The Changing Meanings of the Poverty and
Prosperity in the Context of Religious Life

On dokuzuncu yüzyılın bazı büyük bilim adamları aynı zamanda çağlarına uygun
birer ütopyacıydı. Bilime dayanacak olan gelecek yüzyılların insanlara saadet getireceğini
düşünüyorlardı. Akla, bilime ve pozitif gerçeklere dayalı olan bir hayatın içinde
ne çatışma, ne zulüm, ne hastalık ne de yoksulluk olacaktı. Bu yüzyıl aynı zamanda,
Batı'da birkaç yüzyıldan beri dine karşı gelişen düşüncenin de zirveye çıktığı bir
yüzyıldır ve pozitivizm adıyla bilinen bu öğreti dinî ve metafizik açıklamaları
hiç tartışmaya bile gerek duymaksızın peşinen bilimsel açıklamanın dışında kabul
etmişti. Sosyolojinin ve pozitivizmin kurucusu A. Comte, insanlığın yaşayacağı üçüncü
çağın Pozitivist Çağ olacağını ve bu dönemde toplumsal problemlerin ortadan kalkacağını
düşünüyordu.1

Bu yüzyıldaki aydınlar ve bilim adamları arasındaki hâkim söyleme göre din, çatışmaların
ve ayrımcılığın kaynağı idi; tarihteki büyük çatışmaların dinden kaynaklandığı,
dinin insanlığa saadet yerine felaket getirdiği söyleniyordu.2 Din aynı zamanda
dünyadaki zulümlerin meşrulaştırıcı aracı olarak da görülüyor; baskılara karşı çıkmak
yerine baskı yapanların elindeki kontrol aracı gibi telakki ediliyordu. Marksist
öğreti tamamen bu anlayış üzerine odaklanmıştı, zira Marks'ın öğretisini geliştirdiği
yılların Avrupasında sanayi toplumuna geçişte pek çok toplumsal sorun yaşanmış,
kilise bunlara bigane kalmış ve hatta meşrulaştırma yoluna gitmişti.3

Dinin adeta bir günah keçisi gibi kabul edildiği bu dönem, modern sanayi toplumuna
geçiş dönemidir, ancak aynı zamanda sosyal problemlerin ayyuka çıktığı bir yüzyıldır:
Şehirleşme, barınma sorunları, geçim problemleri, emeğin ucuzlaması, sefalet, değerlerin
aşınması ve nihayetinde büyük savaşlar.

Bugün Batı dünyasının geldiği noktaya baktığımızda bu sıkıntıların bir kısmının
ortadan kalktığını görüyoruz, ama bunun temelinde dinin toplumsal hayattan geri
çekilmesi yatmaz. Aksine insanlar sanayileşme, şehirleşme ve modernleşmeye eşlik
eden yeni problemlerle, özellikle hayatın anlamının kayboluşu, uyumsuzluk, iletişimsizlik,
yabancılaşma gibi problemlerle yoğun bir şekilde karşı karşıya geldi. Moral bağlardan
gittikçe soyutlanmış bir zenginlik, fakirlik kadar problemli bir konu oldu. Batı
dünyası gittikçe zenginleşti ama modern ütopyalar insanlığın mutluluğu yönünde gelişemedi.

Geleceğe karamsar bakmak dinlerin yabancısı olduğu bir durum değildir. Zira kıyamet
düşüncesine sahip olan dinlerde gelecekte her şeyin daha kötüye gideceği ve bir
gün dünyanın yok olacağı inancı vardır. Ancak dinler bu yok oluş durumunun yoksulluktan
ve açlıktan ziyade zenginlikten ve günahtan kaynaklanacağını düşünürler. İslam kültüründe
sözü edilen kıyamet alametlerinden biri de zenginliğe işaret eden yüksek binaların
çoğalmasıdır.4 Zenginlik kötülenmez ama zenginliğin vereceği hayat tarzından endişe
edilir ve belli belirsiz paraya karşı bir korku yerleşir dindarın kalbinde. Aslında
bu tam bir korku değildir, korku ve sevme arasında gidip gelen bir duygudur.

Zenginlik kötü müdür gerçekten? Ya da soruyu tersinden düşünürsek fakirlik iyi
midir? Bu anlayış doğruysa eğer, yani zenginlik ne kadar kötüyse ve yoldan çıkarıcı
ise yoksulluk o ölçüde iyi ve istikamet verici olmalıdır. Oysa yoksulluk tabiatı
gereği tamamen negatif bir terimdir ve iyi olarak görülmesi mümkün değildir. Bu,
sosyal ve ekonomik bir problem olduğu kadar dinî ve ahlakî bir problemdir de. Bu
yazıda bu konudaki tartışmalara bir katkı sağlaması amacıyla tarihten günümüze yoksulluğa
ve zenginliğe bakış açısı ortaya konulacaktır. Konunun sadece yoksulluk açısından
ele alınışı metodolojik olarak problemli olacağından hem yoksulluk hem de zenginlik
telakkisinin incelenmesi zorunlu olmuştur ve okuyucu "geçmiş" yüzyılları okurken
günümüz anlayışının ne kadar farklı olduğunu hemen fark edecektir.

Geçmiş: Yoksulluk Durumuna Verilen Üstünlük

Uzun yüzyıllar boyunca İslam kültüründeki genel anlayış -her ne kadar bireysel
olarak arzu edilmese de- yoksulluğa, dini açıdan rüçhaniyet verilmesi, hatta zaman
zaman yüksek dinî yaşantıyla özdeşleştirilmesi yönündedir. Bunun dini kaynağı olarak
hadisler gösterilir. Rivayete göre Miraç sırasında cennetin kapısından bakan Hz.
Muhammed oraya girenlerin büyük çoğunluğunun fakirler olduğunu görmüştür. Yine bir
başka hadise göre fakirler cennete zenginlerden beş yüz sene önce gireceklerdir.5
Bu ve benzeri rivayetlerin sahih olmadığını, sonradan uydurulduğunu kabul etsek
bile6 en azından bu tür anlayışın toplumdaki etkinliğini göstermesi bakımından önemli
bir sosyolojik veri olduğunu kabul etmek gerekir.

Fakirlik üzerine kurulu zahidane hayat daha ilk yüzyıllardan itibaren İslâm dünyasında
görülüyordu. İbrahim b. Edhem sekizinci yüzyılda yaşamıştır (öl. 778) ve hayat hikâyesi
gönüllü fakirlik üzerine kuruludur. Rivayetlere göre kendisi çok zengin bir ailenin,
bir rivayete göre de Belh Sultanı'nın oğluydu ve genç yaşında bütün mülkünü terk
ederek fakirlikle dolu bir hayatı tercih etmişti. Memleketinden uzakta geçimini
bekçilik, ırgatlık gibi işlerle temin ederken babası vefat ettiği zaman mirasından
da hiçbir şey almamıştı.7 Yine sekizinci yüzyıl sufilerinden Mâlik b. Dînar ile
Muhammed b. Vasi'nin dünyayı terkin mahiyeti konusunda tartıştığını görüyoruz. Malik
bir parça araziye sahip olup kimseye muhtaç olmadan yaşamayı dilerken, İbn Vasi
bir öğün yemeği olan ve sonraki öğünü düşünmeyen bir kişi olmayı istiyordu.8

İslam'daki ilk züht hareketlerinin bir dayanağının Emevi Halife-Sultanları ve
idarecilerinin Hulefa-yı Raşidin'in saf dinî hayat tarzından uzak bir lüks içinde
yaşamaları ve bunun topluma yayılmasına duyulan tepki olduğu ifade edilir.9 Bu dönemde
Hıristiyan dünyada olduğu gibi,10 Müslüman dünyada da dünya hayatını terk edip bir
köşeye çekilenlerin örnek insanlar olarak telakki edilip saygı görmesiyle bu zihniyet
daha da güçlenmiş ve dünyadan elini eteğini çeken bir grubun ortaya çıkmasına sebep
olmuştur. Yazılan eserlerde de dünyaya olumsuz bir tavır takınmanın fazilet olduğuna
dair görüşler ağırlık kazanmıştır.11

İslâm tasavvufunun büyüklerinden bir örnek vermek gerekirse; Kadiri Tarikatı'na
isim veren Abdülkadir Geylânî (öl. 1166) geçimini sağlamak için çalışmanın zorunlu,
halktan dilenmenin ise şirk olduğunu düşünür. Kişi ihtiyacı miktarınca bir kazanç
yolu bulmalıdır ve fazlasını istememelidir. Yaşlandığında veya hastalandığında onun
dünyalık kısmeti kendiliğinden gelecektir. O'na göre fakirlik bir imtihan olup pek
çok kişi bunun mahiyetini kavrayamadığından Allah'a isyan edecek seviyeye gelir.
Dolayısıyla sabır gösterilen fakirlik, esasında hoş bir şey olsa da, buna herkesin
tahammül gösterememesinden dolayı tehlikeli bir hâldir. Abdülkadir Geylânî'ye göre,
Hz. Peygamber'i diğer peygamberlerle mukayese ettiğimizde, O'nun en önemli vasıflarından
birinin hem genel anlamda hem de tasavvufî anlamda fakirlik olduğu görülür.12

İslâm dünyasında hâkim ideal düşünceyi Maverdî'nin Edebü'd-Dünya ve'd-Din isimli
eserinde görmek mümkündür. Maverdî'nin, mutasavvıf kimliğiyle bilinmemesine rağmen,
eserinde bu yaklaşıma ağırlık vermesi tasavvufun Müslüman dünyadaki etkinliğini
göstermesi açısından da önemli bir veridir. "Nefsi Dünyanın Terkine Alıştırmak"
başlığı altında hadislerin, âlimlerin, mutasavvıfların sözleri yanında özellikle
Hz. İsa'ya atfen verilen sözler dikkat çekmektedir. Burada verilen bütün örnekler
bir iç tutarlılık içinde dünyadan yüz çevirme üzerine odaklanmıştır. Hz. İsa'ya
atfedilen söze göre mülkiyetin üç tehlikesi vardır. Öncelikle bu, helalden kazanılmaz,
helalden kazanılsa bile gayri meşru bir şekilde harcanır, yerine göre harcansa bile
Allah'a ibadetten alıkoyar. Bu mantık örgüsü içinde kişinin mülk sahibi olmayı düşünmesi
mümkün değildir. Bu uzunca başlık altında Maverdî'nin söylemek istediği şey bir
edebiyatçının sözünde özetlenmiştir: "Züht ve takva kalbindeki kesin imana bağlıdır…
Kimin kesin imanı sahih ise servetten kaçar." Yine de eserin ilerleyen bölümlerinde
sufiyane yaklaşımların yanında, kendisi de sufi olmasına rağmen daha orta bir yaklaşıma
işaret eden Sülemî'nin şu sözüne de yer verildiğini görüyoruz: "İnsanlar üç sınıftır…
Hayrın çoğunu yine orta hallilerde aramaya bak. Şerrin çoğunu zenginlerle fakirlerde
ara. Çünkü zengin servetin verdiği azgınlığa maruz, fakir de yokluğun getirdiği
rezalete maruzdur."13

Dinî geleneklerde fakirlik durumuna ayrı bir değer veren ve bunu Yaratıcı'ya
ulaşmanın bir yolu olarak kabul eden anlayışların yanında buna karşı çıkan anlayışlar
da vardı. Örneğin, İbnü'l-Cevzi fakirliği öven yaklaşımlarından dolayı genel manada
sûfileri eleştirirken, mal biriktirmenin insan hayatındaki önemi ve malın hepsinin
dağıtılmaması konusunda hadislerden örnekler verdikten sonra, kişinin başkasına
muhtaç olmamak ve gelecekteki muhtemel sıkıntılı günler için hazırlıklı olmak, dostlarına
ikramda bulunmak, hayırlarda bulunmak niyetiyle çalışıp para biriktirmesinin pek
çok nafile ibadetten hayırlı olduğunu, sadece Sahabelerin değil, peygamberlerin
bazılarının bile servetleri olduğunu söylemektedir.14 Tasavvuf tarihinde zenginliği
fakirlikten üstün gören ve bu anlayışları yüzünden özellikle tasavvuf erbabı arasında
tenkitle karşılanan Yahya b. Muaz Razi, Ebu Said Mihenî gibi mutasavvıflar zikredilir.15
Muhasibi de son eserlerinde zenginliğin zühde engel olmadığı şeklinde bir görüşe
sahip olmuştu: Kalplerinde mal sevgisi olmayan insanlar zenginlik durumunda da zâhid
olabilir, sâlih müminlerin makamına erişebilir.16 Ancak bu görüşe sahip mutasavvıfların
tasavvuf tarihinde çok az olduğunu ve hâkim yaklaşıma zıt olduğunu belirtmek gerekir.

Bugün: Zenginlik Arzusuna Paralel Dindarlık

Geçen yüzyıllardan günümüze pek çok şey değişti. Önceleri gündelik hayatın her
alanında bir şekilde tasavvufi anlayışın etkileri görülürken ve bu anlayış iktisadi
yaklaşımları önemli ölçüde etkilerken, bugün tam tersine bir anlayışla kapitalist
hayat tarzı insanların zihniyetine ve hayat tarzına egemen oldu. Kapitalist anlayış
sermayeye ve sermayenin sürekli üretim için kullanılmasına dayanır. Buna göre kişinin
sadece geçineceği kadar paraya değil, çok daha fazlasına sahip olması gerekir. Zira
gelişemeyen, rakipleriyle rekabet edemeyen işletmeler yok olma ihtimali ile karşı
karşıyadır. Kapitalist ekonomi aynı zamanda tüketime yönelik ekonomidir; sürekli
olarak yeni ürünler piyasaya arz edilir ve müşterinin bunu tüketmesi arzu edilir.
İnsanlar iş adamı olmasalar bile tüketiciler olarak kapitalist ekonomik sistemin
ciddi bir parçası olabilirler. Türkiye'de sürekli olarak bahsedilen problem geçim
sıkıntısıdır. Acaba gelir seviyesi mi düşüktür, yoksa tüketim mi fazladır ve bu
durum Türkiye'nin büyük ekonomik hamlelerine rağmen niye kronik bir sorun olarak
şikâyet konusu olmaktadır? 1980 öncesi geçim sıkıntısı ekonominin yeterince büyük
olmamasından kaynaklanıyordu. 1980 sonrasında özellikle serbest piyasa ekonomisiyle,
ekonomik bir canlanma yaşanmasına rağmen şikâyetler devam etti ve bunun suçlusu
olarak enflasyon gösterildi. Aslında gelişen ekonomi ile birlikte tüketim de artmıştı
ve iktisadi açıdan bunlar birbirini tetikleyen unsurlardı. Acaba bir kişi 1980 öncesi
hayat standardı ile yaşasa yine de geçim sıkıntısı duyar mıydı? Bunun cevabı bellidir:
Hayır. Zira 30-35 yaşın üstündeki herkesin rahatlıkla hatırlayacağı üzere bu yıllar
mutfağa, yakacağa, giyeceğe ve ulaşıma asgari ölçüde para harcanan yıllardı. 1980
öncesi ve sonrası arasında pek çok kalemde karşılaştırma yapılabilir. Evimize alınan
meşrubatların, bisküvi-çikolata türü yiyeceklerin, beyaz eşyanın ve ulaşım giderlerinin
bugünkü durumu ile o günkü durumunun kıyası neredeyse mümkün değil. Şüphesiz ürün
bollaştıkça ve rekabet arttıkça fiyatı da düşmüştür, ama bu durumu göz önüne alarak
da bir hesap yapsak, haftada bir veya özel günlerde eve alınan "depozitolu" bir
litrelik kola ile her akşam eve alınan iki buçuk litrelik kolaya verilen değer arasında
ciddi fark var. "Depozitosuz dönem" bile bir tüketim anlayışını gösteriyor. Ama
zihniyetin daha da net ve çarpıcı biçimde ortaya konması açısından 1980 öncesi döneme
"yama dönemi" desek daha uygun olur. Bu dönemde orta halli çocukların devam ettiği
okullarda öğretmenler, "yamalı giymenin ayıp olmadığını ama kirli giymenin ayıp
olduğunu" telkin ederlerdi. Türkiye 10 yıl gibi kısa bir süre içinde "yama"yı gündelik
hayatından çıkardı, ama bu basit bir giyim biçiminin değil, bütün bir hayat standardının
değişimiydi. Ve şimdi hiç kimse o günlere dönmek istemiyor ve şunu söylüyor: "İnsan
gibi yaşamak bizim hakkımız değil mi?"

Bu satırların yazarı bunun aksini söyleyebilecek konumda değil, zira bir kişinin
istediği kadar meşrubatı buzdolabına koyabilmesi, evinde kâğıt mendil veya kâğıt
havlu bulundurması, ücretini çok ince hesaplamadan telefonla konuşabilmesi, her
sene mevsime uygun birkaç parça giysi alabilmesi, hususi arabasının olması ne lüks
ne de israf. Ve herkes bu asgari hayat standardını yaşama hakkına sahip ve hayat
standardını daha da yükseltmek arzusunda. Aslında çok daha yüksek bir hayat standardına
sahip olmak en iyisidir. Keşke çocuklarımız özel okullarda okuyabilse, keşke dolmuşa-otobüse
mahkûm olmasak, keşke ev kirası ödemesek, keşke istediğimiz teknolojik cihazı alabilsek,
keşke sene sonunda kısa bir tatil yapabilsek… diye başlayan arzulara sahibiz ve
bu arzularımızı gerçekleştireceğimiz araçların da maddi değer olarak üst sınırı
yoktur. Her bir arzumuzu asgari ölçüde yerine getirdikçe onu daha iyi tatmin edecek
bir üst aracın/vasıtanın olduğunu görür ve onu elde etmeye çalışırız. Kapitalizmin
imkânları insanı şaşırtacak kadar çok ve geniştir.

Ve dindar birey için konu, nihayetinde İlahi bir meşruiyet aracına bağlanır ve
bir sloganla kesinliğe kavuşturulur: Bu dünya, insanın istifadesine verilmiştir;
insan bundan en iyi şekilde faydalanmalıdır. "Müslüman her şeyin en iyisine layıktır."
Şimdi artık "kullan-at dönemi" ekonomik anlayışının içselleştirildiği ve meşrulaştırıldığı
noktaya gelindi. Hatta sıhhati konusunda şüpheler bulunan, "Fakirlik küfür olayazdı,"
hadisi17 adeta Hz. Muhammed'in temel yaklaşımını anlatırmışçasına kullanılmaya başlandı.
Bu anlayışta olan bir insan yoksulluk ve din arasında pozitif anlamda herhangi bir
ilişki olabileceğini asla düşünemez. Aksine dini daha iyi yaşayabilmek için mümkün
mertebe varlıklı olmak gerekli görülmektedir. Anlaşılacağı üzere bu tür bir yaklaşım,
geçmiş yüzyılların yoksulluk-zenginlik telakkisini kavrayabilmek konusunda en büyük
engeldir. Bunu, bugün dindar birey, geçmiş yüzyılların yoksulluk telakkisinden tamamen
farklı bir anlayışa sahiptir, şeklinde ifade etsek de yanlış olmaz.

Yoksulluğun ve Zenginliğin Psikolojisi ve Kültürü Karşısında Dinin Söylemi

Yukarıda birbirinin tamamen zıttı olan iki anlayışın hangisinin daha doğru olduğunu
söylemek o kadar kolay değildir. Ama konuya psikolojik açıdan yaklaşmak bize ipuçları
verebilir. Yoksul, hayatı sürekli ızdıraplar içinde geçen biri olarak, zihnini ve
bedenini geçim telaşına vermiş, sürekli başkasına muhtaç ve sürekli medet uman birisidir.
Bu süreç uzadıkça fizikî anlamda olduğu gibi zihnî anlamda da yorulur, hayatın anlamını
yitirebilir ve isyana sürüklenebilir. Sürekli başkasına bağımlı olmak zorunluluğu
hisseden kişiler duygusal açıdan örselenen ve sağlıklı kararlar almaktan gittikçe
uzaklaşan kişilerdir. Zengin insan sürekli olarak arzularını tatmin etmek amacıyla
hayat sürerken, yoksul insan ancak zaruri ihtiyaçlarını karşılamak amacını taşır.

Her iki durumun da dinin inanç ve pratik boyutu açısından muhtemel sakıncalar
içerdiği bellidir, ama insanlık onuru bakımından yoksulluk daha problemli gibi görünmektedir.
Yoksulluk ve zenginlik durumuna eşlik eden bir psikolojinin yanında bunu besleyen
ve bununla gelişen bir kültürden bahsetmek de mümkündür: Yoksulluk ve zenginlik
kültürü. Yoksul, ortalama kültürün altında, pek çok toplumsal değeri koruyup koruyamamak
konusunda endişeler içinde ve bazen de bu kültürden bilinçsizce tamamen uzaklaşan
bir sefalet içerisindeyken; zengin, toplumun değerlerine ve problemlerine yabancı
bir kayıtsızlık içine girmektedir.18

Acaba din ve dindarane bir hayat bu patolojik durumu tölare edebilir mi?

Şüphesiz hiçbir din bir bütün olarak toplumun fakirleşmesini arzu etmemiştir
ve insanlar da her ne kadar bir zamanlar fakirlik durumuna bir rüchaniyet vermişlerse
de toplum olarak fakir olmayı arzu etmemişlerdir. Hemen her din, mensuplarına servet
edinme açısından orta yolu tavsiye eder: Kişi başkasına muhtaç olmamak, geçimini
sağlamak için çalışmalıdır; ama mal edinme konusunda da ihtiraslı olmamalıdır. Dinlerin
esas vurgusu servet edinmenin amaç olmaması, elde edilen servetle şımarılıp lüks
ve israf içinde bir hayat sürdürülmemesi ve bununla fakirlere yardım edilmesi yönündedir.

Hint dinlerinden Caynizm'de, ruhu doğum ve ölüm çarkının ebedî dönüşünden kurtaracak
ve nirvanaya ulaştıracak beş şarttan birisi de fazla mal biriktirme konusunda ihtiraslı
olmamaktır.19 Lao Tzu "Ömrünü dünyalık toplayarak geçirmenin/Ne gibi yararı olabilir,"
der.20 Bu sözlerden onun çalışmaya olumsuz baktığı gibi bir sonuç çıkmamalıdır.
Zira bir başka sözünde bilge kişinin mal ve mülk yığmaktan kaçındığını, ne kadar
infak ederse o kadar kazanacağını söyler ve ekler: "Gökyüzünün yolu: İsraf etmeden
ikram etmektir."21 Kişi ikram ediyorsa, ikram edeceği bir şeylere sahiptir demektir
ve bunun hepsini de dağıtmamalıdır. Geçimini sağlamak için çalışmayı öngören (Cum'a,
62: 10) ve kazanılan malın kişinin mülkiyetine gireceğini bildiren (Nisa, 4: 32)
Kur'an'ın fakirlere yardım konusunda "Akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz
yere de saçıp savurma." (İsrâ, 17: 26) şeklindeki tavsiyesinin Lao Tzu'nun sözleriyle
benzerliği, dinlerin ortak tutumunu göstermesi açısından dikkat çekicidir.

Dinler gönüllü fakirlik haricindeki yoksulluğu birer problem olarak görmüşlerdir.
Bu yüzden, yoksulların ekonomik ve sosyal açıdan korunması üzerinde aşırı vurgu
yaparlar.22 Ancak dinlerin yoksullukla etkin bir mücadele gibi ekonomik programları
yoktur. Ekonomi çok değişkenlik gösteren bir kurumdur ve dinler de her şeyden önce
ekonomik veya siyasî değil, ağırlıklı olarak ahlâkî bir strateji izlerler. Eski
Ahitte % 10 veya Kur'an'da % 2,5-% 10 zekât şeklindeki fakirlere yardım yoksulluğu
tamamen ortadan kaldırmaktan çok, yoksulu korumaya ve orta tabakalaşmayı sağlamaya
yönelik uygulamalar olarak görülebilir.23

Dindar kişi, servetinin bir kısmını dini bir sorumluluk olarak muhtaçlara verse,
bu onu yukarıda sözünü ettiğimiz patolojik durumdan kurtarabilir mi? Kanaatimce
bugün ülkemiz için problemli olan durum yoksul dindar bireylerin kendilerini ahlâkî
açıdan nasıl istikamet içine sokacakları değil, ülkenin hızla değişen ekonomik ve
sosyal yapısına paralel olarak varlıklı dindar bireylerin ahlâkî açıdan istikamet
problemleridir. Dinin genel söyleminden de anladığımız üzere servet sahibi olabilmenin
belli bir sınırı yoktur, ama bu servetin harcanması bireylerin keyfi isteklerine
terk edilmemiştir. Buna göre, kişi ne kadar kazanırsa kazansın, toplumun ortalama
hayat standardının çok da üzerinde bir yaşam sürmemelidir.

Burada -günümüz Türkiyesinden bazı tespitler yapacak olursak- dinin şeklî boyutu
ile içsel boyutunun zaman zaman çatıştığını görmekteyiz. Varlıklı dindarlar arasında
İslam'ın bir ibadet olarak öngördüğü zekâtlarını vermek suretiyle gündelik harcamalarını
serbestçe ve limitsizce yapabileceklerini düşünenler vardır. Sanki zekât, kişiyi
istediği gibi hareket edebilme imkânı tanıyan bir rüşvettir. Bunu yerine getiren
kişi -uç bir örnekle- pazar tatilini Paris'te geçirme hakkına sahipmiş gibi düşünür.
Fıkhî anlamda düşündüğümüzde bir kişinin hafta sonu tatilini istediği yerde geçirmesi
konusunda bir yasaklama görülmez. Dinin şeklî boyutu dediğimiz budur veya buna "dinin
fıkıh merkezli okunması" da diyebiliriz. Oysa ahlaki açıdan, kişinin çevresinde
muhtaç insanlar varsa, ne kadar zekât ya da sadaka verirse versin, hâlâ sorumluluğu
vardır. İslam Dini'nin özellikle Müslüman olmayanlara anlatılırken sıkça söylenen
en basit ve en insani prensibini, yani "Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir,"
hadisini duydukça insanın fıkhî sebeplerle vicdanını tatmin etmesinin kolay olmadığı
bellidir.

Belki de yeni gündemlere vasıta olmak amacıyla şöyle bir cümleyle konuyu noktalamak
uygun olacaktır: Her ne kadar sosyo-ekonomik anlamda problemli alan yoksulluk gibi
görülse de, bireysel-toplumsal yapımız ve sorumluluklarımız ya da insanlık durumu
açısından zenginliğin de yoksulluk kadar problemli bir alan haline gelebileceği
unutulmamalıdır.

***

Öz

Din ve yoksulluk arasındaki ilişki konusundaki anlayışımızı içinde yaşadığımız
dönemin sosyo-ekonomik şartları belirliyor. Modern kapitalizm öncesi dönemde, tasavvufi
akımların da yaygın etkisiyle ideal bir dinî yaşantının ancak yoksulluk durumuna
paralel gidebileceği düşünülüyordu. Oysa günümüzde bu bakış açısı değişerek yoksulluğun
dinî yaşantı açısından olumsuz bir durum olduğu fikri ortaya çıktı. Hangisinin dinin
otantik yapısına daha uygun olduğunu tespit başlı başına bir araştırma konusudur,
ama yalın bir ahlaki bakış açısıyla, kişinin bir takım dini mükellefiyetleri yerine
getirdikten sonra ortalama hayat standardından azami seviyede farklılaşan bir yaşam
tarzına sahip olmasının dinî açıdan problemli olduğu görülür.

Anahtar Kelimeler: Yoksulluk, Din, İslam, Tasavvuf, Fıkıh Merkezli Din Anlayışı

Abstract

The socio-economic conditions we live in influence our understanding of the relationship
between the religion and poverty. During the pre-capitalist period, it has been
thought that an ideal religious life could only be conducted in line with a poor
life. This thought appears with the widespread influence of the Sufi movements.
In contrast to this past understanding, this understanding has changed and poverty
is seen nowadays as a negative position for the religious life. Which one is more
in line with the authenticity of the religion is an independent subject of study,
but from a pure ethical point of view, it might be seen that if a person has a very
distinct life-style from the average standard of life after he obeys to many religious
duties, this is a very problematic position even from the religious point of view.

Key Words: Poverty, Religion, Islam, Sufism, Fiqh-Centered Understanding of Religion

Dipnotlar

1. Sezgin Kızılçelik, Pozitivizm ve Eleştiricileri, İzmir, 1996, s. 12-15.

2. Bkz.Albert Bayet, Dine Karşı Düşünce Tarihi, (Çev. C. Süreya), İstanbul, 1991.

3. Bu döneme ait bir ilahide şöyle denir: "Zengin adam şatosunda / Fakir adam
onun kapısında / Tanrı onları üst veya alt yaptı / Böylece onların sınıflarını takdir
etti." David L. Edwards, Religion and Change, Hodder and Stoughton, London, 1969,
s. 61.

4. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Ankara, 1988, c. 3, s. 209-210.

5. Canan, a.g.e., c. 17, s. 446, 449.

6. Osman Güner, "Erdem ve Esaret Altında Yoksulluk," Marife, Güz 2002, s. 106-109.

7. Reşat Öngören, "İbrahim b. Edhem," TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2000,
c. 21, s. 293-295.

8. Fazlur Rahman, İslam, (Çev. M. Dağ, M. Aydın), 3. bs., İstanbul, 1993, s.
181.

9. Fazlur Rahman, a.g.e., s. 180.

10. Jacques Le Goff, Ortaçağ Batı Uygarlığı, (Çev. H. Güven, U. Güven), İzmir,
1999, s. 141-145.

11. Süleyman Uludağ, "Dünya," TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1994, c. 10,
s. 23.

12. Dilaver Gürer, Abdülkâdir Geylânî, İstanbul, 1999, s. 187, 234-235.

13. Ebu Hasan el-Mâverdi, Edebü'd-Dünya ve'd-Din, (Çev. Ali Akın), İstanbul,
1998, s. 164, 166, 343.

14. İbnü'l-Cevzî, Şeytanın Ayartması Telbîs-i İblîs, (Çev. S. Kocabaş), İstanbul,
2003, s. 237-239.

15. Hucviri, Keşfu'l-Mahcûb Hakikat Bilgisi, (Çev. S. Uludağ), İstanbul, 1982,
s. 101, 223, 270.

16. Zafer Erginli, İlk Sûfilerde Nefis Kavramı -Haris Muhasibî Örneği-, (Doktora
Tezi), Bursa, 2001, s. 166.

17. Canan, a.g.e., c. 17, s. 445.

18. Bkz. Orhan Türkdoğan, Aydınlıktakiler ve Karanlıktakiler (Toplumumuzun Dramı),
İstanbul, 1982.

19. Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, 4. bs., Isparta,
2002, s. 191.

20. Lao Tzu, Bilinmeyen Öğretiler, (Çev. İ. Taşpınar, A. G. Coşkun), İstanbul,
1999, s. 70.

21. Lao Tzu (1999b). Öğretiler, (Çev. İsmail Taşpınar), İstanbul, 1999, s. 87.

22. Bkz. Northbourne, Modern Dünyada Din, (Çev. Ş. Yalçın), İstanbul, 1995, s.
73-74; Katolik Kilisesi Din ve Ahlâk İlkeleri, (Çev. Dominik. Pamir), İstanbul,
2000, s. 557-559; Fazlur Rahman, "İslâm ve İktisadi Adalet Sorunu," İslâmî Yenilenme
Makaleler III, (Der. ve çev. Adil Çiftçi), Ankara, 2002, s. 104.

23. İzzet Er, Sosyal Gelişme ve İslam, 2. bs., Bursa, 1994, s. 133-134.