The Just: One of the four Spiritual Elements in the Universe is Justice

Adl, "doğru olmak, doğru davranmak, adaletle hükmetmek, eşitlemek" vb. manalara
gelen bir masdardır. Ayrıca, "doğruluk, hakkaniyet ve adalet" anlamlarıyla isim
olarak kullanıldığı gibi, "çok adil" anlamında sıfat olarak da kullanılır.

Kur'an-ı Kerim'de çok müştaklarıyla birlikte yirmi sekiz ayette geçerse de bunların
hiçbirinde Allah'ın adalet sıfatını ifade eder mahiyette kullanılmamıştır. Yalnız
bir ayette1 Allah'ın sözünün adaletli olduğu belirtilir.

Adl, Allah'ın isimlerinden biri olarak kullanıldığında "çok âdil, asla zulmetmeyen,
hakkaniyetle hükmeden, haktan başkasını söylemeyen ve yapmayan" anlamına gelir.2

Adl ve Âdil isimleri Risale-i Nur'da da sıkça geçen isimlerdir.3 Risale-i Nur'un
temel özelliklerinden biri de Esma-i Hüsna'yı hayata taşıyan bir eser olmasıdır.
Kur'an'ın mucizevî belagatinin ve cezaletinin bir yönü olan Esma-i Hüsna ile ayetlerin
geniş hakikatlerinin esasının, kaynağının ortaya çıkarılması ve adeta hakikatlerin
hafızalarda sağlam bir şekilde kayıt edilmesi için düşünce çivilerinin oluşturulması,
onun manevi bir mucizesi olan Risale-i Nur'da da ortaya çıkmıştır. Risale-i Nur,
"tüm cümle kuruluşlarında Esma-i Hüsna'nın hatırının gözetildiği"4 bir eserdir.

Nur Külliyatı içinde öne çıkan isimlerden biri de Adl ismidir. Adl ismi, hem
Hz. Ali'nin (ra) hem de İmam-ı Azam'ın (ra) İsm-i Azam olarak gördükleri isimler
arasındadır.5 Bediüzzaman da Adl ismini İsm-i Azam'ı taşıyan altı isimden biri olarak
görür. Adl ismiyle birlikte Kuddüs, Hakem, Ferd, Hayy ve Kayyum isimleri ışığın
renkleri gibi birbirini tamamlayan azam isimlerdir. İsm-i Azam'ı bilmek için bu
altı ismin imtizacından ortaya çıkan nuru görebilmek gerekmektedir.6 Bilindiği üzere
İsm-i Azam Allah'ın en büyük ismi anlamında kullanılan bir tabirdir. Peygamber Efendimiz'in
(asm) ifadesiyle "kim ki, İsm-i Azam'la dua ederse Allah ona icabet eder, onunla
istenirse verir."7 Yani, İsm-i Azam ile edilen duaların Allah'ın katında makbuliyeti
en yüksek seviyededir.

Bediüzzaman, Hz. Ali'nin (ra) kendi zamanındaki Kur'ân'ın aleyhine açılan çok
kapılara karşı mübarek İsm-i Azam'ı şefaatçi yapıp, kahramanca ve mertçe dinin esaslarını
korumaya çalıştığından bahseder. Aynı şekilde, ahir zamanda Kur'an'a çok şiddetli
bir tarzda muhalefet eden dinsizlik akımlarına karşı, ancak İsm-i Azam'ı şefaatçi,
sığınak ve kale yapmakla karşı konulabileceğini vurgular. İnsanlığın baharını kışa
çeviren, yeryüzünün rengini solduran dinsizliğin ateşi ve yangını karşısında Risale-i
Nur'un dayanmasını, bu dondurucu soğuklara ve yakıcı ateşlere dayanaklı nur çiçeklerini
yetiştirmesini bu sırra bağlar.8 İsm-i Azam'ın bir nuru, bir rengi olan Adl ismi
bu açıdan da bilinmesi, anlaşılması ve hayata yansıması gereken çok önemli bir Esma-i
İlahidir.

Cenab-ı Hakk'ın Adl isminin kâinattaki yansıması mizan, denge, ölçü olarak karşımıza
çıkar. Risale-i Nur'da geçen bir kısım terkipler ve yaklaşımlar hep bu eksende ele
alınmıştır. Örneğin, "mizan-ı adl",9 "mizan-ı adâlet",10 "mizanın kemâl-i adaleti",11
"adilli mîzan ve adli gösteren mîzan",12 "adâletin tevzîni"13 vb. ifadeler adaletle
mizan arasındaki yakın irtibata dikkatleri çeker. Bediüzzaman bir başka yerde, "bütün
mevcudattaki şu nizam ve mizan, âmm bir tanzim ve tevzini ve o tanzim ve tevzin,
âmm bir hikmet ve adaleti ve o hikmet ve adalet, bir kudret ve ilmi gözümüze gösteriyor"14
diyerek bu iki kavram arasındaki mantıksal bağı göz önüne koyar. Otuzuncu Lem'a'da
yer alan "İsm-i Adl ve Âdil'in bir cilvesi olan fiil-i tevzin ve mizan"15 ifadesi
de göstermektedir ki, Cenab-ı Hakk'ın Adl isminin kâinattaki tecellisi tevzin ve
mizan gerçeğiyle varlığa, hayata yansımaktadır.

Bediüzzaman, Onuncu Söz olan Haşir Risalesi'nde "adâlet ve mîzan ile iş görüldüğüne
bürhan mı istersin?" diye sorarak adaletin ve Adl isminin kainattaki üç külli yansımasına
dikkat çeker. Bunlardan birincisi, "her şeye hassas mîzanlarla, mahsus ölçülerle
vücut vermek, sûret giydirmek, yerli yerine koymak" hakikatidir. Adl isminin ikinci
tür tecellisi "her hak sahibine istidadı nispetinde hakkını vermek, yani vücudunun
bütün levâzımâtını, bekàsının bütün cihazâtını en münâsip bir tarzda vermek" şeklindedir.
Üçüncü olarak ise, "istidat lisâniyle, ihtiyac-ı fıtrî lisâniyle, ıztırâr lisâniyle
suâl edilen ve istenilen her şeye dâimî cevap vermek" şeklinde son derece âdil ve
hassas ölçülerle yaratılış gerçekleşmektedir.16

Meyve Risalesi olan On Birinci Şua'da ise sermedi bir adaletin varlıklar üzerindeki
tecellisine şu temel noktalarda dikkatler çekilir. 1- Bütün masnuatta gayet hassas
mizanlarla âzâlarını yerleştir(me) 2- Mikroptan gergedana, sinekten simurga kuşuna,
bir çiçekli nebattan milyarlar, trilyonlarla çiçekler açan bahar çiçeğine kadar,
israfsız ölçülerle bir tenasüp, bir muvazene, bir intizam ve bir cemal içinde masnuatı
bir hüsn-ü sanat yap(ma) 3- Her zîhayatın hukuk-u hayatını kemâl-i mizanla ver(me)
4- İyiliklere güzel neticeler ve fenalıklara fena neticeler verdir(me) 5- Âdem (as)
zamanından beri tâği ve zâlim kavimlere vurduğu tokatlarla kendini pek kuvvetli
ihsas ettir(me)…17

Risale-i Nur'daki yaklaşımlardan biri de, adalet hakikati için kâinattaki dört
manevi unsurundan biri nitelendirmesinin yapılmasıdır. "Dört anasır-ı maneviye"
olarak hikmet, inayet, merhametle ve adalet kast edilmektedir. Maddi âlemdeki ışık,
su, hava ve toprağın temel olması kuvvetinde bu dört manevi hakikatin de kâinatın
dört bir yanını kuşattığı, etkilediği ve nüfuz ettiği anlatılmaktadır.18

Kâinattaki temel hakikatlerden biri de ıtlaktır. Her hangi bir şeyde ıtlak hakikati
ortaya çıktığı zaman, ona bağımsızlık ve istila edicilik özelliği kazandırıyor.
Örneğin hava, ışık, sıcaklık, elektrik, enerji gibi maddeler ıtlaka mazhar olmalarıyla
her tarafa yayılırlar, bir nebze de olsa sınır kabul etmezler. Itlaka mazhar kavun
çekirdeği de yeryüzünü istila etmek ister, küçük bir mikroorganizma da… İşte, sel
gibi akan bu unsurlara ve istila edici varlıklara, güçlere sınır koyan ve hassas
dengenin korunmasını sağlayan, kâinatta ıtlak hakikatinden çok daha etkili bir adalet-i
mutlaka hakikatinin var olmasıdır.19

Kâinat, çok hareketli, değişken bir saray yâ da bir şehir gibidir. Bu şehirde
hiçbir şey yerli yerinde, sabit, kararında kalmıyor; sürekli insanı hayret içinde
bırakan bir işleyiş ve değişim yaşanıyor. Bir asır diğer bir asra benzemediği gibi,
bir gün de diğer bir güne benzemiyor. Bir saniye öncesi ile sonrası arasında da
sabit kalan, değişmeyen bir şey yok. Fakat, bunca değişimin ve işleyişin sonucu
herhangi bir karmaşa, ölçüsüzlük, orantısızlık ve dengesizlik yaşanmıyor. Çünkü,
kainat şehrinde mükemmel bir adalet hakikati var ve bu hakikat tüm varlıklar üzerinde
hükmünü icra ediyor. Bediüzzaman, kâinatın fotoğrafını çekercesine bu gerçeğe şu
sözleriyle dikkatleri çekiyor:

"İşte, cesed-i hayvânînin hüceyrâtından ve kandaki küreyvât-ı hamrâ ve beyzâdan
ve zerrâtın tahavvülâtından ve cihazat-ı bedeniyenin tenasübünden tut, tâ denizlerin
vâridat ve masarifine, tâ zemin altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına, tâ
hayvânat ve nebâtâtın tevellüdat ve vefiyatlarına, tâ güz ve baharın tahribat ve
tamiratlarına, tâ unsurların ve yıldızların hidemat ve harekâtlarına, tâ mevt ve
hayatın, ziya ve zulmetin ve hararet ve burudetin değişmelerine ve döğüşmelerine
ve çarpışmalarına kadar, o derece hassas bir mizanla ve o kadar ince bir ölçüyle
tanzim edilir ve tartılır ki, akl-ı beşer hiçbir yerde hakikî olarak hiçbir israf,
hiçbir abes görmediği gibi, hikmet-i insaniye dahi her şeyde en mükemmel bir intizam,
en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor. Belki, hikmet-i insaniye, o intizam
ve mevzuniyetin bir tezahürüdür, bir tercümanıdır."20

Zerrelerden, atomlardan, gezegenlere, sistemlere, galaksilere kadar mükemmel
bir mizan, denge ve adaletli işleyiş var. Örneğin, Adl isminin tecellisi protonlar
ve elektronlar âleminde de etkisini gösterir. Kâinattaki proton sayısı ile elektron
sayısı dengelenmiştir. Bunun bir sonucu olarak makro planda da kütle çekim gücü
ile elektromanyetik güç arasında da çok hassas denge mevcuttur.

Hayat için protein ve aminoasitler ne kadar önemliyse, protein ve aminoasitler
için de kovalent bağlar ve zayıf bağlar o denli önemlidir. Eğer bu bağlar olmasaydı
yeryüzünde canlılıktan bahsedilemeyecekti. İşte, bu noktada Adl isminin farklı bir
tecellisini daha görmekteyiz. Çünkü, bu bağların oluşması için gereken ısı aralığı
yeryüzünde sağlanmıştır.

Cenab-ı Hakk'ın kâinatta en fazla hizmet ettirdiği, halden hale çevirdiği temel
unsurlar zerrelerdir. Bir anlamda maddenin yapıtaşları sayılan elektron, proton
ve nötronların oluşturduğu atomlardır. Bunca önemli ve hassas görevleri sayısız
defa üstlenen zerrelerin dünyanın enkazı altında kalması ve yokluk karanlıklarına
terk edilmesi düşünülemez. Elbette, zerrelerin de ahiret âleminin binalarında yer
almaları Cenab-ı Hakk'ın adalet kanunun ve Adl isminin bir gereğidir.21

"Ve bilhassa her ferd-i hayvânînin bedenindeki hüceyrâtın ve kan mecrâlarının
ve kandaki küreyvâtın ve o küreyvattaki zerrelerin o derece ince ve hassas ve harika
muvazeneleri var."

Canlılık için en önemli maddelerden biri de kandır. Kanın Adl isminin tecellisi
sonucu dengeleyici rolü de vardır. Canlı bedenindeki ısı dengesi, dengeli beslenme
kan sayesinde gerçekleşir. Kan bir açıdan bedende mükemmel bir ısı dağıtım sisteminin
oluşmasına yol açar. Kan olmasaydı ısıyı bedenin her tarafına aynı oranda dağıtmanın
ve dış ortam sıcaklığıyla uyum sağlamanın imkânı olmazdı. Aşırı bir enerji harcandığında
deri altındaki kan damarlarının şişmesi ve fazla ısının dışarı atılması; soğuk havalarda
ise, kan damarlarının daralmasıyla bedendeki ısı dengesinin korunması hassas manevi
bir terazinin varlığını ve etkisini gösteriyor.

Kanda en fazla alyuvarlar vardır. Yetişkin erkeğin damarlarında yaklaşık olarak
30 trilyon alyuvar bulunur. Bir alyuvarın yaşam süresi ise ortalama 120 gündür.
Bu sürenin sonunda görevi biten alyuvar makrofajlar tarafından yenir ve yerine yenisi
üretilerek kanda ihtiyaç duyulan sayı dengelenir. Bu dengenin sağlanması için normal
şartlarda saniyede 2,5 milyon alyuvarın kemik iliklerinde üretilmesi gerekir. Havadaki
oksijen oranının düştüğü ya da kan kaybının yaşandığı zamanlardaysa daha fazla alyuvar
üretimine ihtiyaç duyulur. Bu gibi özel durumlarda kandaki alyuvarlar üretimini
dengelemesi hikmetiyle yaratılan eritroprotein isimli hormon da, bu açıdan Adl isminin
ince ve hassas bir tecellisine mazhardır.

Kandaki dengenin bozulduğu anlardan biri de açık yaraların oluşmasıdır. Böyle
bir durumda vücudun belirli bir kısmında tam zamanında kanın pıhtılaşmasına ihtiyaç
vardır. Bu işte birinci derecede rol alanlar trombinleri üreten enzimlerdir. Bu
enzimler, kendi üretimlerini durdurabilme ya da başlatabilme özelliğine sahiptirler.
Trombinler ve trombinlerin üreten enzimler mükemmel anlamda Adl isminin tecellisine
mazhardırlar. Çünkü, mükemmel bir zamanlamayla tam yaralanmanın olduğu anda oluşurlar
ve pıhtılaşma için gereken miktara ulaştıktan sonra da üretimlerini sona erdirirler.

Hemoglobin hücrelerde bulunan milyonlarca molekülden sadece biridir. Bir alyuvar
hücresinde 300 milyon hemoglobin vardır. Bedende her saniye 2,5 milyon alyuvar üretildiğine
göre, her saniye 750 trilyon hemoglobin üretilmektedir. Aynı sürede başka sayısız
moleküllerin üretimi de yapılmaktadır. Bu da göstermektedir ki, insan bedeninde
her saniye -herhangi gecikme, aksama olmadan gerçekleşen- korkunç bir yıkım ve tamir
gerçeği yaşanmaktadır ki, bu da Adl isminin moleküler boyutta mükemmel bir tecellisinden
başka bir şey değildir.

"Ve bilhassa o hadsiz milletlerin hadsiz efradından bir tek ferdin âzâsı, cihazatı,
duyguları o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebettar ve muvazenettedir
ki, o tenasüp, o muvazene, bedâhet derecesinde bir Sâni-i Adl ve Hakîm'i gösteriyor."

Bütün canlılara örnek olacak şekilde insanın doğumla başlayan dünya hayatında
büyümesinde görülen âdilane ölçüler bile oldukça dikkat çekicidir. Doğumdan itibaren
baş iki misli, kollar dört, gövde üç ve bacaklar beş misli büyür. Eğer doğumdaki
oran aynen korunarak büyüme gerçekleşseydi, insanın bedeni normal halinden çok daha
farklı bir biçimde olurdu. İşte Adl ismi, insan bedeninin farklı, fakat uyumlu ölçüler
içinde bir işleyişle kontrollü bir büyümenin olmasını sağlar.

Ayrıca, her bir hayvan türünde bedeniyle, cihazlarıyla ruhu ve duyguları arasında
mükemmel bir uyum ve ölçülü bir yaratılış vardır. Bir aslana, kaplana ya da leopara
ceylan ruhu verilmemiştir. Aynı şekilde, ceylanın yeteneklerine ve duygularına en
uygun bir beden, elbise ve donanımlar adilane bir şekilde yerleştirilmiştir.

"Hayattârâne mütemadiyen çalkanan ve dağılmak ve dökülmek ve istilâ etmek fıtratında
olan denizler, arzı kuşatıp, arz ile beraber gayet süratli bir surette bir senede
yirmi beş bin senelik bir dairede koşturulduğu halde, ne dağılırlar, ne dökülürler
ve ne de komşularındaki toprağa tecavüz ederler. Demek gayet kudretli ve azametli
bir Zât'ın emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar."

Okyanusların ve denizlerin karalardan çok daha fazla alanı kaplıyor olmasının
birçok hikmetleri vardır. Bu hikmetlerden biri bu büyük su kitlelerinin iklim üzerindeki
kritik etkilerinden kaynaklanır. Denizler bir anlamda yeryüzünde yaşanabilecek aşırı
ısınma ve soğumayı önleme açısından termostat vazifesi görürler.

Canlı hayatı için en önemli faktörlerden biri sudur. Su; okyanuslarda, denizlerde,
buzullarda, göllerde, nehirlerde, yeraltında ve atmosferde bulunur. Fakat, su sabit
durmaz. Mükemmel bir sistemle yeryüzünde su çevrimi gerçekleşir. Okyanus, deniz,
akarsu ya da göllerdeki su güneş ısısıyla buharlaşıp atmosfere, oradan yağışla yeryüzüne,
yeryüzündeki nehirler ve yer altı sularıyla tekrar denizlere ulaşan dengeli ve ölçülü
bir su hareketi vardır. Global ölçekte, yeryüzünden buharlaşan su miktarı kadar
yağış gerçekleşir. Bu hassas dengenin bozulduğu dönemlerde bir kısım seller ya da
kuraklık gibi felaketler yaşanmaktadır. İşte, denizlerin ve okyanusların yeryüzündeki
su ve ısı dengesinde oynadıkları kritik rol, onların Âdil bir yaratıcının emrinde
olduklarını gösterir.

"Ve bilhassa zeminin yüzünde, nebâtî ve hayvânî dört yüz bin taifenin tevellüdat
ve vefiyatça ve iaşe ve yaşayışça rahîmâne muvazeneleri, ziya güneşi gösterdiği
gibi, bir tek Zât-ı Adl ve Rahîm'i gösteriyor."

Karalarda bitkiler ve hayvanlar arasında da âdilâne ilişkiler kurulmuştur. Hayvanlar
farklı yönlerde birçok üstün özelliklere sahip olmalarına rağmen, mutlak bir güç
sahibi değildirler. Ayrıca, bir kısım hayvanlara göre oldukça âciz sayılacak diğer
hayvanlar da varlıklarını sürdürürler. Bitkiler milyonlarca tohum üreterek korkunç
bir istilâya hazırlanırlar. Bu istilâ bitkiler arası rekabetle kontrol altına alınır.
Meselâ, çimenlik bir araziye düşen çam tohumları orada çimlenme imkânı bulamazlar.
Burada küçük denecek ısı farkları ve toprağın rutubetliliği dengeleyici bir rol
oynar. Her yerde olduğu gibi canlılar dünyasında da yine âdilâne bir denge vardır.

Her bahar mevsiminde yeryüzünde bitki ve hayvan türlerinin taburlarından oluşan
eşsiz bir ordu kurulur. Her bir türün elbisesi, erzakı, silahı, yaşam tarzı, eğitimi,
görevi ve görev süresi farklı olmasına rağmen hiçbiri eksik bırakılmayarak, unutulmayarak
ve şaşırılmayarak karşılanır. Hiçbiri diğerinin dilini bilmediği ve ihtiyaçlarını
karşılamak için yeterli güce sahip olmadığı halde, sebepler perde yapılarak hikmet
ve adalet dairesinde terbiye ve idare edilirler.

"İşte, gel, Güneş ile muhtelif on iki seyyarenin muvazenelerine bak. Acaba bu
muvazene, güneş gibi, Adl ve Kadîr olan Zât-ı Zülcelâl'i göstermiyor mu? Ve bilhassa,
seyyarattan olan gemimiz, yani küre-i arz, bir senede yirmi dört bin senelik bir
dairede gezer, seyahat eder. Ve o harika süratiyle beraber, zeminin yüzünde dizilmiş,
istif edilmiş eşyayı dağıtmıyor, sarsmıyor, fezaya fırlatmıyor. Eğer sürati bir
parça tezyid veya tenkis edilseydi, sekenesini havaya fırlatıp fezada dağıtacaktı.
Ve bir dakika, belki bir saniye muvazenesini bozsa, dünyamızı bozacak, belki başkasıyla
çarpışacak, bir kıyameti koparacak."

Dünya'nın büyüklüğü, ekseni, hızı, şekli, yeryüzü şekilleri ve Güneş'e olan uzaklığı
gibi birçok özelliği, Adl isminin bir gereği olarak canlı hayatının sürmesi için
gereken ölçülerdedir. Örneğin, dünyanın büyüklüğü daha fazla olsaydı yerçekimi artacak
ve bunun beraberinde getirdiği olumsuzluk yaşanacaktı. Eğer büyüklüğü daha küçük
olsaydı yerçekimi azalacağı için atmosfer bile olmayacaktı. Aynı şekilde mevsimler
arasındaki sıcaklık farklarının canlıların yaşamalarına elverişli bir aralıkta kalması
yine dünyanın eğimine, eksenine bağlıdır. Bunlar gibi, dünyanın hem güneş etrafındaki
hem de kendi etrafındaki hızı da olması gereken en hassas ölçülerdedir.

Adl ismi tecellisi dağlar üzerinde de görülür. Dağlar birer direk, birer perçin
gibi hareketli bir yapıya sahip olan yerkabuğunu sabitleyen, depremlere ve sarsıntılara
karşı güvenliği temin eden dengeleyici faktörlerdir. Ayrıca dağlar, havanın temizlenmesi,
sulara hazinedarlık yapması ve ısı dengesinin sağlanması gibi hayati özelliklere
de sahiptir. Örneğin, dağların yeryüzünde engebeli şekiller meydana getirmesi sayesinde
ekvatorla kutuplar arasındaki büyük ısı farkından kaynaklanabilecek korkunç fırtınalar
önlenmiştir.

Cenab-ı Hakk toprak üstünde sayısız sanatlı varlıklarıyla gösterdiği eşsiz tasarrufunu
ve adaletli işleyişini, yeraltında da aynen icra etmektedir. Belki, çok daha şaşırtıcı
ve hayret uyandırıcı bir tarzda tasarrufu vardır. Risale-i Nur'da bu âdilane icraat
"taşlar, toprak üstünde bulunan bütün zevi'l hayata, ab-ı hayatla beraber sair medar-ı
hayatlarına öyle bir hazinedarlık ediyor ve öyle bir adaletle taksimata vesiledir
ve öyle bir hikmetle tevziata vasıta oluyor ki…"22 ifadeleriyle anlatılmıştır.

Atmosferdeki gazların oranları da tam bir denge halini yansıtır. Örneğin, havada
% 21 oranında oksijen gazı vardır. Eğer, oksijen oranı daha az olsaydı, solunum
zorlaştığı gibi, üretilen ozon gazı oranı da azalacaktı ve bunun sonucu olarak canlı
yaşamını koruyan çok önemli bir kalkan devre dışı kalacaktı. Oksijen oranı daha
fazla olsaydı, bu gazın yakıcı özelliği nedeniyle yeryüzünde en küçük kıvılcımlarla
birçok yangınlar çıkacaktı. Ayrıca, fazla oksijen ozon miktarını da arttıracağı
için güneşin ışınları daha fazla süzülmesine ve engellenmesine yol açacak ve canlı
hayatı için öldürücü sonuçları ortaya çıkaracaktı. Bu açıdan atmosfer güneş ışınlarını
canlı yaşamını destelemek için en ideal oranda geçirecek ve süzgeçleyecek bir yapıda
yaratılmıştır. Bu da Allah'ın Adl isminin bir başka tecellisidir.

Atmosferin dengelenmiş bir başka yönü, canlıların kolay bir şekilde solunum yapabilmeleri
için en ideal bir yoğunluğa sahip olmasıdır. Atmosferdeki yoğunluk, akışkanlık ve
basınç değerlerinin çok hassas bir ölçüde oluşu yeryüzünün dengesi için de gereklidir.
Örneğin, atmosfer basıncında azalmalar dünya üzerinde sera etkisi diye tabir edilen
aşırı sıcakların ortaya çıkmasına neden olur.

Kâinatta gözlemlenen hassas dengenin en geniş alanlarından biri Güneş Sistemi'dir.
Güneş Sistemi 9 gezegenden, 54 uydudan oluşan ve milyarlarca yıldır eşsiz düzen
ve dengesini koruyan harikulade bir yapıdır. Bu devasa sistemde, Güneş'in çekim
gücü ile gezegenlerin hızlarından kaynaklanan merkezkaç kuvvetleri arasında kurulmuş
mükemmel bir denge mevcuttur.

Aynı şekilde yüz milyarlarca yıldızdan meydana gelen galaksilerde de benzer şekilde
eşsiz bir iç denge yaşanmaktadır. Ayrıca, yine bir kısmı birbirinden uzaklaşan bir
kısmı birbirine yaklaşan yüz milyarlarca galaksi arasında da ihtişamlı bir denge
hali mevcuttur. Kâinat on dört milyar senedir bu mükemmel ahenk ve denge halini
korumaktadır. Bu da göstermektedir ki, Allah'ın Adl ismi sistemler, galaksiler boyutunda
hükmünü icra etmektedir.

"Haşrin Mahkeme-i Kübrâ'sında, mizan-ı âzam-ı adaletinde cin ve insin muvazene-i
a'mâllerini istib'âd edip inanmayan, bu dünyada gözüyle gördüğü bu muvazene-i ekbere
dikkat etse, elbette istib'âdı kalmaz."

Risale-i Nur'da adalet ikiye ayrılır. Biri "müspet" adalet, diğeri "menfi" adalettir.
"Müspet adalet"ten kast edilen, her hak sahibine hakkını vermektir. Yani, tüm varlıkların
yaşamları için gereken -hem bedenlerinde ve ruhlarında hem de yaşadıkları çevrede-
her türlü ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Adaletin menfi kısmı ise, haksızların
terbiye edilmesi ve cezalarının verilmesidir. Adaletin bu kısmı, yeryüzünde tam
anlamıyla gerçekleşmiyor. Özellikle insanlara bakan yönünün büyük bir kısmı ahiretteki
"Mahkeme-i Kübra"ya bırakılıyor. Her ne kadar büyük bir zulüm işleyen ve tüm varlıkların
hukuklarına tecavüz eden insanın muhasebesi ahirete bırakılsa da, adalet hakikatinin
yeryüzünde de bir kısım yansımaları gözükmüyor değil. Örneğin, Kur'an'da kıssaları
anlatılan Ad ve Semud kavimlerinin başlarına gelen olaylardan günümüzde yaşanan
korkunç felaketlere kadar birçok "terbiye tokatları" yüce bir adalet elinin hükümranlığına
dikkat çekiyor.23

Allah'ın Adl ismi, onun "adaletperver"lik şe'ninden kaynaklanır. Bediüzzaman
Allah ile varlıklar arasındaki yetmiş bin perdeyi tahlil ederken şöyle bir sıralama
yapar: Zat, şe'n, sıfat, isim, fiil ve eser. Bu sıralamaya göre isimlerin ve sıfatların
kaynağı şe'nlerdir. Allah'a ait şe'nlerden biri de "adaletperverlik"tir. Risale-i
Nur'da bu ince sır bir temsille anlatılır. Örneğin, her haklıya hakkını vermekten
hoşlanan, zevk alan bir hâkim, mazlumları korumaktan, onların teşekkürlerinden ve
zalimleri cezalandırmaktan, mazlumların intikamlarını almaktan memnun olur. İşte,
Cenab-ı Hakk'ın da kendi zatının kutsiyetine layık bir tarzda adaletperverliği vardır.
Kâinattaki dehşetli ve sel gibi akan unsurları sınırlayarak nazik canlılara zarar
vermesine izin vermeyen Adil bir yaratıcı, elbette haşrin büyük mahkemesinde insanları
adaletinin önüne çıkaracak ve adaletini tüm ihtişamıyla gösterecektir.24

Cenab-ı Hakk ezeli sözlerinde insanlara "adalet-i mahza"yı emrediyor. Maide Suresi'nin
32. ayetinde geçen "Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık
olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur" ifadesini
Bediüzzaman "Adalet-i mahzânın en büyük düsturunu vaz etmek"25 olarak değerlendirir
ve şöyle yorumlar: "Bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert
dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakk'ın nazar-ı merhametinde hak
haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin
selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet
namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir."26 Çünkü, Cenab-ı Hakk ezelidir ve ezeli
bir kudret için sayıların büyüklüklerin önemi olmadığı gibi, bu sır adalet için
de geçerlidir. Cenab-ı Hakk'ın ezeli adaleti açısından hakkın küçüğü büyüğü, azı
çoğu yoktur.

Risale-i Nur'da "ahlak-ı İlahiyle ahlaklanmak" anlamına gelen "tehalluku bi ahlakillah"
ifadesi yer alır ve Nübüvvet silsilesinin önemli bir kaidesi olduğundan bahsedilir.27
Buradan adaletle ilgili insanın özel dünyasına taşıması gereken önemli bir prensip
çıkar. Bir kişi mü'min kardeşiyle diyalogunu sürdürürken ilahi adaletin hakikatine
göre davranması gereklidir. Yani, o kardeşinin iman, İslamiyet, komşuluk gibi onlarca
masum özellikleri varken, kendisine zarar veren ya da hoşuna gitmeyen bir özelliği
nedeniyle o kişiye düşmanlık beslemesi "adil" bir davranış değildir. Bediüzzaman,
böyle bir davranışı "bir gemide ya da evde dokuz masum insan varken, bir cani yüzünden
o evi ya da gemiyi yakmaya ya da batırmaya" benzetir ve "hatta tek masum, dokuz
cani olsa bile hiçbir adalet kanunuyla batırılamayacağından" bahseder.28 Uhuvvet
Risalesi'nde anlatılan bu adilane ahlaki nezaket Risale-i Nur'un bir başka yerinde
çok ilginç bir yaklaşıma ve hayat felsefesine dönüşür: "Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i
mutlaka ile mizan-ı ekberinde a'mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta
galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları
kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada
o adalet-i İlâhiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına
kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır.
Belki, kıymettar bir tek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır."29

Kur'an'da dört temel konu vardır. Bunlar; tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile
ibadettir. Diğer tüm konular bu temel konuların anlaşılmasına hizmet etmektedirler.30
Bu dört konu Kur'an'ın hitabına öyle işlemiştir ki, Besmele'de bile derc edilmiştir.31

Niçin Kur'an'ın dört maksadının arasında adalet ile ibadet yan yanadır? Nur Külliyatı'nda
bu sorunun cevabı hem enfüsi dairede, hem afaki dairedeki boyutlarıyla ele alınmıştır.
Ayrıca, Nur Külliyatı'nın içerisinde bu temel birlikteliğin simetrilerini de görmek
mümkündür. Örneğin, "Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden
hikmet ve intizam, adâlet ve mîzanla Rubûbiyet'in saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl,
Rubûbiyet'in cenâh-ı himâyesine ilticâ eden ve hikmet ve adâlete imân ve ubûdiyetle
tevfîk-ı hareket eden mü'minleri taltif etmesin ve o hikmet ve adâlete küfür ve
tuğyan ile isyan eden edebsizleri te'dib etmesin?"32 cümlesi. Bu cümlede kâinattaki
intizamdan hikmete, hikmetten de imana doğru bir ilişki kurulurken aynı zamanda
mizan ile adalet, adalet ile de ubudiyet arasında başka bir ilişki üzerine de dikkat
çekilir. Ayrıca, iman-küfür ve tuğyan-ubudiyet arasında ters simetrilerin de kurulduğu
görülür.

Cenab-ı Hakk insanı çok özel bir yaratılışla yaratmıştır. İnsan diğer varlıklar
içinde nazik, nazenin ve nazdar bir yapıya sahiptir. Bu yapısı onun yaşantısını
da etkiler ve insaniyete yakışır bir olgunluğu, kemali yakalama arzusu taşımasına
yol açar. Bu ise yemesi, içmesi, giyinmesi ve barınması gibi gerekli birçok ihtiyaçlarını
-en kaliteli, faydalı, estetik bir şekilde- karşılama isteğine dönüşür. Oysa, insanın
gücü ve yetenekleri birçok yönden sınırlıdır. Her işte uzmanlaşmaya ne vakti yeter
ne de enerjisi yeterli değildir. Bu açıdan insan diğer varlıklardan farklı olarak,
sosyal yaşama, yardımlaşmaya ve alışverişe, yani medeni yaşama mecbur bir varlıktır.
Sosyal yaşam ise bazı sorunları beraberinde getirir. Çünkü, insanlar arzu, güç ve
zeka açısından farklıdır. Bu farklılık bir kısım anlaşmazlıklara ve suistimallere
yol açar. Daha güçlü olanların zayıfları ezdikleri ve zekilerin sıradan insanları
aldattıkları durumlar yaşanır. Bu tür hak ihlallerini ve adaletsizlikleri engellemek
için kanunlara ve kanunları uygulayacak bir otoriteye ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı
yalnızca toplumun ya da devletin denetimi ve otoritesi sağlayamaz. Belki insanın
kalbinin derinliklerine kadar, tüm duygularına işleyecek kadar etkili bir otorite
olmalıdır. Tüm asırların ve toplumların ihtiyaçlarını karşılayabilecek kanunlar
ve otorite ise İlahi kanunlar ve İlahi otorite olabilir. Kanunlarda yer alan emirlere
ve yasaklara boyun eğilmesi ve itaatin sağlanması için ise Allah'ın azametinin,
büyüklüğünün zihinlerde yerleştirilmesi gerekir. Bu ise günde beş defa Allah'ın
huzuruna çıkma hakikatini taşıyan namaz gibi ibadetler ve her an Allah'ın huzurunda
olma bilincini taşımak olan kulluk tavrını yaşamakla mümkündür. İnsanın medenice
bir hayat yaşaması ve başkalarını köleleştirmeden, sömürmeden, onların insanlık
değerlerini ellerinden almadan bir ömür sürmesi için aşırı duygularına sınır koyması
ve hayatının her anına yayması gereklidir. İbadetler ve ubudiyet bilinci bunu sağlamasıyla
adaleti ve adil bir yaşamı netice verir.33

Ubudiyetine ve ibadetlerine en fazla halkı bir yönüyle temsil eden kişilerin
özen göstermeleri gerekmektedir. Çünkü, o kişi tek iken aslında temsil ettiği kişilerin
sorumluluklarını da üzerinde taşıyan biridir. Pek çok hukuklar, namuslar, irşadlar,
talimler gibi önemli görevler o kişinin üzerindedir. Eğer, Allah'ın huzurunda olduğu
bilinci ve hesap verme endişesi o kişide olmayacak olursa birçok kötüye kullanımlar,
haksızlıklar gerçekleşir. Buradan konuya şöyle bir yaklaşım da getirilebilir. Aslında,
her bir insan diğer varlık türlerinin bir nevi gibidir. Her insan kendi dünyasında
tüm varlıkların tesbihlerini, şükürlerini ve kulluklarını Cenab-ı Hakk'a sunmakla
vazifelidir. Bu görevini yerine getirmemekle, aslında tüm varlıkların hukuklarını
çiğnemiş olur ve kendi aleyhinde davacı olmalarına yol açar. Risale-i Nur'da bu
gerçek -namaz boyutuyla- şu özlü sözlerle ifade edilir: "Namaz, kalplerde azamet-i
İlahiyeyi tespit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlahiyenin
kanununa itaat ve nizam-ı Rabbaniye imtisal ettirmek için yegâne İlahi bir vesiledir.
Zaten insan, medeni olduğu cihetle, şahsi ve içtimai hayatını kurtarmak için, o
kanun-u İlahiye muhtaçtır."34

Kur'an'ın hakikatleri ve İslami prensipleri ile kâinattaki kanunlar arasında
mükemmel bir uyum söz konusudur. Sanki Kur'an hakikatleri kâinata kök salmış gibidir.
Bu sırdan olsa gerektir, kâinattaki kanunlara "tekvini şeriat", Kur'an'ın hakikatlerine
ise "teşri şeriat" denilmiştir. Biri, Allah'ın irade ve kudretinden, diğeri ise
kelamından kaynaklanan şeriattır. Cenab-ı Hakk Adl isminin gereği olarak kâinatta
mükemmel bir denge ve ölçü içinde adaletle hükmettiği gibi, insanlığa da adaleti
emretmiştir. Rahman Suresi'nin 6. ve 7. ayetlerinde35 dört defa, her defasında farklı
bir adalet türüne dikkatleri çekercesine "mizan" kelimesinin tekrarlaması, kâinatta
mizanın ve adaletin öneminin ve temel esas olduğunun göstergesidir.

İnsan için adaletin hakikatini yaşamak hem Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak, hem
kâinatla uyum içinde olmak hem de diğer insanların haklarına riayet etmek vb. açılardan
çok önemlidir. Nitekim, namazın her rekatında Cenab-ı Hakk'tan "sırat-ı müstakim"
duasında bulunmanın hikmeti de bu olsa gerektir. Bediüzzaman, sırat-ı müstakimi
tarif ederken şöyle der: "Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve
hülasasından hâsıl olan adl ve adalete işarettir"36 Yani, insanın adil olması için
ilk önce kendi iç dünyasındaki dengeyi kurması ve aşırılıklardan kaçması gerekmektedir.

Gerçek anlamda adaletli davranmak için nefse bir pay çıkarılmaması da gereklidir.
Ağır bir cezaya imza atan bir hâkim, hiddet göstererek bir hüküm vermişse, aslında
âdil davranmamıştır. Çünkü, adil olmanın gereği cezalandırılan kişiye ne şefkat
ne de nefret duygusu taşımamayı gerektir, dengeli bir duruş ister. Bununla ilgili
Risale-i Nur'da Hz. Ali'nin (ra) eşsiz âdilane duruşu örnek verilir: "Bir vakit,
İmam-ı Ali Radıyallahü Anh bir kâfiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman
o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: 'Neden
beni kesmedin?' Dedi: 'Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete
geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim'"37
İşte, Kur'an-ı Kerim bir şakirdine bu derece hassas bir adalet anlayışını hayatının
en kritik anında bile sergileyebilme becerisini kazandırmasıyla terbiyede de eşsizliğini
ispat ediyor.

İslam düşünce tarihi incelendiğinde Cenab-ı Hakk'ın âdil olması noktasında tüm
âlimler ortak kanaate sahip olmalarına rağmen, Mutezile âlimleri bu meselede farklı
görüşler ortaya atmışlardır. Onlara göre Allah'ın âdil olması, yalnızca güzel (hasen)
olan fiilleri işlemesi, kötü ve çirkin (kabih) hiçbir fiil işlememesi ve yapması
gerekenleri de terk etmemesi demektir. Bundan dolayı riayet etmek Allah için vaciptir.

Mu'tezile'nin adl anlayışı, onların beş temel prensibi içinde tevhidden sonra
yer almış ve diğer üç prensibi de ihtiva eder mahiyette görülmüştür. Çünkü, kul
için faydalı olan her şeyi akıl ve vahiy yoluyla ona bildirmek âdil olmanın gereklerindendir.
Böylece, kelam ilminin "nübüvvet" ve "sem'iyyat" bahisleriyle birlikte "menzile
beyne'l menzileteyn", "va'd ve vaîd", "emir bil'l ma'ruf nehiy ani'l münker" prensipleri
de adle, adl ise tevhid prensibine bağlanmaktadır.

Mutezile'nin adl prensibi İslam literatüründe daha çok kaderin inkârı manasına
anlaşılmıştır. Oysa, Mutezile âlimleri, Allah'ın adalet sahibi olduğunu sadece kendilerinin
ispat ettiğini savunmuşlar ve bundan dolayı mezheplerine "elhü'l adl, ashabü'l adl,
adliye" gibi adlar da vermişlerdir. Onlar kendilerini, "İlahi adaletin doğru olarak
anlaşılmasını sağlayanlar" anlamında "ensarü'l adaleti'l İlahiye" diye tanıtmışlardır.

Mutezile'nin adl anlayışı, kulun sorumluluğunu sağlam zemine oturtmakla birlikte,
irade ve kudret sıfatlarını sınırlandırarak Allah'a acz isnadına yol açmaktadır.
Bu sebeple, gerek selef âlimleri gerekse kelam metodunu benimseyen diğer Ehl-i Sünnet
bilginleri bu şekildeki bir adl anlayışına karşı çıkmış ve bir fiilin meydana gelişinde
hem İlahi hem de beşeri irade ve kudretin rol oynadığını benimseyen orta yolu tercih
etmişlerdir.38

Bediüzzaman, Mutezile'nin şerrin yaratılışını Cenab-ı Hakk'a vermemeleri düşüncesine
karşılık özlü bir cevap verir: "Halk-ı şer şer değil, kesb-i şer şerdir". Şerrin
yaratılması şer değildir; çünkü yaratma tüm sonuçlara bakar. Şer yaratılışa hayırdaki
sayısız mertebelerin ortaya çıkması için girmiştir. Bu nedenle bir şerrin binlerce
hayırlı sonuçları vardır. Ayrıca, şerrin kaynağı insandır ve dolayısıyla şer insana
bakan yüzde vardır. Bediüzzaman bu hakikati herkesin anlayabileceği basit bir örnekle
aklın kabul edeceği şekilde anlatır. Ateşin yaratılışı şer değildir. Çünkü ateşin
sayısız faydaları vardır. Biri ateşi kötüye kullanarak kendisine zarar vermişse,
şer yalnız ona bakan yüzde ve hatasının cezası olarak vardır. Aynı sır, şeytanın
yaratılışı için de geçerlidir.39 Küçük bir şer gelmesin diye binlerce hayrı terk
etmek, hikmet ve adalete aykırı bir durumdur.40

İnsan bazen olaylara yüzeysel baktığı ve kendine bakan sonuca göre karar verdiği
için şer olmasına hükmeder. Oysa, Cenab-ı Hakk'a ve onun kaderine bakan yüzde en
ufak bir şer izi yoktur. Çünkü, kader gerçek nedenlere bakarak hüküm verdiğinden
adalet eder. Örneğin, bir hakim bir adamı hırsızlıkla suçlayarak hapseder. Aslında
hapse giren kişi hırsız değildir. Fakat, hiç kimsenin bilmediği bir cinayeti vardır.
Kader, gerçek sebebe baktığı için adalet etmiştir. İnsanlar ise gerçek nedeni görmediklerinden,
bu hapsetme olayının şer olduğuna hükmetmişlerdir.

İnsan benzer tavrı hastalıklar, musibetler ve felaketler karşısında da gösterir.
Cenab-ı Hakk'ın musibetleri yaratmasındaki hikmetleri fark etmediği zaman şer olduğuna
inanır. Oysa, hastalıklar ve musibetlerin neticeler itibariyle sayısız güzel, hayırlı
neticeleri vardır. Öncelikle insan hastalıklar ve musibetler vasıtasıyla sıradanlığın,
monotonluğun karanlıklarından silkinerek hayatına yeni bir renk katar, kan tazeler.
Ayrıca, hayatın başına gelen her bir değişim Cenab-ı Hakk'ın farklı bir isminin
görünmesine sebeptir. Hastalıkların, günahların bulunması Cenab-ı Hakk'ın Tevvab,
Vehhab, Settar, Şafi vb. isimlerinin tecellisine vesiledir. Bütün bunlarla birlikte
kötü gibi görünen bu tür olaylar insanın hayatının meyvedar olmasını ve kısa zamanda
çok büyük sevaplar kazanmasını da sağlar.

Cehennem insanın yaptıklarının bir sonucu ve Âdil olan Allah'ın adaletinin de
ta kendisidir. Cennet ise tamamıyla Allah'ın fazlıdır. Çünkü, hayrı isteyen Cenab-ı
Hak'tır; tüm şartlarıyla birlikte yaratan da odur. Oysa, şerrin ortaya çıkması için
tek bir şartın yerine gelmemesi yeterlidir. İnsan yalnızca görevini ihmal etmekle
şerre yol açabilir. Bu açıdan hayırda insanın tercih etmekten başka bir hissesi
olmadığı halde, şerde tüm sorumluluk kendisine aittir. İnsanın hayırda hissesi o
kadar azdır ki, katkısı istemenin ötesine geçemez. En çok sahiplendiği yemek, içmek
ve düşünmek gibi işlerin yüzde biri bile insana ait değildir. Ayrıca, hayırlı bir
davranış olan "elhamdülillah" diyerek en küçük bir nimetin şükrünü bile eda etmekte
yetersizdir. Çünkü, nimete şükretmek de bir nimettir, onun için de şükür gerekir.
Bu silsile halinde sürer ve insan hiçbir zaman için en ufak bir nimete tam anlamıyla
şükredemez. Cenab-ı Hakk insanın hayırda hissesi az olduğu halde her bir haseneye
on, yetmiş, bazen yedi yüz, bazen ise yedi bin sevap yazar. Seyyieyi ise bir yazar,
kusur anlaşılıp tevbe edildiğinde ise hiç yazmaz. Tüm bunlara rağmen insan Cennet'e
giremiyorsa, o korkunç Cehennem onun için adalettir, denilebilir.41

Her şeyin hakikati Cenab-ı Hakk'ın isimlerine dayandığı gibi, her bir sanatın,
teknolojinin ve bilimin de yüksek bir hakikat yönü vardır ki, o da Cenab-ı Hakk'ın
bir ismine dayanır. İnsanlık için çok önemli bir kemal olan hendese ve mühendislik
de bir İlahi isme dayanmalıdır. Bu isim ise Cenab-ı Hakk'ın Adl ismidir.

"Hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehası Cenab-ı Hakk'ın ism-i
Adl ve Mukaddir'ine yetişip, hendese aynasında o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle
müşahede etmektir."42

Hendese kelimesinin aslı Farsça'da "ölçme" anlamına gelen "endaze"dir. Yunanca'daki
"geometria" kelimesinin karşılığıdır. Geometri, şekil bilgisi, uzay şekillerini
bilme vb. olarak tanımlanır. Hendese bilen ve bu konuda uzman olan kişiyi mühendis
denir. Bir mühendis herkesten daha fazla, tabiatın başlı başına bir geometri ve
mühendislik harikası olduğunu fark edebilir. Kâinattaki galaksilerin şekillerinden
yaprakların biçimlerine kadar, insanın mükemmel tasarımından moleküllerin modellerine
her şey harikulade ve hikmetli bir geometriye sahiptir. Bu anlamda geometri ve mühendislik
aslında kâinatı okumaktır. Ve bu okumanın niteliği arttıkça bu fenler de gelişmektedir.
Daire, elips, parabol, hiperbol, helis, evolvent, spiral, fraktal gibi şekilleri
çok daha olağanüstü biçimlerde varlıklar âleminde ve canlılar dünyasında görmek
mümkündür. Cenab-ı Hakk varlıklar üzerinde bıraktığı ipuçlarıyla matematikçileri
ve mühendisleri yeni buluşlar yapmaya ve bu buluşlar sayesinde Adl isminin penceresinden
kendini daha iyi tanımaya davet ediyor.

Geometriye olan ihtiyaç ilk olarak tarla ve bağların adil bir şekilde bölünmesiyle
ortaya çıkmasına rağmen, insanlık geliştikçe ve medenileştikçe sanata, mimariye
ve her türlü teknolojik gelişmelere kadar uzanmıştır. Örneğin, havanın direncinden
zarar görmeden bir uçağın daha hızlı ve sarsıntısız uçması için onun geometrisi
ve tasarımı önemlidir. Mühendislerin bu konuda esin kaynağı yine tabiattaki varlıklar
olmaktadır. Bu açıdan bir uçak tasarlayan mühendis, kuşların geometrisini ve onlar
üzerinde tecelli eden Cenab-ı Hakk'ın Adl ismini herkesten daha iyi anlayabilir.

Son olarak, Adl isminin tecellisinin kâinat, varlıklar ve işleyiş yönünden ne
denli önemli olduğunu ifade eden Risale-i Nur'daki özlü bir paragrafla yazımızı
bitirelim:

"Sonra ism-i Hakem'in cilve-i âzamı arkasından bak ki, ism-i Adl'in cilve-i âzamıyla,
İkinci Nükte'de izah edildiği vecihle, bütün kâinatı, mevcudatıyla, faaliyet-i daime
içinde öyle hayretengiz mizanlarla, ölçülerle, tartılarla idare eder ki, ecrâm-ı
semâviyeden biri, bir saniyede muvazenesini kaybetse, yani ism-i Adl'in cilvesi
altından çıksa, yıldızlar içinde bir hercümerce, bir kıyamet kopmasına sebebiyet
verecek"43

Öz

Bu makalede, Risale-i Nur Külliyatı'nda Adl isminin açılımları üzerinde durulacaktır.
Bununla beraber Adl isminin İsm-i Azam'ın altı nurundan biri olma sırrına bakılmaya,
çalışılacaktır.

Makalenin ilerleyen bölümlerinde Adl ismi ve onun yansıması olan adalet hakikatinin
esaslarına zat, şe'n, sıfat, isim ekseninde ulaşılmaya çalışılacak ve Nur Risalelerinde
yer alan "ahlak-ı İlahiyle ahlaklanmak" prensibine dikkat çekilecektir. Ayrıca,
Cenab-ı Hakk'ın ezeli sözleriyle emrettiği "adalet-i mahza" hakikatiyle, her rekât
namazda sürekli bir şekilde Adil-i Mutlak olan yaratıcıdan "sırat-ı müstakim" duasında
bulunmanın nedenleri üzerinde durulacaktır.

Yazıda Kur'an'ın hakikatleriyle kâinattaki kanunlar arasındaki mükemmel uyum
üzerinde durulduktan sonra, İslam düşünce tarihinde Allah'ın âdil olmasıyla ilgili
Mutezile'nin aykırı görüşlerine temas edilecek ve bu düşüncelere Bediüzzaman'ın
görüşleri ışığında yorumlar getirilecektir.

Son olarak ise, her bir fennin Cenab-ı Hakk'ın bir ismine dayanması sırrınca
hendese, geometri yâ da mühendisliğin Cenab-ı Hakk'ın Adl ismine yetişip, o fen
aynasında Allah'ı tüm ihtişamıyla tanımanın, bilmenin bir merdiveni olması gerçeği
vurgulanacaktır.

Anahtar Kelimeler: Adl ismi, İsm-i Azam, adalet, mizan, adalet-i mahza, sırat-ı
müstakim, Mutezile, şer

Abstract

This article will explain the unfolding of the name of the Just in the Corpus
of Risâlei Nur. However, another aim of this article is to look at the secret of
the name of Just as being one of the six lights belonging to the God.

In the following parts of the text, the name of the Just and the essence of the
truth of justice as one of the reflection of this name will be uncovered from the
point of view of substance, attribute, name. The principle of the "to be graced
with the divine morals, morality of God" explained by the tracts of Nur will be
reflected. Besides, two related points will be discussed: The truth of the "ultimate
justice" ordered by God through his sworn words and the reasons of worshipping in
every parts of five times daily praying from the God, the Ultimate Just, on the
"right way

After explaining the wonderful harmony between the gospels of the Qur'an and
the natural laws, the controversial idea of the Muta'zila about God's being Just
in the history of Islamic thought will be mentioned. A commentary about these thoughts
in the light of the Bediüzzaman's thoughts will follow them.

At the end, according to the wisdom that every science is based on an attribute
of the God, the emphasis will be put on mathematics, geometry or engineering sciences
since each of them would serve to reach God's name of Just, and will serve as a
staircase to learn and know God with all of His Majesty.

Key Words: Name of the Just, God, justice, balance, ultimate justice, the right
way, Mutazila, evil

Dipnotlar

1. En'âm, 6:115.

2. Bekir Topaloğlu, "Adl Maddesi", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
C. 1, Diyanet Yayınları, İstanbul 1988, s. 387.

3. Adl, Sözler 586; Lem'alar 302, 303, 311, 332; Barla Lahikası 161: Âdil, Sözler
68, 80, 81, 85, 159, 485; Mektubat 244, 399; Lem'alar 57; Şualar 195, 534, 583;
Mesnevi-i Nuriye 42; Muhakemat 35: Adl ve Âdil, Şualar 193: Adl-ı Âdil, Lem'alar
342: Adl-ı Hakem, Sözler 597: Âdil-i Hakîm-i Zülcelâl, Şualar 385: Âdil-i Hakîm,
Kastamonu Lahikası 104: Âdil-i Mutlak, Lem'alar 309: Âdil ve Hakîm-i Mutlak, Muhakemat
35: İsm-i Adl, Lem'alar 303, 344, 345; Şualar 638: İsm-i Adl ve Âdil, Lem'alar 300:
İsm-i Hakîm ve Âdil, Sözler 66: İsm-i Adl ve Mukaddir, Sözler 238: İsm-i Adl ve
Hakem, Kastamonu Lahikası 109: Halık-ı Adl ve Hakîm, Lem'alar 303: Sani-i Adl ve
Hakîm, Lem'alar 303: Sultan-ı Adil, Mesnevi-i Nuriye 37: Zat-ı Adl ve Rahim, Lem'alar
303.

4. Senai Demirci, "Risale-i Nur Dili", Köprü Dergisi, 73. Sayı (Kış 2001)

5. Lem'alar, s. 362: Barla Lahikası, s. 161.

6. Lem'alar, s. 344.

7. Tirmizi, Daavat 65, (3471); Ebu Davud, Salat 358, (1493).

8. Lem'alar, s. 424.

9. Lem'alar, s. 307.

10. Şualar, s. 32.

11. a.g.e., s. 32.

12. Sözler, s. 611.

13. a.g.e., s. 85.

14. Mektubat, s. 225.

15. Lem'alar, s. 300.

16. Sözler, s. 67.

17. Şualar, s. 192.

18. Sözler, s. 82.

19. Şualar, s. 25.

20. Lem'alar, s. 302.

21. Sözler, s. 512.

22. Sözler, s. 226.

23. Sözler, s. 82.

24. Sözler, s. 570.

25. Sünuhat, s. 27.

26. Mektubat, s. 57.

27. Sözler, s. 499.

28. Mektubat, s. 254.

29. Lem'alar, s. 91: bkz. Mektubat, s. 430.

30. Mesnevi-i Nuriye, 197; İşaratü'l-İcaz, 17; Muhakemat, 104.

31. İşaratü'l-İcaz, s. 18.

32. Sözler, s. 66-67.

33. İşaratü'l-İcaz, s. 141; Muhakemat, s. 124.

34. İşaratü'l-İcaz, s. 47.

35. Göğü yükseltip aleme nizam ve ölçü verdi. Ta ki adaletten ve dinin emirlerinden
ayrılarak ölçüde sınırı aşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle yerine getiren ve tartıyı
eksik tutmayın.

36. İşaratü'l-İcaz, s. 29.

37. Mektubat, s. 259.

38. Ahmet Saim Kılavuz, "Adl Maddesi", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
C. 1, Diyanet Yayınları, İstanbul 1988, s. 387-388.

39. Lem'alar, s. 80.

40. a.g.e., s. 75.

41. Bkz: Sözler, 290, 423; Mektubat, 47; Lem'alar, 87, 275; Şualar, 207; İşaratü'l-İcaz,
80.

42. Sözler, s. 238.

43. Lem'alar, s. 532.