenler engellenmiyor mu? Bir
Müslüman’a göre ilâhî emir ve yasaklar kanun kuvvetinde olduğundan, bunlara
riâyet etmek, bunları korumaya çalışmak niçin hak engellemek şeklinde
değerlendirilmekte ve kınanmaktadır?

d) Eğer bir çevrede dilenciler başlarını örtüyorlarsa ve bu sebeple başlarını
örten çocuklara, gençlere dilenci gözü ile bakılıyorsa bunun, örtünme karşısında
bir zorluk, hattâ bir engel oluşturacağı düşünülebilir. Ancak buna karşı
alınacak tedbir, başörtüsünden vazgeçmek değil, başını inancı gereği örtenleri,
dilenmek için örtenlerden ayıran modalar, şekiller, renkler, kıyafetler
bulmaktır. Ben, Batı’da gördüğüm yerlerde dilenci kızların başlarını
örttüklerine şahit olmadım. Bunun çok yaygın bir âdet olduğunu sanmıyorum. Bu
sebeple "başörtüsü-dilencilik" ilişkisinde bir hile, bir propaganda seziyorum.
Hepimiz biliyoruz ki, günümüzde, İslâm’ı içlerine sindirememiş çevreler, dinini
yaşayan Müslüman’a gerici, helal-haram konusunda titiz davranana mutaassıp ve
bağnaz, faiz yemeyene, rüşvet kabul etmeyene ahmak, kadın-erkek ilişkilerinde
İslâm’ın koyduğu sınırlara riayet edene hasta… diyorlar. Onlar böyle diyorlar
diye Müslümanların da kendilerini öyle sanmaları, yahut aşağılık duygusuna
kapılmaları beklenemez; Müslümanlara yakışan davranış ve tavır alış, makul,
dengeli ve faydalı davranışları ile aksini isbat etmek, başkalarını kendilerine
imrendirmektir.

e) Avrupa insanının, başörtüsünü dinin vazgeçilmez bir gereği olarak
anlamakta güçlük çekmeleri tabiîdir. Çünkü, onların modern gelenekleri,
âdetleri, felsefeleri ve hayat görüşleri içinde "dinî bir emir olarak
başörtüsünün" yeri yoktur. Eğer, Avrupa insanına başörtüsünün dindeki yerini
anlatmak gerekiyorsa, işe, bir bütün olarak İslâm’ı anlatmakla başlamalıdır.
Batı, İslâm’ı, İslâm’da kadın-erkek ilişkilerinin sınırlarını, bu sınırların
dayandığı gerçekleri anlayınca başörtüsünün dindeki yerini de anlamakta, makul
karşılamakta, İslâm bütünü içinde tutarlı bulmaktadır. Meseleye bizim
problemimiz açısından bakıldığında, Avrupa insanının başörtüsü emrini anlaması
gerekmemektedir. Onlara göre önemli olan, bu konuda Müslümanların neye inandığı,
nasıl davrandıklarıdır. Laik, hür ve demokrat Avrupalı, bir insanın belli bir
davranışı, inancı gereği yaptığını bilirse, bunu anlarsa ona saygı duyar, imkân
ve hürriyet tanır; bu davranışın kendi inanç ve kafasına sığıp sığmadığına
bakmaz. Eğer meseleye tebliğ açısından bakılıyor ve başörtüsünün bu bakımdan
Avrupalı için itici, caydırıcı olduğu düşünülüyorsa, bu "itici ve caydırıcı
davranışlar" listesine daha birçok vazgeçilmez dinî davranışı eklemek
gerekecektir. Avrupalı muhtemelen domuz, içki, reşitlerin rızalarıyla yaptıkları
zina, faiz, usulüne göre öldürülmemiş hayvan etini yeme yasaklarının da
hikmetini anlamayacak, bunların dinin vazgeçilmez talimatı olmasını kafasına
sığdıramayacaktır. Onların Müslüman olmalarını sağlamak için bunlardan
vazgeçilemeyeceğine göre, Müslümanların yapacağı, dinlerini bir bütün halinde
yaşamak, İslâm’ın âlemlere rahmet olduğunu davranışları ile ispat etmek, gayr-i
müslimlere sevgi, merhamet, anlayış ve iyilikle yaklaşmak, şahıslarında İslâm’ın
sevilmesini sağlamaktır. Anlaşılan sayısız kural ve talîmatı ile İslâm
benimsendikçe, anlaşılmaz sanılan kısımlar da anlaşılır olacaktır.

f) Bize göre, İslam’ın örtünme emri ve bu arada başı örtmek, "maslahat-ı dünya
gereği bir irşat emri" değildir; örf, âdet ve fayda-zarar (maslahat) anlayışı
değişti diye değiştirilemez bir dinî emirdir. Başını, kol ve bacaklarını, boyun
ve gerdanını örtmeyen kadınlar Müslüman olsalar dahi bu davranışları ile günah
işlemiş olurlar, şüphesiz günah ve kusur sahibi Müslümanlar da Allah’ın
kullarıdır; Allah dilerse onların günahlarını bağışlar, dilerse cezalandırır.
İslâm âliminin vazifesi insanları Cennet veya Cehenneme göndermek değildir; onun
görevi İslâm gerçeklerini insanlara ulaştırmak, anlatmak, yani tebliğ etmektir.
Biz de karınca kararınca bunu yapmaya çalışacağız.

Bölüm-II:

— Gazzâlî’ye ait ifadeden (el-Mustasfâ, c. I, s. 434-435) delile, emrin tavsiye
için olduğunu değil, vücûb için olduğunu söyleyenin muhtaç olduğu anlaşılmıyor
mu? Gazzâlî’nin koyduğu bu ölçüde ilmî bir tereddüt var mı? Gazzâlî’nin koyduğu
bu ölçüde mutabık isek, başörtüsü emrinin vücûb ifade ettiğinin delili nedir?

— Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîslerde geçen emirlerin bağlayıcı olup olmadıkları
(vücûb ifade edip etmedikleri) hükmünü Gazzâlî’nin açıklama ve anlayışına
dayandırmak istiyorsak, "bu hüküm, açık ve kesin olarak tevakkuftur; yani emrin
gereklerinden birini belirlemek için başka delil ve işaret (karîneler)
aramaktır; bunları bulmadıkça da durmak, bir hükme varmamaktır." Buna göre
"emrin tavsiye için olduğunu" söyleyen de buna delil bulacak, "bağlayıcı
olduğunu" söyleyen de buna delil bulacaktır. Gazzâlî’nin görüşü tevakkuf
olduğuna göre, bunu tek taraflı alıp "emrin bağlayıcı olduğunu söyleyenin,
Gazzâlî’ye göre, delil bulması gerekir" demek yanılgıdır; bu yanılgının sebebi
de peşin hükümdür; önce bir şeyi hissî veya gayr-i dinî sebeplerle benimsemek,
sonra da buna akıl ve nakil yönlerinden delil aramaya kalkışmaktır. Eğer,
Gazzâlî taklit olunacaksa onun kitaplarına bakarak, doğrudan bu konuda (başı
örtme, başörtüsü kullanma konusunda) ne dediğini araştırmak gerekmez mi? Biz
Gazzâlî’nin bu konuda ümmetin icmâından ayrılmadığını, hür kadınların başlarının
ve saçlarının avret olduğu görüşünde olduğunu biliyoruz ve bu sebeple de
kadınların başlarını örtmeleri gerektiğini savunuyoruz. Bunu gereksiz
bulanların, örtünme emrinin (bu emir bir bütündür, başı diğer yerlerden
ayırmamıştır) tavsiye için olduğunu ileri sürenlerin buna delil bulmaları
gerekecektir. Örtünme emrinin bağlayıcı olduğunu gösteren delilleri ise biz
aşağıda diğer sorulara cevap verirken sunmuş olacağız.

— Başörtüsü emrinin (mutlak tesettür başka), vücûb için olduğunu Cumhûr nerede
söylüyor? Cumhûrun bu görüşü nerede naklediliyor? 20’nci asırdan önce, herhangi
bir devirde bu emrin vücûb mu nedb mi ifade ettiği tartışılmış mıdır? Kim ne
demiştir?

— "Mutlak tesettür (örtünme)" ile başörtüsü aynı âyetlerde ve aynı üslûb içinde
hükme bağlanmıştır. Örtünme emrinin kadının başını da içine alıp almadığı bütün
devirlerde konuşulmuş ve hür Müslüman kadının baş ve saçlarının avret olduğunda,
örtülmesi gerekli bulunduğunda, örtünme emrinin bu uzuvları da içine aldığında
ittifak edilmiştir. Bu hüküm, bütün fıkıh kitaplarının namaz bahsi ile
helal-haram konularına ayrılan "kerâhiye, hazr ve ibâha" bahislerinde
yazılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîslerde baş dahil olmak üzere avret
yerlerinin örtülmesi ile ilgili emir ve talîmatın bağlayıcı (vücûb için)
olduğunda ittifak edildiğini, "özellikle ittifaklı meseleleri toplayan" icmâ
kitaplarında da görmek mümkündür. Burada birkaç icmâ kitabından nakiller
yapmakta fayda görüyoruz: "Ergenlik çağına gelmiş hür ve Müslüman bir kadının
namaz kılarken başını örtmesi gerektiğinde ve başı tamamen açık olarak namazını
kılmış olması halinde namazı iade etmesinin gerekli bulunduğunda müçtehitler
ittifak etmişlerdir." (İbnu’l-Munzir, el-İcmâ’, s. 41) Bu ifadede "namaz
kılarken" kaydı vardır, bu kayıt bizi yanılgıya düşürmemelidir; çünkü meselemiz,
kadının avret yerlerinin tesbitidir, namazda örtülen yerler avret yerleridir ve
yukarıdaki ifade başın avret olduğunu açıklar ve kesin olarak ortaya
koymaktadır. (Ayrıca bak. Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, c. III, s. 316) "Kadının eli
ve yüzü müstesna olmak üzere bedeni ve saçının avret (kapatılması gerekli uzuv)
olduğunda fıkıh âlimleri ittifak etmişlerdir. Kadının yüzü, elleri, hattâ
tırnaklarının avret olup olmadığı konusunda ise görüş farkları (ihtilâf)
vardır." (İbn Hazm, Merâtibu’l-icmâ, s. 29) "İlim sahipleri, namaz kılarken
kadının başını örtmesi gerektiği, başı tamamen açık olarak kıldığı namazı
yeniden kılması icabettiği hususunda ittifak etmişlerdir." (İbn Kudâme,
el-Muğnî, c. I, s. 633) "Alimler, avret yerlerinin mutlak olarak (namaz dışında
ve içinde) örtülmesinin farz olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak bu örtünmenin
namazın sıhhat şartı olup olmadığı konusu ile avret yerlerinin sınırlandırılması
konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. … Kadının el ve yüzü hariç bütün
vücudunun avret olduğu ulemâ çoğunluğunun görüşüdür. (Geriye kalan
müçtehitlerden) Ebû Hanîfe’ye göre ayakları da avret değildir, Ebû Bekr b.
Abdurrahman ve Ahmed b. Hanbel’e göre kadının bütün vücudu avrettir." (İbn Rüşd,
Bidâye, c. I, s. 98-90) Bu nakillerde, kadının saçları avret değildir diyen bir
âlimin bulunmadığı, başka bir deyişle kadının başının örtülmesi gerektiğinde
ittifak ve icmâ bulunduğu açıkça görülmektedir. Bu icmâ ve ittifakın dayanağı
âyet olsun, hadîs olsun fark etmemektedir; icmâ bu nasların delâlet ve hükmüne
kesinlik kazandırmaktadır. Hicrî üçüncü asrın ikinci yarısında yaşayan Taberî
(v. 33210/992), dördüncü asırda yaşayan Ebû Bekri’r-Râzî el-Cessâs (v. 370/980),
beşinci asırda yaşayan Şâfiî mezhebinden el-Keyâ el-Herrâsî (v. 504/1110),
çağdaşı, Mâlikî mezhebinden İbnu’l-Arabî (v. 543/1148) gibi birinci veya ikinci
dereceden müçtehit veya mezhebe bağlı âlimlerin, ahkâm âyetleri ile ilgili
tefsirleri elimizdedir. Bu tefsirlerde örtünme ile ilgili âyetlerin mânâ ve
hükümleri incelenmiş, üzerinde birleşilen noktalar ile ihtilâf edilen hususlar
açıkça kaydedilmiştir. Bunlara dayanarak, konunun ne zamandan beri
tartışıldığını ve kimin ne dediğini tesbit etmek kolaylıkla mümkün
bulunmaktadır. Bizim tesbitlerimize göre Sahâbe müfessirlerinden günümüze kadar
her asırda yapılan ve kısmen yazılan tefsirlerde "hür, Müslüman kadınların, el,
yüz ve ayakları hariç, bütün vücutlarının avret olduğu, örtülmesi gerektiği"
konusunda sözbirliği ve görüş beraberliği vardır. Nûr ve Ahzâb sûrelerinde yer
alan âyetleri ile bunları açıklayan hadîslerin, "yüz, el ve ayaklar" dışında
kalan yerlerin örtülmesi gerektiğini kesin ve bağlayıcı olarak ifade ettiğinde
birleşilmiştir. Hiçbir fakîh "Başın veya örtülmesi gereken diğer yerlerin, dünya
hayatında faydası bulunduğu için ve âdete dayalı olarak örtülmesi tavsiye
edilmiştir, fayda ve âdet değişirse örtülmeyebilir." şeklinde bir görüş ileri
sürmemiş, müçtehitler bu konudaki talîmatın devamlı ve bağlayıcı olduğunda
birleşmişlerdir. (Örnek olarak bak.: Taberî, Câmi’u’l-beyân, c. XVIII, s. 82 vd;
Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, c. III, s. 314 vd.) Kadının saçı ve başı dahil olmak
üzere örtünmesinin gerekli ve bu konudaki emir ve talîmatın bağlayıcı olduğunu
müfessir ve fıkıhçılar nereden çıkarmışlardır? Bir kere "Emir vücûb içindir,
bağlayıcıdır; aksine bir işaret bulunmadıkça böyle yorumlanır." diyen usulcülere
göre ortada bir problem yoktur; Allah ve Rasûlü kadın ve erkeğin belli
yerlerinin örtülmesini emretmiş ve istemişlerdir; baş ve saç da örtülmesi
gereken yerler içindedir, bu emirler de bağlayıcı olduğuna göre örtünmek
(başörtüsü, türban… kullanmak) gereklidir, farzdır, dinin vazgeçilmez bir
isteğidir. İmam Gazzâlî gibi "Emrin bağlayıcı olup olmadığı belli değildir,
bunun için ayrıca bir delil, karîne ve işarete ihtiyaç vardır, meselâ oruç emri
bağlayıcıdır; çünkü seferde ve hastalık yüzünden tutamayanların nasıl
tutacakları anlatılmış, böylece bağlayıcı olduğuna işaret edilmiştir…"
diyenlere göre de bu konuda bir kapalılık ve problem yoktur. Çünkü, Allah Teâlâ
örtünme ile ilgili âyetlerde şöyle bir seyir takip etmiş ve arka arkaya
açıklamalar getirmiştir:

a) Erkeklerin gözlerini haramdan korumalarını, iffetlerine sahip olmalarını
istemiş, ancak bu davranışın onları ruhen temiz kılacağını bildirmiştir.

b) Kadınların da gözlerini haramdan (cinsî arzuyu uyandıracak yerlere bakmaktan)
sakınmalarını, iffetlerini korumalarını emretmiş, hemen bunun arkasından zarûrî
olarak açıkta kalanlar (eller, ayaklar ve yüz) müstesnâ bütün vücudu
kapatmalarını, güzel ve çekici yerlerini (zînet) nâmahreme açıp göstermemelerini
istemiştir.

c) Başörtülerini boyun ve göğüslerini örtecek şekilde bağlamalarını emretmiştir.

d) Örtülecek ve açıkta bırakılacak yerleri sınırladığı gibi vücudunu kimlere
karşı örteceğini ve kimlere karşı açabileceğini ayrıntılı olarak açıklamıştır.

e) Son âyetin sonunu "Ey mü’minler! Hep birden Allah’a tövbe ediniz ki,
kurtuluşa eresiniz!" şeklinde getirmiştir; bu ifade, gerek daha önceki
davranışlar ve gerekse bu âyet geldikten sonra ona uymayan hareketlerin günah
olduğuna, bunlardan kurtulmak için Allah’a tövbe edilmesi gerektiğine işaret
etmektedir. (Nûr: 24/29-31)

f) Bu âyetler nâzil olunca Müslüman kadınlar, bulundukları yerden ayrılmadan,
etekliklerinin uygun yerlerini yırtarak başörtülerini bununla bağlamışlar ve
bundan sonra hiç aksatmadan bu emri yerine getirmişler, Hz. Peygamber (s.a.) de
bu âyetin uygulanmasını titizlikle takip etmiştir. Bütün bu karîne, delil ve
işaretler, konumuz olan örtünme emrinin bağlayıcı olduğunu kesin olarak ortaya
koymaktadır. Bu emir âdete de bağlı değildir; çünkü o zaman cârî olan âdeti
olduğu gibi bırakmak için değil, değiştirmek ve ıslâh etmek için gelmiştir,
başörtülerini omuzlarından arkaya atarak boyun ve göğüslerini açıkta bırakan
cahiliye kadınlarına yeni bir örtünme şekli öğretmiş, İslâmî örtüyü tarif
etmiştir.

— Bir âyette aynı sîgalarla ifade edilen her konunun hükmü, aynı mertebede mi
kabul edilmek icab eder? Böyle bir prensip hangi usul ve kavaidde mevcuttur?
Usul ve kavâidde olması şart değil, âlim olmak da şart değil, akıl var yakîn var
diyecek isek, o takdirde, Bakara, 177. âyetinde, birr-ü takva’ya ermenin
şartları olarak iman, ibadet ve infak konuları aynı sîgalarla yan yana
zikredilmektedir. Bu durumda iman konularının hükmü ile ibadet konularının
hükmü; iman ve ibadet konularının hükmü ile infak konularının hükmü aynı
mertebede mi kabul edilecektir? Meselâ, zekât’ın dinî hükmü ile akraba, yetim ve
yoksula infakın dini hükmü aynı mertebede mi kabul edilecektir?

— Bir âyette, aynı şekil ve üslûb içinde arka arkaya sıralanmış emir ve
talimatın aynı hükümde olması şart değildir. Bakara sûresinin 177. âyetinde
olduğu gibi iman, ibadet, infak arka arkaya sıralanınca, ibadet ve infakın da
iman derecesinde önemli ve gerekli olduğu mânâsı çıkarılmaz. Ancak bu hususların
bizim konumuzla alâkası yoktur. Örtünme ile ilgili âyetlerde namus ve iffetin
korunması ile belli yerlerin örtülmesi arka arkaya zikredilmiştir. Fukahâ
örtünme gereklidir derken bu hükmü, âyetlerin sıralanışından çıkarmamışlar,
hüküm çıkarmanın açık ve kesin kaidelerinden faydalanmışlardır. Buna göre, zina
etmek de haramdır, çıplak yerlere şehvetli (hattâ bazı yerlere şehvetsiz) bakmak
da haramdır. Şimdi, zinanın haramlığı ile avret yerlerini açmanın ve buralara
bakmanın haramlığı aynı derecede olmayabilir; fakat aynı derecede olmamak,
birinin çiğnenebileceğini, buna uyulmasa da olabileceğini ifade etmez, bağlayıcı
olma, riayet gerekli bulunma, çiğnenmesi caiz olmama bakımından haramlar
arasında fark yoktur.

— Endonezya ve Malezya çok eski birer İslâm ülkesidir. Bu ülkelerdeki
Müslümanlar tesettür emrini Hicaz veya Anadolu Müslümanları ile aynı şekilde mi
algılamış ve tatbik etmiştir? Uygulamanın farklı olduğu, Endonezyalı Müslümanın,
değil sadece başını açmak, göğsü açık dolaştığı tarihen bilindiğine göre,
tesettür emrini tatbik etmekte örf ve âdete bağlı maslahat-ı dünya mülahazasının
rolü olmak icab etmez mi? Daha dün, 60’lı yıllara kadar şehirlerimizde
erkeklerin bile başları açık gezmeleri, dinî tepki ile karşılanmaktaydı. Hâlâ
bugün bile dünyanın pek çok yerinde, hattâ Anadolu’nun bazı yörelerinde tepki
ile karşılanmaktadır. Bu tepkiyi, dinî kaynaklı değil de örfî kaynaklı kabul
etmek mecburiyetinde olduğumuza göre, kadınların başlarını örtmelerindeki
uygulamayı da bu açıdan değerlendirmek icab etmez mi?

— Endonezya veya Malezya Müslüman kadınlarının baş ve göğüslerinin açık
bulunmasını, bunun caiz olduğuna delil sayabilmek için, Allah Rasûlü’nün (s.a.)
bunları görmesi ve sesini çıkarmaması, yahut oralarda yaşayan âlimlerin, baş ve
göğüsleri açmanın caiz olduğuna dair, delile dayalı fetvâ vermiş olmaları
gerekir. Bunlar bulunmadığına göre, şurada veya burada İslâm’ın yasaklarını
çiğneyen erkek ve kadınların bu davranışlarını delil kılmaya, bunları Kitap ve
Sünnete göre değerlendirmek gerekirken, Kitap ve Sünneti bunlara göre yoruma
tabi tutmaya kimsenin hakkı ve salahiyeti yoktur.

Erkeklerin başlarını örtmeleri gerektiğine dair hiçbir dinî talimat yoktur. Bu
sebeple İslâm ulemâsı, baştan beri bunun caiz olduğunu söyleyegelmişlerdir.
Mübah olan bir sâhada örf ve âdete, benimsenen âdâba uyulması tabiîdir. Bu
sebepledir ki, fukahâ, erkeklerin başlarını açmalarının saygısızlık olarak kabul
edildiği bölgelerde, namaz kılarken başın örtülmesi gerektiğini, böyle bir
telakkinin bulunmadığı bölgelerde, namazın açık baş ile kılınabileceğini ifade
etmişlerdir. Kadınlara gelince, yukarıda sıralanan delillere dayanılarak baştan
beri kadının başını örtmesinin bağlayıcı bir dinî emir olduğuna hükmedilmiş ve
bu hüküm uygulanmıştır. Bu bir inkılâb hükmüdür, örfü, âdeti devam ettirmeye
değil, değiştirmeye yöneliktir, değişebileceğine dair hiçbir delil ve görüş
mevcut değildir.