The Indicator of Bankruptcy of Modern Western Civilization:
Global Poverty in the Global Village

İnsanı, mahiyeti ve yapısı bakımından beden ve ruhtan mürekkep bir varlık olarak
kabul edersek, ihtiyaçları da iki temel başlık altında toplanabilir. Birincisi,
biyolojik ihtiyaçları (açlık, susuzluk, cinsellik, annelik gibi); diğeri de manevi
ve toplumsal ihtiyaçları (başta inanma, sevgi görme ve sevme, bir kimlik sahibi
olma, kendini ifade etme, özgürlük, saygı görme vs. gibi.) Bugün fakirlikten söz
edilirken genellikle insanların sadece ikinci türden biyolojik ihtiyaçlarının sayılması,
ciddi bir bakış açısı probleminin olduğunun delilidir. Çünkü insanı sadece bir yönü
ile değerlendirmek ve ihtiyaçlarını ona göre belirlemek eksik bir tarife ve sonuca
yol açacaktır. Bugün konu ile ilgili literatürdeki tariflere baktığımızda, böyle
tek taraflı yaklaşımın, indirgemeci anlayışın hakim olduğu görülmektedir.

Günümüzde uluslararası literatüre giren iki farklı kritere dayalı fakirlik tarifi
yapılmaktadır. Bunlardan ilk örnek; harcamayla ölçülebilen, tüketilen mal miktarı
veya gelir düzeyiyle ilişkili 'tüketim seviyesi'dir. Bu seviye, günde 1 ABD doları
olarak kabul edilir.

İkinci örnek olarak; Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından
geliştirilen insani fakirlik kriterlerine göre, dört madde sayılmaktadır. (1) Yaşama
süresi (yaşama ortalaması 40 yaşın altında olan toplumlar); (2) eğitim alabilme
fırsatı (okuma-yazma bilmeyenler); (3) ekonomik ve sosyal imkanlar; (4) sağlıklı
içme suyuna sahip olamayanlar; (5) temel sağlık imkanlarına sahip olamayanlar; (6)
beş yaşın altında olan ve yeterli beslenemeyenler fakir kategorisinde değerlendirilmektedir.

Fakirlik kavramı, bir yanıyla toplumsal ihtiyaçlara dayanır. İnsan toplumsal
bir varlıktır; bu nedenle biyolojik varlığını sürdürebilmesi için gerekli olan beslenme
ihtiyaçlarının yanısıra barınma, giyim, kültür, eğitim, sağlık, topluca yaşama,
dinlenme, estetik ve buna benzer biyolojik ve sosyo-kültürel ihtiyaçları ile de
toplumsal bir varlıktır. Burada daha çok insanın maddi ihtiyaçlarına vurgu yapılmaktadır.

A. Cevizci'ye göre felsefi anlamda fakirlik; "yokluk kavramları olarak da bilinen
ve sahip olunması gereken bir özelliğin bir şeyde, bir nesnede bulunmadığını ifade
eden, dolayısıyla ancak o şey, o nesne için kullanılan olumsuz kavramlara verilen
isim"dir.

Z. Bauman'a göre fakirlik; "normal hayat" olarak kabul edilen her şeyden mahrum
bırakılma demektir. Yani insanın "istenilen düzeyde olmaması" demektir. Bu durum,
insan bireyinin kendini beğenmemesine, utanç ya da suçluluk duymasına neden olabilir.

Diğer yandan fakirliğe Katolik Hıristiyanlık, Hinduizm ve İslam dini gibi bazı
inanç sistemleri tamamen olumsuz bir durum olarak bakmazlar. Hatta zenginlik, dünyevileşmeye
giden bir araç olarak görülürken, fakirlik maddeden bağımsızlaşmanın ve Allah'a
yakınlaşmanın bir vesilesi olarak kabul edilmektedir. Tarihi sürece baktığımızda
zenginliği önemli bir değer olarak görüp, fakirliği aşağılayan yaklaşım, Yahudilik
ve Protestan Hıristiyanlık yorumlarında belirginlik kazanır.

Fakirliğin tarifi konusunda Bediüzzaman'ın yaklaşımı da Kur'an'a dayalı bir çizgidedir.
Ona göre fakirlik sosyal, ekonomik ve afaki/dışsal bir olgu olarak değil, kalbi,
manevi ve deruni/içsel bir tutum ile açıklanmaya çalışılır. Mesela, fakirlik ve
acizlik inanç sisteminin en temel unsurlarındandır. Çünkü insan ancak fakirlik ve
acizlik sayesinde, Allah'ın karşısındaki doğru ve olması gereken konumunu bulabilir.
Bu duygu sayesinde insan aynı zamanda elde etmeye hiçbir güç yetiremediği maddi
nesnelere/nimetlere kavuşabilir. Ancak bu acizlik ve fakirlik duygusu Allah'ın dışındaki
hiçbir yaratılmış varlığa karşı beslenmemek şartıyla… Burada önemli ve hassas
bir çizgi vardır: İnsan ontolojik anlamda ancak Allah'ın karşısında yokluk hissiyle
varlığa kavuştuğu gibi, sahiplik anlamında da O'nun karşısında fakir ve acizlik
sayesinde nimetlere kavuşabilir.

Günümüzde kapitalist sistem fakirliği 'tüketim azlığı' olarak göstermeye çalışmaktadır
ve bunun sorumlusu olarak insanların çalışmamasını göstermektedir. Burada çalışmayan
insanlar, aslında kendisinin işsiz bıraktığı ve bunun sonucunda fakirleşen insanlar
olduğunu saklamaya çalışmaktadır. Bu durum Bauman'a göre; günümüz kapitalizminin
fakirleri çalışmak istese bile 'iş bulamayanlar'/işsizler olarak değil, 'tüketici
olamayanlar' olarak gördüğünü vurgulayarak, bugünün fakirleri öncelikle 'işsiz'
değil, 'tüketici olamayanlardır; onların yerine getiremedikleri sosyal görevlerin
en önemlisi pazarın sunduğu mal ve hizmetlerin aktif ve etkili alıcısı olmak olduğundan,
onları öncelikle tanımlayan şey defolu tüketiciler olmalarıdır. Tüketim toplumu
bilançosunun denkleminde, fakirler gayet açık bir biçimde pasiftir ve hiçbir şekilde
şimdiki ya da gelecekteki aktif tarafına kaydedilmezler.

Aydınlanmacı akıl ülküsünden ve dünyayı bütün insanlık için bir cennete dönüştürme
iddiasından yola çıkan modern Batı medeniyetinin dayandığı bütün kaleleri düşmektedir.
Önce materyalist felsefe, sonra pozitivist bilim teorileri ve bunlara dayanan bütün
alanlara yönelik tezler kendi içinde doğurduğu çatışmalarla çözülmeye başlamıştır.
Modern teorilerin öngördüğü bütün tahminler pratikte yanlışlanmış ve çizdiği bütün
çerçeveler yırtılmıştır. 21. yüzyıl insanları, kesin bir biçimde; aklın ilahlaşması
ve hakiki ilahi olanın dışlanmasına dayanan modern ideolojinin, felsefi, siyasal,
ekonomik ve sosyal bütün paradigmaların, kendi içinden ve kendine mensup düşünürlerin
de kabulleri ve onaylarıyla yanlışlanmasına şahit olmaktadır. Modern bilgi, bilim
ve felsefe, öncelikle dünyayı ve insanlığı bütün geleneksel, manevi ögelerinden
soyutlamış, maddi ve biyolojik bir varlığa indirgemiş; böylelikle onlara yapılabilecek
en büyük hakareti yapmıştır. Ancak bununla da yetinmeyerek, dünyanın düzenini bozmuş,
insanların çoğuna biyolojik bir varlık olarak bile yaşamayı çok görmektedir.

Bugün sosyal ve ekonomik bakımdan insani fakirliğin tarifleri yapılmaya çalışılmakta
ve adeta sonuçlardan yola çıkılarak, çareler araştırılmaktadır. Oysa bir hastalığın
ortadan kaldırılabilmesi için öncelikle sağlıklı bir teşhis yapmak gerekir. Hastalığın
türüne, mahiyetine göre gereken doz ve türde çareler aranmalı; doğru sonuca götürecek
belirli bir yöntem takip edilmelidir.

Her şeyden önce modern iktisat anlayışının dayandığı temel ilke; "tabiattaki
kaynakların kıt, insan ihtiyaçlarının ise sınırsız" olduğu tezine dayanmaktadır.
Yani "insanların ihtiyaçlarının her zaman, içine doğduğu çevrenin imkanlarından
daha fazla olduğu" iddia edilmektedir. Kabul edilmelidir ki, bu sadece bir iddiadır
ve belirli bir bakış açısına dayanır ve kesinlikten uzaktır. Oysa buradaki "ihtiyaç"
göreli bir olgudur. Ve ihtiyacın derecesi ve sınırları insanların düşünceleri, inançları
ve dünya görüşleri tarafından belirlenmektedir. Mesela, bir mistik inanç sahibi
ile bir dünyevi insanın ihtiyaç dereceleri farklı olduğu gibi, toplumların dünya
ve dünyevi ihtiyaçlara verdikleri öneme göre de ihtiyaç dereceleri farklılaşacaktır.
İnsanların ve toplumların dünyaya ve dünyevi olana verdikleri değerle orantılı olarak,
ihtiyaçları da değişme gösterecektir.

Genel olarak insanlık kültür tarihine baktığımızda, toplumların iki farklı hayat
tarzını benimsediklerini görmekteyiz. Toplumlar gibi tek tek insan fertleri de bu
iki hayat biçimi arasındaki değişik derecelerde bir hayat biçimini tercih etmektedirler.
İnsanlar ya içinde yaşadıkları kültür çevresinin belirlemiş olduğu ihtiyaç olan
ürünlerle yetinmekte ve kanaat etmektedirler, -elindeki imkanlarla yetinen bu insanlara
"kanaatkar" denir- ya da insanlar kendi kültür çevresi dışında gördükleri ve tanıdıkları
tüketim ürünlerine de sahip olmak istemekte ve onları elde edebilmek için, mücadele
içine girmeyi tercih etmektedir. Bu tür insanlara da "hırslı" veya "mücadeleci"
insan denilmektedir. İşte tek tek insanların göstermiş olduğu bu tavırlar aynı zamanda
içinde bulundukları toplumların da dünya görüşlerini, yaşama biçimlerini tayin etmektedir.

Öyleyse şimdi öncelikle maddeci dünya görüşüne göre fakirlik olgusunu incelemeye
ve buradaki problemli noktaları belirlemeye çalışalım: Buna göre fakirlik, insanlığın
varolduğu günden beri kendini değişik düzey ve formlarda göstermiş ve günümüzde
ise daha geniş ve küresel boyutta varlığını sürdürmektedir. Dolayısıyla fakirlik,
yakın tarihte veya günümüzde ortaya çıkan bir olgu/durum/sonuç değildir. İlk insan
topluluklarının hayat tarzları binlerce yıl boyunca tabiat şartları tarafından belirlenmiş
ve yön verilmiştir. Çünkü bu dönemde yaşayan insan topluluklarının doğayı bilgi
ve emekleriyle değiştirip dönüştürme güçleri/yetenekleri yoktu. Bu nedenle de açlık,
kıtlık, kuraklık gibi durumlar, insan topluluklarını, biyolojik ihtiyaçlarını karşılamak
ve varlıklarını sürdürebilmek için verimli alanlara göçe zorlamıştır. Oysa antropolojik
ve etnolojik araştırmaların verdiği kültürel bilgilere dayanarak söyleyebiliriz
ki; gerek avcılık ve toplayıcılık dönemlerinde, hatta tarım ve hayvancılıkla geçindikleri
çağlarda, insanların tabiatı dönüştürmek ve ona egemen olmak yerine, onunla daha
uyumlu ve olumlu bir ilişkisi olmuştur. Ayrıca insanoğlunun dünya hakkındaki dünyevi
bilgi ve emeklerinin artışı, toplumsal refahtan çok, daha fazla çatışma ve mücadele
etme yollarını açmıştır.

Modern bilim ve ideolojik paradigmanın etkisinden sıyrılıp baktığımızda görülüyor
ki, maddeci bakış açısına göre temeldeki bakış açısında problem vardır. Burada insan
ile tabiat arsındaki ilişki, uyum ve uzlaşma yerine mücadele ve egemenlik olgularıyla
açıklanmaktadır. Nitekim bu teze göre, verimli alanların keşfedilmesi, tarım devrimi
ve bunun sonucu yerleşik yaşama geçilmesi ile birlikte insanoğlu sahip olduğu bilgi
birikiminin artması ve yaptığı buluşlar sayesinde, tabiata boyun eğmekten kurtulmuş,
emeğiyle doğayı dönüştürerek, ona egemen olmaya ve böylece kendi hayat standardını
üretmeye ve biçimlendirmeye başlamıştır. Oysa, bilgiyi bir "güç göstergesi" olarak
algılayan böyle bir yaklaşım, hiçbir zaman tabiat hakkındaki bilgiyi tüketemeyeceğini
ve hiçbir zaman sınırsız arzularını doyuramayacağını atlamaktadır. Bu nedenle de
bilginin aydınlatıcılığından ve dünyevi nimetlerin lezzetlerinden daha sınırsızca
tat alma zevkinden de kendini mahrum bırakmaktadır.

Nitekim yeryüzünde bilim ve inanç başta olmak üzere bütün maddi ve manevi değerlerin
Batı insanının dünyayı cennete dönüştürme ideali için kullanılmaya başlandığı, yeni
bir çağa gelindi. Bu çağ Allah ve Peygambere kafa tutan İsrailoğullarının tohumlarını
attığı, dünyevileşmeyi akıl ve vicdan dışı Katolik inançlardan kurtulmak isteyen
Protestanlığın beslediği yeni bir çağdı: Kendi değerini kendinden menkul olarak
kutsallaştıran akıl üzerine kurulu bu çağın adı Aydınlanma çağı, ürettiği ideolojinin
adı da modernizmdir.

Bilimsel gelişmelere dayanarak kurulan Sanayi Devrimi insanlık tarihinde bu anlamda
bir dönüm noktasıdır. Sanayi Devrimi'nden sonra günümüze kadar özellikle bilim ve
teknolojide baş döndürücü gelişmeler ortaya çıkmıştır. Günümüzde insanoğlu, gıda
ürünleri üretimi açısından da hava ve iklim şartlarına bağlı olmaktan kurtularak
6 milyarı aşan dünya nüfusunun yaklaşık iki katını sağlıklı bir biçimde besleyebilecek
düzeye gelmiştir.

Ancak günümüzde iletişim imkanlarının gelişmesiyle birlikte dünya küresel bir
köye dönmüş olsa da, insanlar, toplumlar ve milletler arasında gelişmişlik düzeylerine
bağlı olarak küresel sömürü mekanizmalarından kaynaklı farklılıklar, eşitsizlikler
sürmekte, hatta artmaktadır. Burada yoksulluğun, sefaletin, açlığın, kitle ölümlerinin
oluşumunda modern Batı ideolojilerinin ve bu ideolojilerin haklı çıkartılması için
harcanan emeklerin ve yapılan savaşların rolünü unutmamak gerekir. Bilim ve teknolojinin
gelişmesiyle büyük bir köye dönen dünyamızın ağaları, dünyanın bugün fakir olarak
nitelendirilen kıtaları ve insanlarının sırtlarından ve topraklarından çaldıkları
nimetlerin büyük ve yağlı kısmına el koymakta, geri kalanını ise dünyanın diğer
fakir/mazlum toplumları paylaşmaya çalışmaktadır.

Bununla yetinmeyerek, modern/modern-dışı ayrımının bir uzantısı olarak, gelişmiş/geri-kalmış,
zengin/fakir, çağdaş/çağdışı gibi ayrımlarla, Allah'ın yeryüzünde bir temsilci/halife
olarak yarattığı kutsal insanlığı, değersizleştirmekte, dünyevileştirmekte, kendi
fakirliği ve yalnızlığı, aşağılanmışlığı ile baş başa bırakmaktadırlar. Timsahın
gözyaşları kabilinden, vicdanlarını ikna etmek veya eleştiriler, tepkiler ve saldırılardan
kaçmak için kurdukları örgütler aracılığıyla, ölmeyecek kadar, çürümüş, kokmuş,
bozulmuş, haram kokan artıklarını bir büyüklük edasıyla dağıtmaktadırlar.

İnsanın biyolojik varlığını sürdürebilmesi için gereken gıda, barınak ve giyim
miktarı, içinde bulunulan zamana ve topluma göre büyük değişiklikler gösterebilmektedir.
Ancak insanların kitleler halinde açlıkla karşı karşıya kalışları, Batı sömürgeciliği
ile başlamaktadır. Mesela, Avrupa kıtasında sanayi devrimi öncesinde feodallerin
ve kilisenin, sanayileşme sonrasında ise baronların ve asillerin baskıları altında
yaşayan kitlelerin büyük bir kısmı, bu anlamda fakirlik içinde yaşamakta veya fakirlik
tehlikesi ile karşı karşıya karşıyaydı. Ancak daha acıklı, dramatik örnekler dünyanın
diğer kıtalarında da yaşanmaya başlandı. Özellikle Batılı kaşiflerin/sömürgecilerin
ve talancı/hırsızların önce Amerika, ardından Afrika, sonra Avustralya ve Asya kıtalarının
öz kaynaklarını sömürmeye başlaması ve buralarda yaşayan insanların çalışma ve üretme
imkanlarını ve yeteneklerini ellerinden almasından sonra, buralarda yaşayan insanlar
karın tokluğuna bile değil, ölümüne Batılı aç gözlü efendileri(!) için çalışmak
zorunda bırakıldılar.

Yirminci yüzyılda kapitalizm ile sosyalizm ideolojileri arasında yaşanan tartışmalarla
ilintili olarak, siyasi, hukuki ve sosyal alanlarda sanayileşmiş ve zengin ülkelerde
fakirlerin durumları göreli olarak düzeltilebildi. Ne var ki, bu ülkelerin bile
önemli bir nüfusu azınlıktaki zengin nüfusa oranla çok fakir durumdadır. Bu durum
zihin ve ideolojik bağlamda Batılılaştırılmış toplumlarda kelimeler ve kavramların
anlatmakta yetersiz kalacağı bir perişanlık içindedir.

Bediüzzaman'a göre yeryüzündeki çatışmaların ve savaşların en önemli nedenleri,
insanı sadece ekonomik bir varlık seviyesine indirgeyen modern tüketim ve sömürü
ideolojileridir. Sermaye birikimine dayalı sermayecilik ve faizcilik ile, fakir
ve zayıf olanın sırtından geçinmeyi ilke edinen güçlüyü ve uyanık olanın her türlü
davranışını meşrulaştıran kapitalizm, kitleleri fakirleştirmiş, güçsüzleştirmiş
ve zengin tabakanın kölesi haline getirmiştir. Bu ideolojiye karşı çıkan sosyalizm
ise, insanı aynı şekilde ekonomik bir varlık olarak gördüğü için, kişiler yerine
devlete köle yapmıştır.

Bediüzzaman, toplum hayatında denge, düzen ve güvenin korunmasının temel şartı
olarak, toplumsal tabakalar arasında boşluğun ve uçurumun olmaması gerektiğini savunur.
En dengeli toplumsal tabakalaşma biçimi, zengin ve fakir sınıflar arasındaki gelir
ve hayat standardı arasındaki farkın en az olduğu toplumsal yapıdır. Eğer zengin
tabaka ile fakir tabaka arasında büyük bir uçurum olursa, fakirlerden zenginlere
doğru düşmanlık ve saldırılar artar. Zenginler de fakirleri aşağılar ve güven duymaz.
Maalesef bugün dünyanın en önemli problemlerinden birisi de güven bunalımıdır.

Bu nedenle, sosyal, siyasi, hukuki ve ekonomik anlamda toplumlar arsındaki farkların
ve zıtlıkların azaltılması veya en aza indirilmesi için çalışmak gerekir. Bugün
yeryüzünde küresel bir fakirlik vardır. Bu insanlar kendilerini dışlanmış ve önemsenmemiş
olarak hissetmektedir. Bu psikolojinin sonucunda, önlerine çıkan bütün değerleri
ve güçleri düşman olarak görmektedirler. Küresel köyün muhtarları fakirleşmeye/insandışılaşmaya
mahkum etmeye çalıştıkları bu kitlelerin tehdidinden kurtulmak istiyorlarsa, yüzyıllardır
bir azınlık tarafından kullanılan dünya nimetlerini, emperyalist, sömürgeci bir
mantık ile değil, insani ve adil bir yaklaşımla paylaştırmaya çalışmalıdırlar. Yoksa,
Asya ve Afrika'nın fakir bırakılmış kalabalık kitleleri tarafından talan edilme
tehlikesi ile karşı karşıya kalabilirler.

Nitekim fakirleştirilmiş kitlelerin içinde bulunduğu yıkıcı psikolojiyi anlatmak
için değersizleşme ve düşmanlık duygusunun yansımaları bize küresel terörün ipuçlarını
da verebilir. Bu insanların içinde bulundukları bazı tutumlar şunlardır:

1- Dışlanmışlık Duygusu: Fakir insanlar, kendilerini toplumdan dışlanmış ve reddedilmiş
olarak algılarlar. Bu algılar genel olarak ele alındığında ise karşılıklı bir "toplumsal
dışlama"ya işaret etmektedir. Ancak bu toplumsal dışlama fakirlerin yaşadığı bir
"durum" değildir. İnsanların sürekli olarak içine itildikleri, onur duygusunun kaynağı
olan temel haklarından yoksun kaldıkları bir süreçtir Bunun yanında yoksulluğun
en doğrudan sonucu açlıktır. Açlık bir yandan hayatın dışına itilmeyi ifade eden
ölüme yol açarken, bir yandan da bireylerin bedensel ve zihinsel kapasiteleri üzerinde
kalıcı hasarlara yol açarak fakirliği kangren haline getirir.

2- Kendi Hayatını ve Davranışlarını Kontrol Edememe Hali: Fakirlik, benlik saygısını
ve insan onurunu zedeler. Bu, kişinin kendini tanımlamasında ve başkalarının kendisini
tanımlamasında bir değer yitimine/değersizliğe yol açar. Bu durum dışlama mekanizmasının
doğrudan sonucudur. Bunun sonucu olarak birey ahlaki olarak da değersizleştirilmekte,
toplum tarafından 'öteki', 'aşağı' olarak nitelenmekte, toplumsal açıdan da 'tehlikeli
sınıflar', 'riskli gruplar' olarak kategorize edilmektedir. Bu sürecin sonucunda
bireyler kendi hayatlarını kontrol edememektedirler.

3- Siyasal Dışlanmışlık Hali/Vatandaşlık ve Tabiiyet Krizi: Kamusal alanda fakirliğin
dışlayıcı etkisi, geniş halk kesimlerinin politikadan uzaklaşmasına, giderek politika
karşıtı bir konumlanmaya yol açar. J. Habermas'a göre bunun en açık anlamı 'yurttaşlık
krizi' ya da 'temsili demokrasinin krizi'dir. Yoksulluk nedeniyle dışlanan bireylerin,
yurttaşlığa ilişkin haklarla olan bağları tahrip olur ve sisteme olan güvenleri
sarsılır. Temsili demokraside "oylarıyla seçmenler, tercihlerini ifade etmiş olurlar".
Sisteme güveni sarsılan bireyin, kendini politik yaşamın dışında hissetmesi ve politik
yaşamın hiç sürecine katılmaması, kendini temsil sürecinin dışında algılaması 'temsili
demokrasinin' günümüzde yüz yüze kaldığı en büyük problemlerden birisidir.

4- Her Türden Değere Güvensizlik ve Düşmanlık: Bugün iletişim araçları sayesinde
dünya yüzündeki bütün yeniliklerden ve cazip ürünlerden haberdar olan, ancak ona
ulaşamayan kitleler, bu nimetlere sahip olan ama kendileriyle paylaşmaktan kaçanlara
karşı bir güvensizlik, düşmanlık ve öfke duymaktadırlar.

5- Benim Olmayan Kimseye Nasip Olmasın Duygusu: Bilim ve teknolojiye dayalı bütün
medeniyet değerlerine karşı bir olumsuz isyankarlık ve yıkıcılık duygusu gelişebilir.
Bugün küresel adaletsizliğin körüklediği hukuki, siyasi, sosyal ve ekonomik problemler,
sadece Batı demokrasi anlayışını tehdit etmekle kalmamaktadır. Habermas ve diğer
bazı Batılı düşünürler sadece kendi ürettikleri siyasal ve sosyal sistemin sürekliliği
açısından bakmaktadırlar. Oysa durum daha derin insani ve dramatik bir anlama sahiptir.
Aşağılanmışlık ve dışlanmışlık duygusunun baskısı altındaki kitleler yıkıcı ve tüketici
duygularla, sadece haklı bazı hedeflere yönelmekle kalmamakta, aynı zamanda her
türlü insani değere karşı bir düşmanlık beslemektedir. Tehlikede olan sadece bazı
sistemler ve yapılar değildir, aynı zamanda dünya küresi toptan tehlike altındadır.

Sonuç olarak modern Batı medeniyeti zenginliği olumlu, fakirliği olumsuz bir
değer olarak benimsemesine, hatta kendisinin fakirliği ortadan kaldırıp, dünyevi
bir cennet kuracağı vadine rağmen, fakirliği, dünya insanlığının daha derin, daha
kronik ve altından kalkılması güç bir hastalığı haline getirmiştir. Fakat hastalık
sadece Batı medeniyeti mensuplarını etki altına almakla kalmamış, bütün yeryüzünde
yayılmıştır. İnanç sitemi olarak bu hastalıktan en uzak olması gereken Müslüman
ülkelere ve insanlarına baktığımızda da fazla farklı bir manzara görülmüyor. Her
yerde mutlu bir azınlık ve mutsuz fakir bir kalabalık! Hatta Müslüman despot ve
diktatörler bu zıtlığı Batılı üstadlarından daha acımasız ve açık biçimde yapıyorlar.
Nitekim bu çelişkili durumu, güncel bir örnek bize apaçık gösteriyor. Güney Asya'da
meydana gelen tusunami felaketi karşısında, Batılı devletler göreli olarak yardım
etmeye çalışırken, Müslüman ülkelerin zenginlerinin hiç oralı olmadıkları görülüyor.
Bu durum fakirliğin dışsal/olgusal bir hastalık olmaktan daha çok içsel/deruni bir
anlam taşıdığının göstergesidir.

***

Öz

Bu yazıda fakirlik hastalığının mahiyeti anlaşılmaya çalışılmakta ve gereken
doz ve türde çareler aranmaktadır. Hastalığın kaynağında kapitalist ve sömürgeci
Batı medeniyet anlayışının ve modernist dünya görüşünün olduğu vurgulanmaktadır.
Bu hastalığın çözümü için kısa vadeli pragmatik çözüm önerileri yerine daha uzun
vadeli ve kökten yolların üretilmesi gerektiği düşüncesi işlenilmektedir. Bunu için
önce daha insani bir bakış açısı üretilmeye çalışılmakta ve doğru sonuca götürecek
belirli bir yöntem belirlenmesi gerektiği ortaya konulmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Fakirlik, Küresellik, Modern Batı Me-deniyeti, Tüketim

Abstract

This text tries to understand the content of the poverty illness and seeks to
find available solutions. It emphasizes that poverty originates from the capitalistic
and exploitative Western civilization and from the modern world view. Rather than
short-term and pragmatic suggestion for solution, this paper argues that long-term
and essential solutions should be produced. In order to achieve this aim, a more
humanistic point-of-view seems to be a necessity. A particular method that will
lead us to the effective consequence should be defined from the beginning on.

Key Words: Poverty, Globalizm, Modern Western Civilization, Consumption

Kaynaklar

A. Cevizci, Felsefe Terimleri Sözlüğü, Paradigma, İstanbul, 2000.

Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü'l-İcaz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2000.

Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2000.

G. Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, İstanbul, 1999.

http://www.canaktan.org/ekonomi/yoksulluk, Yoksullukla Mücadele Stratejileri.

http://www.denizfeneri.org.tr. Yoksulluk Sempozyumu Sonuç Bildirgesi

http://public.cumhuriyet.edu.tr/~mazlum/makale.htm,
Yoksulluk ve Küreselleşme.

J. Habermas, Öteki Olmak, Ötekiyle Yaşamak, Y.K.Y, İstanbul, 2002.

Z. Bauman, Çalışma Tüketicilik ve Yeni Yoksulluk, İstanbul, 1999.