Giyim kültürü, sadece coğrafya ve iklimle açıklanabilecek bir olgu değildir.
Bu yüzden giyim tarzı/alışkanlıkları, insanoğlunun inanç ve kültürlerinden de
etkilenmiştir. Hayatlarını avcılıkla sürdüren kabilelerin kıyafetleri,
üretim-eğitim sürecine katılmış kentlilerin kıyafetleri ile aynı değildir. Aynı
şekilde Hıristiyan din adamlarının kıyafetleri, Budist rahiplerinin giyim
tarzlarından farklıdır. Slavların nasıl kendi geleneklerine göre bir milli giyim
anlayışı varsa, Afrika’daki Berberilerin de kendilerine mahsus elbiseleri
olacaktır. Yahudi din adamlarının giyim tarzının Müslüman ulemadan farklı olması
gayet normaldir. Bu, kültür ve din farklılıklarının olağan sonucudur.1 Giyim
tarzının ve anlayışının bu simgesel anlatım gücüyle, insanların yaşadığı
coğrafyayı, mensup olduğu milletini, hangi dinden olduğunu anlamak çoğu kez
mümkün olmaktadır.

İslam dini de bedenin örtünmesine dair belli ölçüler getirmiştir. Bu ölçülerde
kadın ve erkeğin farklı yaratılışları (bedensel ve psikolojik) dikkate
alınmıştır. Ahzab Suresi’nin 59. ayeti ile Hz. Peygambere, "…hanımlarına,
kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle, evlerinden çıktıklarında dış
örtülerini üzerlerine alsınlar" şeklinde bir "emir" verilmiştir. Ayet-i
kerimenin örtünme emri yalnızca Hz. Peygamberin hanımlarına ve kızlarına mahsus
kılınmamış, bütün mü’min kadınlara şamil edilmiştir. Bu yüzden ayet-i kerime
hususi değil, genel niteliktedir ve kural koyucudur. Ayet-i kerimede emirden
sonra hikmetler sayılarak "niçin örtünmeli" sorusunun cevabı da verilmiştir.2
Ayetin devamında kadınların hür ve iffetli olabilmeleri için örtünmelerinin daha
hayırlı olduğu buyurulmuştur. Bu yüzden tesettürün kadının özgürlüğünü ve
iffetini muhafaza edici bir işlevi olduğu muhakkaktır. Örtünme emrinin özgürlük
ve iffete vasıta kılınması bunu doğrulamaktadır. Kadınların toplum hayatına
çıkmalarına herhangi bir yasaklama getirilmemiş, ancak kadınların iffeti
muhafaza etmeleri, hür olmaları ve diğer insanların eziyetlerinden korunmaları
için "tesettür" emredilmiştir. Tesettürün kadına kazandırdığı bu ahlaki
ölçülerin, tesettürün ruhunu oluşturduğu belirtilmelidir. Buna göre tesettür,
yalnızca İslami bir kıyafeti değil, İslami ahlak anlayışını da belli etmektedir.
Sosyal hayata katılacak olan kadının öncelikle iffetini muhafaza etmesini
istemekte ve bu ahlaki refleksi kazanmak için örtünmenin daha uygun ve faziletli
olduğu buyurulmaktadır. İslam’daki örtünme emri, yalnızca kadınlara mahsus
değildir, erkeklere de vücutlarının belli yerlerini örtmeleri emredilmiştir.
Ancak tesettür tartışmalarının odak noktasında her zaman kadının örtünmesi yer
almaktadır.

Cumhuriyetin Kadın Projesi: "Kostüm Modernleri"

Türkiye’de son günlerde sık sık gündemde yer alan "tesettür, örtünme, çağdaş
kadın imajı" gibi tartışmalar aşağı yukarı Türk modernleşme tarihi kadar maziye
sahiptir. Tanzimat döneminden sonra başlayan "geleneksellikten soyutlanmış yeni
kadın imajı" tartışmaları, II. Meşrutiyet döneminde de bazı düşünürler
tarafından dile getirilmiştir. II. Meşrutiyet döneminde özellikle Abdullah
Cevdet’in öncülüğünü yaptığı Garpçılık fikir hareketi içinde yer alan
mütefekkirler, geleneksel ve İslami olan toplumsal unsurların hepsinin Batı
kültürüne uydurulması şeklinde bir çalışma içine girmişlerdir. Bu bağlamda,
kadının da giyim, kuşam, yaşam tarzı gibi alanlarda değişerek Batılı kadınlara
benzemeleri gerektiğini savunmuşlardır. "Kadının özgürlüğü, tesettür, Batılı
kadın ile Doğulu kadın mukayeseleri" Cumhuriyet dönemine de intikal etmiş.
Gerici-ilerici tartışmalarında en fazla gündeme getirilen konulardan birisi
olmuştur.3 Bu dönemden itibaren tesettürün dini bir gereklilik olduğuna inanan
ve tesettürü benimseyen kadınlar geriliğin, tesettüre karşı gelerek
tesettürsüzlüğü çağdaşlık olarak adlandıran kadınlar ise, ilericiliğin simgesi
kabul edilmişlerdir. Bir anlamda Batılılaştırma projesinde "Tek Partinin razı
olduğu kadın" ve "Tek Partinin görmek istemediği kadın" imajları ortaya
çıkmıştır. Özellikle gündelik hayata ilişkin geleneksel kuralların değişiminde
kadın hiç şüphesiz önemli bir rol üstlenmiş ve Batılılaşma projesinin
görselliğini en üst düzeyde sergilemişti.4 Siyaset Bilimci Ayşe Kadıoğlu,
Kemalist modernleşme projesinde imajların ön plana çıkarılmasında kadınların
önemli rol üstlendiğini belirtir ve kadınların Cumhuriyet balolarında Batı
kostümleri giyip, Batılı müziklerle dans ederek imajlarını modernleştirdiklerini
belirtir. Kadıoğlu, Cumhuriyetin doğurduğu bu kadın imajını "kostüm modernleri"
şeklinde nitelendirmektedir.5

Gerek İmparatorluğunun son dönemlerinde, gerek Cumhuriyetin ilk yıllarında
görülen "Batılılaşma" hareketleri devletin telakkisine ve tasarruflarına bağlı
olarak gelişme göstermiştir. Cumhuriyetten itibaren devletin "modernleşme"
siyaseti, eskiye ait unsurların yerine Batılı değerlerin yerleştirilmesi olarak
belirginleşmiştir. Bunun anlamı Tek Parti dönemiyle birlikte Türkiye’de yeni bir
medeniyet anlayışının hakim olmaya başladığını göstermesidir. Bu yeni medeniyet
anlayışıyla, İmparatorluktan arda kalan değerlerin, özellikle İslam dinini
hatırlatma özelliği bulunan ve simgesel anlatım gücüne sahip olan ritüellerin
(şeair-i İslam) toplumsal hayattaki etkilerini azaltmaya yönelik hukuki ve
kültürel girişimler6 dikkat çekmektedir. Aslında Türk modernleşmesi, kültürel
simgelerin toplum hayatındaki etkilerini anlama hususunda oldukça bol malzeme
sağlar. Cumhuriyet sonrası ilerici-gerici tartışmalarında ilericilik olarak
ifade edilen ögelerin, Batı kültürünü temsil eden unsurlar olduğu, gericiliği
çağrıştırdığı iddia edilen ögelerin ise "Doğu"ya yani İslam’a ait olduğu iddia
edile gelmiştir. Kültür ve sanat eserlerinde bile rastlanan bu simge çatışması
Türk modernleşmesinde en sık rastlanan hususlardan birisidir. Cumhuriyet sonrası
Türk sinemasındaki dindar imajı, menfaatperest, yeniliğe karşı, bilim düşmanı,
şeklen çirkin, argo konuşan ve kişisel ilişkilerinde her zaman güçlüden yana
olan bir kimlikte tanıtılmıştır. Müziklerde ve resim sergilerinde eski geleneğe
ait olanların gericilikle özdeşleştirilmesi, din terminolojisine atıf yapan bir
bilimsel çalışmanın "rasyonalizme aykırı görülmesi", Türk modernleşmesinin
belirgin özelliklerinden olmuştur. Bütün bunlar kültür ve sanat eserlerinde
dinin ve dindarların ne ifade ettiğini göstermektedir.

Eski kültür, gelenek ve değerleri çağrıştıran ve "uyarıcı ve ihtar edici"
özelliği bulunan simgelerin toplumsal hayattan koparılması, bunların yerine
Batılı yaşam tarzının kabul ettirilmesi Cumhuriyet dönemi Batılılaşma
anlayışının en önemli özelliklerinden birisiydi. Bu sembollerin toplum
hayatındaki etkilerinin giderilmesi hususunda dikkat çeken bir girişim de
"tesettürün yasaklanması" veya "tesettürün gericilik ile özdeşleştirilmesi"dir.
Bu amaçla öncelikle İslami bir hassasiyet belirtisi olan peçenin yasaklanması ve
arkasından da çarşaf yerine devletin önerdiği kadın kıyafetlerinin (pardösü,
manto ya da sadece başörtüsü gibi) yaygınlaştırılması çabası tedrici olarak dini
kıyafetlerin dışlandığını göstermektedir.

Sosyolog Nilüfer Göle, kadınların toplumsal dönüşümde aldıkları rolü incelediği,
"Modern Mahrem" adlı eserinde Batılılaşmanın önemli simgelerinden birisi olarak
kabul edilen şapka inkılabının yeni kadın imajı projesinin ön hazırlığı olduğunu
söyler.7 Yani imajlar üzerinde yürütülen Batılılaşma hareketleri, öncelikle
erkekleri eski geleneği temsil eden kılık ve kıyafetten arındırmıştır. Bu
hazırlık aşamasından sonra da, kadının kılık ve kıyafetinde düzenlemelere
girişilmiştir. Göle, erkeklerin şapka ile Osmanlı kimliğinden sıyrıldığını,
kadınların da peçe ve çarşafı atmalarıyla dini otoritenin, şeriatın sınırladığı
mahrem yaşam dairesinden uzaklaştığını tespit etmektedir.

Kılık-kıyafetin kanuni düzenlemeler ile, kişisel tercih alanından çıkarılıp
devletin izin verdiği niteliğe büründürülmesi, yasaklanan kıyafet sahiplerinin
kamusal alandaki varlığını ortadan kaldırmıştır. Ayrıca, tesettürün gericilik
ile özdeşleştirilmesi, tesettür kullananları psikolojik yönden etkilemiş ve bu
kişilerin sosyal statülerini ve kimliklerini olumsuz etkileyerek, kimliklerini
sağlıklı bir şekilde ifade etmelerini engellemiştir. Zaman zaman rejim karşıtı,
siyasal İslamcı, gerici gibi tehlikeli siyasi ve ideolojik etiketlerle
tanınmalarına neden olmuştur. Şüphesiz bunun nedeni, modernleşme anlayışımızın
simgesel motiflere ideolojik anlamlar yüklemesinden kaynaklanmaktadır. Devletin
modernleşmenin içeriğini ve sınırlarını belirlediği sosyal ve kültürel bir
ortamda halkın görüşü yerine bürokratik tasarrufların geçerli kılınması, önemli
bir özgürlük sorununu da beraberinde getirmiştir.

Tesettürün Hikmeti Nedir?

Bediüzzaman, tesettür meselesini işlediği 24. Lem’a‘da8 tesettürün Kur’an-ı
Kerim’in bir emri olduğunu (Ahzap Suresi: 59) belirtir. Tesettüre karşı
çıkanların, tesettürü esaret olarak algılamalarını eleştirerek, kadınlığın
fıtratında örtünme ihtiyacının bulunduğunu belirtir.9 Ancak Bediüzzaman’ın
Tesettür Risalesi’ndeki "tesettür" tarifi yalnızca vücudun belirli bölümlerinin
setredilmesini ifade etmemektedir. Bediüzzaman tesettür teriminin hem nefsi
temizlik ifade eden, hem de fıkıhta gösterildiği şekilde giyinmeyi anlatan
şekilde ifade etmektedir. Yani sadece örtünme kadının Ahzab Suresi’ndeki emri
yerine getirmesine yetmemektedir. Ayet-i kerimede öncelikle örtünme emrinin,
ardından da örtünmenin neyi sağlayacağının ifade edilmesi tesettürün netice
olarak salih amel, iffet ve takva gibi İslami ahlak prensiplerine bir basamak
olduğunu anlatmaktadır. Tesettür bir bütündür. Tesettürün iç boyutu ahlaki
güzellik ise dış boyutu da fıkıhta gösterildiği şekilde vücudun örtülmesidir.

Bediüzzaman özellikle kadın-erkek ilişkilerinde tesettürün (takvanın ve fıkıhta
gösterildiği şekilde örtünmenin) güven, sadakat ve muhabbet duygularını
güçlendireceğini, tesettürsüzlüğün ise kadın-erkek arasındaki sadakat ve
muhabbet duygularını zayıflatacağını belirtir.10 Bediüzzaman’ın buradaki
ayrımının teorik bir ayrım olduğu ve muhatap olarak tesettürü "kadını esaret
altına alan bir simge" olarak algılayanları kabul ettiği belirtilmelidir.
Ayrıca, eserin yazıldığı dönem göz önüne alındığı takdirde (1934) devletin
"kültürel hayatta Batılılaşma" siyasetinin tesettürlü kadını dışladığı
görülecektir. Aynı şekilde, devletin yeni medeniyet projesinde tesettürü ortadan
kaldırmayı, tesettür yerine İslami etkilerden sıyrılmış ve Batılı modayı takip
eden kadınları ön plana çıkarmayı düşündüğü bilinmektedir. Bu yüzden
Bediüzzaman’ın geniş anlamda Batılı yaşam tarzının Doğu toplumlarına transfer
edilmesi ve özelde Türkiye’deki modernleşme anlayışının Kur’an’ın tesettür emri
yerine kadının tesettürsüzlüğünü teşvik etmesinin toplumsal hayatta kadın-erkek
ilişkilerinden, aile yapısına, kadın ve erkeğin ahlaki yapısına kadar birçok
alanı olumsuz etkileyeceğini düşündüğü belirtilmelidir.

Anayasal Bir "Hak" Olarak
Tesettür Özgürlüğü

Hukuk devletinin en önemli ilkelerinden birisi temel hak ve hürriyetler
tanımının, niteliğinin ve sınırlandırma usulünün anayasalarca belli bir
çerçeveye kavuşturulmasıdır. Özellikle, hürriyet, özgürlük, adalet gibi
kavramların ön plana çıkarılması anayasaların ruhunu da etkilemiştir. Bu yüzden
anayasalarda hürriyet, özgürlük ve adalet kavramları ön plana çıkmış ve
anayasaların bu kavramlara yüklemiş olduğu anlam devlet-halk ilişkilerini
belirleyen önemli ölçülerden birisi olmuştur.

Anayasal bir haktan bahsederken öncelikle devletin bu anayasal hakları kime
tanıdığını belirlemek gerekmektedir. Bu tanımlama sağlıklı yapılmazsa, yani
hakkın muhatabının kim olduğu belirlenmezse hukuk devletinin en önemli
ilkelerinden birisi olan "kanun önünde eşitlik" ilkesinin gerçekleşmesinden
bahsedilemez. Anayasa’nın 12. maddesi "Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz,
devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir" şeklinde bir hüküm
getirmiştir. Buna göre, Türkiye sınırları içinde temel hak ve hürriyetlerden
yararlanma şartı herhangi bir ırka, sınıfa, dine veya mezhebe üye olmaya bağlı
değildir. Türk hukuk sisteminin geçerli olduğu bütün alanlarda (kamusal ve
sosyal) temel hak ve hürriyetlerden "herkes" eşit olarak yararlanma hakkına
sahiptir. Görüldüğü gibi Anayasa’nın bu maddesinde herhangi bir ideolojik tutuma
yer verilmemiş, çoğulculuk ruhuna uygun şekilde temel hak ve hürriyetlerden
bütün herkesin eşit şekilde yararlandırılacağının güvencesi verilmiştir.

Temel hak ve hürriyetlerin neler olduğu sorunu da ayrı bir çerçevedir.
Anayasa’nın düzenlemesine göre temel hak ve hürriyetler "kişiliğe bağlı,
dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez" nitelik gösterirler. Bu temel hak ve
hürriyetlerin içinde yer alan ve tesettür meselesini doğrudan ilgilendiren husus
da neredeyse evrensel bir kural haline gelen "din ve vicdan hürriyeti"nin nasıl
kullanılacağı ve nasıl kısıtlanabileceğidir. Anayasamızın 24. maddesinde
düzenlenen din ve vicdan hürriyeti herhangi bir kısıtlama getirmeksizin herkese
tanınmıştır; çünkü, temel hak ve hürriyetlerdendir. Ancak bu hakkın kullanılması
sırasında 14. maddenin ruhuna aykırı olan teşebbüslerin din ve vicdan
hürriyetinden faydalandırılmayacağı hükme bağlanmıştır: "14. madde hükümlerine
aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayinler ve törenler serbesttir." 14. madde
ile getirilen kısıtlama kriterleri ise şunlardır: "Temel hak ve hürriyetler
devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına
dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler
biçiminde kullanılamaz." (m. 14/1). Buradaki kısıtlama kriterlerinin ideolojik,
provokatif ve militarist eylemlere yönelik olduğu muhakkaktır. Örneğin, siyasal
parti kurma hakkınız anayasal güvence altındadır, ancak bu hak size siyasal
parti çatısı altında militarist faaliyetleri yürütme hakkı vermez. Aynı şekilde,
düşünce ve kanaat hürriyeti de anayasal güvence altındadır. Fakat, bu hürriyet
kişilere yönelik hakaret hürriyetine sahip olduğunuz manasına gelmeyecektir.
Toplumsal hayat her şeyden önce karşılıklı saygıyı gerektirmektedir ve hukukun
önemli işlevlerinden birisi de bu nizamı tesis etmektir.

1982 Anayasası’na son değişiklikle birlikte verilen şekle göre, temel hak ve
hürriyetlerin kısıtlanmasını düzenleyen temel kural şudur: "Temel hak ve
hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde
belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu
sınırlamalar, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik
Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz." (m. 13) Bu
anayasal hükme göre temel hak ve hürriyetlerin kısıtlanma usulü şu şekilde
gerçekleşecektir: Öncelikle, kısıtlama Anayasa’da sayılan sebeplere bağlı olarak
yapılmalıdır. Yani 14. maddede sayılan sebeplerin gerçekleşmiş olması veya
gerçekleşmesinin kuvvetle muhtemel olması (şüpheye yer bırakmayacak şekilde)
temel hak ve hürriyetin kısıtlanması için yeterli olacaktır. İkinci olarak,
temel hak ve hürriyetler ancak kanuni bir düzenleme sonucunda kısıtlanabilir.
Yani Anayasa’da "kısıtlanabilir" şeklinde bir ibarenin olması kısıtlamayı yorum
yoluyla genişletmeye veya fiili bir uygulamaya meşruiyet kazandırmaz. Öncelikle,
kısıtlamayı düzenleyen bir kanun bulunmalıdır. Kanunsuz kısıtlama anayasal ihlal
oluşturacaktır.

Türkiye’de başörtüsünün kamu kurum ve kuruluşlarında yasaklanmış olması bir
"ibadet" hürriyetinin kısıtlanması anlamına gelmektedir. Başörtüsünü yasaklayan
bir kanun maddesi olmadığına göre Türkiye’deki başörtüsü yasakçılığı fiili (de
facto) bir durumdur ve Anayasa’nın ihlalini oluşturmaktadır. Anayasal hüküm son
derece açıktır: "Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca
Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak
kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna,
demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük
ilkesine aykırı olamaz." Ortada kanun maddesi olmadığına göre ve başörtülü
insanların herhangi bir anayasal suça başörtülülük niteliklerinden ötürü
karışmadıkları bilindiğine göre, başörtüsü yasakçılığının iç yüzünde jakoben
laiklik anlayışı, toplumsal mühendislik ve Batı yaşam tarzının ve tüketim
alışkanlıklarının yerleşmesi özleminin yattığını söylemek mümkündür.

Sonuç

Modernleşme anlayışımızın imaj ve görsel ögelere, ritüellere kayıtsız
kalmadığını gösteren önemli olgulardan birisi başörtüsü yasakçılığıdır.
Başörtüsüne bürokratların, siyasilerin, bilim adamlarının ya da halkın yüklediği
anlam önemli değildir. Ortada, Kur’an-ı Kerim’in açık bir hükmü vardır ve Hz.
Muhammed’den günümüze kadar kesintisiz bir uygulama, bir İslami gelenek vardır.
Tıpkı beş vakit namaz gibi, Ramazan orucu gibi, hac gibi.

Ahmed Hamdi Tanpınar’ın belki de Türk modernleşmesini özetlediği şu sözleri
Türkiye’de yaşanan sıkıntının ifadesidir: "Bir yandan tarihi zaruretlerden
kudret alan bir irade ile Garb’a gittik, öbür yandan hakiki cevheri ile bizde
konuşmaya başladığı zaman sesine kulaklarımızı kapatmak imkansız olan bir
mazinin sahibiyiz."11 İmparatorluğun parçalanması ve bilim-teknik ve ekonomik
alanlarda geri kalmışlık bizi Batı’ya itmişti. Ama Batı bize bilim, teknik,
sosyal ve ekonomik adalet yerine Doğu-Batı, ilerici-gerici, laik-antilaik,
tesettürlü-tesettürsüz gibi kutuplaşmalara neden olan zıtlaşmaları armağan etti.
Tanpınar’ın Türkiye’deki cevherler ile kastettiği unsurlara dini ritüelleri
dahil edip etmediğini bilemiyoruz, ancak bu tespiti tesettür meselesi için de
geçerli. Tesettür hakiki cevheri ile konuşmaya başladığı zaman, yani ahlaki
boyutunu, Sünnet-i Seniyye edebini pratiğiyle ifade etmeye başladığı zaman bu
hakikate elbette kulak tıkanılmayacaktır. Bu yüzden, başörtüsü probleminin
başörtüsünün Allah’ın emri olduğuna inanan insanlara da bazı yükümlülüklerini
hatırlattığını, tesettürün yalnızca vücudun örtülmesini ifade eden görsel anlamı
olmadığını, iç boyutunun nefsi temizliğe yönelik olduğunu da ifade etmek
gerekmektedir.

Devletin tarafsızlığının en önemli göstergelerinden birisi, devletin herhangi
bir dinin ya da ideolojinin temsilciliği misyonundan uzak durmasıdır. Bu
tarafsız tutum devlete her din, inanç, fikir ve mezhep sahibine eşit oranda
temsil edilebilme ve haklardan eşit yararlanma imkânı sağlamaya yöneliktir.
Türkiye’de yaşanan fiili başörtüsü yasağının temelinde de bu tarafsız tutumun
eksikliği yatmaktadır. Devlet, simgelere ideolojik ve siyasal anlamlar yüklediği
sürece başörtüsü problemi çözümsüz kalmaya devam edecektir. Oysa, modern devlet
anlayışında hukuk vatandaşlık ilişkisine göre uygulanmakta ve bu uygulamalar
ideolojilerin katı çerçevelerinden bağımsız tutulmaktadır. Aynı çağdaş
uygulamayı başörtüsü problemi için söyleyebilir miyiz?

Dipnotlar

1. Ulus-devletlerin kurulması ve uluslararası ticari rekabetin artmasıyla
birlikte insanların giyim tarzlarında dini ve kültürel etkilerin yavaş yavaş
etkisini yitirdiği, bunların yerini bütün dünyada görülebilecek giyim tarzının
aldığı görülmektedir. İklim ve coğrafi koşulların benzeşmemesine, din, kültür ve
anlayış farklılığına rağmen insanların kıyafet konusunda Fransız modasını takip
etme, İtalyan çizgilerini benimseme, Amerikan markalarından vazgeçmeme gibi
ortak özelliklerine rastlamak mümkündür. Almanya ve Avustralya gibi birbirinden
uzak iki ülkede bile benzer giyim özelliklerinin çok yoğun şekilde görülebiliyor
olması, giyim tarzında kültürlerin eski etkisini yitirdiğini, kültürel ve
yöresel tercihlerin yerini kapitalizmin üretim ve pazarlama anlayışının aldığını
göstermektedir. Bu yüzden kapitalizmin evrensel giyim standartları oluşturmada
başarılı olduğunu ve bu etkisinin ister istemez bütün kültür ve gelenekleri,
hatta dini giyim tarzını bile etkilediğini söylemek mümkündür.

2. Ahzab Suresi, 59: "Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin
hanımlarına söyle, evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar.
Bu, onların hür ve iffetli hanımlar olarak tanınmaları ve eziyete uğramamaları
için daha uygundur. Allah ise çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." (Geniş
açıklama için: Hak Dini Kur’an Dili Tefsiri, Ahzab Suresi: 59, Nur Suresi: 30,
31)

3. Kadınların tesettürüne karşı çıkan görüşlerin Doğu’ya ait olmadığı, (İslami
bilgiden ve yorumdan kaynaklanmayan) Batı felsefesi kökenli olduğu ve her türlü
kurumsal ve kültürel yapının Batı’ya uydurulması şeklinde görünüm kazanan aşırı
Batıcılıktan kaynaklandığı rahatlıkla görülebilecektir.

4. Şüphesiz buradaki Batılılaşma Türkiye’nin dini ve eski geleneğe karşı ortaya
koymuş olduğu hukuki ve siyasal girişimler manasındadır. Yoksa, bilimsel, teknik
ve teknolojik anlamda modernleşme veya çağdaşlaşma kastedilmemektedir.

5. Ayşe Kadıoğlu, Cumhuriyet İradesi-Demokrasi Muhakemesi, Metis Yayınevi,
İstanbul, 1999, s. 31.

6. Çıkarılmış olan kanunlarla eskiye ait kılık-kıyafetlerin yasaklanarak yerine
"devletin standartlarını belirlediği" giyim tarzının getirilmesi, bürokratların
tertiplemiş olduğu dans gecelerinde medeni kadın ve erkek imajının alafranga
tarzı giyimle özdeşleştirilmesi ve kadın-erkek arasındaki mahrem sınırların
kaldırılması modernleşme anlayışımızın kadın-erkek ilişkilerine ve dış görünüme
(imaj) ilgisiz kalmadığını göstermektedir.

7. Nilüfer Göle, Modern Mahrem, Metis Yayınevi, İstanbul 1998,
s. 87-88.

8. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2002, s.
197-205.

9. Lem’alar, s. 255.

10. Lem’alar, s. 257.

11. Ahmed Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, Dergah Yayınları, İstanbul 1990, s.
24-35.