Poverty within Ourselves

Ey insanlar, Allah'a karşı yoksulsunuz!

Allah ise mutlak Ganî, mutlak Hamîd'dir.
(Fâtır; 35:15)

Fakirliğim gurur kaynağımdır.
(Hadis rivayeti)

Ve daha dedi ki: "Fakrı ve yoksulluğu insanı taşıyıcı kıldım! Kim ona yoldaş olursa, menziline
ulaşır; sahralarda vâdilerde dolaşmadan!" "Ya Gavs-ı Â'zâm, fakr ateşiyle yanan ve ihtiyaç ateşiyle münkesir birini görürsen yaklaş ona; şüphesiz ki, benimle onun arasında perde yoktur!"
(Risale-i Gavsiye'den)

Âdem'in çocuklarıyız. Neslimiz Âdem'den, özümüz ise ademden gelme. Varoluşumuzun
mayası yokluk ve yoksulluk. Yok-suluz. Bir zamanlar yoktuk. Ne yokluğumuza dair
bilgimiz; ne var olmaya gücümüz vardı. Yokluk ile varlık arasındaki sonsuz mesafeden
de haberimiz yoktu. Yokluktan çekilip varlığa buyur edildiğimizde her bir varlık
mertebesi, elbiseler gibi, yokluk ve yoksulluk özümüzün üzerine giydirildi. Ve bir
zamanlar adem iken, âdem olup göründük.

"Nefsini bilen Rabbini bilir." Bütün hak yolların benimsediği bu ilke, insanın
özünü yoksulluğun oluşturduğu düşünüldüğünde daha bir anlam kazanıyor. Bizi biz
yapan şeylerden bize ait olmayan, sahiplenemeyeceğimiz şeyleri çıkardığımızda elimizde
sadece mutlak yoksulluğumuz kalıyor. Veysel Karani'nin duasını rehber edindiğimizde
türlü türlü yoksulluklarımız bize Rabbimizin zenginliklerini tarif ediyor.

Biz varlığın yoksuluyuz. Bir ândan öbür âna ne varlığa tutunabiliyoruz, ne de
varlığımızı koruyabiliyoruz. Bizi rahmet ve kudretiyle varedenimiz bizden başka
Birisi… Biz hayatın yoksuluyuz. Ne hayatın bize verilişinde payımız var, ne de
ölümün. Geçip giden gençliğimize dur diyemediğimiz gibi ölüme de sözümüz geçmiyor.
Hayatımızı, bizatihi Hayat Sahibi ve Baki Birisi rahmetiyle hediye ediyor… Biz sonsuzluğun
yoksuluyuz. Her dem fenaya ve yokluğa koşuyor oluşumuz, bekaya ellerimizin uzanamayışı
Baki ve Daimi bir Rabb-i Rahim'i işaret ediyor… Hiçbir şey gerçekte mülkümüz değil;
hiçbir nesneyi gerçek anlamda kavrayamayan ellerimiz, sahip olmanın da fakiri olduğumuzu
gösteriyor. Her bir şeyi her halinde kudret elinde tutan, ihtiyacını gören ve karşılayan
merhametli Sahibimiz mülkünü emrimize veriyor…

Varlığının özünü, yoksulluğunu anlayan insanın benliği eriyor, buharlaşıyor,
sıfırlanıyor. Mutlak hakikatleri yüklenebilecek bir başlangıç noktası haline geliyor.
Çeşit çeşit yoksullukla örülmüş fakir gerçekliğimiz, bizi Rabbimizin sonsuz sıfat
ve isimlerinin tecellisine mahzar ediyor. Mutlak fakirliğimiz, Rahman isminin burcunda
bizi bütün İlâhî isimlere muhatap ve ayna kılıyor. Ayna, üzerindeki iz ve görüntülerin
yokluğu ölçüsünde kendinde yansıyanı gösterebiliyor; biz de varoluşsal yoksulluğumuzu
hissettiğimiz ve bildiğimiz ölçüde Rabbimizi, Onun rahmetini tanıyabiliyor ve ona
ayna olabiliyoruz. Mutlak yoksulluğumuzu hissettiğimiz derecede, kalp aynamız temizleniyor
ve parlıyor.

Fakirliğimiz bizi Rabbimize götüren en kısa ve güvenli yol oluyor. Abdulkadir-i
Geylani'nin ifadesiyle, fakrı insanın bineği haline geliyor. "Kim ona yoldaş olursa,
menziline ulaşır; sahralarda vâdilerde dolaşmadan!" Ve aynı sırdandır ki, bir rivayette
Hz. Peygamber "Fakrım fahrimdir" diyerek varoluşsal yoksulluğun Rabbi huzurunda
yükselinebilecek en yüksek kulluk makamlardan birisi olduğuna işaret ediyor.

Yoksulluk insanı Rabbine rahmet bağıyla bağladığı gibi, insanı diğer insanlara
ve varlıklara da eşitlik, şefkat ve merhamet bağı ile bağlıyor. Her şey gibi kendisinin
de Allah karşısında mutlak fakir olduğunu bilen insan, diğer yaratılmışlarla eşit
olduğunu hissediyor. Bilgi, servet, vs. her türlü nimeti ancak onları verenin öngördüğü
ilkeler doğrultusunda kullanabileceğini anlıyor.

Bireylerin mutlak yoksulluklarının bilincine vardıkları bir toplumda, nisbî ve
maddî yoksulluklara yaklaşım Mâlik-i Rahman'ın ilkeleri çerçevesinde şekillenir.
Böyle bir toplumda -kulağa ne kadar hoş gelse de- "paylaşmak" değildir esas olan.
Paylaşmak, insanın kendisine ait olan bir şeyden, kendi istediği ölçüde, istediği
bir kimseye, istediği sıklıkla vermesi demektir.

Halbuki, zekât ve sadaka "verme" fiilini bir ibadete dönüştürür. Her şeyden önce,
zekât ve sadaka, elimizdeki mal ve servetin gerçekte sahibi olmadığımızı hatırlatır
bize. Zekât veya sadaka, kişinin -sahip olduğu değil- Rabbinin kendisine bahşettiği
mal ve servetten, -kendisinin değil- Rabbinin tesbit ettiği bir miktarı, -kendisinin
değil- Rabbinin uygun gördüğü kimselere, -kendi arzu ettiği değil- Rabbinin istediği
bir vakitte, minnetsizce vermesidir. Ne alanın minnet altına gireceği, ne verenin
nefsine pay çıkarabileceği bir durum yoktur burada.

Bu açıdan, mutlak ve varoluşsal yoksulluk ile nisbî ve maddî yoksulluk arasındaki
ilişki açıktır. Şer'î bir vecibe ve ibadet olarak zekât ve sadaka, maddeten zengin
kişinin Rabbi karşısındaki mutlak yoksulluğunu ilân etmesinden başka bir şey değildir.
Kişi, zahiren elindeki mal ve servetin belli bir miktarını yoksula dağıtırken daha
esaslı bir şey söyler: Bu mal ve servet benim değil; hiçbir şey benim değil. Her
şey gibi bu mal ve servet de bana verilmiştir.

O yüzden denilebilir ki, ancak malının kırkta kırkını Rabbinden bilen kişi o
malın kırkta birini yoksullara zekât verebilir. Ve ancak kendisine verilenlerle
Rabbinin merhametini hissedebilen kişi, nisbeten daha yoksul kimselere merhamet
edebilir. Şefkat yoksulluğun bir meyvesidir. Allah'a karşı fakirliğini hissedip
her bir varlıkla mutlak fakirlikte eşitlendiğini bilen insan, kendisini ve nefsinin
sınırlarını aşarak onlara şefkat duymaya başlayabilir ve fakirin halinden anlar.
Varlık mertebelerinin kendisine emanet olduğunu fark eden insan, yaratılışının özüne
sadık kalıp sadaka verir; malını nefsinin ve dünyeviliğin kirlerinden temizleyen
zekâta başvurur.

Zekât ve sadaka veren insan, Hakikî Veren'in kendisi olmadığının bilincindedir.
Bahşeden o değil, Rabb-i Rahman ve Rahim'dir. Ne verdiği mal hakikatte kendisinindir,
ne verme duygusu… Kendisi sadece sonsuz merhametin bir yansıması olan cüz'i merhametiyle
Rahman isminin tecellisine bir vesile ve araçtır.

Mutlak fakirlik, nasıl insanı Rahman'a götüren bir vesileyse, nisbi fakirlik
de toplum hayatında zekat, sadaka ve diğer ibadî yardımlaşma araçlarıyla muamele
edildiğinde toplum hayatında Rahman isminin tecellisine vesiledir. Her İlâhî ismin
tecelli ettiği farklı farklı âlemler var. Bir insan yavrusunun annesi tarafından
emzirilmesi; bitki, hayvan ve insan bütün yavruların doyurulması ve her muhtacın
ihtiyacının karşılanması Rahman isminin bir cilvesini gösterir. Bunun gibi, canlı
bir organizma olarak bir topluluktaki varlıklı kimselerin yoksulların imdadına koşması
o topluluğu Rahman ismine bir ayna kılar.

Şefkatle yoksulun imdadına koşan, zekât ve sadaka ile onlara yardım eden kişi,
Rabbinin rahmetine daha fazla mazhar olur. Yanındakini elindeki zannedip sahiplenen
ve kendisinin sandığı mal için cimrileşen kişi, bu tavrıyla rahmetten uzaklaştığının
farkında değildir. Bir âyetin ikazıyla, "Cimrilik eden kendi aleyhine cimrileşmiş
olur." (Muhammed; 47:38) Varoluşunun özünde mutlak fakirlik yattığını unutan kişi,
kendisini "zengin" zannederken, asıl fakirliğe düştüğünü görmez. "Allah Ganî'dir;
yoksul olan sizlersiniz." (Muhammed; 47:38) Ve insan kendi mutlak yoksulluğu ölçüsünde
Allah'ın zenginliğini hisseder. Aynanın üzerindeki her lekenin görüntüyü engellemesi
gibi, insan kendisini "gerçek zengin" sandığı ölçüde Allah'ın zenginliğinden ve
rahmetinden mahrum olur. "Eğer yüz çevirirseniz, Allah yerinize başka bir toplum
getirir. Ve onlar, sizin benzerleriniz olmazlar." (Muhammed; 47:38)

İnsan zahiren verirken, aslında alır, kazanır. Başka bir insana malından sadaka
veya zekât verirken, asıl mal ve servet olan sonsuz rahmet ve gınayı kazanır. Hadislerde
defalarca insanın sahip olduğu mal, Allah için verdiği mal olarak tanımlanır.

"İnsanoğlu malım malım der. Halbuki âdemoğlunun yiyip tükettiği, giyip eskittiği
ve sağlığında tasadduk edip gönderdiğinden başka kendisinin olan neyi var?"

Hz. Aişe radıyallahu anha anlatıyor: ‘Ashab bir koyun kesmişti. Bu sırada bir
dilenci geldi. Etten bir miktar verdiler. Derken başka gelenler oldu, onlara da
verdiler. Geriye yine de et kaldı. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm sordu: "Koyundan
geri ne kaldı?’ ‘Sadece omuzu kaldı!’ dediler. Aleyhissalatu vesselam ise: ‘Omuzu
hariç geri tarafı kaldı!’ buyurdular."

İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bir keresinde, ‘Hanginiz, vârisinin malını kendi malından daha çok sever?’ diye
sordu. Cemaat: ‘Ey Allah'ın Resûlü içimizde, herkes kendi malını vârisinin malından
daha çok sever’ dediler. Bunun üzerine: ‘Öyleyse şunu bilin: Kişinin gerçek malı
hayatında gönderdiğidir. Geriye koyduğu da vârislerinin malıdır."

"Zenginlik mal çokluğuyla değildir. Bilakis zenginlik göz/gönül tokluğuyladır."

Sonuç olarak, mutlak fakirlik ile nisbî/maddî fakirliğin birlikte düşünülmesi
gerekiyor. Toplumsal bir problem olarak yoksulluğu varoluşun küllî hakikatlerinden
soyutlayarak ele almak, ne doğru bir tahlili, ne de şefkatli çözümleri getirebiliyor.

Varoluşun mayasını teşkil eden rahmetin vesilesi insanın içsel ve toplumsal hayatındaki
mutlak ve nisbî yoksulluksa ve insan kendi mutlak yoksulluğuyla İlâhî rahmet ve
şefkati hissedemiyorsa, hangi toplumsal ve siyasal mekanizmalar zengini fakire şefkat
duymaya, yardım etmeye ve "paylaşma"ya zorlayabilir ki?

Bediüzzaman'ın günümüze ilişkin şu tahlilini bir kez daha düşünmek gerekmiyor
mu? "Vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe
gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı
tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadâları, haset
bağırtıları, kin ve nefret vâveylâları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı
tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi
tahkirler yağıyor." (İşaratü'l-İ'câz, s. 49)

Bazı hadislerde küfre yakın diye tarif edilen maddî yoksulluğun ortadan kaldırılması
daha fazla şefkat, daha fazla merhametle mümkün. Bu ise varoluşsal mutlak fakirliğimizi
daha fazla kabul ve hissetmemizle…

***

Öz

İnsanın özünü yokluk/yoksulluk oluşturur. İnsan kendinde hiçbir şeye sahip değildir
ve her şey ona Mutlak Zengin bir Rabb tarafından hediye edilir. Mutlak yoksulluğu,
insanın Rabbini tanıması için başta gelen vesiledir. Varoluşsal yoksulluk aynı zamanda
insanın diğer insan ve varlıklarla kardeşçe ve eşit bir ilişki kurmasına, onlara
şefkat duymasına vesiledir. Ancak varoluşsal yoksulluğunu hisseden insan, nisbeten
ve maddeten daha yoksul insanlara şefkat duyabilir. Zekât ve sadaka, Allah'a ait
maldan O'nun adına, O'nun uygun gördüğü kimselere, O'nun emrettiği vakitlerde vermektir
ve bir ibadettir. Toplumsal bir sorun olarak yoksulluk ancak daha fazla şefkatle
çözülebilir. Daha fazla şefkat ise ancak şefkate mani olan insan ben(cil)liğinin
eritilmesiyle, bu da mutlak yoksulluk bilincinin gelişmesiyle mümkündür.

Anahtar Kelimeler: Fakr, Varoluşsal Mutlak Yoksulluk, Nisbî ve Maddî Yoksulluk,
Şefkat, Zekât ve Sadaka

Abstract

The essence of the human being consists of the nonexistence/poverty. Human being
does not possess anything and everything is given to him by the Ultimate Rich Lord.
The ultimate poverty is a tool for the human being to know his Lord. This existential
poverty is also a vehicle for the human being both to build up an equal and interactive
relationship and also to feel compassion for them. It is only the people knowing
their existential poverty could feel compassion for the relatively poor people.
Devotion and alms are worships conducting from God's property, in His Name, given
to the people He defined as eligible in the periods God has chosen. Poverty as a
social problem could only be solved by more compassion. This is only possible through
the elimination of the human self(ish)ness that prevents compassion. The rise of
the ultimate poverty will enable people for this act.

Key Words: Poorness, Existential Ultimate Poverty, Relative and Material Poverty,
Compassion, Devotion and Alms