The Concept of Constitutional State in Islam
Hukuk Devleti Kavramı
Bugün birçok anayasanın bir ilke olarak benimsediği hukuk devleti kavramı, demokrasinin
ayrılmaz bir unsuru olarak telâkki edilmiştir. Buna göre fertlerin, vazgeçilmez,
hiçbir şahıs ve kurum tarafından çiğnenemez, ihlâl edilemez temel hak ve hürriyetleri
vardır. Fertler gibi devlet de bütün faaliyetlerinde hukuka tabi olacak, gücüne
dayanarak fertlerin hak ve hürriyetlerini ortadan kaldırmak, yahut sınırlamak bir
yana, bunları korumakla yükümlü bulunacaktır. Devletin hukuka tabi olması, hukuk
karşısında fert ile eşit durumda bulunmasını ifade etmektedir; bu ise ferdin, gerektiğinde
devlete karşı da korunacağını göstermektedir.
Hukuk dışı veya hukuk üstü bir gücün, ferdin hak ve hürriyetlerine tecavüz etmesini,
hukuk alanına giren ilişkilerde, hukuk yerine keyfîliğin hüküm sürmesini önlemek
üzere geliştirilen hukuk devleti kavramının, demokrasilerde önemli bir çıkmazı vardır:
Hukuku belirleyen, vazeden kanunları yapma selâhiyeti. Bu selâhiyet devlete ait
olduğuna göre, devletin âdil olmayan, hukukî eşitliğe aykırı bulunan, ferde nisbetle
kendisine üstünlük sağlayan kanunları yapmasını kim önleyecektir? Başka bir ifade
ile hukuk devleti ilkesinin teminatı nedir? Anayasa hukukçularının gösterdiği çözüm
ve çıkış kapısı, "devletin hazırladığı kanunların, anayasaya uygun olması mecbûriyetini
getiren" prensiptir. Devletin kanun koyma fonksiyonu, böyle bir kontrol mekanizmasına
tabi olduğuna göre, anayasa çerçevesi dışına çıkılmadıkça hukuk devleti ilkesi korunmuş
olacaktır.1 Kanaatimize göre bu çıkış kapısı da kapalı gözükmektedir; çünkü demokrasiyi
ve hukuku koruması beklenen anayasalara da birçok antidemokratik maddelerin girebildiği
gerçeği ile karşı karşıya bulunuyoruz. Anayasaları bizzat halk yapmadığına, şu veya
bu şekilde temsilciler tarafından yapıldığına, halk oylamalarına -özellikle genç
demokrasilerde- çeşitli baskılar, yönlendirmeler, telkinler, köşeye sıkıştırmalar
karıştığına göre anayasaların doğrudan halk menfaatini ve fertlerin hukukunu temsil
edebileceği, koruyabileceği beklentisi boşa çıkma tehlikesine maruz bulunmaktadır.
Tarihî Arkaplan
Milattan önceki asırlarda hukuk devleti kavramı ve uygulaması söz konusu değildi.
Devletin başında bulunan şahıs, hiçbir kaide ve sınıra tabi olmaksızın tasarruflarında
hür ve serbest idi; hiçbir kimse bunları tartışma konusu yapmaya cesaret edemezdi.
Müstebid hükümdarlar ile halk arasında sürüp gelen mücadelenin baskısı altında zamanla
birtakım örf ve gelenekler, devletin selahiyetine bazı sınırlar getirdi ise de bunlar
kaale alınacak ölçü ve nitelikten uzak bulunuyordu. Hıristiyanlık, toplum içinde
ve toplum karşısında ferdin varlık ve kişiliğini ön plana çıkardı, ancak ferdin
haklarını belirleyen ve devletin selahiyetlerini sınırlayan açık seçik kaideler
getiremedi. Bu sebeple devlet başkanları, eskiden olduğu gibi sınırsız selahiyetlerini
kullanmaya devam ettiler. Kısmen kilise, diğer hak ve hürriyetlere açılamadan yalnızca
inanç hürriyetine çağrı ile yetinmek durumunda kaldı.
Ortaçağ boyunca Avrupa'da feodal sistem hâkim olduğu için, hükümdarların, kayıtsız
ve sınırsız selahiyetleri genişleyerek devam etti. On altı ve on yedinci asırlarda
ortaya çıkan sosyal teoriler, gücünü halkın iradesinden alan yeni bir devlet kavramı
getirdiler. Bunların tesiri ile halk, yönetici gücün sınırlanması suretiyle, elinden
alınmış bulunan birtakım haklarına kavuşmak üzere ayağa kalktı. İngiltere, Amerika
ve Fransa'da meydana gelen hareket ve ayaklanmalar, büyük fedakârlıklara malolan
mücadeleler sonunda halk, istibdâdı yenmeyi, demokrasiyi kurmayı, hak ve hürriyetlerine
kavuşmayı başardı. Artık yeni devlet hak ve hürriyetlere saygı temeli üzerine kuruluyor,
bunları korumak devletin varlık sebebini teşkil ediyordu. Devletin çeşitli güç ve
fonksiyonları birbirinden ayrılarak bağımsızlık kazanıyor, birbirini murâkabe ederek
istibdad ve istismarı engellemeye yöneliyordu. Bundan böyle en büyük güç kanuna
ait bulunuyor, devlet bütün kuruluşları ve fertleri ile kanuna tabi hale geliyordu.
Bu gelişmelerden sonra hukuk devleti kavramı tartışma konusu olmaktan çıkmış, teori
ve münakaşalar bu ilkenin dayanağı ile teminatı gibi konulara intikal etmişti.
İslâm'da Hukuk Devleti
İslâm amme hukuku ile ilgili klasik kaynaklarda "hukuk devleti" terimine rastlanmaz;
ancak bu, İslâm'da hukuk devleti kavram ve ilkesinin bulunmadığını da göstermez.
Devletin bütün organları, kurum ve kuruluşları ile hukuka bağlı ve tabi olduğunu
ifade eden bu kavram, en kâmil mânâsıyla İslâm amme hukukunda söz konusu edilmiş,
özellikle örnek çağlarda uygulamaya konmuştur. Kaynaklarımızda bu kavram "halîfenin
vasıfları, vazifeleri, ülü'l-emre itâatin şartları, Kitâb ve Sünnet nasslarının
bağlayıcılığı, halîfenin azli, azil karşısında direnen halîfeye isyan…" gibi konularda
ele alınmış ve işlenmiştir.
Diğer sistemlerde ısrarla devlet başkanının selahiyetlerinden bahsedilirken,
İslâm amme hukukunda özellikle halîfenin vazifelerinden, sorumluluklarından (vâcibât)
bahsolunmaktadır. Bunun da, incelendiği zaman, "icrâ" çerçevesine oturduğu görülmektedir.
Kaynakların ortak tespitlerine göre halîfenin vazifeleri şunlardır: Toplumu (ümmeti)
temsilen amme menfâatini korumak, vatanın müdâfasını, İslâmî hükümlerin uygulanmasını,
adâletin tevzîini, vergilerin toplanıp mahalline sarfedilmesini, amme hizmetlerinin
gerektirdiği vasıf ve sayıda görevliyi tayin ederek halka hizmet etmelerini sağlamaktır.
İslâm'da vazife ve selahiyetler birer emanet olarak kabul edilmiş, herkesin idaresi
altında bulunan kimselere nisbetle bir çobanın sürüsünden sorumlu olduğu gibi sorumluluk
taşıdığı, bu bakımdan "devlet başkanı, aile reisi, kadın, çocuk, işveren, işçi"
arasında fark bulunmadığı bizzat Rasûlullah (s.a.v.) tarafından ifade buyurulmuştur.2
İslâm amme hukuku yazarlarından İbn Teymiyye, devlet başkanının vazife tevzî ederken
ehliyet ve liyâkate riâyet mecbûriyetinden bahsettikten sonra şu satırlara yer vermektedir:3
"Devlet başkanı vazife verdiği, tayin ettiği kişi ile arasında bir akrabalık, dostluk,
başkaca bir yakınlık, mezheb, tarikat, ırk birliği gibi bir ilişki olduğundan dolayı;
yahut ondan bir menfâat sağladığı, rüşvet aldığı, yahut lâyık olana karşı kin ve
düşmanlık duyduğu için ehliyet ilkesinden sapar, görevi ehli olandan başkasına verirse
Allah'a, Resûl'üne (s.a.v.) ve müminlere hıyânet etmiş, şu âyete muhatap olmuş bulunur:
Ey iman edenler! Allah'a ve Resûl'e hıyânet etmeyin, (sonra) size emânet edilen
şeylere hıyânet etmiş olursunuz."4
Kur'ân-ı Kerîm'de pek çok âyet, Resûlullah (s.a.v.) da dahil olmak üzere, bütün
hüküm ve idare edenlerin, Allah'ın gönderdiği ve koyduğu hükümler (kanun) ile hükmetmek
mecbûriyetinde olduklarını açık ve kesin bir şekilde ifade etmektedir.5
Bir huzur ve nizâm dîni olan İslâm Allah ve Resûl'ü (s.a.v.) yanında ülü'l-emre
(yöneticilere) de itâat edilmesini emretmektedir.6 Ancak gerek ilgili âyetler ve
hadîslerin ve gerekse uygulamanın ortaya koyduğu bir ilke "Allah'ın emri ve irâdesi
(kanunu) ile çatışan ve çelişen başka bir irâdeye itâat edilemeyeceğidir." Bu prensibi,
şu hadîs-i şerîf, daha açık ve kesin bir üslûb içinde dile getirmektedir: "Kişi,
hoşuna gitse de gitmese de, yöneticilerin, -Allah'ın kanununa aykırı olmayan- emirlerine
itâat edecektir; eğer Allah'ın emir ve kanununa aykırı bir emir söz konusu olursa
dinlemek ve itâat etmek yoktur!"7
İslâm'da bir şahsın devlet başkanlığına seçilebilmesi için aranan şartlar vardır.
Bunlardan biri de "adâlet" şartıdır. Burada adâletten maksat, devlet başkanının
yalnızca yönetimde ilâhî kanuna tabi ve bağlı olmasından ibâret olmayıp, onu her
şeyden önce bizzat kendi hayatında uygulaması, bütün yasaklardan ve haramlardan
uzak kalmasıdır. Devlet başkanının ilâhî kanuna aykırı davranması, yasakları çiğnemesi
onun adâlet vasfını ortadan kaldırır; artık "fâsık" sayılan başkan, başkanlık ehliyet
ve liyâkatini kaybetmiş olur. Müslümanların vazifesi onu, makamından uzaklaştırmak
ve yerine, adâlet vasfı başta olmak üzere diğer ehliyet vasıflarını taşıyan birisini
seçip getirmektir.8
İslâm'a göre gerek fertlerin ve gerekse bütün kurum ve kuruluşları ile devletin
tabi olduğu hukuku belirleyen, çerçeveleyen kanunların temeli, anası Kur'ân-ı Kerîm'in
ilgili âyetleridir. Bu âyetler genellikle çerçeve hükümleri ihtivâ etmekte olup,
ancak gerektiğinde detaylara inmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'den sonra Allah Resûlü'nün
(s.a.v.) Sünnet'i gelir. Sünnet hem ana kanunu açıklama ve uygulama örnekleri verme,
hem de boşlukları doldurma fonksiyonlarını îfâ etmektedir. Kitap ve Sünnet'in kesin
nasslarına dayalı hukuk karşısında hiçbir kimsenin, hiçbir özel ve tüzel şahsın
imtiyazı veya seçeneği yoktur. Bunlardan sonra içtihada dayalı hukuk kaideleri ve
hükümler gelir. Genellikle Müslümanlar, içtihada dayalı alternatif hükümler karşısında
-birini seçip uygulama konusunda- serbest olmakla beraber, amme nizâmını ilgilendiren
sâhada, ülü'l-emrin seçip usûlüne göre kanunlaştırdığı hükümlere uymak durumundadırlar.
Hukuk Devletinin Teminatı
Demokrasiler hukuk devletinin işleyişini sağlamak, sapmaları önlemek üzere birtakım
tedbirler geliştirmişlerdir: Kanunların anayasaya uygunluğu, mevzûat hiyerarşisi,
meclis ve yüksek yargı organlarının murâkabesi bu tedbirler arasındadır.
İslâm'da devletin bütün tasarruflarının hukuka tabi ve uygun olması, demokrasilerde
söz konusu olan tedbirler yanında ve bunların da üzerinde yönetilen halkın katkısı
ile sağlanmaktadır. Halk devlet başkanını seçerken (bey'at) Allah'ın, İslâm toplumuna
verdiği vazifeleri, onları temsilen îfâ etmesini şart koşmakta, başka bir deyişle
bütün fertlere yüklenmiş olan bu vazifede (hilâfette), başkanın onları temsil etmesini
istemektedir. İslâm'ın bütün tabilerine emrettiği sosyal, siyâsî ve ahlâkî kontrol
(emr-i bi'l-ma'rûf, nehy-i ani'l-münker) vazifesi, devleti idare edenlerin de fertler
tarafından kontrol edilmesini ihtivâ etmektedir. Buna göre her ferd, devletin ve
diğer ferdlerin tasarruflarının hukuka uyup uymadığını kontrol etmek, uygun hâle
getirmekle yükümlüdür. Buna, başkandan en küçük memura kadar hiçbir kimsenin itirâz
hakkı mevcût değildir. Kezâ hiçbir yönetici ve memurun, hukuka aykırı davranış bakımından
imtiyazı ve dokunulmazlığı yoktur.
Demokrasilerde devletin, anayasa dahil bütün kanunları çıkarma ve değiştirme
selahiyeti söz konusudur. Devlet, özellikle anayasaların vaz'ında ve değiştirilmesinde
halkoyuna başvurursa da, bunun her zaman, halkın menfaat ve iradesini tam olarak
aksettirdiğini söylemek mümkün değildir. İslâm'da ise devlet başkanı, meclisi, bürokrasisi
ve halkı ile bütün ümmetin tabi olduğu, kimsenin keyfine göre değiştiremeyeceği
bir kanunun belirlediği hukuk, toplumun ve devletin de üstünde bulunan bir kanun
vardır: Kitab ve Sünnet'in nasslarına dayalı kanun. İşte hukuk bu kaynağa (Allah'a)
dayanmaktadır. Hukukun bu kaynağa dayanması, istismar ve haksızlıkları, hukuktan
sapmaları önleyici bir teminat olmakla beraber, "İlâhî hukukun değişmezliği toplumu
sıkıntıya sokmaz mı?" şeklinde bir soru söz konusu olabilir. İslâm bu mutasavver
problemi şu tedbirlerle çözmüştür:
a) Kur'ân ve Sünnet'in ortaya koyduğu değişmez kanunlar, her çağda uygulanabilirliği
bulunan temel ve çerçeve kanunlardır. (Yönetimin danışma ile olması, akitlerin karşılıklı
rızaya dayanması, adaletin ve dengenin korunması gibi.)
b) Kısmen teferruata inen maddeler, toplumun içine düştüğü şartlar, değişme ve
gelişmeler yüzünden uygulanamaz olursa zaruret prensibi devreye girer; İslâm tabilerini
sıkıntıya sokacak hiçbir bağlayıcı mevzuatı devamlı kılmamıştır.
Sonuç olarak İslâm'da devlet başkanına ve onun şahsında devlete tanınan selahiyet
ve verilen vazifeler göz önüne alındığında "İslâm devletini" ne mutlak yönetimler,
ne de kuvvetler ayrılığı vb. tedbirlere dayalı sınırlı yönetimler çerçevesine sokmak
mümkündür. Hilâfet rejimi orijinal, nev'i şahsına münhasır bir rejimdir. Onu istibdaddan
uzaklaştıran, demokrasilerden daha fazla hukuka bağlı kılan ilke ise, temeli bakımından
"beşer üstü bir hukuka uyma mecbûriyetidir."
Uygulamalı Bazı Örnekler
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Allah'tan vahiy yoluyla alıp tebliğ ettiği Kur'ân-ı Kerîm'in
hükümlerini, bir kanun olarak kendisine, ailesine ve ümmetine uygulamış, gerektiğinde
külfetin ve fedâkârlığın en büyüğünü kendisi yüklenmiş, hiçbir tasarrufunda hukuktan
ve adaletten sapmamıştır. Mekke fethi sırasında, Kureyş'in Mahzûm koluna mensup
bir kadın hırsızlık yapmış, kabîle bunun cezalandırılmasını şerefleri için bir leke
sayarak, Hz. Peygamber'in çok sevdiği Üsâme b. Zeyd'i aracı kılmışlar, cezanın uygulanmamasını
istemişlerdi. Allah Resûlü (s.a.v.) Üsâme'ye hitâben "Allah'ın koyduğu bir cezayı
uygulamayayım mı istiyorsun?" diye serzenişte bulunmuş, sonra halkı toplayarak şöyle
demiştir: "Sizden öncekilerin mahvolup gitmelerine sebep şudur ki, içlerinden asalet
sahibi birisi hırsızlık ederse ona dokunmaz, serbest bırakırlardı, zayıf birisi
hırsızlık ederse onu cezâlandırırlardı; Allah'a yemin ederim ki, kızım Fâtıma hırsızlık
yapsaydı onu da aynı şekilde cezâlandırırdım!"9
İlk halîfe Ebû Bekr (r.a.), başkan seçildikten sonra halka şu hitâbede bulunmuştur:
"Ey insanlar! En hayırlınız olmadığım halde başkanınız oldum; iyi yaparsam bana
yardım edin, kötü yaparsam beni düzeltin. Doğruluk emanet, yalan hıyanettir. Zayıf
olanınız, başkasından onun hakkını alıncaya kadar benim nezdimde güçlüdür; güçlü
olanınız da, başkasının hakkını ondan alıncaya kadar benim nazarımda zayıftır…
Ben Allah'a (kanuna, hukuka) itaat ettiğim müddetçe siz de bana itaat edin, ben
Allah'a itaatten ayrıldığım zaman bana itaat size borç değildir…"10
Hz. Ömer de bu mealde bir konuşma yaparken cemaatten birisi doğrularak "Sen hukuktan
ve doğruluktan saparsan seni şu kılıçla yola getiririz" demiş; Hz. Ömer bu davranış
karşısında Allah'a şükretmiştir.
Birinci halîfe, devlete zekât vermekten imtinâ edenlere karşı asker sevk etmeye
teşebbüs edince Hz. Ömer buna itiraz etmiş ve yasakları çiğneseler bile Müslümanlar
üzerine asker sevk edilemeyeceğini hadîs ile ispat etmek istemişti. Hz. Ebû Bekr
bu itirazı delil ile karşılayarak tartışmış, Allah hakkı olan namaz ile maldan dolayı
borç ve kul hakkı olan zekatı ayıran ve böylece İslâm'ı tahrif edenlere müeyyide
uygulamanın hukukî olduğunu ispat etmiş, ancak bundan sonra harekâtı gerçekleştirmiştir.11
Uyeyne isimli birisi, Hz. Ömer'in şûrâ üyelerinden biri olan el-Hurr vasıtasıyla
Halîfe'den randevu almış, konuşma esnasında onu, adil davranmamak ve haklarını vermemekle
suçlamıştı. Hz. Ömer bu ittiham karşısında Uyeyne'yi cezalandırmaya kalkışınca el-Hurr,
cahilliği yüzünden böyle davrananların bağışlanması gerektiğini bildiren bir âyet
okudu, Hz. Ömer hemen niyetinden vazgeçti. Bu vâkıayı nakleden İbn Abbâs şöyle diyor:
"el-Hurr âyeti okuyunca Ömer olduğu yerde kaldı; çünkü Allah'ın Kitâbı'ndan bir
milim dışarı çıkmazdı."
Hz. Alî, Hz. Osmân ve Hz. Abbâs, Resûlullah (s.a.v.)'in vârisleri olarak Hz.
Ömer'e başvurmuş ve terekesinin kendilerine paylaştırılmasını istemişlerdi. Bunlara
büyük sevgi ve saygısına rağmen Hz. Ömer, Resûlullah (s.a.v.)'in bir hadîsini okudu:
Burada, "onun malına vâris olunamayacağı, terekesinin yoksullara ait olduğu" ifade
buyuruluyordu. Buna dayanarak isteklerini geri çevirdi; ancak bu amaçla kullanacaklar
ise verebileceğini söyledi.
Hz. Alî minber üzerinden halka hitap ediyordu, elinde bir kılıç ve kılıcın sapına
bağlı bir yazılı metin vardı: "Elimizde, okunan (ve uyulacak olan) iki metin vardır;
biri Allah'ın Kitâbı, biri de şurada yazılı olan hadîsler" dedi.
Hz. Ömer'in oğlu Abdullah, Emevî halîfelerinden Abdulmelik'e bey'at ettiğini
(onun halîfe olarak seçilmesine razı olduğunu ve oyunu bu yönde kullandığını) bildiren
bir mektup yazmıştı. Bu mektupta bey'atını ve şartını şu şekilde dile getirmiştir:
"Allah'ın ve Resûlü'nün (s.a.v.) yolundan ayrılmamak üzere (ayrılmaman şartıyla),
gücümün yettiği kadar seni dinleyip itâat edeceğime söz veriyorum."
Büyük muhaddis Buhârî, kitabının el-İ'tisâm bölümünde Allah Resûlü'nün (s.a.v.)
ve onun örnek halîfelerinin istibdâda sapmadıklarını, hukuktan ayrılmadıklarını,
yönetimlerini devamlı olarak danışma yoluyla yürüttüklerini örnekleri ile ortaya
koyduktan sonra şu cümleye yer vermektedir: "Hz. Peygamber'den (s.a.v.) sonra gelen
devlet başkanları (imamlar), halk için en uygun ve kolay olan mübâhı bulup uygulamak
üzere daima güvenilir âlimler ile istişarede bulunurlardı. Kitap ve Sünnet'in hükmü
açıkça ortaya çıkınca, Allah Resûlü'nün (s.a.v.) yoluna uyarak bu hükmü (kanunu,
hukuku) harfiyyen uygular, asla başka yola sapmazlardı."12
İslâm tarihinde zaman zaman, yöneticilerin, hukuk devleti prensibinden saptıkları,
keyfî uygulamalar yaptıkları olmuşsa bunun kusurunu onlarda aramak, onlara ve denetimi
ihmal eden ulemâ ile halka yüklemek, İslâm'ı bu kusurdan tenzîh etmek insâf ve adâletin
gereği olacaktır.
Öz
Bugün birçok anayasanın bir ilke olarak benimsediği hukuk devleti kavramı, demokrasinin
ayrılmaz bir unsuru olarak telâkki edilmiştir.
Bu makalede, hukuk devleti kavramının modern demokrasilerdeki bazı çıkmazları
ele alınarak, İslam'ın hukuk devleti anlayışı ile karşılaştırılmakta, İslam'daki
hukuk ve adalet anlayışı uygulamalı örnekleriyle gözler önüne serilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Hukuk devleti, demokrasi, adalet, İslam, Kur'an, Sünnet, Ulu'l-emr
Abstract
Today, the concept of the constitutional state which is the underlying principle
for the many constitutions has been received as an inseparable element of the democracy.
Prof. Karaman analyzes in his article some dilemmas of this concept in modern
democracies and compares the modern understanding of this concept with that of in
Islam. He also depicts the Islamic understanding of justice and law with many applicable
examples.
Key Words: Constitutional state, democracy, Justice, Islam, Qur'an, Sunna, Governors
Dipnotlar
1. Orhan Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi ve 1961 Anayasası, 3. Baskı,
İst. 1978, s. 189.
2. Buhârî, Cum'a, 11, Vasâyâ, 9; Müslim, İmârah, 20.
3. es-Siyâsetü'ş-şer'iyye, Bombay, 1306, s. 4.
4. Enfâl: 8/27.
5. A'râf: 7/3; Enfâl: 6/106; Bakara: 2/213; Mâide: 5/44-47.
6. Nisâ: 4/59.
7. Buhârî, Ahkâm, 4, Cihâd, 108; Müslim, İmârah, 38; Ebû Dâvûd, Cihâd, 87.
8. Mâverdî, el-Ahkâmu's-sultâniyye, Kahire, 1960, s. 17; M. Faruk Nebhân, Nizâmu'l-hükm,
Beyrut, 1988, s. 38-39.
9. Buhârî, Hudûd, 12.
10. Süyûtî, Târihu'l-hulefâ, s. 69.
11. Bundan sonraki örnekler için bkz. Buhârî, İ'tisâm, 2-5 vd.
12. Bâb: 28.