The Relation of Man, Ethics and Religion in the Framework
of the Laws of European Union or 'Religio in Europa'

I. Avrupa'nın Kuruluşu Etik Bir İhtiyaca Dayanmaktadır: Barış

Avrupa Birliği'nin ilk kuruluş serüveni, çok basit gibi görülen bir 'Kömür-Çelik
Topluluğu'na (CECA: Communauté Européenne du Charbon et de l'Acier) dayalı bir proje
olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu topluluğu kuranlar ve fikirleri incelendiğinde,
onların bugünkü Avrupa Birliği'nin de ötesinde bir ideale sahip oldukları görülmektedir.
II. Dünya Savaşı'nın hemen ertesinde Almanya'nın önemli devlet adamlarından Almanya
Başbakanı Konrad Adenauer'in girişimiyle, 1950'nin Ocak ayında çelik üretimini iki
devletin ortaklaşa uluslararası piyasalara sunması gündeme getirilir. Savaştan yeni
çıkmış olan iki düşman halk, özellikle de Fransızlar, böyle bir teklife önce büyük
tepki göstermiştir.

Buna rağmen, 9 Mart 1950'de Adenauer, yaptığı bir basın toplantısında Fransa'ya
tam bir politik birlik önermiştir. Her ne kadar Fransa'nın milli çıkarlarına ilk
anda aykırı olarak algılanmış olsa da, iki ulus arasında tesis edilecek ortak barışın
ortak ekonomik çıkarların tesisi ile mümkün olabileceğini gören dönemin Fransa Dışişleri
Bakanı Robert Schuman, Jean Monnet'nin ilham kaynağı olduğu usule göre, kömür ve
çelik üretiminde ortak sanayileşmeye gidilmesini Almanya'ya teklif eder.

İşte, kısa adı CECA olan Kömür-Çelik Topluluğu, temelde Avrupa kıtasının iki
büyük ülkesi arasında barışın tesis edilmesi için üretilmiş bir projedir. Bu projenin
mimarlarından Schuman, Adenauer ve Alcide De Gasperi'nin dindar Hıristiyan oldukları,
Monnet ve Paul-Henri Spaak'ın ise hümanist bir inanca sahip oldukları bilinmektedir.
Barışın her ne pahasına olursa olsun tesis edilebileceğine inanan bu devlet adamlarının
başlattığı bu girişim, iki ülke arasındaki karşılıklı ilişkileri o kadar önemli
bir boyuta getirmiştir ki, 17 Ekim 2003 tarihinde önemli bir iş nedeniyle ülkesinden
ayrılamayan Almanya Şansölyesi Schröder, Brüksel'deki Avrupa Birliği Devlet Başkanları
toplantısında Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac'ın kendisini temsil etmesini istemiş;
daha sonraları 6 Haziran 2004 tarihinde Normandiya'daki Alman askerlerinin mezarlarını
ziyaret etmiştir. Bugün, Balkan savaşlarından çıkmış ülkelerin devlet başkanlarının
birbirlerini temsil etmesini düşünmek ne kadar zor ise, o dönemlerde böyle bir şeyin
gerçekleşeceğini düşünmek de o kadar afaki kabul edilirdi. Ancak söz konusu devlet
adamlarının başlangıçta sahip oldukları iyi niyet ve karşılıklı barışın tesis edilmesine
olan inançları, böyle bir sonucun doğmasına ortam hazırlamıştır.

Böyle bir etik ve insani ihtiyaca binaen kurulan Avrupa Birliği, zaman içerisinde
bu barışın temelini güçlendirecek iktisadi ve siyasi birtakım oluşumlara gitmiş,
bu yönde çeşitli antlaşmalar ve yasalar düzenlemiştir. Ancak ileride de görüleceği
üzere, bu antlaşmalar ve yasalar başlangıçta hedeflenen insani değerlerin gerçekleşmesinde
ekonomi ve siyasette gösterilen performansın gerisinde kalmıştır. Özellikle, sosyal
hakların düzenlenmesi ve birliğin dışındaki ülkelerle olan ilişkilerde ortak kararların
alınmasının mümkün olmayışı, insani değerlerin gerçekleşmesinde Avrupa Birliği'nin
önündeki en önemli yapısal sorunlardır. İşte, özellikle son 15 yıldır tartışılan
Avrupa Birliği Anayasası'dan beklenen, bu aksaklıkları ortadan kaldıracak bir formül
sunmasıdır.1

II. Avrupa Birliği Yasaları ve Ahlaki Değerler

Avrupa Birliği'nin temel insani değerlerden 'ahlak'la olan ilişkisi, özellikle
birliğin aldığı sosyal içerikli kararlar ve birlik dışındaki ülkelerle olan ilişkisini
düzenleyecek kararlarda daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu aşamada,
Avrupa Birliği Anayasası'na giden sürecin nasıl gerçekleştiği kısaca özetlenmesi
gerekmektedir.

2001 yılının Aralık ayında, Avrupa Birliği dönem başkanlığını yürüten Belçika
hükümetinin de girişimiyle Laeken'deki Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği Anayasası'nın
hazırlanması kararını almıştır. Daha önceleri, 2000 yılında Nice'de gerçekleştirilen
hükümetlerarası Konferans Deklarasyonu olarak kabul edilen Avrupa Birliği Temel
İnsan Hakları Şartı (Chartes des Droits Fondamentaux de l'Union Européenne) da böyle
bir girişimle hazırlanmıştı. Altı üye ülkenin oluşturduğu Avrupa Topluluğu, 1957
Roma Antlaşması (Traité de Rome) ile kurulmuş; zamanla yeni ülkelerin de katılması
ile bu antlaşma 1992 Maastricht Antlaşması (Traité de Maastricht) ile olgunlaştırılmış
ve böylece Avrupa Birliği resmen kurulmuştur. Roma Antlaşması, topluluklar düzeyinde
iken; Maastricht Antlaşması hükümetlerarası düzeyde bir antlaşmadır ve siyasi yönü
ağırlıktadır. Buna göre, Roma Antlaşması'nda topluluğu oluşturan üye ülkelerin ortak
(özellikle ekonomideki) çıkarları göz önünde bulundurulmakta iken; Maastricht Antlaşması
ile milli (özellikle siyasi) çıkarların karşılıklı pazarlıkları söz konusudur.

Bu iki temel antlaşmaların dışında alınan ek kararlar, Avrupa Birliği'ni gittikçe
karmaşıklaştırmakta idi. Bunun dışında, birliğe yeni üye olacak ülkeler göz önüne
alındığında, mevcut antlaşmaların bu yükü taşımasının zor olacağı tahmin edilmekte
idi. Bu nedenle, hem yeni üyelerin girişi ile meydana gelecek büyümeyi yönetebilecek,
hem de birliği oluşturacak ülkelerin vatandaşlarını birbirine yakınlaştıracak ve
bir 'Avrupa Birliği Vatandaşlığı' bilincinin oluşmasını sağlayacak bir anayasanın
acilen telif edilmesi ve yürürlüğe girmesi gerekmekte idi. İşte, 2001 yılında alınan
kararla bu gayeyi gerçekleştirmek üzere bir Konvansiyon (Convention) teşkil edilmiştir.
Söz konusu konvansiyonda, üye ülkeler ile aday ülkelerin temsilcileri en geniş ölçüde
temsil edilmiştir. Konvansiyonun geniş ölçülü katılımla gerçekleşmesindeki hedef,
kendisinden Avrupa'nın demokratikleşme sürecinde önemli bir rol oynamasının istenmesidir.
Konvansiyon, hem eski antlaşmaları reforma tabi tutacak hem de Anayasa'yı hazırlayacaktı.

Aslında, Avrupa Birliği bir 'Devlet' olmadığı için bir anayasaya sahip olması
hukuken mümkün görünmemektedir. Ancak böyle bir girişimin, hukuki olmaktan çok siyasi
anlamı önemlidir. Zira, böylece, Avrupa vatandaşlığı sembolik olarak temsil edilmektedir.
Diğer yandan, Avrupa Birliği Temel İnsan Hakları Şartı söz konusu Anayasa'nın İkinci
Kısmı'nı teşkil edecek şekilde entegre edilmiştir. Bunun dışında, Avrupa Birliği
bu anayasa ile hukuki bir şahsiyet olmuştur. Yani birlik olarak çeşitli uluslararası
antlaşmalarda yer alabilecek ve bu antlaşmalar bütün üye ülkeleri bağlayacaktır.
Önceleri, yapılan antlaşmaların geçerli olması üye ülkelerin bireysel olarak onayını
gerektirmekte idi. Hazırlanan yeni anayasanın diğer bir önemli özelliği ise, 'katılımcı
demokrasi' kavramını içermesidir.

Bununla beraber, söz konusu anayasada özellikle sosyal değerlerin güvence altına
alınmasında beklenilen adım atılamamıştır. Bu durum, özellikle ekonomik kararların
alınması süreçleri ile sosyal kararların alınması süreçlerinde daha belirgindir.
Mesela, hazırlanan yeni anayasa, birliğin piyasa ve rekabet konularında alacağı
kararlarda üye ülkelerin çoğunluğunun oyunu dikkate almasını belirtirken, sosyal
meselelerde Avrupa Birliği'ni bağlayacak kararlarda tüm ülkelerin ortak kararını
öngörmektedir. Bu da, ekonomik çıkarlar karşısında Avrupa Birliği'ne üye ülkelerdeki
sosyal hakların daima ikinci planda yer almasına neden olacaktır.

Maamafih, bütün bu yasal düzenlemeler istenilen düzeyde olmasa da, insani değerlerin
ve sosyal barışın gerçekleşmesinde önemli kazanımlar olarak kabul edilmektedir.
Ayrıca, söz konusu yasalar değişmez nitelikte olmadıkları için, zaman içerisinde
bunların geliştirilebilmesi mümkündür.

Bu noktada, Avrupa Birliği'ne üye ülkelerin hükümetlerine iki önemli görev düşmektedir.
Bunlardan birincisi; hazırlanmış olan anayasanın toplum tarafından kabul edilmesini
sağlamak. İkinci önemli görev ise, söz konusu anayasadaki yasaların daha çok sosyal
boyutu dikkate alacak şekilde geliştirilmesi yönünde adımlar atmalarıdır ki, bunun,
birinci görevin gerçekleşmesinde önemli katkısı olacaktır.

Ahlaki bir değer olan 'barış' üzerine bina edilmiş bir birliğin kurulması için
ekonomik ve siyasi birliğin önemi fark edilmişti. Her ne kadar, Avrupa Birliği'nin
ortak güvenliği, hukuk ve içişlerini ilgilendiren meseleler güvence altına alınmış
olsa bile; özellikle Maastricht Antlaşması ile birlikte gerçekleştirilen siyasi
düzenleme ile, birliğin dışındaki ülkelerle olan ilişkilerde çoğunluğa dayalı ortak
kararların alınmasının mümkün olmayışı nedeniyle temel insani değerlerin gerçekleştirilmesi
konusu Avrupa Birliği'nin önündeki en önemli yapısal sorunlardan birisi durumuna
gelmiştir. Zira, özellikle Üçüncü Dünya Ülkeleri'ndeki mevcut insan hakları ihlalleri
ve adaletsizlikler karşısında ortak bir tavrın geliştirilmesi, ülkelerin değişik
çıkarları söz konusu olduğu için, ortak bir kararın çıkması hemen hemen imkansızlaştırılmıştır.
Bu ise, Avrupa Birliği'nin temelini teşkil eden ve 'temel insan hakları ve değerlerinin
korunması' şeklinde formüle edilen ahlaki sorumlulukları konusunda samimiyetini
tartışmaya açmaktadır.2

Avrupa Birliği yasalarının gelişim süreci incelendiğinde, ülkelerin milli çıkarlarına
uygun olmamasına rağmen birliği oluşturan ülkelerin sosyal gelişimini ön planda
tutan etik açıdan bazı önemli kararların ve projelerin gerçekleştirildiği burada
ayrıca belirtilmelidir.

Ortak tahıl politikası (PAC: Politique Agricole Commune), topluluğun gerçekleştirdiği
en büyük ortak politika olmuştur (bütçenin % 80'i tahıl için ayrılmıştır). PAC'ın
başlangıçtaki politikaları tamamen sosyo-ekonomikti: Tarımın modernizasyonu, kendi
kendine yetecek gıda üretimi, halkın gıda ihtiyacını kolayca karşılamak, köylülerin
hayat standartlarının iyileştirilmesi. Ancak bu projenin dikkate değer yönlerinden
biri önemli bir hedefi gerçekleştirmeye matuftu: Tahıl üretimi az olan ülkelerle
tahıl üretimi yüksek olan ülkeler arasında (Fransa gibi) dayanışmanın geliştirilmesi;
sosyal ve mesleki açıdan zayıf konumdaki köylü halkın birbiriyle olan dayanışmasını
sağlamak.

Bunun dışında, Avrupa Birliği sürecinde ahlaki özelliği dikkati çeken projelerden
bir diğeri, zengin ülkelerden fakir ülkelere (İrlanda, Portekiz, Yunanistan) veya
fakir bölgelere (İspanya ve İtalya ile sanayi bakımından zor durumda olan Fransa
ve Belçika'nın bazı bölgeleri) doğru maddi zenginliğin aktarılmasıdır. Ancak bu
finansal desteklemeler sonuç itibariyle her kesim için ekonomik faydası olan projeler
olmuştur.

Avrupa Birliği'nin işçi ve çalışanların çalışma şartları konusunda yaptığı yasal
düzenlemeler de bu sosyal etkinlikler arasında sayılabilir. Bu konuda, Maastricht'te
kabul edilmiş olan Avrupa Sosyal Protokolü zikredilmelidir. Önceleri İngiltere bu
protokolü imzalamaktan kaçınmıştı. Ancak Amsterdam Konferansından sonra, söz konusu
protokol Maastricht Antlaşması'nın bir parçası olarak kabul edilmiş ve böylece Avrupa
Birliği üye ülkelerin tamamına şamil hale getirilmiştir.

Birliğin etik açıdan önemli girişimlerinden bir diğeri ise; Afrika, Karaibler
ve Pasifik (ACP: Afrique, Caraibes et Pacifique) ülkeleri ile yapmış olduğu antlaşmadır.
Bu antlaşmanın en önemli özelliği, milli çıkarları aşacak şekilde birtakım yardım
fonlarının aktarımı ve ortak faaliyetlerin gerçekleştirilmesine imkan vermesidir.
Ancak kısaca Lomé ve Cotonou Konvansiyonu olarak da bilinen bu işbirliği antlaşması,
Dünya Ticaret Örgütü'nün (OMC) ortaya koyduğu bazı ilkeler nedeniyle yeteri kadar
işletilemediği de burada belirtilmelidir.

İnsan Hakları ve Avrupa Sosyal Şartı'nın korunması konusunda Avrupa Birliği ile
Avrupa Konseyi arasındaki ortak irtibatın birliğin alacağı kararlarda referans olarak
kullanılması, insan hakları ve değerlerinin korunmasında önemli bir kazanım olmuştur.
Bu durum, birliğin finanse edeceği araştırma programlarında Avrupa Konseyi'nin görüşünü
belirleyici bir referans olarak kullanması sonucunu doğurmuştur.

İnsani değerlerin korunması hususunda yapılan uluslararası antlaşmaların teşkili
ve onaylanmasında, birliğin benimsediği uluslararası siyasetin önemli etkisi vardır.
Bunlar içerisinde, çevrenin korunması hususundaki Kyoto antlaşması, daha ucuz ve
sağlıklı olan jenerik ilaçların kullanımının yaygınlaştırılması meselesi, Uluslararası
Ceza Mahkemesi'nin kabulü, hafif silahların ticareti (hâlâ görüşülme aşamasında)
en önemli olanlardır. Bütün bu antlaşmalarda, ekonomik ve ticari meseleler insani
ilkeler ve hukukun önceliği prensibine dayalı olarak ele alınmaktadır. Avrupa Birliği'nin
taraf olduğu bu antlaşmalar, ekonomik çıkarlarını ön planda tutan Amerika Birleşik
Devletleri tarafından kabul edilmemiştir.

Diğer taraftan, dış politika göz önüne alındığında, Amerika'ya nispetle Avrupa
Birliği çatışmaların öncelikli olarak diplomatik yöntemle çözülmesi taraftarı olmuştur.
Bu durum, birlik üyesi ülkelerin kendi aralarında uzun yıllar yapmış oldukları savaşın
sonucunda geliştirilmiş bir politika olarak benimsenmiştir. Ancak daha önce de belirtildiği
gibi, uluslararası ilişkilerde birliğin bağlayıcı ortak karar alması Maastricht
Antlaşması ile bütün üye ülkelerin onayını gerektirmesi, milli çıkarlarını ön planda
tutan üye ülkelerin böyle bir kararın çıkmasına engel teşkil etmektedir. Mesela,
İngiltere'nin milli çıkarları sebebiyle Amerika Birleşik Devletleri ile birlikte
diplomatik çözümde ısrar etmeden silahlı müdahaleye öncelik vermesi, birliğin bu
konudaki zaafiyetinin bir sonucudur.

Her ne kadar ekonomi, öncelikli belirleyici olarak Avrupa Birliği'ni yönlendirmekte
ise de yegane belirleyici olmadığı; istenilen oranda olmasa dahi insani değerler,
insan haklarını ön planda tutan özellikteki yapılan düzenlemeler ve antlaşmalar
ile alınan kararlar bu eksikliği dengeleme yönündeki çabalar olarak görülebilir.
Ayrıca bu düzenlemeler, Avrupa Birliği'nin sadece büyük bir piyasa olduğu fikrinin
yerleşmesine karşı önemli kazanımlar olarak değerlendirilmelidir.

Zira, her şeyi alınıp satılabilir bir meta olarak algılayan bir Avrupa Birliği,
sonuçları itibariyle başlangıçtaki ahlaki temele aykırı olayların meydana gelmesine
sebebiyet verecektir. Böyle bir durum, sosyal adaletsizliğin, dışlamanın ve ayrımcılığın
yaygınlaşmasına ve sosyal güvencenin yok olmasına neden olacaktır ki, bu, temeli
sosyal barış olan bir birliğin kendi kuruluş gayesi ile çelişmesi anlamına gelecektir.
Nitekim, sosyal korumayı hedefleyen deklarasyonlarla pratikte geçerli olan piyasa
ekonomisi, bu çelişkinin en açık örneklerini teşkil etmektedir.

Fransız devlet adamı ve eski Avrupa Komisyonu Başkanı Jacques Delors'un şu açıklamaları,
Avrupa Birliği'nin ayakta kalmasının ahlaki değerlerden uzak ekonomik veya hukuki
düzenlemelerle asla mümkün olmayacağını açıkça belirtmektedir:

'Avrupa projesini sadece birtakım hukuki düzenlemeler veya ekonomik becerilerle
yürütmemiz mümkün değildir… Avrupa Birliği'nin inşasının 'anlamı' konusu büyük
bir siyasi mesele olarak önümüzde durmaktadır.'

Jacques Delors, her ne kadar bu projenin anlamı konusunda detaylı bir açıklama
yapmasa da, bunun Avrupa Birliği'nin üzerine bina edildiği temel değerler olduğu
kuşkusuz. Bu değerler kısaca barış, hukuk devleti, demokrasi, insan hakları ve insanlar
arası dayanışma şeklinde özetlenebilir. Avrupa Birliği'nin üzerine bina edilmesinin
hedeflendiği Avrupa Temel Haklar Şartı, ortak ve bölünemez değerleri birer birer
tadad etmektedir. Aynı şekilde, hazırlanan Avrupa Birliği Anayasası'nın Giriş kısmı
ile 2. maddesinde, hümanizmin temelini teşkil eden insani değerlere açıkça atıflar
yapılmaktadır.

Ancak her toplumsal projenin önemli ahlaki boyutlara sahip olacağı muhakkaktır.
Avrupa Birliği çoğulcu bir yapı arz etmektedir ve bu özelliği yeni ülkelerin katılımı
veya yeni göçlerle daha da artmaktadır. Bu durum, Avrupa Birliği'ni içerisinde farklılıkları
barındıran bir birlik olmaya mecbur kılmaktadır. Bunun başarılması ise, söz konusu
yerel farklılıklara saygılı temel insani değerlere dayalı bir sosyal projenin gerçekleştirilmesi
ile mümkün olacaktır.

Ancak bu noktada Avrupa Birliği önemli bir handikapla karşı karşıyadır. Zira,
her ne kadar temel insani değerler birliği teşkil eden ülkelerin de kabul ettiği
deklarasyonlarda veya antlaşmalarda yer alsa dahi, söz konusu maddelerin ülkelerin
iç hukuklarındaki yorumlarında veya uygulamalarında ülkelere göre aksaklıklar yaşanmaktadır.

Bütün bunlar, Avrupa Birliği'nin kuruluşunda var olan ahlaki kararlılığın önemli
olduğunu, ancak yeterli olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Bu durumda, söz konusu
değerleri yüzyıllarca savunmuş olan dinlere önemli görevler düşmektedir. Bu ise,
Avrupa Birliği projesinde söz konusu değerlerin yaygınlaştırılması ve kurumsallaştırılmasında
dinlerin ne gibi bir rol üstlenebilecekleri sorusunu gündeme getirmektedir. Özellikle,
işsizliğin neden olduğu fakirliğin istenmeyen sonuçlarını göğüslemede, biyoteknolojinin
gelişmesi ile birlikte bilimin insan hayatında insanın onurunu dikkate alacak şekilde
kullanılmasının sınırının belirlenmesinde (özellikle genler üzerinde yapılan araştırmalarla
daha çok gündeme gelen biyoetik meselesi), gelecek nesillerin bugün yaşayanlar üzerindeki
haklarına dikkat çekmede, çevrenin korunması konusunda, yarının nesillerini oluşturacak
çocukların dünyaya gelmelerini sağlayacak evlilik müessesesinin korunması ve dünyaya
gelecek çocuklara sağlıklı bir dünyanın nasıl teslim edileceği konusunun açıklığa
kavuşturulmasında din nasıl bir rol oynayabilir?

III. İnsan Merkezli Temel Değerlere Dayalı Bir Avrupa'nın İnşasında Dinin Rolü: Religio in Europa Vizyonu

Avrupa Birliği Yasaları çerçevesinde din konusunda meydana gelen en dikkat çekici
tartışmalar, hazırlanan Avrupa Şartı'nda 'dini miras' sözü ile Avrupa Birliği Anayasası'nın
Giriş kısmında 'Tanrı' isminin yer alıp alamayacağı konusu çerçevesinde gerçekleşmişti.

Kimileri 'dini miras' ifadesinin yer almasını isterken (Almanya gibi), bazıları
buna karşı çıkmışlardır (Fransa gibi). Uzun tartışmalar sonunda bir orta yol bulunmuş
ve Avrupa Şartı'nda 'manevi ve ahlaki miras' ifadesi yer almıştır. Buna rağmen,
Avrupa Birliği resmi metinleri tercüme tarihinde bir ilke imza atılmıştır: Şart'ın
diğer 10 dildeki tercümesinden farklı olarak Almanca tercümesinde 'manevi-dini ve
ahlaki miras' ('geistig-religiösen und sittlichen Erbes') ifadesi kullanılmaktadır.

Bu çerçevede, daha ileri bir talep Polonya'dan gelmiştir. Polonya, Avrupa Birliği
Anayasası'nın Giriş kısmında değerlerin kaynağı olarak 'Tanrı'nın ve Avrupa kültürünün
bir kurucu unsuru olarak da 'Hıristiyanlığın' açıkça zikredilmesini talep etmiştir.
Ancak, Avrupa'da halen mevcut olan ve Avrupa Hümanistler Federasyonu'nun sözcülüğünü
yaptığı kilise-karşıtlığının bir sonucu olarak, bu talep reddedilmiştir. Öyle ki,
Kilise taraftarları ile Hümanistler arasındaki bu gerginlik, her iki tarafın 'din-karşıtı'
ve 'dinci' olarak nitelenecek aşırılık göstermesine sebebiyet vermiştir. Anayasanın
Giriş kısmındaki ifade konusunda da bir orta yol bulunmuş ve 'Avrupa'nın kültürel,
dini ve hümanist mirası' cümlesi kullanılmıştır. Aslında böyle bir ifade, kültürel
olarak çoğulcu ve katılımcı bir demokrasiye yönelmiş bir yapıya sahip Avrupa Birliği
dikkate alındığında, açıkça bir dine ve sadece onun değerlerine yapılan referansa
nispetle daha uygundur.

Avrupa Birliği'nin temel hukuki metni çerçevesinde gerçekleştirilmiş olan bütün
bu tartışmalar, aslında dinin Avrupa'da oynayacağı rolü ve dinin Avrupa'daki konumu
ve algılanışı ile ilgili de bir fikir vermektedir. Dinin Avrupa Birliği projesindeki
yeri konusu her ne kadar tartışmalı olsa da, bir fenomen olarak dinin toplum içerisinde
oynadığı rolü kimse inkar etmemektedir. Bu nedenle, yukarıda zikredilen değerlerin
gerçekleştirilmesinde ve toplumun huzuru ve barışını temin etmede din müessesesinin
üzerine büyük görevler düştüğü -bu görevlerin sınırları konusunda farklı algılamalar
olsa da- her iki kesim tarafından da teslim edilmektedir.

Ölmeden iki yıl önce (28 Mayıs 2003) Ecclesia in Europa (Avrupa'da Kilise) adıyla
kaleme aldığı irşad mektubunda (exhortation apostolique) Papa II. Jean-Paul, Katolik
Kilisesi'nin resmi görüşü olarak Avrupa ile ilgili şöyle bir tespitte bulunmaktadır:

'İçinde yaşadığımız zaman, kendine has birtakım meseleleri ile birlikte, yoldan
uzaklaşmış bir çağ gibi görünmekte. Birçok erkek ve kadın sanki yolunu şaşırmış,
tereddüt içerisinde, ümitsiz… Ümidin kaybedilmesinin kökeninde ise, Tanrısız ve
Mesihsiz bir antropolojinin geçerli kılınması çabası yatmaktadır.'3

Avrupa Birliği Anayasası'nda Hıristiyanlığın açıkça zikredilmesini isteyen Vatikan
ve fundamentalist Hıristiyanlar için, Avrupa kültürünün temelinde din olarak sadece
Hıristiyanlık vardır. Kimileri ise, biraz daha esnek davranarak Yahudi-Hıristiyan
dini mirasından bahsedilmesini istemiştir. Ancak anayasal düzeyde böyle açık bir
referansta bulunmak, tarihsel gerçeklere uymamaktadır. Zira, Avrupa tarihi ve kültürü
sadece Hıristiyanlık dininin etkisi ve katkısıyla ortaya çıkmış bir birikim değildir.
Avrupa Birliği'nin kültür hamulesinde bir gelenek olarak Yahudiliğin; Yunan mirasının
nakli, tercümesi ve yorumlanması yoluyla İslam'ın; kültürel katkıları ile Keltlerin
ve seküler anlayışın geliştirilmesi ile Aydınlanma'nın rolü nasıl inkar edilebilir?

Diğer yandan, böyle bir iddia mevcut realiteye de uygun değildir. Zira, sadece
Hıristiyanlığın zikredilmesi Avrupa Birliği'nde diğer dinlerin aleyhine işleyecek
her an açık bir kapı ve diğer dini gelenekleri dışlayıcı bir potansiyeli içinde
barındıracaktır. Hatta kimi Hıristiyan eleştirmenler, fundamentalist Hıristiyanların
bu kadar yücelttikleri Hıristiyanlık tarihinin hiç de 'imrenilecek örnek bir tarihe'
sahip olmadığını belirtmişlerdir. Kaldı ki, Avrupa ülkeleri içerisinde anayasa metinlerinde
açıkça Tanrı'nın ismini zikreden ve Hıristiyan kültürüne atıfta bulunan ülkeler
(mesela Polonya) ile bulunmayanlar (mesela Fransa) karşılaştırıldığında; atıfta
bulunmayanların daha dindar veya daha müreffeh ve sağlıklı bir gelişim gösterdikleri
görülmektedir.

Avrupa Birliği Anayasası çerçevesinde yapılan bu polemikler, din fenomeninin
varlığını ve önemini bir kez daha ortaya koymuştur. Ancak, Avrupa Birliği'nin kuruluş
aşamasında kurucularının sahip olduğu kuşatıcı ve insana ve değerlerine saygılı
vizyon, sağlıklı ve huzurlu bir gelecek için Avrupa Birliği içerisindeki aktörlerin
unutmaması gereken bir pusula görevi görmelidir. Bu nedenle, indirgemeci ve sadece
tek bir dini geleneğe dayalı bir Avrupa projesi ve anlayışı olan 'Ecclesia in Europa'dan,
daha geniş ve kuşatıcı bir vizyon olan, insana ve müşterek değerlerine sahip çıkan
bir anlayışı temsil etmesini ifade etmesi için formüle ettiğimiz 'Religio in Europa'ya
geçmek gerekmektedir.

Öz

Avrupa Birliği'nin ilk kuruluş serüveni, çok basit gibi görülen bir 'Kömür-Çelik
Topluluğu'na (CECA: Communauté Européenne du Charbon et de l'Acier) dayalı bir proje
olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu topluluğu kuranlar ve fikirleri incelendiğinde,
onların bugünkü Avrupa Birliği'nin de ötesinde bir ideale sahip oldukları görülmektedir.

Kısa adı CECA olan Kömür-Çelik Topluluğu, temelde Avrupa kıtasının iki büyük
ülkesi arasında barışın tesis edilmesi için üretilmiş bir projedir. Böyle bir etik
ve insani ihtiyaca binaen kurulan Avrupa Birliği, zaman içerisinde bu barışın temelini
güçlendirecek iktisadi ve siyasi birtakım oluşumlara gitmiş, bu yönde çeşitli antlaşmalar
ve yasalar düzenlemiştir.

Bu makalede Avrupa Birliği'nin kuruluş süreciyle birlikte, sosyal hakların düzenlenmesi,
insani değerlerin gerçekleşmesi gibi hususlarda Avrupa Birliği'nin önündeki en önemli
yapısal sorunlara değinilmekte, Avrupa Birliği'nin temel insani değerlerden 'ahlak'la
olan ilişkisi irdelenmekte ve din fenomeninin Avrupa Birliği için önemi, Avrupa
Birliği Anayasası çerçevesinde yapılana tartışmalar ışığında gözler önüne serilmektedir.

Anahtar Kelimeler: Avrupa Birliği, din, ahlak, barış, insani değerler, Religio
in Europa

Abstract

The first establishment adventure of European Union seems to be a simple project
based on a 'Coal and Steel Community' (CECA: Communauté Européenne du Charbo et
de l'Acier). But if we look at the founders and their ideas closely, then we can
easily see that their ideals and scopes have been beyond the contemporary European
Union.

This community (CECA) is a product of a project which has been created in order
to establish peace between two big countries of Europe. European Union, which has
been founded in order to fulfill such a humane and ethical need, has been gradually
developed itself in economical and political matters in order to strengthen the
basics of peace. A number of treaties have been signed and new laws have been executed.

This article mentions the most important structural problems of European Union
such as the regulation of social rights, the materialization of the human values
during the establishment process of European Union. Then it questions the relationship
between the European Union and one of the basic human values, 'ethics'. Last but
not least, this article clarifies the importance of the phenomena of religion for
the European Union from the point of view of discussions around European Constitution.

Key Words: European Union, religion, ethics, peace, human values, Religio in
Europe

Seçilmiş Kaynakça:

Jean-Pierre Ricard Card., 'L'embryon humain reduit à un 'moyen', 'grave transgression
éthique', Zenit, 30.06.2006.

Ignace Berten, 'La Constitution européenne et les religions', Revue Théologique
de Louvain, Louvain-la-Neuve 2004, sayı: 4, s. 474-494.

Ignace Berten, 'Religion et éthique dans la construction européenne', Espaces-Spiritualités,
cultures et société en Europe, Roumanie 2004.

Pierre de Charentenay, 'Une Constitution pour les Européens', Etudes, Paris 2005,
sayı: 402/4, s. 439-448.

Dipnotlar

1. Ignace Berten, ‘La Constitution Européenne et les
Religions’, Revue Théologique de Louvain, Louvain-la-Neuve 2004, sayı: 4, s.
474-477.

2. Bu durum, Birliğin özellikle geçtiğimiz yıllarda
Balkanlar’daki savaşlarda, Irak ile ilgili tutumunda ve özellikle günümüzde
İsrail’in Lübnan’ı işgali sırasında insan haklarını koruma noktasında ortak bir
tavır geliştirememesinde görülmüştür.

3. Jean Paul II, Ecclesia in Europa,
http://www.vatican.va/holy_father/john_paul_ii/apost_exhortations/documents/hf_jpii_exh_20030628_ecclesia-in-europa_fr.html.