Poverty, Social Exclusion, and Social Solidarity

Dünyanın farklı bölgelerinde karşılaşılan en büyük problemlerden birisi aşırı
fakirlik ve işsizliktir. Bu problem maalesef tabii olarak algılanmakta ve fakirlik
sebebiyle ölen bir kişinin kendisi suçlanmaktadır. Tembellik, kader ve nüfus patlaması
fakirliğin nedenlerinden sayılmakta ve bunların temelinde de fert olduğu vurgulanmaktadır.
Yani, kişi eğer tembellik etmezse ve bakamayacağından fazla çocuk sahibi olmazsa
problemin kendiliğinden yok olacağı, işçilerin alın terini sömürerek haksız kazanç
elde eden sorumsuz elitler ve bunlardan rant yoluyla faydalanan siyasetçiler tarafından
iddia edilmektedir. İnsan hakları ihlallerinden belki de en çarpıcı olanı fakirlik
ve işsizliktir. Üstelik bu tür ihlaller dünyanın her tarafında giderek artmaktadır.
Bir başka deyişle, her geçen gün daha az insan yiyecek, giyecek, barınma, eğitim,
sağlık ve herkesin isteyebileceği zaruri konforlardan yararlanabilmektedir.

Dünyayı tehdit eden böyle bir tehlike karşısında sosyal bilimciler de problemin
tespiti ve ona yönelik çözüm arayışlarına girmişlerdir. Öncelikle, fakirliğin artık
bir ekonomik olgu olarak görülmesinden vazgeçilmiş ve onun sosyal ve siyasi bir
problem olduğu üzerinde durularak "fakirlik" kavramının aslında "gerçek fakirlik"
ile "göreceli fakirlik" kategorileri arasında bir ayırım yapılmıştır. Yani, gerçek
fakirliğin daha çok sosyal ve göreceli fakirliğin de siyasi sebeplerden kaynaklandığı
ima edilmiştir.

Dünya var olduğundan beri ister zengin, ister yoksul bütün ülkelerde ve her zaman
fakirlik görüldüğünden mesele sadece ekonomik olarak algılanmayıp sosyal, siyasi,
dini ve kültürel açılardan ele alınmalıdır. Fakat bu kadar yaygın bir olgu olmasına
rağmen fakirlik hep bazı coğrafi bölgelere özgü bir gerçek olarak anlaşılarak uluslararası
boyutu ihmal edilmiştir. Oysa bugün dünyanın zengin olarak kabul edilen pek çok
ülkesinde, mesela Japonya, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve İngiltere'nin
büyük şehirlerinde evsiz, işsiz ve aç insanları her yerde görmek mümkündür. Fakirlik
hakkında ya da daha doğrusu onu ortadan kaldırmak için yapılması gereken o kadar
çok şey vardır ki, ancak fakirlik ülkelerin genel bir sorunu ve tehlike arz etmesine
kadar sanki müsamaha edilebilir bir olguymuş gibi davranılmaktadır. Her toplumda
mevcut olduğuna göre fakirliği ortadan kaldırmak için de farklı siyasetler uygulanmalıdır.

Fakirlik çoğunlukla kırsal bir mesele olmakla birlikte, modernizmle birlikte
gelen farklı iş alanları yüzünden şehirlere akın eden pek çok insan fakirliğin pençesine
düşmektedir. Artık dünyadaki her sanayi şehrinin düşük hayat standartlarına sahip
bölgeleri ve mahalleleri vardır. Zengin ve fakir bölgeler arasındaki uçurum da giderek
derinleşmekte ve neticede ekonomik olduğu kadar sosyal, kültürel ve ahlaki problemler
ortaya çıkmaktadır. Fakir bölgelerde yaşayan insanlar bir nevi kısır döngü içerisine
düşmekte ve gerek eğitim ve gerekse iş bulma imkanlarından yeterince faydalanamadıklarından
hayat şartları da giderek kötüleşmektedir.

Fakirliğin tarifinin yapılması kolay olmasa da fakirliğin göstergelerinden bahsedilebilir.
Öncelikle fakirlik, maddi şartlarla ilgili bir konumdur, yani mal ve hizmetler gibi
pek çok imkandan yoksun olma ve düşük hayat standardında yaşam zorunluluğu gibi
tamamen kişinin içinde bulunduğu maddi şartlarla ilgilidir. İkinci olarak, fakirlik,
ekonomik durumla ilgilidir, yani gelir seviyesi, kaynakların yetersizliği veya sınırlı
olması, eşitsizlik veya düşük sosyal sınıf gibi faktörler kişinin fakir olarak adlandırılmasında
öne çıkmaktadır. Son olarak da fakirlerin toplumda söz sahibi olamamalarından kaynaklanan
bağımlılık ve sosyal dışlanmışlığın getirdiği sosyal konumları da fakirliğin sebeplerinden
sayılabilir.

Fakirliğe genel olarak maddi yoksulluk olarak bakılmasına rağmen onun aynı zamanda
bilinç, duygu, tavır ve algılama ile ilgili olduğunu da unutmamak gerekir. Yani,
fakirlerin kendileri ve çevreleri hakkındaki duygu ve düşünceleri göz önüne alınarak
korkuları, ümitleri ve hayalleri de onların durumlarını belirleyen faktörlerdir.
Fakirlerin bizzat kendilerinin fakirliğin sebepleri hakkında görüşleri şimdiye kadar
belki de çok önemsenmediğinden fakirlik ortadan kaldırılamamaktadır.

Her ne kadar fakirliğin tarifi üzerinde bir anlaşma sağlanamamışsa da İngiliz
sosyolog Peter Townsend'in yapmış olduğu tanımlama genel kabul görmüş gibidir. Townsend'e
göre "toplum içindeki fertler, aileler ve gruplar eğer yiyecek edinmede gerekli
kaynaklardan yoksunsa, toplumsal faaliyetlerde yer alamıyorsa ve geleneksel ya da
en azından bulundukları toplumun uygun gördüğü veya teşvik ettiği hayat şartları
ve konforlarına sahip değillerse fakir sınıfına girerler. Onların kaynakları normal
fert veya ailelerden o kadar aşağıdadır ki, gündelik hayat biçim, gelenek ve faaliyetlerinden
dışlanırlar" (Townsend, 1979; 31). Bu tarifte ilk göze çarpan unsur, kişilerin veya
ailelerin içinde bulundukları toplumun öngördüğü hayat standartları ile göreceli
olarak karşılaştırılarak fakirliğin tespit edilmesidir.

Fakirlik genel olarak gerçek fakirlik ve göreceli fakirlik olarak ele alınırken,
gerçek fakirliğin daha çok kişinin hayatını belirli bir standartta devam ettirebilmesi
için gereken gelir seviyesi ile alakalıdır. Fakirlik sınırı ile insanların fakir
olup olmadıklarına karar verilmektedir. Eğer kişinin geliri fakirlik seviyesinin
altındaysa fakir olarak kabul edilir. Burada mesele, fakirlik sınırının belirlenmesindedir.
Bunun için de "minimum hayat standardı" tespit edilirken temel ihtiyaçların neler
olduğu hususunda ihtilaf çıkabilir. Zira bazılarına göre temel ihtiyaçlar için sadece
yiyecek, giyecek ve barınma yeterli görülürken bazıları da eğitim, ulaşım ve sağlığı
da eklemektedir. Aslında özgürlük gibi temel kişisel hakları da bu ihtiyaçlar listesine
ekleyebiliriz. Diğer dinlerden farklı olarak İslam temel ihtiyaçlar olarak kabul
edebileceğimiz insani ihtiyaçları çok açık bir şekilde belirlemiştir: Can, mal,
ırz; yani yaşama hakkı, şeref, haysiyet, hürriyet ve mülkiyet her türlü saldırıdan
korunmuş haklardır.

Kısaca, gerçek fakirliğin sadece geçinmek için gerekli ihtiyaçları içerdiği ve
göreceli fakirliğin de temel ihtiyaçların sosyal ve kültürel olarak belirlendiği
ve toplumsal beklentilerin daha fazla rol aldığı bir kategori olarak toplumdan topluma
değişen bir bakış açısıdır. Özellikle de toplumların refah seviyesi arttıkça, yani
hayat standardı yükseldikçe, göreceli fakirlik de artacaktır.

Fakirliğin ölçülmesinde, daha doğrusu fakirler arasındaki eşitsizlik ve toplumun
geri kalanıyla aralarındaki ilişki söz konusu olduğunda "göreceli fakirlik" kavramı
öne çıkmakta ama "yoksulluk sınırı" belirlenmesi apayrı bir problem teşkil etmektedir.
Profesör Sen (1976) ile başlayan fakirliğin tam olarak tarif edilememesi, aynı zamanda
fakirliğin ölçülmesi işini de zorlaştırmaktadır. Dolayısıyla, fakirlik ölçütleri
hep bir gösterge olarak alınmalıdır. En çok kullanılan ölçü kişilerin veya ailelerin
gelirleridir. Mesela, Dünya Bankası fakirlik sınırının belirlenmesinde günlük 1
ABD dolarını ölçü kabul etmektedir. Yani, ayda 31 dolar geliri olmayan herkes fakir
kategorisine girmektedir. Bu ölçüye göre dünya nüfusunun kabaca yarısı fakir konumundadır.
Ancak, Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşayan birisi için ayda 31 dolarlık gelir
oldukça düşük sayılırken ülkelerin ekonomik ve sosyal şartları göz önüne alındığında,
mesela Bangladeş'te normal bir gelir olarak kabul edilebilir. Batı merkezli bu tür
tasnifler dünyanın geri kalanının kendilerinden daha aşağı seviyede ve geri kaldıklarını
ima etmede kullanılmaktadırlar. Eğer bir Batı ülkesinin kişi başına düşen milli
geliri yıllık 20.000 dolar seviyesindeyse daha düşük bir ülkede mesela, yıllık 3.000
dolar civarında olan bir bölgede insanlar göreceli olarak daha rahat bir hayat sürebilirler.
Ama her yıl açıklanan milli gelir indeksleriyle üçüncü dünya ülkeleri aşağılık kompleksine
itilmekte ve Batı'ya yetişebilmek için olanca güçleriyle onları taklide yönelmektedirler.
Zaten kapitalizm fakir ülkelerde insanları ekmek parası derdine düşürürken, göreceli
olarak daha zengin ülkelerde onları lükse düşkünleştirmeye çalışmaktadır. Ancak
böylelikle kapitalist ülkeler, daha doğrusu şirketler gelirlerini artırma ve dünyanın
geri kalanını sömürmeye devam edebilirler. Gelir dağılımının adaletsiz olduğu özellikle
Latin Amerika ülkelerinde mesela, Brezilya ve Venezüella'da zenginler aşırı lükse
alıştırılırken fakirler de her geçen gün daha fazla temel ihtiyaç maddelerini temin
için uğraşmakta ve zenginlerin hayatlarına duyulan özentiden ötürü de suç oranları
giderek artmaktadır.

Fakirliğin ölçülmesinde diğer bir yöntem de "bütçe standardı" diyebileceğimiz
ve temel ihtiyaç maddelerinden oluşan bir sepetin maliyeti olarak hesaplanmaktadır.
Belirli aralıklarla bu sepetin içeriği fiyat cinsinden hesaplanarak toplumun hangi
kesiminin fakir olduğuna karar verilmektedir. Fakat söz konusu sepeti elde edecek
kadar gelire sahip olmayanların devlet ve hükümetlerce her dönem tek tek tespit
edilerek onlara gereken yardım ve desteğin nasıl sağlanacağı henüz pek çok ülkede
tam olarak çözümlenebilmiş değildir. Eğer yeterince destek verilmeyecekse, daha
doğrusu bu kişilerin ve ailelerin durumlarının düzeltilmesi için gereken adımlar
atılmayacaksa belirli döneme ait fakir insanların sayısını, istatistiklerini tutmanın
kimseye fayda sağlamayacağı açıktır.

Fakirliğin ölçülmesinde bir diğer yöntem Avrupa Birliği'nin 1984'teki fakirliği,
"kaynaklarının (maddi, sosyal ve kültürel) sınırlı olmasından dolayı yaşadıkları
ülkelerin kabul edilebilir en düşük seviyesinden dışlanan" insanların durumu şeklinde
tanımlamasından hareketle her ülkenin kişi başına düşen milli gelir dağılımının
ortalaması olarak hesaplanmaktadır. Gerek tarifte ve gerekse uygulamada açıkça görüleceği
üzere burada da fakirlik göreceli olarak ele alınmaktadır.

Bazı ülkelerde de fakirlik milli gelirin tam yarısı ile sınırlandırılmaktadır.
Yani kişi başına düşen milli geliri 10.000 dolar olan bir ülkede fakirlik sınırı
kabaca geliri yıllık 5.000 doların altında olan bireyler olarak tespit edilmektedir.
Bu sınırlamalar ve seviyeler tespit edilirken elbette bazı hususlar gözden kaçabilir.
Mesela, dünyada ailelerin bütçelerinin en büyük kısmı barınma ihtiyacına ayrılmaktadır.
Dolayısıyla fakirlik ölçümleri yapılırken ailelerin oturdukları evin kendilerine
ait olup olmaması büyük farklara yol açacaktır.

Fakirliğin ölçülmesinde belki de en güvenilir sonuç insanlara kendilerini fakir
kategorisinde görüp görmedikleri sorularak elde edilebilir. Elbette sosyal bilimcilerin
yapabileceği böyle bir araştırma, ayrıca araştırmanın yapıldığı bölgede fakirlik
hakkındaki genel kanaati de ortaya koyacaktır. Böylece o bölgede yaşayan toplumun
lüzumlu olarak gördükleri maddi ve manevi ihtiyaçlar da belirlenebilecektir. Bir
başka deyişle, hükümetlerin tepeden bakarak insanları zengin-fakir ayırımına tabi
tutmaları da sona erecektir.

Fakirliğin ölçülmesinin bir başka faydası da fakirliğin sebeplerinin belirlenebilmesidir.
Genel olarak iki kategoride ele alınabilir: Bu sebepler öncelikle kişilerin davranışlarıyla
ilgili olanlar ve ikinci olarak da toplumların yapısıyla alakalı sebepler tespit
edilebilir. Fakir insanların davranışlarına dair sebepler arasında onların kişisel
olarak yetersiz olmaları, yanlış seçimler yapmış olmaları ve kendilerinin bizzat
böyle bir hayatı tercih etmeleri sayılabilir. Aslında bu son sebebin geçerliliği
tartışmaya açıktır. Belki bazı insanlar dini, sosyal veya kültürel olarak böyle
seçimi tercih etmiş olabilirler ama böyle bir hayat görüşü ancak ferdi ve bilinçli
bir tercih meselesi olabilir. Fakirliğin fertlere indirgenmesinin de sorumluluğun
sadece fakirlere yüklenmesinden başka bir amacı olmayacaktır. Bir başka açıklama
da fakirliğin ailelerin bir kaderi olması ve nesillerden nesillere aktarılmasıdır.
Fertlerin içinde bulundukları şartlar itibariyle fakirliğin kısır döngüsünden kurtulamamaları
belki makul bir açıklama olabilir ama yine de sorumluluğun paylaşılmasına imkan
tanımaz. Davranışlarla ilgili sebeplerden bir başkası da din gibi bazı alt kültürlerin
bu insanların fakirliği tercih etmelerinin sebebi olarak görülebilir. Bu açıklama
da yine tartışmaya açıktır ve bazı Hindu ve Budist geleneklerinden başka hiçbir
dünya görüşünün bu nevi bir tavra izin verdiği söylenemez.

Fakirliğin sebeplerinin açıklandığı bir başka kategori de ortaya çıktığı toplumun
yapısıyla alakalıdır. Fakirlik bazı grupların toplumda, özellikle ekonomik kaynaklardan
dışlanmasının bir neticesidir. Bu durumdaki grupların fakirlikten kurtulabilmeleri
ancak, onlara yeterli ekonomik kaynağın verilmesiyle mümkün olabilir. Mesela, bazı
sanayi kollarında ülkedeki bir takım azınlıkların veya kesimlerin dışlanması devam
ettiği sürece bu insanlar da fakir olarak kalacaklardır. Bir başka açıklama doğrudan
hükümetlerle ilgilidir ve onların halka yeterince hizmet götürememeleriyle alakalıdır.
Eğer hükümetler vatandaşlarının bir kısmına gerekli altyapı ve diğer imkanları sunamazlarsa
o bölgelerin fakirliğine zemin hazırlamış olacaklardır.

Fakirliğin neticelerinden belki de en önemlisi bu grupların toplumsal hayatın
her kademesinden dışlanmasıdır. Sosyal dışlanmışlık, insanların aile, arkadaş, cemaat
ve toplum gibi zor zamanlarda güvenebileceği grupların parçası olamamasıdır. Mesela
fakirler, sabıkalılar, bulaşıcı hastalık sahipleri, zihinsel ve bedensel özürlüler
pek çok toplumda dışlanırlar ve korumasız kalırlar. Bu durumda söz konusu grupların
sadece pek çok imkandan mahrum kalmaları değil, aynı zamanda sosyal ilişkilerde
problemli olma ve sosyal tecrit mekanizmalarına maruz kalmalarına yol açacaktır.
Neticede kişilerin normal faaliyet alanlarından uzaklaştırılmasıyla fakirlikleri
de artacak, hatta iş bulmaları imkansız hale gelecektir. Dünyanın hemen hemen her
yerinde uzun dönem işsizlerin giderek çalışma alanlarından dışlandığı da bir gerçektir.
Toplumsal dışlanmışlık belki de fakirliğin süregelmesinde en önemli etkenlerden
birisidir. Zira dışlandığı için toplumsal faaliyetlere katılamayan birey fakirleşecek
ve fakirleştiği ölçüde de dışlanmışlığı artacaktır.

Fertlerin toplumdan dışlanmalarının tabii bir neticesi de onların, en azından
bir kısmının, güçsüzlükleri ve savunmasızlıklarının üstesinden gelebilmek için son
çare olarak dine sarılmaları oldukça yaygın bir kanaattir. Bu görüşün belki de en
önemli temsilcisi Karl Marx'tır. Onun herkesin bildiği meşhur bir sözü olan din,
"zulme uğramış mazlumun ahı, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz şartların ruhu olup
halkın afyonudur" tespiti sanki dünya üzerindeki bütün fakir topluluklar için yapılmıştır
(Guiso, Sapienza ve Zingales 2003). Ancak bu grupların dini inanç sistemleri incelendiğinde
her ne kadar ibadethanelere yoğun bir şekilde devam etmeseler de her gün dini pratik
ve uygulamaları yerine getirdikleri, fakat manevi inançlarının sadece inandıkları
metafiziksel varlıktan sürekli korkuya dayandığı anlaşılmaktadır. Eğer insanlar
içinde bulundukları fakirlikten kurtulmaları ya da en azından çok fazla şikayet
etmemeleri için evrende ferdin ihtiyaçlarının sınırsız, ama bu ihtiyaçları giderecek
imkanların sınırlı olduğunun farkına varırsa ihtiyaç-kaynak arasında ahenkli bir
ilişki kurabilmeleri gündeme gelecektir. Bu ahenkli ilişki daha çok dinlerin öngördüğü
bir çözüm olsa da ekonominin temeli de bu prensibe bağlıdır. Yani kişiler kaynaklarının
ve ihtiyaçlarının arasında bir uyum ve denge yakalayabilmeleri durumunda kanaat
denilen dini bir prensibe ulaşmaları söz konusu olacaktır. Bu da fakirleri, Marx'ın
"din halkların afyonudur" şeklindeki kaderciliğe sürükleyecektir. Burada yine yazının
ilk bölümünde söz edilen "zenginlerin fakirlikten dolayı fakirleri suçlamalarını"
haklı hale getirecektir.

Fakirliğin belirlenip ölçülmesinin de elbette bir amacı olmalıdır. Fakirliği
ortadan kaldıracak tedbirler ve uygulamalar ülkelerin içinde bulundukları ekonomik
ve sosyal şartlarla yakından ilgili olmalıdır. Zira fakirlik ölçümleri yapılırken
fertlerin geliri, eğitim seviyesi, iş becerileri vs. göz önüne alınırken temel bir
kategori olarak bölgeler de dikkate alınmalıdır. Çünkü her ülkede hep zengin ve
fakir bölgeler mevcut olagelmiştir. Bu tedbirlerin içinde belki de en fazla yaygın
olanı "yol inşaatı" şeklinde karikatürize edilebilecek sektörel yatırım da diyebileceğimiz,
özellikle fakir bölgelerin seçilerek gelişme programlarının uygulanmasıdır. Bu programlar
da daha çok altyapı inşaatı, yani yollar, köprüler, barajlar, okullar, hastaneler
ve hatta toprak reformu olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylece, hükümetler sadece
zenginlerden alınan vergilerin doğrudan fakirlere aktarılması değil, aynı zamanda
ekonomik olarak geri kalmış bu bölgelerin altyapılarının hazırlanmasıyla daha fazla
yatırım çekebilecek hale getirilmesini sağlayacaklardır. Fakat burada dikkat edilmesi
gereken husus, sağlanan faydanın yine ekonomik olarak iyi durumda olan büyük şirketlere
değil, doğrudan fakir kesimlere yönelmesini sağlayabilmektir. Bu tür çözümlerin
geçici olmasından dolayı fakirliğin ortadan kaldırılması için sadece otoriteler
değil, aynı zamanda fakirlerin içinde bulunduğu sosyal ve kültürel şartlar eldeki
ekonomik kaynaklarla dengelenerek fakirlere bu kısır döngüden çıkabilmeleri için
fırsatlar verilmesi gerekir. Fakirliğin azaltılması aynı zamanda kapitalizmin de
işine gelecek, böylece seri olarak ürettikleri mallarını daha fazla satabilme imkanına
kavuşacaklardır. Ancak sürekli olarak kârlarını yükseltme eğilimindeki kapitalist
sınıf belki de İslam'ın temel prensiplerinden zekat gibi bir kurumu kendi ülkelerinde
ve özellikle de dünyanın fakir bölgelerinde uygulayarak hem toplumsal huzurun, hem
de dünya genelinde bir barışın gerçekleşmesine katkıda bulunabilirler. Ancak sömürüye
alışmış bir ideolojinin böyle bir amacı gerçekleştirmesi hem zor, hem de sömürülenlerin
kuşkuyla yaklaşacakları bir uygulama olacaktır. Toplumsal dayanışma ve barışın önemini
daha yeni yeni anlamaya başlamış olan sömürgeci Batı hâlâ "tek başına bowling oynamaya"
(Putnam 2000) devam etmektedir.

***

Öz

Dünyanın her yerinde ve her zaman fakirlik olmasına rağmen fakirliğin tanımlanması
oldukça zordur. Zira fakirlik sadece ekonomik yoksulluk ve yoksunlukla ilgi değil,
aynı zamanda fertlerin içinde bulundukları sosyal ve kültürel şartlarla da yakından
alakalıdır. Durum böyle olunca temelde ekonomik şartların öne çıktığı mutlak fakirlik
ile sosyal şartların etkin olduğu göreceli fakirlik arasında bir ayırım yapmak gereklidir.
Fakirliğin tarifinde sadece tepeden bakılarak bazı grupları fakir veya zengin olarak
nitelemek yerine bizzat fakirlerin kendileriyle yüz yüze görüşülerek onların fakirlik
hakkındaki görüşleri de alınmalıdır. Fakirliğin ortadan kaldırılması tarih boyunca
pek mümkün olmamışken küreselleşme ve liberalizmle birlikte ticaret hayatının yaygınlaşmasıyla
fakirlik de küresel bir problem teşkil etmiş ve çözümü için de küresel aktörlerin
rol alması gereken bir süreç başlamıştır. Fakirliğin ortadan kaldırılması sadece
ekonomik tedbirlerle değil, aynı zamanda toplumsal dayanışma ile mümkün olacaktır.

Anahtar Kelimeler: Mutlak Fakirlik, Göreceli Fakirlik, Sosyal Dışlanma, Sosyal
Dayanışma

Abstract

Despite the fact that poverty has always existed across all history and different
regions of the world, the definition has proved itself as almost impossible. Since
poverty has not only been related to the economic circumstances but the social and
cultural conditions in which individuals live. Therefore, it is imperative to distinguish
between what can be called absolute poverty that has bee defined by economic circumstances
and relative poverty, which has been the result of socio-cultural conditions. It
is also important that poverty should not be defined only from above but it requires
to go down and talk face-to-face with the poor themselves on their own perception
of poverty. Although eradication of poverty has never been successful in the world
throughout history, it has become a global problem with the increase in globalization
and free trade all over the world which requires the global actors to play an active
role in the process. The eradication of poverty is not possible only through economic
measures but expansion of social solidarity.

Key Words: Absolute Poverty, Relative Poverty, Social Exclusion, Social Solidarity

Kaynakça

Guiso, Luigi, Paola Sapienza ve Luigi Zingales (2003), People's Opium? Religion
and Economic Attitudes, Journal of Monetary Economics, sayı: 50, 225-282.

Putnam, Robert D. (1993), Bowling Alone: The Collapse and Revival of American
Community, New York: Simon and Schuster.

Townsend, Peter (1979), Poverty in the United Kingdom: A Survey of Household
Resources and Standards of Living, Berkeley: University of California Press.