Poverty, New World Order and Islam
Dünyamız asırlardan beri, uzayda İlahî iradenin kendi için belirlemiş olduğu
çizgide alabildiğine hızlı bir şekilde son kaderine doğru yol alıyor. İnsanlık da
onunla birlikte kaderini kovalayıp, kıyametine doğru koşuyor.
Bu uzun zaman içinde hem dünya yıpranmış, hem insanlar kirlenmiş… İnsan için
özel bir misafirhane olarak hazırlanıp, gerekli her türlü donanım ile teçhiz edilmiş,
yeri ile göğü ile insanlığın hizmetine sunulmuş olan dünya (Lokman, 20), misafirleri
olan insanlar tarafından sınır tanımaz bir şekilde kullanıla kullanıla kaynaklarını
neredeyse tüketmiş ve suyu, havası, çevresi ile kirlenmiş; Kur'an'ın ifadesi ile
"İnsanların ellerinin yaptıkları şeyler yüzünden karada ve denizde, yani bütün dünyada
fesat yayılmış/anormallikler ortaya çıkmış." (Rum, 41). İnsanlar dünyayı kirletmekle
kalmamış, kendilerini de tarihinin hiç bir döneminde olmadığı kadar manevî kir ve
pasların içine atmışlar; en güzel (Tin, 4) ve şerefli (İsra, 70) bir şekilde yaratılmış
olmalarına rağmen hayvanlar derekesine, hatta daha da aşağılara düşmüşlerdir (A'raf,
179). Çünkü konumlarını, görevlerini ve sorumluluklarını unutmuş; kullandıkları
maddî ve manevî uyuşturucular yüzünden akıllarını/kalplerini, gözlerini, kulaklarını
gereği gibi kullanamaz olmuşlar, gerçek dünyadan kopup, sanal bir âlemde hayallere
kapılmışlar, büyük bir sapkınlıkla ve ahmaklıkla kendi tanrılıklarını ilan etmişlerdir.
İnsan bu şekilde kendi gerçeğini tanımayınca, evrenin gerçeğini de göremez ve
bütün bu âlemleri yaratan-yöneten yüce bir Rabbin varlığını kabul etmez hale geldi.
Çünkü ancak "Kendini tanıyan, Rabbini de tanımış-bilmiş olur."1 Kendini dev aynasında
görmeye başlayıp firavunlaşan insan, dünyanın gerçeklerinden sıyrıldı, kendini her
şeyin merkezi sanır oldu.
Tarihin önceki asırlarında da böyle nemrutlar, firavunlar vardı; kendilerini
tanrı ilan etmiş ve adamlarını toplayıp "Ben sizin en büyük rabbinizim." (Naziât,
23-24), "Ben de yaşatır ve öldürürüm." (Bakara, 258) demişlerdi. Fakat insanların
çoğu onlar gibi azmış değillerdi; doğru veya yanlış, bir dine inanır, az-çok bir
sınır tanırlardı. Çağımıza gelince insanların genelinin kimyası bozuldu; inançlar
iyice zayıfladı; özellikle değişik şekillerde de olsa çoğu insanda bulunan ahiret
inancı neredeyse kayboldu ve bu hayata verilen önem, her şeyi bastıracak şekilde
arttı. Sonuçta bir çok insan nemrutlaştı/firavunlaştı ve İslam'ın ilk yıllarında
peygambere direnen Mekke müşrikleri gibi, "Biz bir kere öldük mü iş biter, artık
dirilmemiz mümkün değil…" (Duhan, 35) diye düşünmeye başladı. Böylece çoğu kimse
hayat felsefesini, Kur'an'ın ifadesi ile bu "dünya hayat"a, yani "bu değersiz-alçak"
şeye göre dizayn etmeye, değerler sistemini bu inanca göre revize etmeye başladı.
Böylece insanlar ve dünya daha hızlı kirlenmeye başladı: Adalet, merhamet, insaf,
yardımlaşma, diğergamlık, fedakarlık, -tek kelimeyle ifade etmek gerekirse- "insanlık"
zayıflamaya başladı; bireysellik, açgözlülük, bencillik, insafsızlık, zulüm, sömürü
artmaya başladı. Bunun adını da önce küreselleşme, sonra da yeni dünya düzeni koydular.
Bu düzende zayıfa, güçsüze, yoksula yer yoktu, daha doğrusu hizmetçi olmaktan ve
sömürülmekten başka yer yoktu. Çünkü bu, gerek fert, gerek millet olarak, zengini
daha zengin, fakiri daha fakir eden bir düzen idi.
Bu yeni düzenin arkasında, aralarında iç hesaplaşmalar ve menfaat çatışmaları
olmakla beraber, Batı Dünyası var. Aslında "Batı" denince, Yahudi'nin güdümündeki
Hıristiyan dünyası akla geliyor, kurdukları modern medeniyet de temelinde onların
düşünce dünyasını barındırıyor. Fakat burada sözünü ettiğimiz Hıristiyanlık, Hz.
İsa'nın (a.s.) peygamberi olduğu merhamet temelli dinden çok uzak. Zaten bütün peygamberlerin
insanlığa ulaştırdığı ve ortak adı İslam olan dinlerin hepsi merhamet temellidir.
Nitekim mesela, gökten inen o ilk Tevrat levhalarında "Rablerinden korkup çekinenler
için hidayet ve rahmet" (A'raf, 154) olduğu bildirilmiş ve son peygamber Hz. Muhammed'e
(s.a.v) hitaben Cenab-ı Allah, "Biz seni ancak bütün âlemlere rahmet olarak indirdik."
(Enbiya, 107) buyurmuştur.
Hıristiyan dünyanın, izinden gittiklerini iddia ettiği Hz. İsa da bir rahmet
pınarı idi. Allah ona İncil'i vermiş ve ona samimi olarak uyanların kalplerine bir
şefkat ve merhamet yerleştirmişti (Hadid, 27). Fakat sonra aradan geçen asırlar,
cahil ve art niyetli liderler ve ruhbanlar eliyle bu şefkat ve rahmet pınarını kuruttu.
Çünkü bu eller kendi menfaatleri için Allah'ın mesajını değiştirdiler; insanın hem
dünyasını, hem ahiret mutluluğunu garanti eden, dejenere olmamış fıtrata ve haddini
bilen akla uygun olan bir din yerine, çelişkilerle dolu olan ve inananlarını sömürme
temeline oturan bir din oluşturdular. Uzun zaman buna dayanan, sesini çıkaramayan
insanlar, önce kontrolsüz bir şekilde de olsa bu duruma isyan ettiler. 14-15. yüzyılda
başlayan Rönesans, hemen peşinden dinde, yani Hıristiyanlıkta reform hareketlerini
getirdi. Zaten bunlar temelde dine, diğer bir ifade ile, kilisenin temsil ettiği
Hıristiyanlığa bir tepki olarak doğduğu için; 17. asırdan itibaren Aydınlanma Felsefesinin
ortaya çıkmasına zemin hazırladı.
Aydınlanma hareketi içinde yer alan felsefeciler, düşünce ve ifade hürriyeti,
dini eleştiri, akıl ve bilim değerini öne almak, insanı her şeyin merkezine yerleştirmek,
bir diğer ifade ile "tanrılaştırmak" gibi tavırları ile seküler düşüncelerin, ateizmin,
deizmin ve bugünkü modern toplumların ortaya çıkmasına büyük katkı sağlamıştır.
Bu sonuç normal idi, çünkü aydınlanma felsefesinin ekseri düşünürleri ateist, yahut
deist idi. Hıristiyanlıktan nefret eden bu düşünürler, batıl inançları, bağnazlığı
ve sahip oldukları dini, insanlığın ilerlemesinin önündeki en büyük engel olarak
görmüşler ve ona karşı çıkmışlardı. Bunu yaparlarken, ölçülerini kendilerince belirledikleri
bir akıl ve bilime sarılmış; çoğunlukla evrene müdahale eden bir tanrının varlığını
kabul etmemiş, yahut, evrene hiç müdahale etmeyen, yarattıktan sonra karışmayıp
onu sadece seyreden bir tanrının olabileceğini kabul etmişlerdi.
Böylece kilisenin baskısından bıkmış insanları arkalarına alarak muharref Hıristiyanlığa
bilim eliyle ağır bir darbe vurdular.2 Bunların sonucunda sanayi devrimi doğdu.
Bu devrimin temelinde Batılıların denizaşırı seyahatlerle elde ettikleri çoğu gasp
yoluyla gelen sermaye birikimi, hammadde aktarımı, diğer ülkelerin yer altı zenginliklerinin
adeta çalınması ve köleleştirme vardır.3 18. yüzyılın ortalarında başlayan bu yeni
gelişme ile Batılı toplumların yaşamlarında, köklü değişiklikler, üretim ve ulaşımda
da büyük gelişmeler oldu. Makineleşme gelişti, nüfus daha hızla artmaya başladı.
Buluşlar arka arkaya ortaya çıktı ve bu buluşlar üretimi artırırken üretim için
harcanan fiziksel çaba giderek azaldı, yani insana/insan gücüne olan ihtiyaç azaldı.
Bozulmuş şekliyle bile insanları ahlaki davranmaya iten, kontrol eden bir dinin
elinden kurtulmuş olan bu insanların dünyaya bakışları değişti; açgözlülük ve doyumsuzluk
gibi duygular gönülleri tamamen sardı. Böylece peygamberlerin kurduğu sevgi ve şefkat
medeniyetlerinin yerine, dünyanın başına bela olacak yeni bir medeniyetin, güçten
ve menfaatten başka değer tanımayan bir medeniyetin ayak sesleri duyulmaya başladı
Bu yeni medeniyet, ruhbanlar eliyle bozulmuş olan o dinin işine gelen taraflarına
da dayanarak dünyada bir sömürü dönemi başlatmıştır. "Batı kültüründe kendisinden
olmayanı adamdan saymama düşüncesinin siyasete yansıması olan tahakküm, yine Hıristiyan
kültüründe Kutsal Katolik Kilisesi'ne tanrı tarafından verilmiş görev olan 'Hıristiyan
olmayan dünyayı zorla dize getirme' doktrini ile birleşince, Batının Batı dışına
karşı aşırı derecede menfi bir tavır takınmasına yol açmış, her türlü sömürüye meşruiyet
zemini oluşturmuştur. Bu zihniyet Kapitalizm çağı ile birlikte yeni bir veçhe kazanmış,
sömürü ve talan, dünya çapında bir nitelik kazanmıştır. İşte bu dönemde bu talan
ve yağmanın felsefesi de yapılmış, gücü olanın her şeye hakkı bulunduğu fikri genel
bir kabul görmüş."4
Böylece sermaye, iş gücü ve teknolojinin sınır tanımaz bir biçimde güçsüzü ezmesi
ve sömürmesi döneminin, yani küreselleşmenin kapıları ardına kadar açılmış; aslında
normal şartlarda bütün insanlara yeterli olan dünya nimet ve imkanları, büyük oranda
gücü elinde bulunduranların eline geçmiş ve şairin, "Bir kişiye tam dokuz, dokuz
kişiye bir pul; bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa…" dediği gibi, alabildiğine
haksız bir paylaşım ortaya çıkmış; daha doğrusu güçlülerin dünya imkanlarını zorla
gaspı durumu ortaya çıkmış. Bu dünya köyünün zorbası olan büyük sermayeli şirketler,
bilimsel metotları da kullanarak, bir taraftan insanlığı fakir bırakırken, diğer
taraftan semirdikçe semirmişlerdir.
Bu gerçeği görmek için şu rakamlara bakmak yeter: Bugün için dünyanın GSMH'sının,
35 trilyon Dolar civarında olduğu hesaplanmaktadır. Bunun, 10.5 trilyon Doları ABD,
4.2 trilyon Doları Japonya ve 2.4 trilyon Doları ise Almanya tarafından elde edilmektedir.
Dünyanın toplam hasılasının (yaklaşık) yarısını oluşturan bu üç ülkenin toplam nüfusu
ise 500 milyon civarındadır. Yani 6 milyar olan dünya nüfusunun on ikide biri kadardır.
UNICEF'in 2001 yıllığına göre, en gelişmiş yedi ülkede gelir, kişi başına 10-11
bin dolardan 30 bin dolar sınırına ulaşırken, geri kalmış ülkeler yerlerinde saymış,
aradaki gelir farkları, uçurum olarak nitelenebilecek derinliğe ulaşmıştır. 1960'lı
yılların başlarında en zengin ile en yoksul ülke arasında gelir farkı 30/l dolayında
iken, günümüzde 80/l'e yükselmiştir.
Bu yüzden, BM Genel Sekreteri Kofi Annan'ın verileriyle Birleşmiş Milletler 2000
İnsani Gelişme Raporu'na göre; dünya nüfusunun neredeyse yarısı, yani yaklaşık 3
milyar insan, günde iki dolar, 1.2 milyar insan ise bir dolardan da az bir gelirle
yaşamaya çalışıyor. Diğer bir ifadeyle dünya nüfusunun yaklaşık yüzde yetmişi yoksuldur.
Dünyanın en fakir 61 ülkesinin dünya toplam gelirinden aldıkları pay sadece % 6
kadardır. Az gelişmiş 43 ülkede yaşayan 582 milyon insanın toplam gelirleri ise,
sadece 146 milyar doları ancak bulmaktadır. İstatistiklere göre, 800 milyon insan,
yani her 7 kişiden biri her gün yatağına aç giriyor.
Buna karşılık dünya nüfusunun altıda birini temsil eden gelişmiş ülkeler, toplam
dünya gelirinin % 78'ine sahiptir. Dünya zenginlerinin sahip oldukları servet, ülkelere
meydan okumaktadır. Human Development Report (İnsan Gelişimi Raporu) 2000'e göre,
1965-1995 yılları arasında dünyanın en zengini olan % 20'lik insan kitlesi, dünyadaki
toplam gelirlerini % 70'den % 86'ya çıkarırken, en yoksul olan % 20'lik kitlenin
geliri % 2.3'ten % 1.3'e düşmüştür. 1960'larda dünyanın en zengin % 20'lik kitlesi,
en yoksul l milyar nüfusun gelirinin 30 katı fazla gelire sahipken, 1990'larda bu,
80 kat olmuştur.
Dünyanın zengin ülkeleri aslında kendi içlerinde de adil olmayan bir paylaşım
uyguluyorlar, yani sadece geri kalmış diye isimlendirdikleri ülkeleri yoksullaştırmıyor,
kendi insanının bir kesimini de aynı sona mahkum ediyorlar. Mesela, ABD'de 60 milyon,
Avrupa Birliği ülkelerinde 80 milyondan fazla insan yoksulluk sınırında yaşıyor.
Dünyanın en zengin ülkelerinde de çok fakir ve evsiz-barksız insanlar var. Chicago'da
kira ödeyemediği için, 80 binden fazla insanın evsiz olduğu bildirilmiştir. Küreselleşme
sürecinde zengin ve fakir Amerikalılar arasındaki uçurum öylesine açılmıştır ki,
1990'larda 2.5 milyon zengin, alt basamaktaki 100 milyon ile hemen hemen aynı oranda
gelir elde etmeye başlamışlardır.
"Top 200; The Rise of Corporate Global Power" adlı raporda, dünyanın en büyük
100 ekonomisinin 51'inin şirketlerden oluştuğunu, sadece 49'unun ülkelerden oluştuğu,
en büyük 200 şirketin toplam satışının yoksulluk içindeki 1.2 milyar insanın yıllık
gelirinin 18 katı olduğunu; yine bu 200 şirketin satışlarının dünya ekonomik faaliyetlerinin
dörtte birinden fazla, fakat dünya işgücünün yalnızca 0.78'ini istihdam ettiğini
görüyoruz.
BM raporuna göre, dünyanın en zengin 225 kişisinin serveti, dünyadaki 2.5 milyar
yoksula yetecek boyuttadır. 225 zenginin serveti l trilyon doları bulmaktadır. Dünyanın
en zengin 3 kişisinin servetleri, en yoksul 48 ülkenin milli hasıla geliri toplamını
aşmaktadır. Zengin ülkelerin tüketimi rekor seviyeye ulaşırken yoksul ülkeler her
zamankinden daha çok açlık, sefaletle kıvranmaktadır. Oysa zenginlerin sadece kedi-köpek
mamalarına harcadığı parayla yoksulların eğitim ve sağlık hizmetlerinin karşılanabileceği
ifade edilmektedir.
Gıda ve Tarım Örgütü'nün (FAO) yıllık raporunda, dünyadaki gıda üretiminin 6
milyar insan için yeterli olduğu, ancak çeşitli nedenlerden ötürü insanlara yiyecek
ulaştırılamadığı ya da üretim yapılamadığı belirtilmiştir. 35 trilyon dolara ulaşmış
olan yıllık dünya geliri, kuramsal olarak eşitlikçi-adil paylaşıldığında dünyada
her kişi başına 5 bin dolar düşüyor. Demek ki, daha önce de ifade ettiğimiz gibi,
normalde dünyanın imkanları misafirlerinin hepsine yetebilecek kadar çoktur. Öyle
ise dünyadaki beslenme sorunu, haksız paylaşımdan kaynaklanmaktadır. Nitekim, dünya
servetinin yarısını elinde bulunduran 400 milyarderin % 4 oranında vergilendirilmesi
olanaklı olsa, yeryüzündeki yoksulluk ve sağlık sorunu kökünden çözülmüş olabilecektir
(Michel Chossudovsky, Yoksulluğun Küreselleşmesi, Çivi Yazıları, İstanbul, 1999).5
Dünya, hem üretilenler, imkanlar açısından, hem de doğal kaynaklar açısından
yeterli olduğu halde dünyaya hakim olan güçler, yoksulluğu azaltmak yerine artırarak
hem güçlerini ve kontrollerini, hem servetlerini artırıyorlar. Çünkü dünyanın ipi
kimin elinde ise onun inanç ve kanaatleri genele hakim oluyor; sonuçta da bu günkü
durumu ile, "paylaşımda adaletsizlik ve açgözlülük", "zulümde yardımlaşma" ve "sömürü
için dayanışma" ortaya çıkıyor. Fakat Allah gerçek inananlara, "Ey iman edenler
… birr ve takva/iyilik etme ve fenalıktan sakınma konusunda bir birinize destek
olun, günah işleme ve düşmanlık/başkalarına saldırı konusunda yardımlaşmayın, Allah'tan
ittika edin. (Çünkü) Allah cezalandırması çok şiddetli olandır. " (Maide, 2) diye
sesleniyor.
Eğer bugün dünyanın hakim gücü Müslümanlar olsaydı, manzara aynı olur muydu;
sömürü bu kadar yaygın, merhametsizlik bu kadar ileri; gücün zulüm ve gasp için
kullanımı bu kadar kolay olur muydu? İnanan insanlar, kendilerinden olan bir tarafa,
kendilerinden olmayanları bu kadar kolay harcarlar mıydı? Elbette hayır! Gönüllerinden
bu yanlış düşünceleri geçirseler bile, dinleri ve imanları buna izin vermeyecekti.
Dolayısıyla son asırlardaki yanlışlarımız, sorumsuzluklarımız ve tembelliklerimiz
yüzünden, İslam dünyası mahkum, Batı Dünyası hakim olmuş ise, insanlığın bu yeni
dünya düzeni yüzünden karşı karşıya kaldığı global yoksulluk ve kölelik günahına
biz de ortağız. Çünkü biz bireysel sorumluluğunu yerine getirmekle kurtulacağını
sanan bir inancın müntesipleri değiliz. "Dicle kenarında bir kurt bir kuzuyu kapsa
adl-ı İlahi gelir de onu Ömer'den sorar." diye inanan bir dinin sahibiyiz.
Evet, Cenab-ı Allah insanları farklı imkanlara sahip olarak yarattı; kimini zengin,
kimini yoksul kıldı; insanlık tarihinde bu gerçek hep var oldu. Fakat bunu birbirlerini
ezsinler ve servetlerini Karun gibi diğer insanlara karşı bir silah olarak kullansınlar
diye değil; çeşitli sorumluluklarla diğerlerine yardım etsinler, merhamet göstersinler,
iyilik yarışında bulunsunlar, "insan" olduklarını gösterecekleri bir imtihandan
geçsinler diye böyle düzenlemişti.
Öyle ise Müslüman'a düşen görev, zengini ile fakiri ile bu bilinçte olmak; bir
taraftan alabildiğine helal yolla kazanmaya çalışırken, diğer taraftan yine dinin
izin verdiği bir harcama ile, israfa düşmeden yaşamak; sonra imkanı oranında zekat,
sadaka ve benzeri bütün yardım yolları ile, öncelikle dindaşlarına destek olmaktır.
Müslüman'ın görevi bununla bitmemektedir; kendi içinde yoksulluğa karşı bir şeyler
yaparken global yoksulluğa da çare aramalıdır.6 Çünkü günümüzde yoksulluğun rengi
ve şekli çok değişmiş; küresel bir düzenin olmazsa olmaz bir parçası haline gelmiştir.
Çünkü asrımızda milletlerarası mücadele artık ekonomik sahaya kaymış; savaşların
şekli değişmiştir. Koca ülkeler bir tek kurşun atılmadan darmadağın ediliyor; bir
gecede ülkenin maddi varlığı sıfıra indiriliyor ve teslim alınıyor. Siyon Protokolleri
üçüncü maddesinde denildiği gibi, "Artık savaş ekonomik alana çekilmiştir." Sermayeyi
elinde bulunduranlar "Tek Dünya Devleti" hedefine ulaşmak için, ekonomileri çökerterek
ülkeleri ele geçirme gibi çağdaş bir yol keşfetmişlerdir. Nitekim banker James Warburg,
1950'de ABD Senatosu'nda yaptığı bir konuşmada, kendine güvenen bir edayla şöyle
diyecektir: "Sevsek de sevmesek de bir dünya devletimiz olacak." Burada mesele Tek
Dünya Devleti'nin fetihle mi, yoksa rızayla mı kurulacağıdır.7
Bugünkü adı küreselleşme olan bu dünya devleti kurma çalışmalarına çoğu hükümet
ister istemez ortak olmaktadır. Richard Faik'in, "Yırtıcı Küreselleşme" (Küre Yayınları,
İstanbul, 2001) adlı kitabında ifade ettiği gibi, Küresel Kapitalizmin oyun sahasına
giren bir hükümetin, kendisinden istenen oyunu oynamaktan başka hiçbir seçeneği
olmamakta; şayet bu oyunu oynamayı reddederse veya jeopolitik muhafızlar siyasi
veya ideolojik sebeplerden ona bu oyunu oynama fırsatı vermezlerse ya sermaye kaçışı,
ya durgunluk, ya da dış destek kaybı ve müzmin fakirlik gibi problemlerle karşılaşmaktadır.
Çünkü post-modern bir sömürgecilik olarak değerlendirilmesi mümkün olan küreselleşme,
küçük bir köy haline dönüşen dünyanın, güçlüler tarafından daha iyi kontrol edilebilmesine
ve üretilen değerlerin çoğunluk kısmına el konulabilmesine imkan vermektedir.
Küresel firmalar rakip istememekte, onları ortadan kaldırmanın her yolunu denemekte
ve piyasada tekel oluşturmak için büyük kavgalar vermekteler. Modern dünyada paraya
ve kredi mekanizmalarına hükmedenler maalesef, toplumları yönlendirme gücüne sahip
unsurlar olarak, dünyada krizler çıkarabilmekte ve dengesizliklerin en önemli sebeplerinden
biri olmaktalar. Dolayısıyla küresel manada ve ülkelerin iç bünyelerinde ortaya
çıkan göreli ve mutlak yoksulluğun da en önemli sebebi onlardır.8
Bu anlamda sefaletin küreselleşmesi dünya çapında ucuz emeğe dayalı bir ihracat
ekonomisinin gelişimine destek olmaktadır. Ve arz kendi talebini ortaya çıkarmamakta,
aksine yoksulluk düşük üretim maliyetleri anlamına gelmekte ve ucuz emek ekonomisinin
bir girdisi olmaktadır. Bu durum küreselleşme sürecinin oluşturduğu zenginliğin
giderek daha az sayıdaki varlıklı kesimde yoğunlaşması ve geri kalanların sistemin
yararlarından dışlanması anlamına gelmektedir.9 Bunun için faiz ekonomisi kullanılmakta,
faize dayalı iktisadi dünya sistemi adeta bütün haksızlıkların ve adaletsizliklerin
kaynağı olarak, milletleri ağır faiz yükü altında ezmekte; Avrupa ve Kuzey Amerika
başkentlerinde bulunan büyük bankalar dünyadaki krizlerin orkestra şefliğini yapmaktalar.10
Nitekim 1997'deki Rusya ve Uzak Doğu krizlerinde, yukarıda zikredilen uluslararası
finans güçlerinin çok ciddi katkıları olmuştur. Benzeri bir şekilde 2000 ve 2001'deki
ekonomik krizlerde ülkemizdeki dolar bazındaki GSMH 200 milyar dolar seviyelerinden
150 milyar dolar seviyelerine gerilemiştir. Ülkemizin göreceli olarak fakirleşmesine
yol açan bu durum, kesimler arasındaki uçurumu daha da büyütmüştür. Son 11 yılda
(1990-2001), dış borçlara ödediğimiz bir tarafa, sadece iç borç faizine ödediğimiz
190 Milyar Dolar ile neler yapılabileceği düşünülürse, nasıl bir tuzağa kapıldığımız
daha iyi anlaşılır.
İşte bu noktada Müslüman'a yeni bir görev daha düşüyor: Bu küresel soyguna dur
demek, bu insanlık dramını engellemek! Çünkü potansiyel olarak bu sömürü düzeninin
önünde durabilecek tek alternatif, İslam'ın inanç ve hayat sistemidir. Bu yüzdendir
ki, Batı dünyası ve özellikle küresel soygunun korsanları, artık göstermelik düşmanı
olan "kızıl"ı bırakmış, hep içinde gizlediği asıl düşmanı olan "yeşil"e dönmüş ve
onunla birlikte önünde durabilecek her şeyi terörist ilan etmiştir. Fakat bu kendiliğinden
oluverecek bir iş değil, gayret ve fedakarlık isteyen bir önemli görevdir. Görevdir,
çünkü Rabbimiz bize bütün asırlarda geçerli bir emir ile, "Düşmanlara karşı gücünüz
yettiği kadar kuvvet hazırlayın, savaş atları yetiştirin ki, bu hazırlıkla Allah'ın
düşmanlarını ve sizin düşmanlarınızı ve onların ötesinde sizin bilmeyip de ancak
Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutup yıldırasınız." (Enfal, 60) buyuruyor;
genel bir ifade ile "kuvvet hazırlığı"ndan söz ediyor. Her çağın farklı bir kuvveti
ve savaşı var. O zaman Müslüman her çağa uyan bir güç hazırlığı içinde olmalıdır.
Madem ki, çağın silahı sadece top-tüfek değil, sermaye, öyle ise biz de asıl savaş
gücü ile birlikte buna da sahip olmalı ve bunları adalet ve yardım için kullanmalıyız.
Meydanı sömürücülere bırakmamalıyız. İşte bu İslam'ın omuzlarımıza yüklediği ağır
bir sorumluluktur ve gereği yapılmadıkça dünyadaki bütün zulümlerin vebali omuzlarımızda
olacaktır.
***
Öz
Dünya ve insanlar günümüzde çok değişmiş ve kirlenmiş bir durumdadır. Bunun sonucu
olarak zulüm ve sömürü her zamankinden ileri düzeydedir. Aslında dünyanın kaynakları
yeterli olduğu halde, bu zulüm ve sömürü insanların ekserisini yoksulluğa mahkum
etmiştir. Bugün dünyanın ipini ellerinde tutan Batı, bütün dinî ve ahlakî bağlarından
kurtulmuş olarak merhametsiz bir dünya düzeninin kurulması için çalışmaktadır. Buna
engel olabilecek, küresel soyguna dur diyebilecek ve bir sevgi medeniyeti kurabilecek
yegane alternatif güç İslam'dır. Bunun için Müslümanlar'a büyük görevler düşmektedir.
Anahtar Kelimeler: İslam, Sömürü, Yoksulluk, Alternatif Güç, Küresel Soygun,
Dünya Düzeni
Abstract
The world and people change and are corrupted in the contemporary world. As a
result, exploitation and oppression is more obvious than all the times in past.
Even the resources of the world are sufficient, this oppression and exploitation
make most of the people subject to the poverty. The hegemonic West attempts to establish
an uncompassionate world order that is exempted from all of the religious and ethical
values. The mere alternative power is Islam which will stop this development and
global plunder and to establish a civilization of passion. Therefore, Muslims should
burden many duties.
Keywords: Islam, Exploitation, Poverty, Alternative Power, Global Plunder, World
Order
Dipnotlar
1. Keşfu'l-Hafâ, 2/262 (Tasavvuf büyüklerinin hikmetli sözlerinden…)
2. Felsefe Sözlüğü, Ahmed Cevizci, Paradigma, İstanbul, 2000, s. 99-100; 651-654;
Felsefe Sözlüğü, heyet, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 2003, s. 138139; Felsefe
Tarihi, Macit Gökberk, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1980, s. 181-188, 200-206, 325-330.
3. Dünya Sistemi ve Yoksulluk İlişkisi, Erhan Erken 1/312, Yoksulluk Sempozyumu,
Deniz Feneri Yayınları, İstanbul, 2003.
4. Küreselleşme, Küresel Köy, Küresel Yağma ve Küresel Yoksulluk, Durmuş Hocaoğlu,
1/284, Yoksulluk Sempozyumu, Deniz Feneri Yayınları, İstanbul, 2003.
5. Yoksulluk Sempozyumu, Deniz Feneri Yayınları, İstanbul, 2003 içinde; Yoksulluk
Coğrafyası, Ramazan Özey, 1/134- 147; Küreselleşme, Küresel Köy, Küresel Yağma ve
Küresel Yoksulluk, Durmuş Hocaoğlu 1/ 291-293; Sefaletin Küreselleşmesi, Halil Mutioğlu
, 1/301304; Dünya Sistemi ve Yoksulluk İlişkisi, Erhan Erken 1/311; Küreselleştirmenin
Acımasız-Bilinçli Silahı: Yoksullaştırma, Ahmed Saltık, 3/330-350.
6. İslam'ın yoksulluk konusundaki temel bakışı için bakınız: Kur'an ve Yoksulluk,
Lütfullah Cebeci, 2/286-303, Yoksulluk Sempozyumu, Deniz Feneri Yayınları, İstanbul,
2003.
7. Küreselleştirmenin Acımasız-Bilinçli Silahı: Yoksullaştırma, Ahmed Saltık,
3/330-350, Yoksulluk Sempozyumu, Deniz Feneri Yayınları, İstanbul, 2003.
8. Dünya Sistemi ve Yoksulluk İlişkisi, Erhan Erken, 1/314, Yoksulluk Sempozyumu,
Deniz Feneri Yayınları, İstanbul, 2003.
9. Sefaletin Küreselleşmesi, Halil Mutioğlu, 1/305, Yoksulluk Sempozyumu, Deniz
Feneri Yayınları, İstanbul, 2003.
10. Dünya Sistemi ve Yoksulluk İlişkisi, Erhan Erken, 1/315, Yoksulluk Sempozyumu,
Deniz Feneri Yayınları, İstanbul, 2003.