“The cause that fell us down to the lowest level and
prevented us from the service to Allah,
is poverty whose results are the immorality and abuse.”

Bediüzzaman Said Nursi

Bütün ihtilâfât ve fesâdın asıl mâdeni ve bütün ahlâk-ı rezîlenin muharrik ve
menbaı tek iki kelimedir:

Birinci Kelime: "Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne!"

İkinci Kelime: "İstirahatim için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim."

Birinci kelimenin ırkını kesecek tek bir devâsı var ki, o da vücûb-ü zekâttır.

İkinci kelimenin devâsı, hurmet-i ribadır. Adâlet-i Kur'âniye âlem kapısında
durup, ribâya, "Yasaktır, girmeye hakkın yoktur" der. Beşer bu emri dinlemedi, büyük
bir sille yedi. Daha müthişini yemeden, dinlemeli!..

Devletler, milletler muharebesi; tabakât-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor.
Zîrâ, beşer esir olmãk istemediği gibi, ecîr olmak da istemez.

Hutbe-i Şamiye, 124-125

Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden, cehâlet ağa, oğlu zaruret efendi ve
hafîdi husumet beydir.

Münazarat, 69

Hem de düşmanlarımız onlar değil; asıl bizi bu kadar düşürüp i'lâ-yı kelimetullaha
mâni olan ve cehalet neticesi olan muhalefet-i şeriattır. Ve zaruret ve onun semeresi
olan su-i ahlâk ve harekettir ve ihtilâf ve onun mahsulü olan ağraz ve nifaktır
ki, ittihadımız bu üç insafsız düşmana hücumdur.

Hutbe-i Şamiye, 102

Râbian: Neslen ve serveten tedennîmize ve gayr-ı müslimlerin terakkîsine sebep,
askerliğin bizde münhasır olması idi. Zîrâ bundan kaç asır evvel şu devletin nüfus-u
İslâmiyesi kırk milyondan fazla idi. Ve şimdilik, içimizdeki o gayr-ı müslimler,
o vakitte yalnız beş altı milyon idi. Servet ve ticaret elimizde idi. Halbuki biz
yirmiye yuvarlandık, fakr bataklığına düştük; onlar, fakrın ayağı altından çıkıp
servetin başına binerek, on milyona çıktılar. Bunun en mühim sebebi: Meselâ, senin
dört oğlun varsa, askerlik mülâhazasıyla evlenmezler. Şâyet evlenseler, memuriyet
ilcâsıyla kedi yavrusu gibi her tarafta gezdirerek, mahsül-ü hayatını zâyi edecektir.
Delil istersen Van'a git; bir Ermeni kapısını, bir İslâm dergâhını aç, bak. Göreceksin
ki, Ermeni evi on sağlam delil gösterecek, İslâmın evi iki zayıf bürhânı nazar-ı
ibrete arz edecektir.

Sual: Eskiden İslâmlar zengin, onlar fakirdiler. Şimdi her yerde kaziye bilâkistir.
Hikmeti nedir?

Cevap: İki sebebi biliyorum:

Birincisi:
(İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır. Necm Sûresi, 53:39.)
olan ferman-ı Rabbanîden müstefâd olan meyelân-ı sa'y ve
(Çalışıp kazanan, Allah'ın
sevdiği bir kuldur) olan fermân-ı Nebevîden müstefâd olan şevk-i kesb. Bazı telkinat
ile o meyelân kırıldı ve o şevk de söndü. Zira ilâ-yı kelimetullah şu zamada maddeten
terakkiye mütevakkıf olduğunu bilmeyen; ve dünya
(Âhiretin tarlası olması…) cihetiyle
kıymetini takdir etmeyen; ve kurûn-u vüsta ve kurûn-u uhrânın ilcaatını tefrik eylemeyen;
ve birbirinden gayet uzak, biri mezmum ve biri memduh olan tahsil ve kisbde olan
kanaatiyle, mahsul ve ücretteki kanaatı temyiz etmeyen; ve birbirinden nihayet derecede
baîd, hattâ biri tembelliğin ünvanı, diğeri hakikî ihlâsın sadefi olan iki tevekkülü-ki,
biri, meşietin muktezâsı olan esbab arasındaki nizama karşı temerrüd hükmünde olan,
tertib-i mukaddemattaki bir tevekkül-ü tembelâne; diğeri, İslâmiyetin muktezâsı
olan, netice itibarıyla gerdendâde-i tevfik olarak vazife-i ilâhiyeye karışmamakla
terettüp-ü neticede mü'minâne tevekküldür-ikisini birbiriyle iltibas eden ve "Ümmetî!
Ümmetî!" sırrını teferrüs etmeyen ve
("İnsanların en hayırlısı onlara en faydalı
olandır." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 2:463; el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 3:481, hadis)
hikmetini anlamayan bazı adamlar ve bilmeyen bir kısım vâizlerdir ki, o meyelânı
kırdılar, o şevki de söndürdüler.

İkinci sebep: Biz, gayr-ı tabiî ve tembelliğe müsait ve gururu okşayan imâret
maişetine el atıp belâmızı bulduk.

Sual: Nasıl?

Cevap: Maîşet için tarik-ı tabiî ve meşru ve zîhayat, san'attır, ziraattir, ticarettir.
Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev'iyle imârettir. Bence imâreti, ne nâm ile
olursa olsun, medâr-ı maişet edenler bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir-fakat
hilebaz kısmında… Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet
için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nevi çingenelik
eder. İşte, memuriyet filcümle ve askerlik bilcümle bizde olduğu için, servetimizi
israf eline verip neslimizi etrafa saçıp zâyi ettik. Eğer öyle gitseydi, biz de
elden giderdik. İşte onların asker olması, zarurete yakın bir maslahat-ı mürseledir.
Hem de mecburuz. Mesâlih-i mürsele ise, İmam-ı Mâlik mezhebinde bir illet-i şer'iye
olabilir.

Münazarat, 78-79

İkinci cihet: Yani, maddeten İslâmiyetin terakkisinin kuvvetli sebepleri gösteriyor
ki, maddeten dahi İslâmiyet istikbale hükmedecek. Birinci cihet, mâneviyat cihetinde
terakkiyatı ispat ettiği gibi; bu ikinci cihet dahi maddî terakkiyatını ve istikbaldeki
hâkimiyetini kuvvetli gösteriyor. Çünkü âlem-i İslâmın şahs-ı mânevîsinin kalbinde,
gayet kuvvetli ve kırılmaz "beş kuvvet" içtima ve imtizaç edip yerleşmiş. Birincisi:
Bütün kemâlâtın üstadı ve üç yüz yetmiş milyon nefisleri bir tek nefis hükmüne getirebilen
ve hakikî bir medeniyetle ve müsbet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olan ve hiçbir
kuvvet onu kıramayacak bir mahiyette bulunan hakikat-i İslâmiyettir.

İkinci kuvvet: Medeniyet ve san'atın hakikî üstadı ve vesilelerin ve mebâdilerin
tekemmülüyle cihazlanmış olan şedid bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr,
öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.

Üçüncü kuvvet: Yüksek şeylere müsabaka suretinde beşere yüksek maksatları ders
veren ve o yolda çalıştıran ve istibdâdâtı parça parça eden ve ulvî hisleri heyecana
getiren ve gıpta ve hased ve kıskançlık ve rekabetle ve tam uyanmakla ve müsabaka
şevkiyle ve teceddüd meyliyle ve temeddün meyelânıyla teçhiz edilen üçüncü kuvvet,
yalnız hürriyet-i şer'iyedir. Yani, insaniyete lâyık en yüksek kemalâta olan meyil
ve arzu ile cihazlanmış olmak.

Dördüncü kuvvet: Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniyedir. Yani tezellül etmemek,
haksızlara, zâlimlere zillet göstermemek, mazlumları da zelil etmemek. Yani, hürriyet-i
şer'iyenin esasları olan müstebitlere dalkavukluk etmemek ve biçarelere tahakküm
ve tekebbür etmemektir.

Beşinci kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki, i'lâ-yı kelimetullahı ilân ediyor. Ve
bu zamanda i'lâ-yı kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf; medeniyet-i hakikiyeye
girmekle i'lâ-yı kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiyenin iman ile kat'î verdiği
emri, elbette âlem-i İslâmın şahs-ı mânevîsi, o kat'î emri istikbalde tam yerine
getireceğine şüphe edilmez.

Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyetin terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak
ve inadını kırmak ve tecavüzatını def etmek, silâhla, kılıçla olmuş. İstikbalde
silâh, kılıç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin mânevî
kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak.

Biliniz ki: Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan
iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki, ahmaklar o seyyiatları,
o sefahetleri mehasin zannedip, taklit edip malımızı harap ettiler. Ve dini rüşvet
verip dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı
hasenatına racih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip o
günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı.
İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek,
zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.

Evet, Avrupa'nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki
heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin
seyyiatı hasenatına galebe edip ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne
girdiği cihetle, Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir.
Ve az vakitte galebe edecektir.

Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve mânevî terakkiyata
vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine
yol açıldığı halde, nasıl meyus olup ye'se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i
mâneviyesini de kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, "Dünya
herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır. Fakat, yalnız biçare ehl-i İslâm için
tedennî dünyası oldu" diye pek yanlış bir hatâya düşüyorsunuz.

Mâdem meylülistikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten derc
edilmiş. Elbette, beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa,
istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâmda nev-i beşerin eski hatîatına kefaret olacak
bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşaallah.

Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehâsı
birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor.
Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedennî içinde kış ve
fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah
olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah. Hakikat-i
İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i
İlâhiyeden bekleyebilirsiniz.

Hutbe-i Şamiye, 38-43

Rızk, hayat kadar Kudret nazarında ehemmiyetlidir. Kudret çıkarıyor; kader giydiriyor;
inâyet besliyor. Hayat, muhassal-ı mazbuttur; görünür. Rızk, gayr-i muhassal, tedricî
münteşirdir düşündürür. Açlıktan ölmek yoktur. Zîrâ, bedende şahm vesâire süretinde
iddihar olunan gıdâ bitmeden evvel ölüyor. Demek, terk-i âdetten neşet eden maraz
öldürür, rızıksızlık değil.

Eskiden ekser İslâm aç değildi, tereffühe ihtiyar vardı. Şimdi açtır, telezzüze
ihtiyar yoktur.

Hutbe-i Şamiye, 133

Maddiyunluk, mânevî tâundur ki; beşere şu müthiş sıtmayı tutturdu gazab-ı İlâhiye
çarptırdı. Telkìn ve tenkid kàbiliyeti tevessü' ettikçe, o tâun da tevessü' eder.

En bedbaht, en muztarip, en sıkıntılı; işsiz adamdır. Zîrâ, atâlet ademin birâderzâdesidir;
sa'y, vücûdun hayâtı ve hayâtın yakazasıdır.

Ribanın kab ve kapıları olan bankaların nef'i beşerin fenası olan gavurlara ve
onların en zalimlerine ve bunların en sefihlerinedir. Alem-i İslama zararı mutlaktır;
mutlak beşerin refahı nazara alınmaz. Zira; gavur harbi ve mutacaviz ise hürmetsiz
ve ismetsizdir.

Hutbe-i Şamiye, 138-139

İslâmın ve Asya'nın istikbali, uzaktan gayet parlak görünüyor. Çünkü Asya'nın
hâkim-i evvel ve âhiri olan İslâmiyetin galebesi için dört-beş mukavemetsûz kuvvetler
ittifak ve ittihad etmektedirler.

Birinci kuvvet: Maarif ve medeniyetle mücehhez olan İslâmiyetin kuvvet-i hakikiyesidir.

İkincisi: Tekemmül-ü mebâdî ve vesaitle mücehhez olan ihtiyac-ı şediddir.

Üçüncüsü: Asya'yı gayet sefalette, başka yerleri nihayet refahette görmekten
neş'et eden tenebbüh-ü tâm ve teyakkuz-u kâmille mücehhez olan gıpta ve rekabet
ve kîn-i muzmerdir.

Dördüncüsü: Ehl-i tevhidin düsturu olan tevhid-i kelime; ve zeminin hasiyeti
olan itidal ve tâdil-i mizaç; ve zamanın ziyası olan tenevvür-ü ezhan; ve medeniyetin
kanunu olan telâhuk-u efkâr; ve bedeviyetin lâzımı olan selâmet-i fıtrat; ve zaruretin
semeresi olan hafiflik ve cüret-i teşebbüsle mücehhez olan istidad-ı fıtrîdir.

Beşincisi: Bu zamanda maddeten terakkiye mütevakkıf olan i'lâ-yı kelimetullah,
İslâmiyetin emriyle ve zamanın ilcââtıyla ve fakr-ı şedidin icbarıyla ve her arzuyu
öldüren ye'sin ölmesiyle hayat bulan ümitle mücehhez olan arzu-yu medeniyet ve meyl-i
teceddüttür. Ve bu kuvvetlere yardım etmek için ecanib içine ihtilâl veren ve medeniyetleri
ihtiyarlandıran mesâvi-i medeniyetin mehasinine galebesidir. Ve sa'yin sefahete
adem-i kifayetidir. Bunun iki sebebi vardır:

Birincisi: Din ve fazileti düstur-u medeniyet etmemeklikten neş'et eden müsaade-i
sefahet ve muvafakat-i şehvet-i nefistir. İkincisi: Hubbüşşehevat ve diyanetsizliğin
neticesi olan merhametsizlikten neş'et eden maişetteki müthiş müsavatsızlıktır.

Evet, şu diyanetsizlik Avrupa medeniyetinin içyüzünü öyle karıştırmış ki, o kadar
fırak-ı fesadiyeyi ve ihtilâliyeyi tevlid etmiş. Faraza hablü'l-metin-i İslâmiye
ve sedd-i Zülkarneyn gibi şeriat-ı garrânın hakikatine iltica ve tahassun edilmezse,
bu fırak-ı fesadiye, onların âlem-i medeniyetlerini zîr ü zeber edeceklerdir. Nasıl
ki şimdiden tehdit ediyorlar.

Acaba hakikat-i İslâmiyenin binler mesailinden yalnız zekât meselesi düstur-u
medeniyet ve muavenet olursa, bu belâya ve yılanın yuvası olan maişetteki müthiş
müsavatsızlığa devâ-i şâfî olmayacak mıdır? Evet, en mükemmel ve bozulmaz bir deva
olacaktır.

Eğer denilse: "Şimdiye kadar Avrupa'yı galip ettiren sebep, bundan sonra neden
etmesin?"

Cevap: Bu kitabın mukaddemesini mütalâa et. Sonra buna da dikkat et: Sebeb-i
terakkîsi, herşeyi geç almak ve geç de bırakmak ve metanet etmek şe'ninde olan burudet-i
memleket; ve mekân ve meskenin darlığı; ve sakinlerin kesretinden neş'et eden fikr-i
mârifet ve arzu-yu san'at; ve deniz ve maden ve sair vesaitin müsaadesiyle hasıl
olan teâvün ve telâhuk idi. Fakat şimdi tekemmül-ü vesait-i nakliye ile, âlem bir
şehr-i vahid hükmüne geçtiği gibi, matbuat ve telgraf gibi vesait-i muhabere ve
müdavele ile, ehl-i dünya, bir meclisin ehli hükmündedir. Velhasıl, onların yükleri
ağır, bizimki hafif olduğundan, yetişip geçeceğiz-eğer tevfik refik olsa.

Muhakemat, 37-38

Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekat köprüsü üzerinden geçmekle yapılır.
Zira yardım vasıtası zekattır. İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi
temin eden köprü, zekattır. alem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten
doğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilallerden, ihtilaflardan
meydana gelen felaketlerin tiryakı, ilacı, muavenettir.

Evet, zekatın vücubu ile ribanın hurmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat,
geniş bir rahmet vardır.

Evet, eğer tarihi bir nazarla sahife-i aleme bakacak olursan ve o sayfayı lekelendiren
beşerin mesavisine, hatalarına dikkat edersen, heyet-i içtimaiyede görünen ihtilaller,
fesatlar ve bütün ahlak-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün.

Birisi: "Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!"

İkincisi: "Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat
edeyim."

Alem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya yaklaştıran birinci
kelimeyi sildiren ancak zekattır.

Nev-i beşeri umumi felaketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevk edip terakkiyatı,
asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır.

Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların
tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan
hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lazımdır. Bu tabakalar arasında
muvasalayı temin eden zekat ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekat ile hurmet-i ribaya
müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir,
sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat,
muhabbet yerine ihtilal sadaları, haset bağırtıları, kin ve nefret vaveylaları yükselir.
Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri,
tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor. Maalesef, tabaka-i havastaki meziyetler,
tevazu ve terahhuma sebep iken, tekebbür ve gurura bais oluyor. Tabaka-i fukaradaki
acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mucip iken, esaret ve sefaleti intaç ediyor.
Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen alem-i medeniyete bak, istediğin kadar
şahitler mevcuttur.

Hülasa: Tabakalar arasında musalahanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve
ancak erkan-ı İslamiyeden olan zekat ve zekatın yavruları olan sadaka ve teberruatın
heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.

İşaratü'l İ'caz, 49

İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsanın zihnine bazan şöyle bir vesvese gelir, der: "Sen
de âdi ve böcek gibi bir hayvansın. Hayvanlardan fazla ne kıymetin var? Hem de semâvat
ve arzı yed-i kudretine alan Hâlık-ı Zülcelâle karşı ne meziyetin ve ne gibi bir
hizmetin var ki, seninle meşgul olsun?" Bu vesveseye karşı şöyle bir hakikati düşünmek
lâzım:

1. İnsan gayr-ı mütenahi acz ve fakriyle beraber Cenab-ı Hakk’a imanıyla kudret
ve gınâ ve izzetine mazhar olmuştur. İşte bu mazhariyetten dolayı, insan, hayvaniyetten
terakki edip halife-i zemîn olmuştur.

2. Cenab-ı Hakk ihata-i kudret ve azametiyle insanın duasını işitir, hâcâtını
görür. Ve semâvat ve arzın tedbiri, o insanı da düşünmeye mâni değildir.

Mesnevi-i Nuriye, 97-98

İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsandaki kusur sonsuz olduğu gibi, acz, fakr ve ihtiyacına
da nihayet yoktur. İnsana tevdi edilen açlıkla nimetlerin lezzetleri tebarüz ettiği
gibi; insandaki kusur, kemalat-ı Sübhaniye derecelerine bir mirsaddır. İnsandaki
fakr, gına-i rahmetin derecelerine bir mikyastır. İnsandaki acz, kudret ve kibriyasına
bir mizandır. İnsandaki tenevvü-ü hacat, enva-ı niam ve ihsanatına bir merdivendir.
Eyleyse fıtratından gaye ubudiyettir. Ubudiyet ise, dergah-ı izzetine kusurlarını
Estağfirullah ve Sübhanallah ile ilan etmektir.

Mesnevi-i Nuriye, 188

Mal istersen kanaat yeter. Evet, kanaat eden iktisat eder; iktisat eden bereket
bulur.

Mektubat, 273

Ey insan! Mâdem rahmet böyle kuvvetli ve câzibedar ve sevimli ve mededkâr bir
hakikat-i mahbubedir;
de, o hakikate yapış ve vahşet-i mutlakadan ve hadsiz ihtiyacâtın
elemlerinden kurtul. Ve o Sultan-ı Ezel ve Ebedin tahtına yanaş ve o rahmetin şefkatiyle
ve şuââtıyla o Sultana muhatap ve halîl ve dost ol.

Evet, kâinatın envâını hikmet dairesinde insanın etrafında toplayıp bütün hâcâtına
kemâl-i intizam ve inâyet ile koşturmak, bilbedâhe, iki hâletten birisidir:

Ya kâinatın herbir nev'i kendi kendine insanı tanıyor, ona itaat ediyor, muâvenetine
koşuyor. Bu ise, yüz derece akıldan uzak olduğu gibi, çok muhâlâtı intâc ediyor.
İnsan gibi bir âciz-i mutlakta, en kuvvetli bir sultan-ı mutlakın kudreti bulunmak
lâzım geliyor. Veyahut, bu kâinatın perdesi arkasında bir Kadîr-i Mutlakın ilmi
ile bu muâvenet oluyor. Demek kâinatın envâı insanı tanıyor değil; belki, insanı
bilen ve tanıyan, merhamet eden bir Zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.

Ey insan, aklını başına al! Hiç mümkün müdür ki, bütün envâ-ı mahlûkatı sana
müteveccihen muâvenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine "Lebbeyk!" dedirten
Zât-ı Zülcelâl seni bilmesin, tanımasın, görmesin?

Mâdem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor; sen de Onu bil, hürmetle
bildiğini bildir. Ve kat'iyen anla ki, senin gibi zaif-i mutlak, âciz-i mutlak,
fakir-i mutlak, fânî, küçük bir mahlûka koca kâinatı musahhar etmek ve onun imdadına
göndermek, elbette hikmet ve inâyet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-i rahmettir.

Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve sâfî bir
hürmet ister. İşte o hâlis şükrün ve o sâfî hürmetin tercümânı ve ünvânı olan
'i
de; o rahmetin vüsûlüne vesîle ve o Rahmân'ın dergâhında şefaatçi yap.

Sözler, 16

Diğer ilâç ise, şükür ve kanaat ile talep ve duâ ve Rezzâk-ı Rahîmin rahmetine
itimaddır. Öyle mi? Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i ni'met eden ve bahar mevsimini
bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı
Kerîmin misafirine, fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki fakr ve ihtiyacı,
hoş bir iştihâ sûretini alır. İştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir
ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama, Allah'a karşı fakrını
hissedip, yalvarmak demektir. Yoksa, fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyetini
almak demek değildir.

Sözler, 36

İkinci Nükte: İbâdetin mânâsı şudur ki: Dergâh-ı İlâhîde abd, kendi kusurunu
ve acz ve fakrını görüp, kemâl-i Rubûbiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve rahmet-i
İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.

Yani, Rubûbiyetin saltanatı, nasıl ki ubûdiyeti ve itaati ister; Rubûbiyetin
kudsiyeti, pâklığı dahi ister ki, abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbini
bütün nekàisten pâk ve müberrâ ve ehl-i dalâletin efkâr-ı bâtılasından münezzeh
ve muallâ ve kâinatın bütün kusurâtından mukaddes ve muarrâ olduğunu tesbih ile,
"" ile ilân etsin.

Hem de, Rubûbiyetin kemâl-i kudreti dahi ister ki, abd, kendi zaafını ve mahlûkatın
aczini görmekle, kudret-i Samedâniyenin azamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret
içinde "" deyip, huzû ile rükûa gidip, Ona ilticâ ve tevekkül etsin.

Hem, Rubûbiyetin nihayetsiz hazîne-i rahmeti de ister ki, abd, kendi ihtiyacını
ve bütün mahlûkatın fakr ve ihtiyacâtını suâl ve duâ lisâniyle izhâr ve Rabbinin
ihsan ve in'âmâtını şükür ve senâ ile ve "" ile ilân etsin.

Demek, namazın ef'âl ve akvâli, bu mânâları tazammun ediyor ve bunlar için taraf-ı
İlâhîden vaz' edilmişler.

Sözler, 45.

Ammâ hikmet-i Kur'ân'ın hâlis tilmizi ise, bir abddir; fakat, âzam mahlûkata
da ibâdete tenezzül etmez; hem, Cennet gibi âzam menfaat olan bir şeyi, gàye-i ibâdet
kabul etmez bir abd-i azîzdir. Hem, tilmiz-i mütevâzidir, selîm, halîmdir; fakat,
Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde, ihtiyârıyla tezellüle tenezzül etmez.
Hem, fakir ve zayıftır, fakr ve zaafını bilir; fakat, onun Mâlik-i Kerîmi, ona iddihar
ettiği uhrevî servet ile müstağnîdir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad
ettiği için, kavîdir. Hem, yalnız livechillâh, rızâ-i İlâhî için, fazîlet için amel
eder, çalışır

Sözler, 126.

İnsan ise, dünyaya gelişinde, her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına
câhil. Hattâ yirmi senede tamamen şerâit-i hayatı öğrenemiyor. Belki, âhir-i ömrüne
kadar öğrenmeye muhtaç. Hem gayet âciz ve zayıf bir sûrette dünyaya gönderilip,
bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaati fark
eder; hayat-ı beşeriyenin muâvenetiyle ancak menfaatlerini celb ve zararlardan sakınabilir.
Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi taallümle tekemmüldür, duâ ile ubûdiyettir.
Yani, "Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle
müşfikàne terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lûtuflarıyla böyle nâzeninâne besleniyorum
ve idare ediliyorum?" bilmektir. Ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına
dâir, Kàdiü'l-Hâcâta lisân-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır; ve istemek ve duâ etmektir.
Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-i ubûdiyete uçmaktır.

Demek, insan bu âleme ilim ve duâ vâsıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir.
Mahiyet ve istidad itibâriyle her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin
esâsı ve mâdeni ve nuru ve ruhu, mârifetullahtır. Ve onun üssü'l-esâsı da imân-ı
billâhtır.

Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta mâruz ve hadsiz a'dânın hücumuna
mübtelâ ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz
metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imândan sonra duâdır. Duâ
ise, esâs-ı ubûdiyettir. Nasıl, bir çocuk, eli yetişmediği bir merâmını, bir arzusunu
elde etmek için ya ağlar, ya ister; yani, ya fiilî, ya kavlî lisân-ı acziyle, bir
duâ eder, maksuduna muvaffak olur. Öyle de, insan, bütün zîhayat âlemi içinde nâzik,
nâzenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânirrahîmin dergâhında, ya zaaf ve acziyle
ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla duâ etmek gerektir; tâ ki, makàsıdı ona musahhar
olsun veya teshîrin şükrünü edâ etsin. Yoksa, bir sinekten vâveylâ eden ahmak ve
haylaz bir çocuk gibi, "Ben kuvvetimle bu kàbil-i teshîr olmayan ve bin derece ondan
kuvvetli olan acîb şeyleri teshîr ediyorum. Ve fikir ve tedbîrimle kendime itaat
ettiriyorum" deyip küfrân-ı ni'mete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıd
olduğu gibi, şiddetli bir azaba kendini müstehak eder.

Sözler, 285-286

İşte, insan dahi, Hàlıkının rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham edecek bir tarzda
küfrân-ı ni'met sûretinde, Kàrun gibi
, yani "Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla
kazandım" dese, elbette sille-i azaba kendini müstehak eder.

Demek şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyât-ı beşeriye ve kemâlât-ı medeniyet,
celb ile değil, galebe ile değil, cidâl ile değil; belki ona, onun zaafı için teshîr
edilmiş, onun aczi için ona muâvenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş,
onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. Ve o saltanatın
sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re'fet-i Rabbâniye ve rahmet
ve hikmet-i İlâhiyedir ki, eşyayı ona teshîr etmiştir.

Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerâta mağlûp olan insana
bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren, onun iktidarı
değil, belki onun zaafının semeresi olan teshîr-i Rabbâniye ve ikram-ı Rahmânîdir.

Ey insan! Mâdem hakikat böyledir; gururu ve enâniyeti bırak. Ulûhiyetin dergâhında
acz ve zaafını istimdâd lisâniyle, fakr ve hâcâtını tazarrû ve duâ lisâniyle ilân
et ve abd olduğunu göster. Ve
de, yüksel.

Hem deme ki: "Ben hiçim; ne ehemmiyetim var ki, bu kâinat, bir Hakîm-i Mutlak
tarafından kasdî olarak bana teshîr edilsin, benden bir şükr-ü küllî istenilsin?"
Çünkü sen, çendan nefsin ve sûretin itibâriyle hiç hükmündesin, fakat vazife ve
mertebe noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli
mevcudâtın belâgatlı bir lisân-ı nâtıkı ve şu kitâb-ı âlemin anlayışlı bir mütâlâacısı
ve şu tesbih eden mahlûkatın hayretli bir nâzırı ve şu ibâdet eden masnuâtın hürmetli
bir ustabaşısı hükmündesin.

Evet, ey insan! Sen, nebâtî cismâniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibâriyle,
sağîr bir cüz, hakîr bir cüz'î, fakir bir mahlûk, zayıf bir hayvansın ki, bütün
dehşetli mevcudât-ı seyyâlenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun. Fakat, muhabbet-i
İlâhiyenin ziyâsını tazammun eden imânın nuruyla münevver olan İslâmiyet'in terbiyesiyle
tekemmül edip, insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın ve cüz'iyetin
içinde bir küllîsin, küçüklüğün içinde bir âlemsin. Ve hakaretin içinde, öyle makamın
büyük ve daire-i nezâretin geniş bir nâzırsın ki, diyebilirsin, "Benim Rabb-i Rahîmim,
dünyayı bana bir hâne yaptı; ay ve güneşi o hâneme bir lâmba ve baharı bir deste
gül ve yazı bir sofra-i nimet ve hayvanı bana hizmetkâr yaptı; ve nebâtâtı, o hânemin
zînetli levâzımâtı yapmıştır."

Netice-i kelâm: Sen, eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i sâfilîne düşersin.
Eğer Hak ve Kur'ân'ı dinlersen, âlâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvîmi
olursun.

Sözler, 296-297

İnsanın zaaf ve aczini ve fakr ve ihtiyacını, bir Kadîr-i Rahîme tevekkül ile
tedâvi eder. Hayat ve vücudun yükünü, Onun kudretine, rahmetine teslim edip, kendine
yüklemeyip, belki kendisi o hayatına ve nefsine biner hükmünde bir rahat makam bulur.
Kendisinin nâtık bir hayvan değil, belki hakiki bir insan ve makbul bir misafir-i
Rahmân olduğunu bildirir.

Sözler, 579

Otuz Birinci Pencere

Şu pencere insan penceresidir ve enfüsîdir. Ve enfüsî cihetinde şu pencerenin
tafsilâtını binler muhakkikîn-i evliyânın mufassal kitaplarına havale ederek, yalnız
feyz-i Kur'ân'dan aldığımız birkaç esasa işaret ederiz. Şöyle ki:

On Birinci Sözde beyân edildiği gibi, "İnsan öyle bir nüsha-i câmiadır ki, Cenâb-ı
Hak bütün esmâsını insanın nefsi ile insana ihsâs ediyor." Tafsilâtını başka Sözlere
havale edip yalnız üç noktayı göstereceğiz.

BİRİNCİ NOKTA: İnsan üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir aynadır.

Birinci vecih: Gecede zulümât, nasıl nuru gösterir; öyle de, insan zaaf ve acziyle,
fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini,
gınâsını, rahmetini bildiriyor ve hâkezâ, pekçok evsâf-ı İlâhiyeye bu sûretle âyinedarlık
ediyor. Hattâ, hadsiz aczinde ve nihayetsiz zaafında, hadsiz a'dâsına karşı bir
nokta-i istinad aramakla, vicdan, dâimâ Vâcibü'l-Vücuda bakar. Hem, nihayetsiz fakrında,
nihayetsiz hâcâtı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdâd aramaya
mecbur olduğundan, vicdan, dâimâ o noktadan bir Ganî-i Rahîmin dergâhına dayanır,
duâ ile el açar. Demek, her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdâd cihetinde
iki küçük pencere Kadîr-i Rahîmin bârigâh-ı Rahmetine açılır; her vakit onunla bakabilir.

İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen numûneler nevinden cüz'î ilim, kudret,
basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyât ile, Kâinat Mâlikinin ilmine ve
kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rubûbiyetine âyinedarlık eder; onları
anlar, bildirir. Meselâ, ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum
ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum; öyle de, şu koca kâinat sarayının bir ustası
var, o usta onu bilir, görür, yapar, idare eder ve hâkezâ.

Üçüncü vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye
âyinedarlık eder. "Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfı"nın başında bir nebze izah edilen,
insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyâde esmâ vardır.
Meselâ, yaratılışından Sâni', Hàlık ismini ve hüsn-ü takvîminden Rahmân ve Rahîm
isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Latîf isimlerini ve hâkezâ, bütün âzâ
ve âlâtı ile, cihazât ve cevârihi ile, letâif ve mâneviyâtı ile, havâss ve hissiyâtı
ile ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek, nasıl esmâda bir
İsm-i âzam var; öyle de, o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır.

Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa, hayvan ve câmid hükmünde insan
olmak ihtimâli var.

Sözler, 627-628

Kardeşim, ben
isimlerini öyle bir nur-u âzam görüyorum ki, bütün kâinatı ihata
eder ve her ruhun bütün hâcât-ı ebediyesini tatmin edecek ve hadsiz düşmanlarından
emin edecek, nurlu ve kuvvetli görünüyorlar. Bu iki nur-u âzam olan isimlere yetişmek
için en mühim bulduğum vesile, fakr ile şükür, acz ile şefkattir; yani ubudiyet
ve iftikardır.

Mektubat, 34

Hem, insanı bütün hayvanâtın mâdununa düşüren hadsiz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyacâtı
ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vâsıta-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan
aklı o nur ile nurlandığı vakit, insan bütün hayvanât, bütün mahlûkat üstüne çıkar.
O nurlanmış acz, fakr, akılla niyaz ile nâzenin bir sultan ve fîzâr ile nazdar bir
halîfe-i zemin olur. Demek, o nur olmazsa, kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi
hiçe iner. Evet, elbette böyle bedî bir kâinatta, böyle bir zât lâzımdır; yoksa,
kâinat ve eflâk olmamalıdır.

Mektubat, 195

Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti
şudur ki:

İnsanlar maişet cihetinde muhtelif bir surette hâlk edilmişler. Cenâb-ı Hak,
o ihtilâfa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine davet ediyor. Halbuki, zenginler
fukaranın acınacak acı hâllerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler.
Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne
kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki
hemcinsine şefkat ise, şükr-ü hakikînin bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden
bir cihette daha fakiri bulabilir; ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık
çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı
ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü, hakikî o hâleti kendi nefsinde hissetmiyor.

Mektubat, 389

Cenâb-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için, insanda hadsiz
bir acz, nihayetsiz bir fakr derc eylemiştir. Hem hadsiz nukuş-u esmâsını göstermek
için insanı öyle bir surette halk etmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi,
hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış.

Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı,
vazifesi ayrı, mükâfâtı ayrıdır. Adeta insan-ı ekber olan âlemde tecellî eden bütün
esmâ-i İlâhiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmânın umumiyetle cilveleri
var. Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezâiz gibi nâfi emirler nasıl şükrü dedirtir, o
makineyi çok cihetlerle vazifelerine sevk eder, insan da bir şükür fabrikası gibi
olur. Öyle de, musibetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyiç ve muharrik
ârızalarla, o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyiç eder. Mahiyet-i
insaniyede münderiç olan acz ve zaaf ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisanla
değil, belki herbir âzânın lisanıyla bir iltica, bir istimdat vaziyetini verir.
Güya insan o ârızalarla, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem
olur, sahife-i hayatında veyahut levh-i misalîde mukadderât-ı hayatını yazar, esmâ-i
İlâhiyeye bir ilânnâme yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhâniye hükmüne geçip,
vazife-i fıtratını ifa eder.

Lem'alar, 19

Hayat, daima sıhhat ve âfiyette yeknesak gitse, nâkıs bir ayna olur. Belki bir
cihette adem ve yokluğu ve hiçliği ihsas edip sıkıntı verir, hayatın kıymetini tenzil
eder, ömrün lezzetini sıkıntıya kalb eder. Çabuk vaktimi geçireceğim diye, sıkıntıdan
ya sefahete, ya eğlenceye atılır. Hapis müddeti gibi, kıymettar ömrüne adâvet edip,
çabuk öldürüp geçirmek istiyor.

Fakat tahavvülde ve harekette ve ayrı ayrı tavırlar içinde yuvarlanmakta olan
bir hayat, kıymetini ihsas ediyor, ömrün ehemmiyetini ve lezzetini bildiriyor. Meşakkatte
ve musibette dahi olsa, ömrün geçmesini istemiyor. "Aman güneş batmadı, ya gece
bitmedi" diye sıkıntısından of, of etmiyor.

Evet, gayet zengin ve işsiz, istirahat döşeğinde her ¸eyi mükemmel bir efendiden
sor, "Ne haldesin?" Elbette, "Aman vakit geçmiyor; gel bir şeş beş oynayalım. Veyahut
vakti geçirmek için bir eğlence bulalım" gibi müteellimâne sözleri ondan işiteceksin.
Veyahut tûl-i emelden gelen, "Bu şeyim eksik; keşke şu işi yapsaydım" gibi şekvâları
işiteceksin.

Sen bir musibetzede veya işçi ve meşakkatli bir halde olan bir fakirden sor,
"Ne haldesin?" Aklı başında ise diyecek ki: "Şükürler olsun Rabbime, iyiyim, çalışıyorum.
Keşke çabuk güneş gitmeseydi, bu işi de bitirseydim. Vakit çabuk geçiyor, ömür durmuyor,
gidiyor. Vakıa zahmet çekiyorum; fakat bu da geçer. Herşey böyle çabuk geçiyor"
diye, mânen ömür ne kadar kıymettar olduğunu, geçmesindeki teessüfle bildiriyor.
Demek, meşakkat ve çalışmakla, ömrün lezzetini ve hayatın kıymetini anlıyor. İstirahat
ve sıhhat ise, ömrü acılaştırıyor ki, geçmesini arzu ediyor.

Lem'alar, 218

ÜÇÜNCÜ VAZİFESİ: Hayatı ile, üç cihetle Zât-ı Hayy-ı Kayyûma ve şuûnâtına ve
sıfât-ı muhitasına aynadarlık etmektir.

Birinci vecih: İnsan, kendi acz-i mutlakıyla Hâlıkının kudret-i mutlakasını ve
derecâtını ve aczin dereceleriyle kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı
mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve zaafıyla Onun kuvvetini
anlamaktır. Ve hâkezâ, noksan sıfatlarıyla Hâlıkının evsâf-ı kemâline mikyasvâri
ayna olmak… Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik
lâmbalarını göstermeye mükemmel bir ayna olduğu gibi, insan dahi böyle nâkıs sıfatlarıyla
kemâlât-ı İlâhiyeye aynadarlık eder.

İkinci vecih: İnsan, cüz'î iradesiyle ve azıcık ilmiyle ve küçücük kudretiyle
ve zâhirî mâlikiyetiyle ve hanesini bina etmesiyle, bu kâinat ustasının mâlikiyetini
ve san'atını ve iradesini ve kudretini ve ilmini, kâinatın büyüklüğü nispetinde
anlar, aynadarlık eder.

Lem'alar, 346

Üçüncüsü:
kaidesi, yani, "Zarûret haramı helâl derecesine getirir." İşte şu kaide
ise, küllî değil. Zarûret, eğer haram yoluyla olmamış ise haramı helâl etmeye sebebiyet
verir. Yoksa, sû-i ihtiyârıyla, gayr-i meşrû sebeplerle zarûret olmuş ise, haramı
helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medâr olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ, bir adam
sû-i ihtiyârıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse, tasarrufâtı ulemâ-i şeriatça
aleyhinde câridir, mâzur sayılmaz. Tatlîk etse, talâkı vâki' olur. Bir cinâyet etse,
ceza görür. Fakat, sû-i ihtiyârıyla olmazsa, talâk vâki' olmaz, ceza da görmez.
Hem meselâ, bir içki mübtelâsı, zarûret derecesinde mübtelâ olsa da diyemez ki,
"Zarurettir, bana helâldir."

İşte, şu zamanda zarûret derecesine geçen ve insanları mübtelâ eden bir beliyye-i
âmme sûretine giren çok umûrlar vardır ki, sû-i ihtiyârdan, gayr-i meşrû meyillerden
ve haram muâmelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medâr olup, haramı
helâl etmeye medâr olamazlar.

Sözler, 444

Dördüncüsü: Tevekkül, kanaat ve iktisat öyle bir hazine ve bir servettir ki,
hiçbir şeyle değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defineleri
kapatmak istemem. Rezzâk-ı Zülcelâle yüz binler şükrediyorum ki, küçüklüğümden beri
beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine istinaden, bakiye-i
ömrümü de o kaideyle geçirmesini rahmetinden niyaz ediyorum.

Mektubat, 19

Ey israflı, iktisatsız, ey zulümlü, adaletsiz, ey kirli, nezafetsiz, bedbaht
insan! Bütün kâinatın ve bütün mevcudatın düstur-u hareketi olan iktisat ve nezafet
ve adaleti yapmadığından, umum mevcudata muhalefetinle, mânen onların nefretlerine
ve hiddetlerine mazhar oluyorsun. Neye dayanıyorsun ki, umum mevcudatı zulmünle,
mizansızlığınla, israfınla, nezafetsizliğinle kızdırıyorsun?

Evet, ism-i Hakîmin cilve-i âzamından olan hikmet-i âmme-i kâinat, iktisat ve
israfsızlık üzerinde hareket ediyor, iktisadı emrediyor.

Lem'alar, 303

BİRİNCİ MESELE: Sâni-i Zülcelâl, ism-i Hakîmin muktezasıyla, herşeyde en hafif
sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faydalı şekli ehemmiyetle takip ettiği
gösteriyor ki, israf, abesiyet, faydasızlık, fıtratta yoktur. İsraf ise, ism-i Hakîmin
zıddı olduğu gibi, iktisat onun lâzımıdır ve düstur-u esasıdır.

Ey iktisatsız, israflı insan! Bütün kâinatın en esaslı düsturu olan iktisadı
yapmadığından, ne kadar hilâf-ı hakikat hareket ettiğini bil;
âyeti ne kadar esaslı,
geniş bir düsturu ders verdiğini anla.

Lem'alar, 310

Üçüncü nümune: Eski Said'in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası
fakir oldukları halde, başkalarının sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının
ve şiddetli muhtaç olduğu halde hediyeleri mukabilsiz kabul etmediğinin ve Kürdistan
âdeti talebelerin tayinatı ahalinin evlerinden verildiği ve zekâtla masrafları yapıldığı
halde, Said hiçbir vakit tayin almaya gitmediğinin ve zekâtı dahi bilerek almadığının
bir hikmeti, şimdi kat'î kanaatimle şudur ki:

Âhir ömrümde Risale-i Nur gibi sırf imanî ve uhrevî bir hizmet-i kudsiyeyi dünyaya
âlet etmemek ve menâfi-i şahsiyeye vesile yapmamak için, o makbul âdete ve o zararsız
seciyeye karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr ve zarureti kabul
edip elini insanlara açmamak hâleti verilmişti ki, Risale-i Nur'un hakikî bir kuvveti
olan hakikî ihlâs kırılmasın. Ve bunda bir işaret-i mânevî hissediyordum ki, gelecek
zamanda maişet derdiyle ehl-i ilmin mağlûbiyeti bu ihtiyaçtan gelecektir.

Emirdağ Lahikası, 313

Bu defa bana mahkemede sordukları çok mânâsız sualler içinde, "Neyle yaşıyorsun?"
dediler. Dedim ki: "İktisat bereketiyle. Bir vakit Isparta'da bir Ramazan'da bir
ekmek, bir kilo torba yoğurdu, bir kilo pirinçle yaşayan bir adam, maişet için dünyaya
tenezzül etmez ve hediyeyi de kabul etmeye mecbur olmaz" dedim.

Şualar, 383

Evhamlı birkaç sualin cevabıdır.

Birincisi: Ehl-i dünya bana der: "Neyle yaşıyorsun? Çalışmadan nasıl geçiniyorsun?
Memleketimizde tembelce oturanları ve başkasının sa'yiyle geçinenleri istemiyoruz."

Elcevap: Ben iktisat ve bereketle yaşıyorum. Rezzâkımdan başka kimsenin minnetini
almıyorum ve almamaya da karar vermişim. Evet, günde yüz para, belki kırk para ile
yaşayan bir adam, başkasının minnetini almaz.

Şu meselenin izahını hiç arzu etmiyordum. Belki bir gururu ve bir enaniyeti ihsas
eder fikriyle, beyan etmek bana pek nâhoştur. Fakat, madem ehl-i dünya evhamlı bir
surette soruyorlar. Ben de derim ki:

Küçüklüğümden beri halkların malını kabul etmemek (velev zekât dahi olsa), hem
maaşı kabul etmemek (yalnız bir iki sene Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiyede dostlarımın
icbarıyla kabul etmeye mecbur oldum), o parayı da mânen millete iade ettik. Hem
maişet-i dünyeviye için minnet altına girmemek, bütün ömrümde bir düstur-u hayatımdır.
Ehl-i memleketim ve başka yerlerde beni tanıyanlar bunu biliyorlar. Bu beş seneki
nefyimde, çok dostlar bana hediyelerini kabul ettirmek için çok çalıştılar; kabul
etmedim. "Öyleyse nasıl idare edersin?" denilse, derim:

Bereket ve ikram-ı İlâhî ile yaşıyorum. Nefsim çendan her hakarete, her ihanete
müstehak ise de, fakat Kur'ân hizmetinin kerameti olarak, erzak hususunda, ikram-ı
İlâhî olan berekete mazhar oluyorum.
sırrıyla, Cenâb-ı Hakk’ın bana ettiği ihsânâtı
yad edip, bir şükr-ü mânevî nev'inde birkaç nümunesini söyleyeceğim. Bir şükr-ü
mânevî olmakla beraber, korkuyorum ki, bir riya ve gururu ihsas ederek o mübarek
bereket kesilsin. Çünkü müftehirâne gizli bereketi izhar etmek, kesilmesine sebep
olur. Fakat, ne çare, söylemeye mecbur oldum.

İşte birisi: Şu altı aydır otuz altı ekmekten ibaret bir kile buğday bana kâfi
geldi. Daha var, bitmemiş. Ne miktar kifayet edecek, bilmiyorum.

İkincisi: Şu mübarek Ramazan'da, yalnız iki haneden bana yemek geldi; ikisi de
beni hasta etti. Anladım ki, başkasının yemeğini yemekten memnûum. Mütebâkisi, bütün
Ramazan'da benim idareme bakan mübarek bir hanenin ve sadık bir arkadaşım olan o
hane sahibi Abdullah Çavuş'un ihbarı ve şehadetiyle, üç ekmek, bir kıyye pirinç
bana kâfi gelmiştir. Hattâ o pirinç, on beş gün Ramazan'dan sonra bitmiştir.

Üçüncüsü: Dağda, üç ay, bana ve misafirlerime bir kıyye tereyağı, hergün ekmekle
beraber yemek şartıyla, kâfi geldi. Hattâ, Süleyman isminde mübarek bir misafirim
vardı. Benim ekmeğim de ve onun ekmeği de bitiyordu. Çarşamba günüydü, dedim ona:
"Git, ekmek getir." İki saat, her tarafımızda kimse yok ki oradan ekmek alınsın.
"Cuma gecesi senin yanında bu dağda beraber dua etmek arzu ediyorum" dedi. Ben de
dedim:

Sonra, hiç münasebeti olmadığı halde ve bir bahane yokken, ikimiz yürüye yürüye
bir dağın tepesine çıktık. İbrikte bir parça su vardı. Bir parça şekerle çayımız
vardı. Dedim: "Kardeşim, bir parça çay yap."

O ona başladı. Ben de derin bir dereye bakar bir katran ağacı altında oturdum.
Müteessifâne şöyle düşündüm ki: Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var; bu akşam ancak
ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız ve bu sâfi-kalb adama ne diyeceğim diye düşünmedeyken,
birden bire başım çevrilir gibi başımı çevirdim. Gördüm ki, koca bir ekmek, katran
ağacının üstünde, dalları içinde bize bakıyor. Dedim: "Süleyman, müjde! Cenâb-ı
Hakk bize rızık verdi."

O ekmeği aldık; bakıyoruz ki, kuşlar ve hayvânât-ı vahşiye, hiçbiri ilişmemiş.
Yirmi otuz gündür hiçbir insan o tepeye çıkmamıştı. O ekmek ikimize iki gün kâfi
geldi. Biz yerken, bitmek üzereyken, dört sene sadık bir sıddîkım olan müstakim
Süleyman, ekmekle aşağıdan çıkageldi.

Dördüncüsü: Şu üstümdeki sakoyu, yedi sene evvel eski olarak almıştım. Beş senedir
elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim. Bereket, iktisat
ve rahmet-i İlâhiye bana kâfi geldi.

İşte, şu nümuneler gibi çok şeyler var ve bereket-i İlâhiyenin çok cihetleri
var. Bu köy halkı çoğunu bilirler. Fakat sakın bunları fahr için zikrediyorum zannetmeyiniz.
Belki mecbur oldum. Hem benim için iyiliğe bir medar olduğunu düşünmeyiniz. Bu bereketler,
ya yanıma gelen hâlis dostlarıma ihsandır; veya hizmet-i Kur'âniyeye bir ikramdır;
veya iktisadın bereketli bir menfaatidir; veyahut "Yâ Rahîm, yâ Rahîm" ile zikreden
ve yanımda bulunan dört kedinin rızıklarıdır ki, bereket suretinde gelir, ben de
ondan istifade ederim. Evet, hazin mırmırlarını dinlesen, "Yâ Rahîm, yâ Rahîm" çektiklerini
anlarsın.

Kedi bahsi geldi, tavuğu hatıra getirdi. Bir tavuğum var. Şu kışta yumurta makinesi
gibi, pek az fasılayla hergün rahmet hazinesinden bana bir yumurta getiriyordu.
Hem birgün iki yumurta getirdi, ben de hayrette kaldım. Dostlarımdan sordum, "Böyle
olur mu?" dedim. Dediler: "Belki bir ihsan-ı İlâhîdir." Hem şu tavuğun yazın çıkardığı
bir küçük yavrusu vardı. Ramazan-ı Şerifin başında yumurtaya başladı, tâ kırk gün
devam etti. Hem küçük, hem kışta, hem Ramazan'da bu mübarek hali bir ikram-ı Rabbânî
olduğuna, ne benim ve ne de bana hizmet edenlerin şüphemiz kalmadı. Hem ne vakit
annesi kesti, hemen o başladı, beni yumurtasız bırakmadı.

Şualar, 401-403

İkinci sual: Sen eskiden şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları
medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i
hâzıradan "mim'siz" diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?

Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak
hareket ettiği için seyyiatı hasenatına, hatâları, zararları, faydalarına râcih
geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayat-ı
dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet; ve sa'y ve hizmet yerine
tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, biçare beşeri hem gayet fakir,
hem gayet tembel eyledi. Semavî Kur'ân'ın kanun-u esasîsi,
ferman-ı esasîsiyle,
"beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisat ve sa'ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin
havas, avâm tabakası birbiriyle barışabilir" diye Risale-i Nur bu esası izaha binaen,
kısa bir iki nükte söyleyeceğim:

Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç oluyordu. O üç dört hâcâtını
tedarik etmeyen, on adette ancak ikisiydi. Şimdiki garp medeniyet-i zâlime-i hâzırası,
su-i istimâlât ve israfat ve hevesatı tehyiç ve havâic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî
hâcatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle, şimdiki o medenî insanın
tam muhtaç olduğu dört hâcâtı yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi
hâcâtı tam helâl bir tarzda tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir; on sekizi
muhtaç hükmünde kalır. Demek, bu medeniyet-i hâzıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç
cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Biçare avâm ve havas tabakasını
daima mübarezeye teşvik etmiş. Kur'ân'ın kanun-u esasîsi olan "vücub-u zekât, hurmet-i
riba" vasıtasıyla avâmın havassa karşı itaatini ve havassın avâma karşı şefkatini
temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeye
mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber etti.

İkinci nükte: Bu medeniyet-i hâzıranın harikaları, beşere birer nimet-i Rabbaniye
olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat-i beşerde istimali iktiza ettiği halde,
şimdi görüyoruz ki, ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe ve sefahete ve sa'yi
ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için, sa'yin
şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisatsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme,
harama sevk ediyor.

Meselâ, Risale-i Nur'daki Nur Anahtarının dediği gibi, radyo büyük bir nimet
iken, maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmekle bir mânevî şükür iktiza ettiği halde,
beşte dördü hevesata, lüzumsuz, mâlâyâni şeylere sarf edildiğinden, tembelliğe,
radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa'yin şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini
bırakıyor.

Hattâ çok menfaatli olan bir kısım harika vesait, sa'y ve amel ve hakikî maslahat-ı
ihtiyac-ı beşeriyeye istimali lâzım gelirken, ben kendim gördüm, ondan bir ikisi
zarurî ihtiyâcâta sarf edilmeye mukabil, ondan sekizi keyif, hevesat, tenezzüh,
tembelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz'î misale binler misaller var.

Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri
hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve kanaat esasını bozup israf
ve hırs ve tamahı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış.

Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle, o biçare muhtaç beşeri tam tembelliğe
atmış, sa'y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faydasız
zayi ediyor.

Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Su-i istimal ve israfatla yüz
nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.

Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli
hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla intibaha
gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedî suretinde gösterip her vakit
beşeri tehdit ediyor, bir nevi cehennem azâbı veriyor.

İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur'ân-ı Hakîmin dört yüz milyon
talebesinin intibahıyla ve içinde semavî, kudsî kanun-u esasîleriyle bin üç yüz
sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dört yüz milyonun kendi kudsî esasî kanunlarıyla
beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini; ve eğer yakında kıyamet kopmazsa,
beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini, hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını;
ve ölümü, idam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini;
ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini; ve şimdiye
kadar olduğu gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet
vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı
edeceğini, Kur'ân-ı Mu'cizi'l-Beyânın işârât ve rumuzundan anlaşıldığı gibi, rahmet-i
İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor.

Emirdağ Lahikası, 334-335

Evet, mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü'l-Vücuda karşı hakları yoktur ve hak dâvâ
edemezler. Belki hakları daima şükür ve hamd ile, verdiği vücut mertebelerinin hakkını
edâ etmektir. Çünkü verilen bütün vücut mertebeleri vukuattır, birer illet ister.
Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir.
Ademler ise illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz.

Meselâ madenler diyemezler: "Niçin nebâtî olmadık?" Şekvâ edemezler; belki vücud-u
madenîye mazhar oldukları için, hakları Fâtırına şükrandır.

Nebâtat, "Niçin hayvan olmadım?" deyip şekvâ edemez. Belki, vücut ile beraber,
hayata mazhar olduğu için, hakkı şükrandır.

Hayvan ise, "Niçin insan olmadım?" diye şikâyet edemez. Belki, hayat ve vücut
ile beraber, kıymettar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı,
şükrandır. Ve hâkezâ, kıyas et.

Ey insan-ı müştekî! Sen mâdum kalmadın, vücut nimetini giydin, hayatı tattın,
câmid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalâlette kalmadın, sıhhat
ve selâmet nimetini gördün, ve hâkezâ… Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun
ki, Cenâb-ı Hakkın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücut mertebelerine mukabil şükretmeyerek,
imkânat ve ademiyat nevinde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek
nimetlerin sana verilmediğinden, bâtıl bir hırsla Cenâb-ı Haktan şekvâ ediyorsun
ve küfrân-ı nimet ediyorsun?

Acaba bir adam, minare başına çıkmak gibi âli derecatlı bir mertebeye çıksın,
büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin
ve desin: "Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım?" diye şekvâ ederek ağlayıp
sızlasın-ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfrân-ı nimete düşer, ne kadar büyük
divanelik eder; divaneler dahi anlar.

Ey kanaatsiz, hırslı ve iktisatsız, israflı ve haksız, şekvâlı, gafil insan!
Katiyen bil ki, kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasâretli bir küfrandır.
Ve iktisat, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır. İsraf ise, nimete çirkin ve
zararlı bir istihfaftır. Eğer aklın varsa kanaate alış ve rızaya çalış. Tahammül
etmezsen, "Yâ Sabûr" de ve sabır iste, hakkına razı ol, teşekkî etme. Kimden kime
şekvâ ettiğini bil, sus. Herhalde şekvâ etmek istersen, nefsini Cenâb-ı Hakka şekvâ
et; çünkü kusur ondadır.

Mektubat, 276-277

Bir mesele daha var; o da çok ehemmiyetlidir. Hükm-ü Kur'âna göre, bu zamanda
mimsiz medeniyetin icabatından olarak hâcât-ı zaruriye dörtten yirmiye çıkmış. Tiryakilikle,
görenekle ve itiyadla, hâcat-ı gayr-ı zaruriye, hâcât-ı zaruriye hükmüne geçmiş.
Âhirete iman ettiği halde, "Zaruret var" diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati
ve maişet derdi için dünyayı âhirete tercih ediyor.

Kırk sene evvel, bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için bazı
kumandanları, hattâ hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar dediler:

"Biz şimdi mecburuz.
kaidesiyle, Avrupa'nın bazı usullerini medeniyetin icaplarını
taklide mecburuz" dediler.

Ben de dedim: "Çok aldanmışsınız. Zaruret su-i ihtiyardan gelse, kat'iyen doğru
değildir; haramı helâl etmez. Su-i ihtiyardan gelmezse, yani zaruret haram yoluyla
olmamışsa zararı yok. Meselâ; Bir adam su-i ihtiyarıyla haram bir tarzda kendini
sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa, hüküm aleyhine câri olur, mâzur sayılmaz,
ceza görür. Çünkü, su-i ihtiyarıyla bu zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczup
çocuk cezbe halinde birisini vursa, mâzurdur. Ceza görmez. Çünkü ihtiyarı dahilinde
değildir."

İşte, ben o kumandana ve hocalara dedim: "Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar
haricinde başka hangi zaruret var? Su-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve
haram muamelelerden tevellüd eden hareketler haramı helâl etmeye medar olamazlar.
Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuşsa, mutlak zaruret olmadığı ve
su-i ihtiyardan geldiği için, haramı helâl etmeye sebep olamaz. Kanun-u beşerî de
bu noktaları nazara almış ki, ihtiyar haricinde zaruret-i kat'iye ile, su-i ihtiyardan
neş'et eden hükümleri ayırmıştır. Kanun-u İlâhîde ise, daha esaslı ve muhkem bir
şekilde bu esaslar tefrik edilmiş."

Bununla beraber zamanın ilcaatıyla zaruretler ortalıkta zannederek bazı hocaların
bid'alara taraftarlığından dolayı onlara hücum etmeyiniz. Bilmeyerek "Zaruret var"
zannıyla hareket eden o biçarelere vurmayınız. Onun için kuvvetimizi dahilde sarf
etmiyoruz. Biçare, zaruret derecesine girmiş, bize muhalif olanlardan hoca da olsa
onlara ilişmeyiniz. Ben tek başımla daha evvel aleyhimdeki o kadar muarızlara karşı
dayandığım, zerre kadar fütur getirmediğim, o hizmet-i imaniyede muvaffak olduğum
halde, şimdi milyonlar Nur talebesi olduğu halde, yine müsbet hareket etmekle onların
bütün tahkiratlarına, zulümlerine tahammül ediyorum.

Emirdağ Lahikası, 456-547

Otuz Üçüncü Mertebe rahîmiyet ve rezzâkıyet hakikatıdır.

Yani, umum zemin yüzünde ve içinde ve havasında ve denizinde bütün zîhayatın
ve bilhassa zîruhun ve bilhassa âciz ve zayıfların ve bilhassa yavruların, hem maddî
ve midevî, hem mânevî bütün rızıklarını, şefkatkârâne, kuru ve basit bir topraktan
ve câmid ve kemik gibi kuru odun parçalarından yapılan ve bilhassa en lâtifi kan
ve fışkı ortasından gelen ve bir dirhem kemik gibi birtek çekirdekten yapılan binlerle
okka taamların, vakti vaktine, mukannen bir surette, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak,
gözümüz önünde, bir dest-i gaybî tarafından verilmesi hakikatidir.

Evet,
âyeti, iâşeyi ve infakı Cenâb-ı Hakk’a tahsis edip hasrettiği gibi,

âyeti dahi, bütün insanların ve hayvanların rızıklarını taahhüd ve tekeffül-ü
Rabbânî altına aldığı, hem

âyeti de, rızkı tedarik edemeyen, âciz ve iktidarsız olan zayıf biçarelerin rızıklarını
umulmadık yerden, belki gaybdan, belki hiçten, meselâ, denizin dibindeki böceklere
hiçten ve bütün yavrulara umulmadık yerlerden ve bütün hayvanlara her baharda âdetâ
sırf gaybdan infaklarını bilfiil tekeffül ederek bilmüşahede vermekle, esbabperest
insanlara dahi, esbab perdesi altında yine o veriyor diye ispat ve ilân ettiği gibi,
pek çok âyât-ı Kur'âniye ve hadsiz şevâhid-i kevniye, bil'ittifak herbir zîhayatın
birtek Rezzâk-ı Zülcelâlin rahîmiyeti ile beslendiklerini gösteriyorlar.

Evet, bir nevi rızık isteyen ağaçlar iktidarsız ve ihtiyarsız olduklarından,
onlar yerlerinde mütevekkilâne dururken rızıkları onlara koşup gelmesi ve âciz yavruların
nafakaları hayretnümun tulumbacıklardan ağızlarına akması ve o yavrulara bir parça
iktidar ve azıcık bir ihtiyar gelmesiyle süt kesilmesi, hususan insan yavrularına
analarının şefkatleri yardımcı verilmesi, bedahetle ispat eder ki, helâl rızık,
iktidar ve ihtiyar ile mütenâsiben değildir, belki, tevekkül veren zaaf ve acze
nisbeten geliyor.

Ekseriyetçe sebeb-i hüsran olan hırsı tahrik eden iktidar ve ihtiyar ve zekâvet,
bir kısım büyük ediplerde o edipleri bir nevi dilenciliğe kadar sevk ettiği gibi,
zekâvetsiz, kaba, çok âmî adamların tevekkülvâri iktidarsızlıkları dahi onları zenginliğe
îsal etmesi ve darb-ı mesel olması ispat eder ki, rızk-ı helâl iktidar ve ihtiyar
kuvvetiyle kazanılmaz, buldurulmaz. Belki çalışmasını ve sa'yini kabul eden bir
merhamet tarafından verilir ve ihtiyacına acıyan bir şefkat cânibinden ihsan edilir.
Fakat, rızık ikidir.

Biri: yaşamak için hakikî ve fıtrî rızıktır ki, taahhüd-ü Rabbânî altındadır.
Hattâ o kadar muntazamdır ki, bedende, yağ ve saire suretinde iddihar olunan fıtrî
rızık, hiç olmazsa yirmi günden ziyade birşey yemeden yaşatır, hayatını idame eder.
Demek yirmi otuz günden evvel ve bedende müddehar olan fıtrî rızkı bitmeden zâhiren
açlıktan vefat edenler rızıksızlıktan değil, belki sû-i itiyattan ve terk-i âdetten
neş'et eden bir hastalıktan vefat ederler.

İkinci kısım rızık: İtiyat, israf ve sû-i istimâlat ile tiryaki olup zaruret
hükmüne geçen mecazî ve sun'î rızıktır. Bu kısım ise taahhüd-ü Rabbânî altında değil,
belki ihsana tâbidir. Kâh verir, kâh vermez.

Bu ikinci rızıkta, bahtiyar odur ki, medar-ı saadet ve lezzet olan iktisat ve
kanaatle sa'y-i helâli, bir nevi ibadet ve rızık için bir fiilî dua bilerek müteşekkirâne
ve minnettârâne o ihsanı kabul edip hayatını saadetkârâne geçirir. Ve bedbaht odur
ki, medar-ı şekavet ve hasâret ve elem olan israf ve hırs ile sa'y-i helâli bırakarak,
her kapıya başvurup, tembelkârâne ve zâlimâne ve müştekiyâne hayatını geçirir, belki
öldürür.

Nasıl ki mide bir rızık ister; öyle de, kalb ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve
ağız gibi insanın lâtifeleri ve duyguları dahi Rezzâk-ı Rahîmden rızıklarını isterler
ve müteşekkirâne alırlar. Herbirisine, ayrı ayrı ve onlara lâyık ve onları memnun
ve mütellezziz eden rızıkları, hazine-i rahmetten ihsan edilir. Belki Rezzâk-ı Rahîm,
onlara daha geniş rızık vermek için göz ve kulak, kalb ve hayal ve akıl gibi o lâtifelerin
herbirisini hazine-i rahmetinin birer anahtarı hükmünde yaratmış. Meselâ göz, kâinat
yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymettar cevher hazinelerinin bir anahtarı olduğu
misilli ötekiler dahi, herbiri birer âlemin anahtarı olur, iman ile istifade eder.
Yine sadedimize dönüyoruz.

Bu kâinatı yaratan Zât-ı Kadîr-i Hakîm, nasıl ki kâinattan hayatı bir hülâsa-i
câmia olarak halk edip, umum maksatlarını ve isimlerinin cilvelerini onda temerküz
ettiriyor. Öyle de, hayat âleminde dahi, rızkı bir cemiyetli merkez-i şuûnât yaparak,
iştah ihtiyacını ve zevk-i rızkîyi zîhayatta halkederek, hilkat-i kâinatın en ehemmiyetli
bir gayesi ve bir hikmeti olan daimî ve küllî bir teşekkür ve minnettarlık ve perestişlikle
rububiyetine ve sevdirmesine karşı mukabele ettiriyor.

Meselâ, çok geniş olan memleket-i Rabbâniyenin her tarafını, hususan melâike
ve ruhânîlerle semâvâtı ve ervâh ile âlem-i gaybı şenlendirdiği gibi, maddî âlemi
dahi, hususan hava ve arzı, her vakit ve her tarafını zîruhun, hususan kuşların
ve kuşçukların vücutlarıyla şenlendirmek ve ruhlandırmak hikmetiyle ihtiyac-ı rızkî
ve rızkın zevki, pek kuvvetli bir kamçı olarak hayvanları ve insanları rızık peşinde
koşturmakla tahrik ederek tembellikten ve atâletten kurtarıp gezdirmesi, şuûnât-ı
rububiyetin bir hikmetidir. Eğer bu hikmet gibi mühim hikmetler olmasaydı, ağaçların
erzakını onlara koşturduğu gibi, hayvanların da mukannen olan tayinatlarını onlara
zahmetsiz bir surette fıtrî hâcetlerini koşturacaktı.

İsm-i Rahîm ve Rezzâkın cemallerini ve vahdâniyete şehadetlerini tam görmek için
zemin yüzünü birden ihata edip müşahede edecek bir göz bulunsa, kış âhirinde erzakları
bitmek üzere olan hayvanat kafilelerine, imdad-ı gaybî ve ihsan-ı Rahmânî olarak
nebatatın ellerine verilen ve ağaçların başlarına konulan ve validelerin sinelerine
takılan ve sırf hazine-i gaybiye-i rahmetten gayet leziz ve gayet çok ve gayet mütenevvi
taamları ve nimetleri gönderen Rezzâk-ı Rahîmin bu cilve-i şefkatinde ne kadar şirin
bir güzellik, ne kadar tatlı bir cemal bulunduğunu görecek ve ondan bilecek ki,
birtek elmayı yapıp bir adama hakikî bir rızık olarak mün'imâne veren, yalnız öyle
bir Zât yapar verir ki, mevsimleri, gece ve gündüzleri çevirir ve küre-i arzı bir
sefine-i tüccariye gibi gezdirerek mevsimlerin mahsulâtlarını onunla zemindeki muhtaç
misafirlerine getirir. Çünkü, o elmanın yüzünde bulunan sikke-i fıtrat ve hâtem-i
hikmet ve turra-i samediyet ve mühr-ü rahmet, bütün elmalarda ve sair meyvelerde
ve bütün nebatat ve hayvanatta bulunduğundan o tek elmanın hakikî mâliki ve sânii,
elbette ve her halde o elmanın emsali ve hemcinsi ve kardeşleri olan bütün sekene-i
arzın ve onun bahçesi olan koca zeminin ve onun fabrikası olan ağacının ve onun
tezgâhı olan mevsiminin ve onun terbiyegâhı olan bahar ve yazın Mâlik-i Zülcelâli
ve Hâlık-ı Zülcemâli olacak; başka olamaz.

Demek, herbir meyve öyle bir mühr-ü vahdettir ki, onun ağacı olan arzın ve onun
bahçesi olan kâinat kitabının Kâtibini ve Sâniini bildirir ve vahdetini gösterir
ve meyveler adedince vahdâniyet fermanının mühürlendiğine işaret eder.

Şualar, 157-159

Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san'at ve terakkiyât-ı ecnebiyeye
cebirle sevk eden bedbaht hamiyetfuruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile
bağlandıkları rabıtaları kopmasın. Eğer böyle ahmakane, körü körüne topuzların altında
bazıların dinden rabıtaları kopsa, o vakit hayat-ı içtimaiyede bir semm-i kàtil
hükmünde o dinsizler zarar verecekler. Çünkü mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan,
hayat-ı içtimaiyeye zehir olur. Ondandır ki, ilm-i usulde "Mürtedin hakk-ı hayatı
yoktur. Kâfir eğer zimmî olsa veya musalâha etse hakk-ı hayatı var" diye usul-i
şeriatın bir düsturudur. Hem mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin
şehadeti makbuldür; fakat fâsık merdûdü'ş-şehadettir. Çünkü haindir. Ey bedbaht,
fâsık adam! Fâsıkların kesretine bakıp aldanma ve "Ekseriyetin efkârı benimle beraberdir"
deme. Çünkü fâsık adam, fıskı isteyerek ve bizzat talep edip girmemiş; belki içine
düşmüş, çıkamıyor. Hiçbir fâsık yoktur ki, salih olmasını temenni etmesin ve âmirini
ve reisini mütedeyyin görmek istemesin. İllâ ki-el-iyâzü billâh!-irtidat ile vicdanı
tefessüh edip, yılan gibi zehirlemekten lezzet alsın!

Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar
veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler; ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan
hissesini unutmasınlar?

Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş; onun için fakr-ı
hale düşüyorlar. Çünkü mü'minde hırs sebeb-i hasârettir ve sefalettir.
durub-u emsal
hükmüne geçmiştir.

Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbab çoktur. Başta nefis ve hevâsı
ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin
gibi kötü arkadaşları gibi çok dâileri var. Halbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı
ebediyeye davet eden azdır. Eğer sende zerre miktar bu biçare millete karşı hamiyet
varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye davet eden
azlara imdat etmek lâzım gelir. Yoksa, o az dâileri susturup çoklara yardım etsen,
şeytana arkadaş olursun.

Âyâ, zanneder misin, bu milletin fakr-ı hali dinden gelen bir zühd ve terk-i
dünyadan gelen bir tembellikten neş'et ediyor? Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor
musun ki, Çin ve Hintteki Mecusî ve Berâhime ve Afrika'daki zenciler gibi, Avrupa'nın
tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmüyor musun ki,
zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri
veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor.

Sizin cebren böyle ehl-i imanı mim'siz medeniyete sevk etmekteki maksadınız,
eğer memlekette âsâyiş ve emniyet ve kolayca idare etmek ise, katiyen biliniz ki,
hata ediyorsunuz, yanlış yola sevk ediyorsunuz. Çünkü itikadı sarsılmış, ahlâkı
bozulmuş yüz fâsıkın idaresi ve onlar içinde âsâyiş temini, binler ehl-i salâhatin
idaresinden daha müşküldür.

İşte bu esaslara binaen, ehl-i İslâm dünyaya ve hırsa sevk etmeye ve teşvik etmeye
muhtaç değildirler. Terakkiyat ve âsâyişler bununla temin edilmez. Belki mesailerinin
tanzimine ve mâbeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar.
Bu ihtiyaç da, dinin evâmir-i kudsiyesiyle ve takvâ ve salâbet-i diniye ile olur.

Lem'alar, 125-126

İkinci suâl: Diyorlar ki: "Ehl-i velâyet ve ashâb-ı kemâlât, dünyayı terk etmişler.
Hattâ hadîste var ki, 'Dünya muhabbeti bütün hatâların başıdır.'Halbuki, Sahabeler
dünyaya pekçok girmişler. Terk-i dünya değil, belki bir kısım Sahabe, o zamanın
ehl-i medeniyetinden daha ileri gitmişler. Nasıl oluyor ki, böyle Sahabelerin en
ednâsına, en büyük bir velî kadar kıymeti var, diyorsunuz?"

Elcevap: Otuz İkinci Sözün İkinci ve Üçüncü Mevkıflarında gayet katî ispat edilmiştir
ki, dünyanın âhirete bakan yüzüyle, esmâ-i İlâhiyeye mukabil olan yüzünü sevmek,
sebeb-i noksaniyet değil, belki medâr-ı kemâldir ve o iki yüzde, ne kadar ileri
gitse, daha ziyâde ibâdet ve mârifetullâhta ileri gider. Sahabelerin dünyası ise,
işte o iki yüzdedir. Dünyayı âhiret mezraası görüp, ekip biçmişler. Mevcudâtı, esmâ-i
İlâhiyenin aynası görüp, müştâkàne temâşâ edip bakmışlar. Fenâ-i dünya ise, fânî
yüzüdür ki, insanın hevesâtına bakar.

Üçüncü suâl: "Tarîkatler, hakikatlerin yollarıdır. Tarîkatlerin içerisinde en
meşhur ve en yüksek ve cadde-i kübrâ iddiâ olunan tarîk-ı Nakşibendî hakkında, o
tarîkatin kahramanlarından ve imamlarından bâzıları, esâsını böyle tarif etmişler,
demişler ki:

Yani, 'Tarîk-ı Nakşîde dört şeyi bırakmak lâzım: hem dünyayı, hem nefis hesâbına
âhireti dahi maksud-u hakiki yapmamak, hem vücudunu unutmak, hem ucba, fahre girmemek
için bu terkleri düşünmemektir.' Demek, hakiki mârifetullâh ve kemâlât-ı insaniye
terk-i mâsivâ ile olur?"

Elcevap: Eğer, insan yalnız bir kalbden ibâret olsaydı, bütün mâsivâyı terk,
hattâ Esmâ ve Sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakkın zâtına rabt-ı kalb etmek
lâzım gelirdi. Fakat, insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letâifi
ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus
ayrı ayrı tarîk-ı ubûdiyette, hakikat cânibine sevk etmek ile, Sahabe gibi geniş
bir dairede, zengin bir sûrette; kalp, bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne
maksada yürüsün. Yoksa kalp, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek
başıyla gitmek, medâr-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırârdır.

Sözler, 456

Birinci Nokta: Ehl-i dalâletin vekili der ki: "Ehâdisinizde, dünya tel'in edilmiş;
cîfe ismiyle yâd edilmiş. Hem, bütün ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat, dünyayı tahkir
ediyorlar; "Fenadır, pistir" diyorlar. Halbuki, sen bütün kemâlât-ı İlâhiyeye medâr
ve hüccet, onu gösteriyorsun ve âşıkàne ondan bahsediyorsun."

Elcevap: Dünyanın üç yüzü var.

Birinci yüzü, Cenâb-ı Hakkın esmâsına bakar; onların nukuşunu gösterir, mânâ-i
harfiyle, onlara âyinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubât-ı Samedâniyedir.
Bu yüzü gayet güzeldir; nefrete değil, aşka lâyıktır.

İkinci yüzü, âhirete bakar; âhiretin tarlasıdır, Cennetin mezraasıdır, rahmetin
mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir; tahkire değil, muhabbete
lâyıktır.

Üçüncü yüzü, insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın
mel'abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fânîdir, zâildir, elemlidir,
aldatır. İşte, hadîste vârid olan tahkir ve ehl-i hakikatin ettiği nefret, bu yüzdedir.

Kur'ân-ı Hakîmin kâinattan ve mevcudâttan ehemmiyetkârâne, istihsankârâne bahsi
ise, evvelki iki yüze bakar. Sahabelerin ve sâir ehlullâhın mergub dünyaları, evvelki
iki yüzdedir.

Şimdi, dünyayı tahkir edenler dört sınıftır.

Birincisi, ehl-i mârifettir ki, Cenâb-ı Hakkın mârifetine ve muhabbet ve ibâdetine
sed çektiği için tahkir eder. İkincisi, ehl-i âhirettir ki; ya dünyanın zarûrî işleri
onları amel-i uhrevîden men ettiği için, veyahut şuhud derecesinde imân ile Cennetin
kemâlât ve mehâsinine nisbeten dünyayı çirkin görür. Evet, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâma
güzel bir adam nispet edilse, yine çirkin göründüğü gibi; dünyanın ne kadar kıymettar
mehâsini varsa, Cennetin mehâsinine nispet edilse, hiç hükmündedir.

Üçüncüsü, dünyayı tahkir eder; çünkü, eline geçmez. Şu tahkir, dünyanın nefretinden
gelmiyor, muhabbetinden ileri geliyor.

Dördüncüsü, dünyayı tahkir eder; zîrâ, dünya eline geçiyor, fakat durmuyor, gidiyor.
O da kızıyor. Teselli bulmak için tahkir eder, "Pistir" der. Şu tahkir ise, o da
dünyanın muhabbetinden ileri geliyor. Halbuki, makbul tahkir odur ki, hubb-u âhiretten
ve Mârifetullâhın muhabbetinden ileri gelir.

Demek, makbul tahkir, evvelki iki kısımdır. Cenâb-ı Hak, bizi onlardan yapsın.

Sözler, 571-572

Dördüncü Sual: Mahbuplara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılâp ettiği gibi,
acaba ekser nasta bulunan, dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî dahi bir aşk-ı hakikîye
inkılâp edebilir mi?

Elcevap: Evet. Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün
üstündeki zeval ve fenâ çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbup
arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esmâ-i İlâhiye ve mezraa-i âhiret olan iki
diğer yüzüne bakmaya muvaffak olursa, o gayr-ı meşru mecazî aşk, o vakit aşk-ı hakikîye
inkılâba yüz tutar. Fakat bir şartla ki, kendinin zâil ve hayatıyla bağlı kararsız
dünyasını haricî dünyaya iltibas etmemektir. Eğer ehl-i dalâlet ve gaflet gibi kendini
unutup, âfâka dalıp, umumî dünyayı hususî dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat
bataklığına düşer, boğulur. Meğer ki, harika olarak bir dest-i inâyet onu kurtarsın.
Şu hakikati tenvir için şu temsile bak:

Meselâ, şu güzel, ziynetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam aynası
bulunsa, o vakit beş oda olur: biri hakikî ve umumî, dördü misalî ve hususî. Herbirimiz,
kendi aynamız vasıtasıyla, hususî odamızın şeklini, heyetini, rengini değiştirebiliriz.
Kırmızı boya vursak kırmızı, yeşil boyasak yeşil gösterir. Ve hâkezâ, ayninede tasarrufla
çok vaziyetler verebiliriz. Çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz.
Fakat haricî ve umumî odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususî oda
ile umumî oda hakikatte birbirinin aynı iken, ahkâmda ayrıdırlar. Sen bir parmakla
odanı harap edebilirsin; ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.

İşte, dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı bir endam aynasıdır. Şu
dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi,
kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz bir sayfadır, hayatımız
bir kalem-onunla, sahife-i a'mâlimize geçecek çok şeyler yazılıyor.

Eğer dünyamızı sevdikse, sonra gördük ki, dünyamız, hayatımız üstünde bina edildiği
için, hayatımız gibi zâil, fâni, kararsızdır, hissedip bildik. Ona ait muhabbetimiz,
o hususî dünyamız ayna olduğu ve temsil ettiği güzel nukuş-u esmâ-i İlâhiyeye döner,
ondan cilve-i esmâya intikal eder.

Hem o hususî dünyamız, âhiret ve Cennetin muvakkat bir fidanlığı olduğunu derk
edip, ona karşı şedit hırs ve talep ve muhabbet gibi hissiyatımızı onun neticesi
ve semeresi ve sümbülü olan uhrevî fevâidine çevirsek, o vakit o mecazî aşk hakikî
aşka inkılâp eder.

Yoksa,
sırrına mazhar olup, nefsini unutup, hayatın zevâlini düşünmeyerek hususî,
kararsız dünyasını aynı umumî dünya gibi sabit bilip kendini lâyemut farz ederek
dünyaya saplansa, şedit hissiyatla ona sarılsa, onda boğulur, gider. O muhabbet
onun için hadsiz belâ ve azaptır. Çünkü, o muhabbetten yetimâne bir şefkat, meyusâne
bir rikkat tevellüt eder. Bütün zîhayatlara acır,hattâ güzel ve zevâle maruz bütün
mahlûkata bir rikkat ve bir firkat hisseder; elinden bir ¸ey gelmez, ye's-i mutlak
içinde elem çeker.

Fakat gafletten kurtulan evvelki adam, o şedit şefkatin elemine karşı ulvî bir
tiryak bulur ki, acıdığı bütün zîhayatların mevt ve zevâlinde bir Zât-ı Bâkînin
bâki esmâsının daimî cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları bâki görür; şefkati
bir sürura inkılâp eder. Hem zeval ve fenâya maruz bütün güzel mahlûkatın arkasında
bir cemâl-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddes ihsas eden bir nakış ve tahsin ve san'at
ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i daimîyi görür. O zeval ve fenâyı, tezyid-i hüsün
ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i san'at için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lezzetini
ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir.

Mektubat, 16-17

Eğer desen: Ne için ehl-i küfür ve dalâlet dünyada ehl-i hidayete galip oluyor?

Elcevap: Çünkü, küfrün divaneliğiyle ve dalâletin sarhoşluğuyla ve gafletin sersemliğiyle,
ebedî elmasları satın almak için verilen letâif ve istidâdât-ı insaniye sermayesini,
fâni şişelere, soğuk buzlara veriyor. Elbette ham cam ve câmid cemed, elmas fiyatıyla
alındığı için, en âlâ cam ve en eclâ cemed alınır.

Bir vakit elmasçı zengin bir adam divane olur, çarşıya gider, beş paralık cam
parçasına beş altın verir. O zengin divaneye, herkes en iyi camlarını alır ona verir.
Hattâ çocuklar da güzel buz parçalarını ona veriyor, bir altın alıyorlardı.

Hem bir vakit bir padişah sarhoş olur, çocukların içine girer, onları vükelâ
ve ümerâ-yı askeriye zanneder. Şâhâne emir verir, çocukların hoşuna gider, iyi itaat
ettiklerinden güzelce bir eğlence yapar.

İşte küfür bir divâneliktir, dalâlet bir sarhoşluktur, gaflet bir sersemliktir
ki, bâki metâ yerine fâni metâı alır. İşte şu sırdandır ki, ehl-i dalâletin hissiyatları
şiddetlidir. İnadı, hırsı, hasedi gibi herşeyi şediddir. Bir dakika meraka değmeyen
birşeye bir sene inat eder.

Evet küfrün divaneliğiyle, dalâletin sekriyle, gafletin şaşkınlığıyla, fıtraten
ebedî ve ebed müşterisi olan bir lâtife-i insaniye sukut eder; ebedî şeyler yerine
fâni şeyler alır, yüksek fiyat verir. Fakat mü'minde dahi bir maraz-ı asabî bulunuyor
veya maraz-ı kalbî var. O dahi, ehl-i dalâlet gibi, ehemmiyetsiz şeylere ziyade
ehemmiyet verir. Lâkin çabuk kusurunu anlar, istiğfar eder, ısrar etmez.

Barla Lahikası, 153

İktisat Risalesi

İktisat ve kanaate, israf ve tebzîredairdir.

Şu âyet-i kerime, iktisada katî emir ve israftan nehy-i sarih suretinde gayet
mühim bir ders-i hikmet veriyor. Şu meselede Yedi Nükte var.

BİRİNCİ NÜKTE

Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf
ise şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat ise, nimete karşı
ticaretli bir ihtiramdır.

Evet, iktisat hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı
bir hürmet, hem katî bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı
sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet
içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti
tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan,
vahîm neticeleri vardır.

İKİNCİ NÜKTE

Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir
şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zâikayı bir kapıcı, âsâb ve damarları
telefon ve telgraf telleri gibi, kuvve-i zâika ile merkez-i vücuttaki mide ile bir
medar-ı muhabereleridir ki, ağza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene,
mideye lüzumu yoksa "Yasaktır" der, dışarı atar. Bazen da, bedene menfaati olmamakla
beraber, zararlı ve acı ise, hemen dışarı atar, yüzüne tükürür.

İşte, madem ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi noktasında
bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen
hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nevinden ancak beş derecesi
muvafık olur, fazla olamaz. Tâ ki, kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp, vazifeyi unutup,
fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dahiline sokmasın.

İşte, bu sırra binaen, şimdi iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta
gibi mugaddî maddeden hediye kırk para, diğer lokma en âlâ baklavadan on kuruş olsa;
bu iki lokma, ağza girmeden, beden itibarıyla farkları yoktur, müsavidirler. Boğazdan
geçtikten sonra, ceset beslemesinde yine müsavidirler. Belki, Bazen kırk paralık
peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım
dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak ne kadar
mânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin.

Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz
defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. "Hâkim benim" der. Kim fazla
bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak. "Aman,
doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün" dedirmeye mecbur edecek.

İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı
kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği
için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü
et'imeden gelen sun'î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir,
hasta eder.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE

Sabık İkinci Nüktede, "Kuvve-i zâika kapıcıdır" dedik. Evet, ehl-i gaflet ve
ruhen terakki etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı
hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı için isrâfâta ve bir dereceden on derece fiyata
çıkmamak gerektir.

Fakat, hakikî ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatin ve ehl-i kalbin kuvve-i zâikası,
Altıncı Sözdeki muvazenede beyan edildiği gibi, kuvve-i zâikası rahmet-i İlâhiyenin
matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i zâikada taamlar
adedince mizancıklarla nimet-i İlâhiyenin envâını tartmak ve tanımak, bir şükr-ü
mânevî suretinde cesede, mideye haber vermektir. İşte, bu surette kuvve-i zâika
yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle, midenin
fevkinde hükmü var, makamı var. İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazife-i şükrâniyeyi
yerine getirmek ve envâ-ı niam-ı İlâhiyeyi hissedip tanımak kaydıyla ve meşru olmak
ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, lezzetini takip edebilir. Ve o
kuvve-i zâikayı taşıyan lisanı şükürde istimal etmek için leziz taamları tercih
edebilir. Bu hakikate işaret eden bir hadise ve bir keramet-i Gavsiye:

Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) Şeyh Geylânî'nin terbiyesinde, nazdar
ve ihtiyare bir hanımın birtek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş
oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan
zaafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs'ın
yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor.
Nazdarlığından demiş:

"Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!"

Hazret-i Gavs tavuğa demiş: "Kum biiznillâh!" O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp
tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve mevsuk çok zatlardan,
Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerameti
olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: "Ne vakit senin oğlun
da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin."

İşte, Hazret-i Gavs'ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu
cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese,
o vakit leziz şeyleri yiyebilir.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE

"İktisat eden, maişetçe aile belâsını çekmez" meâlindeki
hadis-i şerifi sırrıyla,
iktisat eden, maişetçe aile zahmet ve meşakkatini çok çekmez.

Evet, iktisat katî bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet olduğuna o kadar
katî deliller var ki, had ve hesaba gelmez. Ezcümle, ben kendi şahsımda gördüğüm
ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zatların şehadetleriyle diyorum ki:

İktisat vasıtasıyla Bazen bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım gördüler. Hattâ
dokuz sene (şimdi otuz sene) evvel benimle beraber Burdur'a nefyedilen reislerden
bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için, zekâtlarını bana
kabul ettirmeye çok çalıştılar. O zengin reislere dedim: "Gerçi param pek azdır.
Fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim." Mükerrer ve musırrâne
tekliflerini reddettim. Câ-yı dikkattir ki, iki sene sonra, bana zekâtlarını teklif
edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden borçlandılar. Lillâhilhamd, onlardan
yedi sene sonra, o az para, iktisat bereketiyle bana kâfi geldi, benim yüz suyumu
döktürmedi, beni halklara arz-ı hâcete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan
"nâstan istiğnâ" mesleğini bozmadı.

Evet, iktisat etmeyen, zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir.
Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde Bazen haysiyet,
namus rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesât-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus
bir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.

Eğer iktisat edip hâcât-ı zaruriyeye iktisar ve ihtisar ve hasretse,
sırrıyla,

sarahatiyle, ummadığı tarzda, yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünkü şu âyet taahhüt
ediyor.

Evet, rızık ikidir:

Biri hakikî rızıktır ki, onunla yaşayacak. Bu âyetin hükmü ile, o rızık taahhüd-ü
Rabbânî altındadır. Beşerin sû-i ihtiyarı karışmazsa, o zarurî rızkı herhalde bulabilir.
Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeye mecbur olmaz.

İkincisi, rızk-ı mecazîdir ki, sû-i istimâlâtla hâcât-ı gayr-ı zaruriye hâcât-ı
zaruriye hükmüne geçip, görenek belâsıyla tiryaki olup, terk edemiyor. İşte bu rızık
taahhüd-ü Rabbânî altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda
çok pahalıdır. Başka izzetini feda edip zilleti kabul etmek, Bazen alçak insanların
ayaklarını öpmek kadar mânen bir dilencilik vaziyetine düşmek, Bazen hayat-ı ebediyesinin
nuru olan mukaddesât-ı diniyesini feda etmek suretiyle o bereketsiz, menhus malı
alır.

Hem bu fakr u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana
rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm, o gayr-ı meşru bir surette kazandığı
parayla aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor. Böyle acip bir zamanda, şüpheli
mallarda, zaruret derecesinde iktifa etmek lâzımdır. Çünkü
sırrıyla, haram maldan,
mecburiyetle zaruret derecesini alabilir, fazlasını alamaz. Evet, muztar adam, murdar
etten tok oluncaya kadar yiyemez. Belki ölmeyecek kadar yiyebilir. Hem, yüz aç adamın
huzurunda kemâl-i lezzetle fazla yenilmez.

İktisat, sebeb-i izzet ve kemal olduğuna delâlet eden bir vakıa:

Bir zaman, dünyaca sehâvetle meşhur Hâtem-i Tâî, mühim bir ziyafet veriyor. Misafirlerine
gayet fazla hediyeler verdiği vakit, çölde gezmeye çıkıyor. Bakar ki, bir ihtiyar
fakir adam, bir yük dikenli çalı ve gevenleri beline yüklemiş, cesedine batıyor,
kanatıyor. Hâtem ona dedi:

"Hâtem-i Tâî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen de oraya git;
beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın."

O muktesit ihtiyar demiş ki: "Ben bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım;
Hâtem-i Tâî'nin minnetini almam."

Sonra Hâtem-i Tâî'den sormuşlar: "Sen kendinden daha civanmert, aziz kimi bulmuşsun?"

Demiş: "İşte o sahrâda rast geldiğim o muktesit ihtiyarı benden daha aziz, daha
yüksek, daha civanmert gördüm."

BEŞİNCİ NÜKTE

Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, en fakir adama en zengin adam gibi ve gedâya,
yani fakire, padişah gibi, lezzet-i nimetini ihsas ettiriyor. Evet, bir fakirin,
kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisat vasıtasıyla aldığı lezzet, bir padişahın
ve bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlıkla yediği en âlâ baklavadan aldığı
lezzetten daha ziyade lezzetlidir.

Câ-yı hayrettir ki, bazı müsrif ve mübezzir insanlar, böyle iktisatçıları hısset
ile itham ediyorlar. Hâşâ! İktisat, izzet ve cömertliktir. Hısset ve zillet, ehl-i
israf ve tebzîrin zâhirî merdâne keyfiyetlerinin içyüzüdür. Bu hakikati teyid eden,
bu risalenin telifi senesinde Isparta'da hücremde cereyan eden bir vakıa var. Şöyle
ki:

Kaideme ve düstur-u hayatıma muhalif bir surette, bir talebem iki buçuk okkaya
yakın bir balı, bana hediye kabul ettirmeye ısrar etti. Ne kadar kaidemi ileri sürdüm,
kanmadı. Bilmecburiye, yanımdaki üç kardeşime yedirmek ve Şâbân-ı Şerif ve Ramazan'da
o baldan iktisatla otuz kırk gün üç adam yesin ve getiren de sevap kazansın ve kendileri
de tatlısız kalmasın diyerek, "Alınız" dedim. Bir okka bal da benim vardı. O üç
arkadaşım, gerçi müstakim ve iktisadı takdir edenlerdendi. Fakat, her ne ise, birbirine
ikram etmek ve herbiri ötekinin nefsini okşamak ve kendi nefsine tercih etmek olan,
bir cihette ulvî bir hasletle iktisadı unuttular. Üç gecede iki buçuk okka balı
bitirdiler. Ben gülerek dedim: "Sizi otuz kırk gün o bal ile tatlandıracaktım. Siz
otuz günü üçe indirdiniz. Afiyet olsun!" dedim. Fakat ben, kendi o bir okka balımı
iktisatla sarf ettim. Bütün Şâban ve Ramazan'da hem ben yedim, hem, lillâhilhamd,
o kardeşlerimin herbirisine iftar vaktinde birer kaşık verip, mühim sevaba medar
oldu. Benim halimi görenler, o vaziyetimi belki hısset telâkki etmişlerdir. Öteki
kardeşlerimin üç gecelik vaziyetlerini bir civanmertlik telâkki edebilirler. Fakat,
hakikat noktasında, o zâhirî hısset altında ulvî bir izzet ve büyük bir bereket
ve yüksek bir sevap gizlendiğini gördük. Ve o civanmertlik ve israf altında, eğer
vazgeçilmeseydi, bir dilencilik ve gayrın eline tamahkârâne ve muntazırâne bakmak
gibi, hıssetten çok aşağı bir hâleti netice verirdi.

ALTINCI NÜKTE

İktisat ve hıssetin çok farkı var. Tevazu, nasıl ki ahlâk-ı seyyieden olan tezellülden
mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memdûhadır. Ve vakar, nasıl ki kötü hasletlerden
olan tekebbürden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memdûhadır. Öyle de,
ahlâk-ı âliye-i Peygamberiyeden olan ve belki kâinattaki nizam-ı hikmet-i İlâhiyenin
medarlarından olan iktisat ise, sefillik ve bahillik ve tamahkârlık ve hırsın bir
halitası olan hısset ile hiç münasebeti yok. Yalnız sureten bir benzeyiş var. Bu
hakikati teyid eden bir vakıa:

Sahabenin Abâdile-i Seb'a-i meşhuresinden olan Abdullah ibni Ömer Hazretleri
ki, Halife-i Resulullah olan Faruk-u Âzam Hazret-i Ömer'in (r.a.) en mühim ve büyük
mahdumu ve Sahabe âlimlerinin içinde en mümtazlarından olan o zât-ı mübarek çarşı
içinde, alışverişte, kırk paralık bir meseleden, iktisat için ve ticaretin medarı
olan emniyet ve istikameti muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş. Bir Sahabe ona
bakmış. Rû-yi zeminin halife-i zîşânı olan Hazret-i Ömer'in mahdumunun kırk para
için münakaşasını acip bir hısset tevehhüm ederek, o imamın arkasına düşüp, ahvâlini
anlamak ister.

Baktı ki, Hazret-i Abdullah hane-i mübarekine girdi. Kapıda bir fakir adam gördü.
Bir parça eğlendi, ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıktı, diğer
bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi, ayrıldı, gitti.

Uzaktan bakan o Sahabe merak etti. Gitti, o fakirlere sordu: "İmam sizin yanınızda
durdu, ne yaptı?"

Herbirisi dedi: "Bana bir altın verdi."

O Sahabe dedi: "Fesübhânallah! Çarşı içinde kırk para için böyle münakaşa etsin
de, sonra hanesinde iki yüz kuruşu kimseye sezdirmeden, kemâl-i rıza-yı nefisle
versin!" diye düşündü. Gitti, Hazret-i Abdullah ibni Ömer'i gördü, dedi:

"Ya imam, bu müşkülümü hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle yapmışsın."

Ona cevaben dedi ki: "Çarşıdaki vaziyet iktisattan ve kemâl-i akıldan ve alışverişin
esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatin muhafazasından gelmiş bir hâlettir, hısset
değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemâlinden gelmiş bir hâlettir.
Ne o hıssettir ve ne de bu israftır." İmam-ı Âzam, bu sırra bir işaret olarak
demiş.
Yani, "Hayırda ve ihsanda-fakat müstehak olanlara-israf olmadığı gibi, israfta da
hiçbir hayır yoktur."

YEDİNCİ NÜKTE

İsraf, hırsı intaç eder. Hırs üç neticeyi verir:

BİRİNCİSİ: Kanaatsizliktir. Kanaatsizlik ise sa'ye, çalışmaya şevki kırar. Şükür
yerine şekvâ ettirir, tembelliğe atar. Ve meşru, helâl, az malı terk edip, gayr-ı
meşru, külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder.

HIRSIN İKİNCİ NETİCESİ: Haybet ve hasârettir. Maksudunu kaçırmak ve istiskale
mâruz kalıp teshilât ve muavenetten mahrum kalmak, hattâ
yani, "Hırs, hasâret ve
muvaffakiyetsizliğin sebebidir" olan darbımesele mâsadak olur.

Hırs ve kanaatin tesiratı, zîhayat âleminde gayet geniş bir düsturla cereyan
ediyor. Ezcümle, rızka muhtaç ağaçların fıtrî kanaatleri, onların rızkını onlara
koşturduğu gibi, hayvânâtın hırsla meşakkat ve noksaniyet içinde rızka koşmaları,
hırsın büyük zararını ve kanaatin azîm menfaatini gösterir.

Hem zayıf umum yavruların lisan-ı halleriyle kanaatleri, süt gibi lâtif bir gıdanın,
ummadığı bir yerden onlara akması ve canavarların hırsla noksan ve mülevves rızıklarına
saldırması, dâvâmızı parlak bir surette ispat ediyor.

Hem semiz balıkların vaziyet-i kanaatkârânesi, mükemmel rızıklarına medar olması
ve tilki ve maymun gibi zeki hayvanların hırsla rızıkları peşinde dolaşmakla beraber
kâfi derecede bulmamalarından cılız ve zayıf kalmaları, yine hırs ne derece sebeb-i
meşakkat ve kanaat ne derece medar-ı rahat olduğunu gösterir.

Hem Yahudi milleti hırs ile, ribâ ile, hile dolabı ile rızıklarını zilletli ve
sefaletli, gayr-ı meşru ve ancak yaşayacak kadar rızıklarını bulması ve sahrânişinlerin,
yani bedevîlerin, kanaatkârâne vaziyetleri, izzetle yaşaması ve kâfi rızkı bulması,
yine mezkûr dâvâmızı katî ispat eder.

Hem çok âlimlerin ve ediplerin zekâvetlerinin verdiği bir hırs sebebiyle fakr-ı
hale düşmeleri ve çok aptal ve iktidarsızların, fıtrî kanaatkârâne vaziyetleriyle
zenginleşmeleri katî bir surette ispat eder ki, rızk-ı helâl, acz ve iftikara göre
gelir, iktidar ve ihtiyar ile değil. Belki o rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile
mâkûsen mütenasiptir. Çünkü, çocukların iktidar ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalır,
uzaklaşır, sakilleşir.
hadisinin sırrıyla, kanaat bir define-i hüsn-ü maişet ve
rahat-ı hayattır. Hırs ise, bir maden-i hasâret ve sefalettir.

ÜÇÜNCÜ NETİCE: Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler. Çünkü, bir ehl-i
takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister. Teveccüh-ü nâsı mürâât eden, ihlâs-ı
tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok câ-yı dikkattir.

Elhasıl, israf, kanaatsizliği intaç eder. Kanaatsizlik ise, çalışmanın şevkini
kırar, tembelliğe atar, hayatından şekvâ kapısını açar, mütemadiyen şekvâ ettirir.
Hem ihlâsı kırar, riyâ kapısını açar. Hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir.

İktisat ise, kanaati intaç eder.

hadisin sırrıyla, kanaat, izzeti intaç eder. Hem sa'ye ve çalışmaya teşcî eder.
Şevkini ziyadeleştirir, çalıştırır. Çünkü, meselâ bir gün çalıştı. Akşamda aldığı
cüz'î bir ücrete kanaat sırrıyla, ikinci gün yine çalışır. Müsrif ise, kanaat etmediği
için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da şevksiz çalışır.

Hem iktisattan gelen kanaat, şükür kapısını açar, şekvâ kapısını kapatır. Hayatında
daima şâkir olur. Hem kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğnâ etmek cihetinde, teveccühlerini
aramaz. İhlâs kapısı açılır, riyâ kapısı kapanır.

İktisatsızlık ve israfın dehşetli zararlarını geniş bir dairede müşahede ettim.
Şöyle ki:

Ben, dokuz sene evvel mübarek bir şehre geldim. Kış münasebetiyle o şehrin menâbi-i
servetini göremedim. Allah rahmet etsin, oranın müftüsü birkaç defa bana dedi: "Ahalimiz
fakirdir." Bu söz benim rikkatime dokundu. Beş altı sene sonraya kadar, daima o
şehir ahalisine acıyordum. Sekiz sene sonra yazın yine o şehre geldim. Bağlarına
baktım. Merhum müftünün sözü hatırıma geldi. "Fesübhânallah," dedim. "Bu bağların
mahsulâtı, şehrin hâcetinin pek fevkindedir. Bu şehir ahalisi pek çok zengin olmak
lâzım gelir." Hayret ettim. Beni aldatmayan ve hakikatlerin derkinde bir rehberim
olan bir hatıra-i hakikatle anladım: İktisatsızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış
ki, o kadar menâbi-i servetle beraber, o merhum müftü "Ahalimiz fakirdir" diyordu.
Evet, zekât vermek ve iktisat etmek, malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi,
israf etmekle zekât vermemek, sebeb-i ref-i bereket olduğuna hadsiz vakıat vardır.

İslâm hükemasının Eflâtun'u ve hekimlerin şeyhi ve filozofların üstadı, dâhi-i
meşhur Ebu Ali ibni Sina, yalnız tıp noktasında,
âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş:

Yani, ilm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin
vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır. Yani,
kolayca hazmedeceğin miktarı ye, nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam
üstüne yemektir.

Evet, zaman, iki sene sonra bu keramet-i iktisadiyeyi, İkinci Harb-i Umumiyede
her taraftaki açlık ve tahribat ve israfatla ve nev-i beşer ve herkes iktisada mecbur
olmasıyla ispat etti.

Lem'alar, 145-151

Şükür Risalesi

Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan tekrar ile

gibi âyetlerle gösteriyor ki, Hâlık-ı Rahmân'ın, ibâdından istediği en mühim
iş şükürdür. Furkan-ı Hakîmde gayet ehemmiyetle şükre davet eder. Ve şükür etmemekliği,
nimetleri tekzip ve inkâr suretinde gösterip,
fermanıyla, Sûre-i Rahmân'da şiddetli
ve dehşetli bir surette otuz bir defa şu âyetle tehdit ediyor, şükürsüzlüğün bir
tekzip ve inkâr olduğunu gösteriyor.

Evet, Kur'ân-ı Hakîm, nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor. Öyle de, Kur'ân-ı
kebîr olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-i âlemin en mühimi şükürdür.
Çünkü, kâinata dikkat edilse görünüyor ki, kâinatın teşkilâtı şükrü intaç edecek
bir surette, herbir şey bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. Güya
şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi şükürdür. Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı
mahsulâtın en âlâsı şükürdür.

Çünkü, hilkat-i âlemde görüyoruz ki, mevcudat-ı âlem bir daire tarzında teşkil
edilip, içinde nokta-i merkeziye olarak hayat hâlk edilmiş. Bütün mevcudat hayata
bakar, hayata hizmet eder, hayatın levazımatını yetiştirir. Demek, kâinatı hâlk
eden Zat, ondan o hayatı intihap ediyor.

Sonra görüyoruz ki, zîhayat âlemlerini bir daire suretinde icad edip, insanı
nokta-i merkeziyede bırakıyor. Adeta, zîhayatlardan maksud olan gayeler onda temerküz
ediyor; bütün zîhayatı onun etrafına toplayıp ona hizmetkâr ve musahhar ediyor,
onu onlara hâkim ediyor. Demek, Hâlık-ı Zülcelâl, zîhayatlar içinde insanı intihap
ediyor, âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor.

Sonra görüyoruz ki, âlem-i insaniyet de, belki hayvan âlemi de bir daire hükmünde
teşkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rızık vazedilmiş. Bütün nev-i insanı ve hattâ
hayvânâtı rızka adeta taaşşuk ettirip, onları umumen rızka hâdim ve musahhar etmiş.
Onlara hükmeden rızıktır. Rızkı da o kadar geniş ve zengin bir hazine yapmış ki,
hadsiz nimetleri câmidir. Hattâ rızkın çok envâından yalnız bir nevinin tatlarını
tanımak için, lisanda kuvve-i zâika namında bir cihazla mat'ûmat adedince mânevî,
ince ince mizancıklar konulmuştur. Demek, kâinat içinde en acip, en zengin, en garip,
en şirin, en câmi, en bedî hakikat rızıktadır.

Şimdi, görüyoruz ki, herşey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor.
Öyle de, rızık dahi, bütün envâıyla, mânen ve maddeten, hâlen ve kalen şükürle kaimdir,
şükürle oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünkü, rızka iştah ve iştiyak,
bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-ı şuurî bir şükürdür ki,
bütün hayvânatta bu şükür vardır. Yalnız insan, dalâlet ve küfürle o fıtrî şükrün
mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke giriyor.

Hem rızık olan nimetlerde gayet güzel, süslü suretler, gayet güzel kokular, gayet
güzel tatmaklar şükrün davetçileridir; zîhayatı şevke davet eder ve şevkle bir nevi
istihsan ve ihtirama sevk eder, bir şükr-ü mânevî ettirir. Ve zîşuurun nazarını
dikkate celb eder, istihsana tergib eder. Nimetleri ihtirama onu teşvik eder; onunla
kalen ve fiilen şükre irşad eder ve şükrettirir. Ve şükür içinde en âli ve tatlı
lezzeti ve zevki ona tattırır. Yani, gösterir ki, şu lezzetli rızık ve nimet, kısa
ve muvakkat bir lezzet-i zâhiriyesiyle beraber, daimî, hakikî, hadsiz bir lezzeti
ve zevki taşıyan iltifat-ı Rahmânîyi şükürle kazandırır. Yani, rahmet hazinelerinin
Mâlik-i Kerîminin hadsiz lezzetli olan iltifatını düşündürüp, şu dünyada dahi Cennetin
bâki bir zevkini mânen tattırır. İşte rızık, şükür vasıtasıyla o kadar kıymettar
ve zengin bir hazine-i câmia olduğu hâlde, şükürsüzlükle nihayet derecede sukut
eder.

Altıncı Sözde beyan edildiği gibi, lisandaki kuvve-i zâika, Cenâb-ı Hak hesabına,
yani mânevî vazife-i şükraniye ile rızka müteveccih olduğu vakit, o dildeki kuvve-i
zâika, rahmet-i bînihaye-i İlâhiyenin hadsiz matbahlarına şâkir bir müfettiş, hâmid
bir nâzır-ı âlikadr hükmündedir. Eğer nefis hesabına olsa, yani rızkı in'âm edenin
şükrünü düşünmeyerek müteveccih olsa, o dildeki kuvve-i zâika, bir nâzır-ı âlikadr
makamından, batn fabrikasının yasakçısı ve mide tavlasının bir kapıcısı derecesine
sukut eder.

Nasıl rızkın şu hizmetkârı şükürsüzlükle bu dereceye sukut eder. Öyle de, rızkın
mahiyeti ve sair hademeleri dahi sukut ediyorlar. En yüksek makamdan en ednâ makama
inerler. Kâinat Hâlıkının hikmetine zıt ve muhâlif bir vaziyete düşerler.

Şükrün mikyâsı kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün
mizanı hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram-helâl demeyip rast geleni yemektir.

Evet, hırs, şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i
zillettir. Hattâ, hayat-ı içtimaiyeye sahip olan mübarek karınca dahi, güya hırs
vasıtasıyla ayaklar altında kalmış, ezilir. Çünkü, kanaat etmeyip, senede birkaç
tane buğday kâfi gelirken, elinden gelse binler taneyi toplar. Güya mübarek arı,
kanaatinden dolayı başlar üstünde uçar. Kanaat ettiğinden, balı insanlara emr-i
İlâhî ile ihsan eder, yedirir.

Evet, Zât-ı Akdesin alem-i zâtîsi ve en âzamî ismi olan lâfzullahtan sonra en
âzam ismi olan Rahmân, rızka bakar. Ve rızıktaki şükürle ona yetişilir. Hem Rahmân'ın
en zâhir mânâsı, Rezzaktır.

Hem şükrün envâı var. O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi, namazdır.

Hem şükür içinde sâfi bir iman var; hâlis bir tevhid bulunur. Çünkü, bir elmayı
yiyen ve "Elhamdülillâh" diyen adam, o şükürle ilân eder ki: "O elma doğrudan doğruya
dest-i kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir" demesiyle
ve itikad etmesiyle, herşeyi, cüz'î olsun küllî olsun, Onun dest-i kudretine teslim
ediyor. Ve herşeyde rahmetin cilvesini bilir. Hakikî bir imanı ve hâlis bir tevhidi,
şükürle beyan ediyor.

İnsan-ı gafil, küfran-ı nimetle ne derece hasârete düştüğünü, çok cihetlerden
yalnız bir veçhini söyleyeceğiz. Şöyle ki:

Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükretse, o yediği nimet, o şükür vasıtasıyla
bir nur olur, uhrevî bir meyve-i Cennet olur. Verdiği lezzetle, Cenâb-ı Hakkın iltifat-ı
rahmetinin eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor.
Bu gibi mânevî lübleri ve hülâsaları ve mânevî maddeleri ulvî makamlara gönderip,
maddî ve tüflî (posa) ve kışrî, yani vazifesini bitiren ve lüzumsuz kalan maddeleri
fuzulât olup aslına, yani anâsıra inkılâp etmeye gidiyor. Eğer şükretmezse, o muvakkat
lezzet, zeval ile bir elem ve teessüf bırakır ve kendisi dahi kazurat olur. Elmas
mahiyetindeki nimet, kömüre kalb olur. Şükürle, zâil rızıklar, daimî lezzetler,
bâki meyveler verir. Şükürsüz nimet, en güzel bir suretten, çirkin bir surete döner.
Çünkü, o gafile göre rızkın âkıbeti, muvakkat bir lezzetten sonra fuzulâttır. Evet,
rızkın aşka lâyık bir sureti var. O da, şükürle o suret görünür. Yoksa, ehl-i gaflet
ve dalâletin rızka aşkları bir hayvanlıktır. Daha buna göre kıyas et ki, ehl-i dalâlet
ve gaflet ne derece hasâret ediyorlar.

Envâ-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın envâına muhtaç, insandır. Cenâb-ı Hak
insanı bütün esmâsına câmi bir ayna ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharâtını
tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mucize-i kudret ve bütün esmâsının cilvelerinin
vaziyetlerinin inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir hâlife-i arz suretinde
hâlk etmiştir. Onun için, hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve mânevî rızkın hadsiz
envâına muhtaç etmiştir. İnsanı, bu câmiiyete göre en âlâ bir mevki olan ahsen-i
takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i sâfilîne düşer, bir
zulm-ü azîmi irtikâp eder.

Elhasıl, en âlâ ve en yüksek tarik olan tarik-i ubudiyet ve mahbubiyetin dört
esasından en büyük esası şükürdür ki, o dört esas şöyle tabir edilmiş:

Der tarik-i acz-mendî lâzım âmed çâr-çiz:

Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak, ey aziz.

Mektubat, 348-351

Ey Ehl-i İman! Sabıkan, adâvet ne kadar zararlı olduğunu anladın. Hem anla ki,
adâvet kadar hayat-ı İslâmiyeye en müthiş bir maraz-ı muzır dahi, hırstır.

Hırs, sebeb-i haybettir ve illet ve zillettir; ve mahrumiyet ve sefaleti getirir.
Evet, her milletten ziyade hırsla dünyaya saldıran Yahudi milletinin zillet ve sefaleti,
bu hükme bir şahid-i kàtı'dır.

Evet, hırs, zîhayat âleminde en geniş bir daireden tut, tâ en cüz'î bir ferde
kadar sû-i tesirini gösterir. Tevekkülvâri taleb-i rızık ise, bilâkis medar-ı rahattır
ve her yerde hüsn-ü tesirini gösterir. İşte, bir nevi zîhayat ve rızka muhtaç olan
meyvedar ağaçlar ve nebatlar, tevekkülvâri, kanaatkârâne yerlerinde durup hırs göstermediklerinden,
rızıkları onlara koşup geliyor. Hayvanlardan pek fazla evlât besliyorlar. Hayvânat
ise, hırsla rızıkları peşinde koştukları için, pek çok zahmet ve noksaniyetle rızıklarını
elde edebiliyorlar.

Hem hayvânat dairesi içinde zaaf ve acz lisan-ı hâliyle tevekkül eden yavruların
meşru ve mükemmel ve lâtif rızıkları hazine-i rahmetten verilmesi; ve hırsla rızıklarına
saldıran canavarların gayr-ı meşru ve pek çok zahmetle kazandıkları nâhoş rızıkları
gösteriyor ki, hırs sebeb-i mahrumiyettir; tevekkül ve kanaat ise vesile-i rahmettir.

Hem daire-i insaniye içinde her milletten ziyade hırsla dünyaya yapışan ve aşk
ile hayat-ı dünyeviyeye bağlanan Yahudi milleti, pek çok zahmetle kazandığı, kendine
faydası az, yalnız hazinedarlık ettiği gayr-ı meşru bir servet-i ribâ ile bütün
milletlerden yedikleri sille-i zillet ve sefalet, katl ve ihanet gösteriyor ki,
hırs maden-i zillet ve hasârettir. Hem harîs bir insan her vakit hasârete düştüğüne
dair o kadar vakıalar var ki,
darbımesel hükmüne geçmiş, umumun nazarında bir hakikat-i
âmme olarak kabul edilmiştir.

Madem öyledir. Eğer malı çok seversen, hırsla değil, belki kanaatle malı talep
et, tâ çok gelsin.

Ehl-i kanaat ile ehl-i hırs, iki şahsa benzer ki, büyük bir zâtın divanhanesine
giriyorlar. Birisi kalbinden der: "Beni yalnız kabul etsin; dışarıdaki soğuktan
kurtulsam bana kâfidir. En aşağıdaki iskemleyi de bana verseler, lütuftur."

İkinci adam, güya bir hakkı varmış gibi ve herkes ona hürmet etmeye mecburmuş
gibi, mağrurâne der ki: "Bana en yukarı iskemleyi vermeli." O hırsla girer, gözünü
yukarı mevkilere diker, onlara gitmek ister. Fakat divanhane sahibi onu geri döndürüp
aşağı oturtur. Ona teşekkür lâzımken, teşekküre bedel kalbinden kızıyor. Teşekkür
değil, bilâkis hane sahibini tenkit ediyor. Hane sahibi de ondan istiskal ediyor.

Birinci adam mütevaziâne giriyor, en aşağıdaki iskemleye oturmak istiyor. Onun
o kanaati, divanhane sahibinin hoşuna gidiyor. "Daha yukarı iskemleye buyurun" der.
O da gittikçe teşekkürâtını ziyadeleştirir; memnuniyeti tezayüd eder.

İşte, dünya bir divanhane-i Rahmân'dır. Zemin yüzü bir sofra-i rahmettir. Derecât-ı
erzak ve merâtib-i nimet dahi iskemleler hükmündedir.

Hem, en cüz'î işlerde de herkes hırsın sû-i tesirini hissedebilir.

Meselâ, iki dilenci birşey istedikleri vakit, hırsla ilhah eden dilenciden istiskal
edip vermemek, diğer sakin dilenciye merhamet edip vermek, herkes kalbinde hisseder.

Hem meselâ, gecede uykun kaçmış; sen yatmak istesen, lâkayt kalsan, uykun gelebilir.
Eğer hırsla uyku istesen, "Aman yatayım, aman yatayım" dersen, bütün bütün uykunu
kaçırırsın.

Hem meselâ, mühim bir netice için birisini hırsla beklersin. "Aman gelmedi, aman
gelmedi" deyip, en nihayet hırs senin sabrını tüketip, kalkar gidersin. Bir dakika
sonra o adam gelir; fakat beklediğin o mühim netice bozulur.

Şu hâdisâtın sırrı şudur ki: Nasıl ki bir ekmeğin vücudu, tarla, harman, değirmen,
fırına terettüp eder. Öyle de, tertib-i eşyada bir teennî-i hikmet vardır. Hırs
sebebiyle, teennî ile hareket edilmediği için, o tertipli eşyadaki mânevî basamakları
müraat etmez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır, maksada çıkamaz.

İşte, ey derd-i maişetle sersem olmuş ve hırs-ı dünya ile sarhoş olmuş kardeşler!
Hırs bu kadar muzır ve belâlı birşey olduğu hâlde, nasıl hırs yolunda her zilleti
irtikâp ve haram-helâl demeyip her malı kabul ve hayat-ı uhreviyeye lâzım çok şeyleri
feda ediyorsunuz; hattâ erkân-ı İslâmiyenin mühim bir rüknü olan zekâtı, hırs yolunda
terk ediyorsunuz? Halbuki, zekât, her şahıs için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattır.
Zekâtı vermeyenin, herhâlde elinden zekât kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere
verecektir, ya bir musibet gelip alacaktır.

Hakikatli bir rüya-yı hayaliyede, Harb-i Umumînin beşinci senesinde, bir acip
rüyada benden soruldu:

"Müslümanlara gelen bu açlık, bu zayiat-ı maliye ve meşakkat-i bedeniye nedendir?"

Rüyada demiştim:

"Cenâb-ı Hak bir kısım maldan onda bir veya bir kısım maldan kırkta bir, kendi
verdiği malından birisini bizden istedi-tâ bize fukaraların dualarını kazandırsın
ve kin ve hasetlerini men etsin. Biz, hırsımız için tamahkârlık edip vermedik. Cenâb-ı
Hak, müterakim zekâtını, kırkta otuz, onda sekizini aldı.

"Hem senede yalnız bir ayda, yetmiş hikmetli bir açlık bizden istedi. Biz nefsimize
acıdık; muvakkat ve lezzetli bir açlığı çekmedik. Cenâb-ı Hak, ceza olarak, yetmiş
cihetle belâlı bir nevi orucu beş sene cebren bize tutturdu.

"Hem yirmi dört saatte birtek saati, hoş ve ulvî, nuranî ve faydalı bir nevi
talimatı Rabbâniyeyi bizden istedi. Biz tembellik edip o namazı ve niyazı yerine
getirmedik. O tek saati diğer saatlere katarak zayi ettik. Cenâb-ı Hak, onun kefareti
olarak, beş sene talim ve talimat ve koşturmakla bize bir nevi namaz kıldırdı" demiştim.

Sonra ayıldım, düşündüm, anladım ki, o rüya-yı hayaliyede pek mühim bir hakikat
vardır. Yirmi Beşinci Sözde, medeniyetle hükm-ü Kur'ân'ı muvazene bahsinde ispat
ve beyan edildiği üzere, beşerin hayat-ı içtimaîsinde bütün ahlâksızlığın ve bütün
ihtilâlâtın menşei iki kelimedir:

Birisi: "Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?"

İkincisi: "Sen çalış, ben yiyeyim."

Bu iki kelimeyi de idame eden, cereyan-ı ribâ ve terk-i zekâttır. Bu iki müthiş
maraz-ı içtimaîyi tedavi edecek tek çare, zekâtın bir düstur-u umumî suretinde icrasıyla,
vücub-u zekât ve hurmet-i ribâdır. Hem değil yalnız eşhasta ve hususî cemaatlerde,
belki umum nev-i beşerin saadet-i hayatı için en mühim bir rükün, belki devam-ı
hayat-ı insaniye için en mühim bir direk, zekâttır. Çünkü, beşerde, havas ve avam,
iki tabaka var. Havastan avâma merhamet ve ihsan; ve avamdan havâssa karşı hürmet
ve itaati temin edecek, zekâttır. Yoksa, yukarıdan avâmın başına zulüm ve tahakküm
iner; avamdan zenginlere karşı kin ve isyan çıkar. İki tabaka-i beşer, daimî bir
mücadele-i mâneviyede, bir keşmekeş-i ihtilâfta bulunur. Gele gele, tâ Rusya'da
olduğu gibi, sa'y ve sermaye mücadelesi suretinde boğuşmaya başlar.

Ey ehl-i kerem ve vicdan! Ve ey ehl-i sehâvet ve ihsan! İhsanlar zekât namına
olmazsa, üç zararı var. Bazen da faydasız gider. Çünkü, Allah namına vermediğin
için, mânen minnet ediyorsun, biçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun.
Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun. Hem hakikaten Cenâb-ı Hakkın malını
ibâdına vermek için bir tevziat memuru olduğun hâlde, kendini sahib-i mal zannedip
bir küfrân-ı nimet ediyorsun.

Eğer zekât namına versen, Cenâb-ı Hak namına verdiğin için bir sevap kazanıyorsun,
bir şükrân-ı nimet gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeye mecbur
olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duası senin hakkında makbul olur. Evet,
zekât kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan, yahut sair suretlerde verip riyâ
ve şöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak nerede? Zekât namına o
iyilikleri yapıp, hem farzı edâ etmek, hem sevabı, hem ihlâsı, hem makbul bir duayı
kazanmak nerede?

Mektubat, 262-265

"Hasbünallahü ve nimel-vekil"in mertebeleri hakkındadır. Beş Nüktedir.

Birinci Nükte: Bu sözler beşerin acizlik hastalığı ve insanlığın fakirlik marazı
için denenmiş bir ilaçtır.

"Allah bize kafidir. O ne güzel vekildir."O, Mucid ve Mevcud-u Baki olduktan
sonra, mevcudatın zevale gitmesinin hiçbir önemi yoktur. Çünkü Vâcibü'l-Vücud olan
Mucidlerinin bekasıyla, o sevimli varlıklar devam ediyorlar.

O, Sani ve Fatır ı Bakidir. O halde, masnuun zevaliyle mahzun olmamalı. Çünkü;
muhabbete vesile olan husus, Saniinde aynen devam etmektedir.

O, Melik ve Malik-i Bakidir. O halde, ayrılık ve gidiş içerisinde tazelenen mülkün
zevalinden teessüf edilmemeli.

O, Şahid ve Alim-i Bakidir. Öyle ise, sevgililerin dünyadan kaybolmasına hasret
çekilmemeli. Çünkü, onları müşahede eden Zatın ilim ve nazar dairesinde varlıkları
devam ediyor.

O, Sahip ve Fatır-ı Bakidir. O halde, güzellikleri takdir edilen şeylerin zevalinden
kederlenmemeli. Çünkü, onların güzelliklerinin kaynağı Fatırlarının esmasında devam
etmektedir.

O, Varis ve Bais -i Bakidir. O halde, ahbabın firakından dolayı "Ah!" çekilmemeli.
Çünkü, onlara varis ve onları tekrar diriltecek olan Zat bakidir.

O, Cemil ve Celil-i Bakidir. O halde, güzel isimlere ayna olan güzel masnuatın
zevalinden hüzne düşülmemeli. Çünkü, o esma, aynalarının zevalinden sonra da güzellikleriyle
baki kalmaktadır.

O, Mabud ve Mahbub-u Bakidir. O halde, mecazi mahbubların zevalinden elem duyulmamalı.
Çünkü, Mahbub-u Hakiki bakidir.

O, Rahman, Rahim, Vedud ve Raûf-ü ü Bakidir. O halde, görünürde nimet veren şefkatli
varlıkların zevalinin hiçbir ehemmiyeti yok ve bu yüzden gam çekip meyus olunmamalı.
Çünkü rahmet ve şefkati herşeyi ihata eden Zat bakidir.

O, Cemil, Latif ve Atuf ü Bakidir. O halde, o latif ve müşfik mevcudatın zevalinin
önemi yok. Bu yüzden, yanılıp, yakınılmamalıdır. Çünkü, bütün o zevale gidenlerin
yerini tutacak Zat bakidir. Onlar ise, onun tecelliyatından tek bir tecellinin dahi
yerini tutamaz. Onun bu vasıflarıyla devam ve bekası herbir ferdin dünyadaki her
nevi sevdiklerinin yerini tutar. `Hasbünallahü ve nimel-vekil."

Evet, dünya ve içindeki şeylerin bekasına bedel, bunların Malik, Sani ve Fatırının
bekası bana yeter.

Şualar, 77