"I therefore support total justice with all my strength
and oppose tyranny, oppression, arbitrary power and despotism."

Hem meselâ, adâletperver, ihkàk-ı hakkı sever ve ondan zevk alır
bir hâkim, mazlumların haklarını vermekten ve mazlumların teşekkürlerinden ve zâlimleri
tecziye etmekle, mazlumların intikamlarını almaktan nasıl memnun olur, bir zevk
alır. İşte, Hakîm-i Mutlak ve âdil-i Bilhak ve Kahhâr-ı Zülcelâl, değil yalnız cin
ve inste, belki bütün mevcudâtta ihkàk-ı haktan, yani, herşeye hakk-ı vücudu ve
hakk-ı hayatı vermekten ve vücud ve hayatını mütecâvizlerden muhâfaza etmekten ve
dehşetli mevcudları tecavüzlerden tevkif ve durdurmaktan, hususan mahşerde ve dâr-ı
âhirette cin ve insin muhâkemesinden başka, bütün zîhayata karşı tecellî-i kübrâ-i
adl ve hikmetten gelen maânî-i mukaddeseyi kıyas edebilirsin.

Sözler, 570

Ey hanesinde ihtiyar bir valide veya pederi veya akrabasından veya iman kardeşlerinden
bir amel-mande veya âciz, alîl bir şahıs bulunan gafil! Şu âyet-i kerimeye dikkat
et, bak: Nasıl ki bir âyette, beş tabaka ayrı ayrı surette ihtiyar valideyne şefkati
celb ediyor!

Evet, dünyada en yüksek hakikat, peder ve validelerin evlâtlarına karşı şefkatleridir.
Ve en âli hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır. Çünkü onlar,
hayatlarını, kemâl-i lezzetle evlâtlarının hayatı için feda edip sarf ediyorlar.
Öyleyse, insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılâp etmemiş herbir veled, o muhterem,
sadık, fedakâr dostlara hâlisâne hürmet ve samimâne hizmet ve rızalarını tahsil
ve kalblerini hoşnut etmektir. (Amca ve hala, peder hükmündedir; teyze ve dayı,
ana hükmündedir.)

İşte, o mübarek ihtiyarların vücutlarını istiskal edip ölümlerini arzu etmek
ne kadar vicdansızlık ve ne kadar alçaklıktır, bil, ayıl! Evet, hayatını senin hayatına
feda edenin zevâl-i hayatını arzu etmek ne kadar çirkin bir zulüm, bir vicdansızlık
olduğunu anla!

Ey derd-i maişetle müptelâ olan insan! Bil ki, senin hanendeki bereket direği
ve rahmet vesilesi ve musibet dâfiası, hanendeki o istiskal ettiğin ihtiyar veya
kör akrabandır. Sakın deme, "Maişetim dardır, idare edemiyorum." Çünkü onların yüzünden
gelen bereket olmasaydı, elbette senin dıyk-ı maişetin daha ziyade olacaktı. Bu
hakikati benden inan. Bunun çok kati delillerini biliyorum; seni de inandırabilirim.
Fakat uzun gitmemek için kısa kesiyorum; şu sözüme kanaat et. Kasem ederim, şu hakikat
gayet katidir. Hattâ nefis ve şeytanım dahi buna karşı teslim olmuşlar. Nefsimin
inadını kıran ve şeytanımı susturan bir hakikat, sana kanaat vermeli.

Evet, kâinatın şehadetiyle, nihayet derecede Rahmân, Rahîm ve Lâtif ve Kerîm
olan Hâlık-ı Zülcelâli ve'l-İkram, çocukları dünyaya gönderdiği vakit, arkalarından
rızıklarını gayet lâtif bir surette gönderip ve memeler musluğundan ağızlarına akıttığı
gibi, çocuk hükmüne gelen ve çocuklardan daha ziyade merhamete lâyık ve şefkate
muhtaç olan ihtiyarların rızıklarını dahi, bereket suretinde gönderir. Onların iaşelerini,
tamahkâr ve bahîl insanlara yükletmez.

Mektubat, 250

Tenkitkârâne bir suale cevaptır.

Ehl-i dünya tarafından deniliyor ki: "Sen neden bizden küstün? Bir defa olsun
hiç müracaat etmeyip sükût ettin. Bizden şiddetli şekvâ edip 'Bana zulmediyorsunuz'
diyorsun. Halbuki bizim bir prensibimiz var, bu asrın muktezası olarak hususî düsturlarımız
var. Bunların tatbikini sen kendine kabul etmiyorsun. Kanunu tatbik eden zalim olmaz.
Kabul etmeyen isyan eder. Ezcümle, bu asr-ı hürriyette ve bu yeni başladığımız cumhuriyetler
devrinde, müsavat esası üzerine tahakküm ve tagallübü kaldırmak düsturu bizim bir
kanun-u esasîmiz hükmüne geçtiği halde, sen kâh hocalık, kâh zâhidlik suretinde
teveccüh-ü âmmeyi kazanarak, nazar-ı dikkati kendine celb ederek, hükümetin nüfuzu
haricinde bir kuvvet, bir makam-ı içtimaî elde etmeye çalıştığın, zâhir halin ve
eski zamandaki macera-yı hayatının delâletiyle anlaşılıyor. Bu hal ise, şimdiki
tabirle, burjuvaların müstebidâne tahakkümleri içinde hoş görünebilir. Fakat bizim
tabaka-i avâmın intibahıyla ve galebesiyle tezahür eden tam sosyalizm ve bolşevizm
düsturları bizim daha ziyade işimize yaradığı için o sosyalizm düsturlarını kabul
ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor, prensiplerimize muhalif düşüyor.
Onun için sana verdiğimiz sıkıntıdan şekvâya ve küsmeye hakkın yoktur."

Elcevap: Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u
fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkîde muvaffak olamaz. Bütün
hareketi şer ve tahrip hesabına geçer. Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet
var; elbette fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatindeki hikmet-i
esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir.

Evet, ben neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren, müsavat-ı
hukuk mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adaletle,
burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri
muhalefetle çalışanlardanım. Onun için, bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde,
zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.

Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa zıttır.
Çünkü Fâtır-ı Hakîm, kemâl-i kudret ve hikmetini göstermek için, az birşeyden çok
mahsulât aldırır ve bir sayfada çok kitapları yazdırır ve birşeyle çok vazifeleri
yaptırdığı gibi, beşer nevi ile de binler nevin vazifelerini gördürür. İşte o sırr-ı
azîmdendir ki, Cenâb-ı Hak, insan nevini, binler nevileri sümbül verecek ve hayvânâtın
sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvânat
gibi kuvâlarına, lâtifelerine, duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz
makamatta gezecek istidat verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği
içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.

İşte, nev-i insanın tenevvüünün en mühim mayası ve zembereği, müsabaka ile, hakikî
imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle,
kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir. Evet, şu hürriyet perdesi
altında müthiş bir istibdadı yaşayan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken
ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne
savrulan kâmilâne şu sözün,

Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hürriyet? / Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen
âdemiyetten! sözünün yerine, bu asrın yüzüne çarpmak için ben de derim:

Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hakikat? / Çalış, kalbi kaldır, muktedirsen
âdemiyetten!

Veyahut,

Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı fazilet? / Çalış, vicdanı kaldır, muktedirsen
âdemiyetten!

Evet, imanlı fazilet, medar-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdat da olamaz.
Tahakküm ve tagallüb etmek faziletsizliktir. Ve bilhassa ehl-i faziletin en mühim
meşrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır.
Lillâhilhamd, bu meşrep üstünde hayatımız gitmiş ve gidiyor. Ben kendimde fazilet
var diye fahir suretinde dâvâ etmiyorum. Fakat nimet-i İlâhiyeyi tahdis suretinde
şükretmek niyetiyle diyorum ki:

Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, ulûm-u imaniye ve Kur'âniyeye çalışmak ve fehmetmek
faziletini ihsan etmiştir. Bu ihsan-ı İlâhîyi bütün hayatımda, lillâhilhamd, tevfik-i
İlâhî ile şu millet-i İslâmiyenin menfaatine, saadetine sarf ederek, hiçbir vakit
vasıta-i tahakküm ve tagallüb olmadığı gibi, ekser ehl-i gafletçe matlup olan teveccüh-ü
nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi, mühim bir sırra binaen benim menfûrumdur, onlardan
kaçıyorum. Yirmi sene eski hayatımı zayi ettiği için onları kendime muzır görüyorum.
Fakat Risale-i Nur'u beğenmelerine bir emâre biliyorum, onları küstürmüyorum.

İşte, ey ehl-i dünya! Dünyanıza hiç karışmadığım ve prensiplerinizle hiçbir cihet-i
temasım bulunmadığı ve dokuz sene esaretteki bu hayatımın şehadetiyle yeniden dünyaya
karışmaya hiçbir niyet ve arzum yokken, bana eski bir mütegallip ve daima fırsatı
bekleyen ve fikr-i istibdat ve tahakkümü taşıyan bir adam gibi yapılan bunca tarassut
ve tazyikiniz hangi kanunladır? Hangi maslahatladır? Dünyada hiçbir hükümet böyle
fevkalkanun ve hiçbir ferdin tasvibine mazhar olmayan bir muameleye müsaade etmediği
halde, bana karşı yapılan bu kadar bed muamelelere, yalnız değil benim küsmem, belki
eğer bilse nev-i beşer küser, belki kâinat küsüyor.

Lem'alar, 174-175

gibi âyetlerle, üç işaret ile Risâle-i Nur müellifine ve Risâle-i Nur'a âit çoklar
tarafından deniliyor ki: "Sen ehl-i dünyanın dünyasına karışmadığın halde, nedendir
ki, herbir fırsatta senin âhiretine karışıyorlar? Hattâ, hiçbir hükûmet târikü'd-dünya
ve münzevîlere karışmıyor" meâlinde bir suâle karşı gâyet güzel cevap veriyor.

Birinci İşaret: Risâle-i Nur müellifi ve Risâle-i Nur, bütün ehl-i îmânın, husûsan
Isparta vilâyetinin mânevî terakkiyatlarına ve îmânlarının inbisâtına mühim bir
medâr olduğundan, bu suâlin cevabını, din ve şeriat nâmına haklannı müdafaaya mecbur
olduklarından, dinsizlere karşı müdafaa vazifesi, insanların, husûsan Isparta vilâyetinin
insanlarının hakları olduğunu katî gösterir.

İkinci İşaret: Tenkit ve istifsarkârâne, mimsiz medeniyet tarafından denilen,
"Sen neden bizden küstün ve bize müracaat etmiyorsun? Halbuki bizim prensibimiz
var; bu asrın muktezâsı olarak hususî düsturlarımız var. Bunların tatbikini, sen
kendine ve ehl-i îmâna kabul etmiyorsun. Halbuki bu cumhuriyetler devrinde tahakküm
ve tegallübü kaldırmak düsturu var. Halbuki sen hocalık ve inzivâ perdesi altında
nazar-ı dikkati celb etmekliğin ve hükûmetin rejimi hilafına çalıştığını, mâcerâ-yı
hayatın gösteriyor. Bu senin hâlin burjuvalara mahsustur. Bizim, avam tabakasının
intibâhı ile sosyalizm ve bolşevizm düsturlarını tatbik etmek işimize yarıyor. Prensiplerimize
muhâlif ve burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümleri altında adâlet-i
mahzâyı kabul etmek ağır geliyor" gibi suâllerine karşı, Ne mümkün zulm ile, bîdâd
ile imhâ-yı hakîkat, / Çalış, kalbi kaldır, muktedirsen, âdemiyetten! düsturuyla,
Cenâb-ı Hakkın fazl u keremiyle ulûm-u îmâniye ve Kur'âniyeyi fehmetmek faziletini
ihsan ettiğini; ve bu ihsânı kaldırnıaya uğraşan, insan sûretinde şeytanlar olduğunu;
birkaç mühim misal ile, ehl-i ilhâd ve kısmen münafıklar bu fevkalkanun muâmeleyi
hiçbir hükûmet ve hiçbir ferdin tasvibine mazhar olmayan bu muâmeleye cumhuriyet
hükûmeti müsaade etmediğini; değil yalnız Risâle-i Nur müellifi, eğer fehmetse nev-i
beşer küseceğini ve anâsınn hiddetlendiğini göstermekle, gâyet güzel bir cevap veriyor.

Üçüncü İşaret: İki suâlin cevabıdır. Birincisi: Ehl-i felsefe, zındıka hesabına
diyorlar ki: "Bizim memleketimizde bulunan bir adam, mecburî cumhuriyetin kanunlanna
inkıyâd edecektir. Halbuki sen, vazifesiz olduğun halde, halkların teveccühünü kazanmak
istiyorsun" demelerine karşı bir müskit cevap veriyor ki, onların foyalarını ortaya
çıkarıp ne olduklarını gösteriyor.

İkinci Sual: "Teveccüh-ü nâsı ve mevki-i âmmeyi kazanmak, bizim vazifedarlarımıza
mahsus olup, sen vazifesiz bir adam olduğundan, teveccüh-ü nâsı ve mevki-i âmmeyi
size hoş görmüyoruz" demelerine karşı: Eğer insan bir cesetten ibâret olsaydı, lâyemûtâne
dünyada kalsa ve kabir kapısı kapansa ve ölüm öldürülse, o vakit vazifeler yalnız
maddî askerlik ve idare memurlarına mahsus kalırdı. Halbuki, böyle mânevî ve gâyet
mühim ve bütün beşeri alâkadar eden bir vazifenin inkârı, "E1-mevtü hak" dâvâsını
hergün cenazelerinin mührüyle imzâ edip tasdik eden otuz bin şâhidin şehâdetini
tekzip ve inkâr etmekle olur. Madem inkâr ve tekzip etmek muhâldir; öyle ise, mânevî
hâcât-ı zaruriyeye istinâd eden mânevî çok vazifeler var olduğunu, güzel ve mühim
bir iki temsil ile izah ve ispat eder.

Şu risâlenin hâtimesinde, "Enâniyetli ehl-i dünyanın her işinde o kadar hassâsiyet
var ki, eğer şuurları olsaydı, dehâ derecesinde bir muâmele olurdu" diye, ehl-i
îmâna, onların o hassasiyet ve desîselerine aldanmamalarını tavsiye ile, onların
bu hâli bir istidraç olduğunu haber verir.

Küçük Ali

Lem'alar, 387-388

[Üstadımızın çok evvel yazmış olduğu zîrdeki mektubu, şahsî nüfuz temin ve dini
siyasete âlet etmek ithamlarına tam bir cevap olduğundan, kararnameye ilhak edilmiştir:]

Konuşan yalnız hakikattir

Risale-i Nur'da ispat edilmiştir ki, bazen zulüm içinde adalet tecellî eder.
Yani, insan bir sebeple bir haksızlığa, bir zulme mâruz kalır, başına bir felâket
gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu sebep haksız olur. Bu hüküm bir
zulüm olur. Fakat bu vâkıa adaletin tecellîsine bir vesile olur. Kader-i İlâhî başka
bir sebepten dolayı cezaya, mahkûmiyete istihkak kesb etmiş olan o kimseyi bu defa
bir zâlim eliyle cezaya çarptırır, felâkete düşürür. Bu, adalet-i İlâhînin bir nevi
tecellîsidir.

Ben şimdi düşünüyorum. Yirmi sekiz senedir vilâyet vilâyet, kasaba kasaba dolaştırılıyorum.
Mahkemeden mahkemeye sürükleniyorum. Bana bu zâlimane işkenceleri yapanların bana
atfettikleri suç nedir? Dini siyasete âlet yapmak mı? Fakat bunu niçin tahakkuk
ettiremiyorlar? Çünkü hakikat-i halde böyle birşey yoktur.

Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkûm etmeye uğraşıyor. O bırakıyor;
diğer bir mahkeme aynı meseleden dolayı beni tekrar muhakeme altına alıyor. Bir
müddet de o uğraşıyor, beni tazyik ediyor, türlü türlü işkencelere mâruz kılıyor.
O da netice elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa bir üçüncüsü yakama yapışıyor. Böylece
musibetten musibete, felâketten felâkete sürüklenip gidiyorum. Yirmi sekiz sene
ömrüm böyle geçti. Bana isnad ettikleri suçun aslı ve esası olmadığını nihayet kendileri
de anladılar.

Onlar bu ithamı kasten mi yaptılar, yoksa bir vehme mi kapıldılar? İster kasıt
olsun, ister vehim olsun, ben böyle bir suçla münasebet ve alâkam olmadığını kemâl-i
kat'iyetle yakinen ve vicdanen biliyorum. Dini siyasete âlet edecek bir adam olmadığımı
bütün insaf dünyası da biliyor. Hattâ beni bu suçla itham edenler de biliyorlar.
O halde neden bana bu zulmü yapmakta ısrar edip durdular? Neden ben suçsuz ve mâsum
olduğum halde böyle devamlı bir zulme, muannid bir işkenceye mâruz kaldım? Neden
bu musibetlerden kurtulamadım? Bu ahval adalet-i İlâhiyeye muhalif düşmez mi?

Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevaplarını bulamıyordum. Bana zulüm ve işkence
yaptıklarının hakikî sebebini şimdi anladım. Ben kemâl-i teessürle söylüyorum ki,
benim suçum, hizmet-i Kur'âniyemi maddî ve mânevî terakkiyatıma, kemâlâtıma âlet
yapmakmış.

Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum, Allah'a binlerle şükrediyorum ki, uzun seneler
ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi maddî ve mânevî kemalât ve terakkiyatıma
ve azaptan ve Cehennemden kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma,
yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma mânevî gayet kuvvetli mânialar beni
men ediyordu.

Bu derunî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bırakıyordu. Herkesin hoşlandığı
mânevî makamatı ve uhrevî saadetleri a'mâl-i saliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih
olmak hem meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiçbir zararı bulunmadığı halde
ben ruhen ve kalben men ediliyordum. Rıza-yı İlâhîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin
sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi. Çünkü şimdi bu zamanda
hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi
fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere ve bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette
bildirmek; bu keşmekeş dünyasında imanı kurtaracak ve muannidlere kat'î kanaat verecek
bir tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur'ân dersi vermek
lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın, herkese kat'î
kanaat verebilsin. Bu kanaat de bu zamanda, bu şerait dahilinde, dinin hiçbir şahsî,
uhrevî ve dünyevî, maddî ve mânevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir.

Yoksa komitecilik ve cemiyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i
mâneviyesine karşı çıkan bir şahıs, en büyük mânevî bir mertebede bulunsa, yine
vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünkü imana girmek isteyen muannidin nefsi
ve enesi diyebilir ki: "O şahıs, dehâsıyla, harika makamıyla bizi kandırdı." Böyle
der ve içinde şüphesi kalır.

Allah'a binlerce şükürler olsun ki, yirmi sekiz senedir dini siyasete âlet ithamı
altında, kader-i İlâhî, ihtiyarım haricinde, dini hiçbir şahsî şeye âlet etmemek
için beşerin zâlimâne eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor;
"Sakın" diyor, "iman hakikatini kendi şahsına âlet yapma-tâ ki, imana muhtaç olanlar
anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın,
sussun."

İşte, Nur Risalelerinin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde
husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur, başka
bir şey değildir. Risale-i Nur'un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler,
yüz binlerce kitaplar daha belîğane neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar.
Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece
muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur. Said'in kudret ve ehliyeti
de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir.

Madem ki nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil,
bin Said fedâ olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar ve mâruz kaldığım
işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba
kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere,
zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim.

Âdil kadere de derim ki:

Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru
ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî-mânevî füyûzât hislerimi
feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük mânevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî
ve mânevî herşeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim.
Bu sayede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının
yüz binlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i
imaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî herşeyden ferağat mesleğimden
ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.

Benimle beraber çok talebelerim de türlü türlü musibetlere, ezâ ve cefâlara mâruz
kaldılar, ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün haksızlıklara ve
haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helâl etmelerini isterim. Çünkü onlar
bilmeyerek kader-i İlâhînin sırlarına, derin tecellîlerine akıl erdiremeyerek bizim
dâvâmıza, hakikat-i imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar
için yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir
talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i
Nur'a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.

Ben çok hastayım. Ne yazmaya, ne söylemeye tâkatim kalmadı. Belki de bunlar son
sözlerim olur. Medresetü'z-Zehranın Risale-i Nur talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar.

Emirdağ Lahikası, 316-318

Ey ehl-i insaf ve ey tarihiyle, mukaddesatıyla kahraman ve mübarek ecdadıyla
iftihar eden nesl-i hâzır! Geliniz, görünüz. Tarihinizi ve İslâmiyetinizi tahkir
eden bir suikast vesikasını yazan ve imza edenlere, hayatınızın hayatı, ruhunuzun
ruhu bildiğiniz İslâmiyetiniz namına ve kâinatı on dört asır ışıklandıran ve kudsî
ve İlâhî düsturlarıyla bin seneden beri milyonlar ecdadınızı nurlandıran ve ebedî
saadete sevk eden Kur'ân'ınız namına ve o düstur-u Kur'ân'a ittibâ eden yüzer milyon
ecdadınız namına, ahlâk-ı hasene ve namus muhafazası yolunda İslâmî terbiyenin ziyasıyla
nurlanan ve terbiye alan ve kadınlığın hakikî mânâsını ve hakikî güzelliğini yaşayışlarıyla
ve giyinişleriyle ve hayatlarıyla gösteren annelerinizin ve ninelerinizin ve hemşirelerinizin
namına o müfterilere, o tezyif ve tahkir savuranlara teessüfünüzü, tekdirinizi ve
reddinizi bildiriniz.

İşte o müfteriler, yaşı sekseni bulmuş, zehirlerden şiddetli hasta, dinî hizmetinden
dolayı ömrü hapishanelerde çürütülmüş bir İslâm kahramanınız, şimdi bütün münevverlerin
ve çok ediplerin ve terbiyecilerin vatan ve milletperverlerin şikâyet ettikleri
ahlâksızlığın ve fuhuş tehlikesinden muhafaza için gençlere iyi ahlâk, yüksek namus,
iman ve fazilet dersi veren, vatana millete bir uzv-u nâfi hâline gelmelerini temin
eden, adalet ve âsâyiş lehinde en birinci kuvvet olarak memleket ve milletin saadetine
hizmet eden Gençlik Rehberi adlı eserinin müsaderesine ve müellif-i muhtereminin
mahkûmiyetine sebep olmak için diyorlar:

"Bediüzzaman tesettür taraftarıdır. Kadınların yarı çıplak, açık dolaşmalarına,
İslâmiyete karşı muharebede şeytan kumandasına verilen fırkalar olarak tasvir etmekte,
kadınların bugünkü içtimaî hayatta açık bacak ve yarım çıplak giyinmelerini günah
saymakta, Bediüzzaman halihazır bu açık, yarım çıplak giyinişleri evlenmelere mâni
olup fuhşa teşvik edici mahiyetinde görmektedir. Ve yine Bediüzzaman'a göre, kadını
güzelleştiren şey ve kadının hakikî ve daimî güzelliği içtimaî hayatta yer alan
süslenmek, vücutlarını teşhir etmek olmayıp, terbiye-i İslâmiye dairesinde âdâb-ı
Kur'âniye ziynetidir. Bediüzzaman dinî tedrisat taraftarıdır. Risale-i Nur adı verdiği
dinî tedrisat sayesinde mahkûmların on beş haftada ıslah olacaklarını-ki, Denizli
ve Afyon hapishaneleri, adliyenin, gardiyan ve müdürlerin şehadetiyle sabittir-söylemektedir.
Bediüzzaman, câzibedar bir fitneye esir olan gençlerin din hakikatleriyle ve Nurun
imanî dersleriyle kurtulacaklarına kanidir."

İşte "Bu fikirleriyle suçludur, kanunen mahkûm edilmesi lâzımdır" diyorlar. İşte
bunlar güya ehl-i vukuf namında memleket gençliğine adalet ve hak ve hürriyet derslerini
verecek profesörler veya hukuk doçentleridir!

İşte, ey adalet-i hakikiyenin mümessilleri sıfatıyla hukuk-u umumiyeyi ve haysiyet-i
milliyeyi muhafaza eden hâkimler! Gençlik Rehberi'nin imanî dersleri ve ahlâkî telkinleri,
ehl-i vukuf raporundaki gibi bir suç mevzuu olarak kabul ediliyorsa, bu müellifi
bu büyük hizmetinden dolayı mes'ul tutuluyorsa, eğer öyleyse, o zaman yukarıda arz
ettiğimiz bu millete, bin yıllık tarihine, an'anesine idarî ve örfî kanunlarına,
bu milletin ebedî medâr-ı iftiharı olmuş mukaddes dinine, mukaddes İslâmiyet hakikatlerine,
kudsî Kur'ân derslerine ve o kudsî hakikatlere sarılarak İslâmî medeniyeti kemâl-i
şâşaa ile dünyaya ilân eden bir aziz ecdada ve onların haysiyetine, hukukuna, mâneviyatına
savrulan tahkir ve tezyifleri, indirilen darbeleri ve söylenen iğrenç iftiraları
kabul etmeniz lâzımdır. Bu büyük, mânevî cinayetleri hoş görüp kabul etmekle, ismî
ehl-i vukufların, suç isnad ettikleri Gençlik Rehberi suç sayılabilir. Ve ancak
o cihetle müellifi mahkûm ve Rehberi neşreden talebeleri muahaze olunabilir. Yoksa,
adalet-i kanun ve hürriyet-i fikir ve vicdan düsturuyla mahkûmiyeti ve muhakemesi
mümkün değildir. Hürriyet-i fikir ve hürriyet-i vicdan düsturunu en geniş mânâsıyla
tatbik eden cumhuriyet idaresinin demokrasi kanunlarıyla asla kabil-i telif değildir.

Eğer "Gençlik Rehberi'nin intişarıyla dinî terbiyeyi ders veriyor; bu ise lâikliğe
aykırıdır" diye itham olunuyorsa, o halde lâikliğin mânâsı nedir? Biz de soruyoruz.
Lâiklik İslâmiyet düşmanlığı mıdır? Lâiklik dinsizlik midir? Lâiklik, dinsizliği
kendilerine bir din ittihaz edenlerin dine taarruz hürriyeti midir? Lâiklik, din
hakikatlerini beyan edenlerin, imanî dersleri neşredenlerin ağızlarına kilit, ellerine
kelepçe vuran bir istibdad-ı mutlak düsturu mudur?

Lâiklik, bir vicdan ve fikir hürriyeti olduğuna göre, dinsizler ve din düşmanları,
İslâmiyet aleyhinde her çeşit hücumları, taarruzları yapar, anarşik fikirlerini
o hürriyet-i vicdan ve fikir bahanesiyle neşreder de, fakat bir İslâm âlimi o hürriyet-i
fikir düsturuna istinaden bin yıldan beri İslâmiyetin serdarı olmuş bir millet içinde
ve o milletin bin yıllık an'anesine, kanunlarına ittibâ ederek ve yine o milletin
saâdeti uğrunda, ahlâk ve namusun muhafazası yolunda dinî bir ders beyan etmesi
lâikliğe aykırıdır diye suçlu gösterilir, devletin nizamlarını dinî inançlara uydurmak
istiyor diye mahkür gösterilir. Biz böyle bir gayr-ı mümkünün, mümkün olmasına ihtimal
vermiyoruz. Adaletin buna müsaade etmeyeceğini şüphesiz biliyoruz.

Hakikat-i halde, geçen mahkemelerin beraatler vererek tamamen iade ettikleri
Risale-i Nur'un 130 parçasından bir parçası olan Gençlik Rehberi, vatan ve milletin
saadetinde en birinci vesilelerden birisidir. O eserleri okuyup, onların dersleriyle
sefahet ve dalâletin girdaplarından kurtulduklarını mahkemelerde söyleyen yüzler
Nur talebeleri ve şimdi bizzat o eserlerle vatan ve millete nâfi bir uzuv haline
geldiklerini hayatlariyle ve hizmetleriyle ispat eden binler Türk gençleri bizler,
o asılsız isnadları, o müfterilerin yüzlerine çarpıyoruz.

Emirdağ Lahikası, 364-365

Bediüzzaman'ı Zehirlediler

Bundan yedi sene önce, kanunların çiğnendiği, beşer haklarının çarmıha gerildiği,
hürriyetlerin hiçe sayıldığı, şahsî arzu ve ihtirasâtın kanunlardan üstün tutulduğu
bir devr-i rezilânede, Afyon vilâyetinin Emirdağ kazâsına seksenlik bir ihtiyar,
bir din âlimi sürülüyor. Nüfus kütüğüne kaydettirilip burada ikamete mecbur ediliyor.
Tek gayesi, Kur'ân-ı Kerîm'in ahkâmını tebliğ, insanları doğruya, iyiye ve nâmusluluğa
sevk etmek olan bir fikir adamı, nefyediliyor. Her cephesinde kan döktüğü kendi
öz yurdunda, engizisyon mahkemelerin dahi insanoğluna revâ görmeyeceği zulme, işkencelere
tâbî tutuluyor. Sakalına, bıyığına, kılık kıyafetine karışılıyor; jandarma dipçikleri
altında ölüme mahkûm ediliyor.

Sürgün olarak gönderildiği yerde dahi rahat bırakılmıyor. Ecdâdından misâfirperverliği,
ihtiyarların, garip ve kimsesizlerin yardımına koşmayı mîras alan her Türk gibi,
bu kazâ halkı da, ilmî eserleriyle, ef'al ve hareketleriyle müsellem olan bu zâtın
yardımına koşmayı vicdânî bir vazife telâkkî ediyor.

İslâm'ın ve ilmin izzet ü vakarını şerefle muhâfaza etmesini bilen ve aslâ dünya
zevkleri için mihnet kabul etmeyen bu şahsın, siyasî hiçbir parti ve teşekkülle
de katiyen alâkası yoktur.

Türkiye'de îman ve karakter sahibi her fikir adamına yapıldığı gibi, bu kimsenin
muhtelif defalar evi aranmış, mahkemelere verilmiş, bütün eserleri, mektupları en
ufak teferruâtına varıncaya kadar müsâdere edilerek suçsuz yere hapishânelerde süründürülmüştür.

Evet, suçsuz yere diyoruz. Çünkü, vâli ve kaymakamından tutunuz da, karakoldaki
jandarmasına varıncaya kadar Üstada ezâ ve cefâ etmek, hapishânelerde süründürmek
bir vesîle-i iftihar; şefin gözüne girebilmek, terfî-i makam edebilmek gibi süflî
hırslarla yanıp kavrulanlar için ise, bulunmaz bir fırsat olmuştur.

Bu zulüm, bu işkencenin sebeplerini, o devrin dîne karşı olan temâyülünde, vicdan
hürriyetine ve İslâmiyet'e yaptığı baskıda aramak lâzımdır. Bu halin, o devirde
hiç de acayip olan bir tarafı yoktur. Zîrâ, o devirde, memlekette dinsiz, materyalist,
behimî hislerinin zebûnu köle ruhlu bir nesil yetiştirilmek istenirken, bu zâtın
kendi hayatını istihkâr derecesinde ortaya atılıp hürriyetle, ahlâkla, îmanla meşbû,
hayvânî hislerin esiri olmayan bir gençlik istemesi ve bu uğurda çalışması, elbette
hoş görülmezdi. Millet haklarını çiğneyip, milyonların sırtından ahtapotlar gibi
geçinmeyi şiâr edinenler için korkulacak bir haldir bu. Tâkipler, baskılar senelerce
devam etti. Onunla konuşanların, mektuplaşanların, hizmetine koşanların evleri arandı,
kendileri Afyon hapishânesinde çürütülerek çoluk çocukları sokaklarda sürünmeye
mahkûm edildi. Onun el yazması Kur'ân-ı Kerîm'i ile bunun tefsiri olan Risâle-i
Nur parçaları, birer hıyânet-i vataniye evrâkı imiş gibi müsâdere edilip savcılıklara
devredildi. Muhâkemesine mevkufen devam edilerek yirmi ay suçsuz yere hapishânede
bırakıldı.

Öyle bir an geldi ki, bu vak'aların cereyan ettiği Afyon hapishânesi, Allah'a
inanmaktan ve onun emirlerini yerine getirmekten gayri hiçbir suçu olmayan mâsum
vatandaşlarla dolup taştı. Onlara revâ görülen zulüm, işkence; şeytanları bile dehşete
düşürdü, ayyuka çıktı, vahşet halini aldı. Nasıl Kudüs-i Şerif Yahudîlerin vahşetine
ve peygamberlere yapılan zulümlere sahne olmuşsa, Afyon şehri de, insan haklarının
çiğnenip vatandaş haklarının çarmıha gerildiği ikinci bir şehir oldu.

14 Mayıs seçimleriyle çeyrek asrın diktatöryası zîr ü zeber edilip çatır çatır
yıkılırken, millet, kendi mukadderâtına hâkim olmaktan duyduğu hudutsuz bir sevinç
içersinde bayram ediyor.

14 Mayıs'tan sonra herşeyin değişeceğini beklerken, yine görüyoruz ki, vâli ve
kaymakamlar eski alışkanlıklarına devamdalar.

Taharrî memurları yine konuşan iki-üç vatandaşın peşinde ve yine Bediüzzaman'ın
evi tarassud altında. Öyle ki, bir jandarma çavuşu bile elinde arama emri olmadan
Türkiye Cumhuriyeti kanunlarıyla müeyyed bulunan mesken mâsuniyetine tecavüz ediyor.
Ve bu cüretkâr, bir türlü ceza görmüyor. Yine Üstadın kılık kıyafetiyle uğraşılıyor,
devr-i sâbıkta olduğu gibi, ziyâretine gelenler yine kaydedilip karakollara çağrılıyor.

Kendisini milletine hasreden seksen yaşındaki ihtiyar bir din âlimi öldürülmek
isteniyor; hem de Ramazan Bayramı akşamı iftar yemeğine zehir konulmak sûretiyle.

Bu ne fecî, bu ne tahammül edilmez bir haldir. Tecrid edilmiş, dâimî bir tarussud
altında, kapısında bekçi. O içerde ölümle başbaşa bırakılıyor.

Heyhât! Geliniz ey ehl-i Islâm! Hep beraber ağlaşalım. Hayır, hayır! Gözyaşlarıyla,
feryad ile tedâvisi mümkün değil bu derdin… Allah için uğraşalım.

Nihat Yazar

Tarihçe-i Hayat, 547

İkinci suâl: Risale-i Nur'la münasebettar bazı zatlara acıdım. "Neden pederinin
malından hakkı iki sülüs iken, o haktan kısmen mahrumiyete kader-i İlahî neden müsaade
etti?"

Gelen cevap: Şu asırda, öyle acip bir aşılamakla, ebeveynine hürmet ve peder
ve validesinin şefkatlerine mukabil, bilâ kayd ü şart kemal-i hürmet ve itaat lazım
iken, ekseriyetle o hakikî hürmet ve itaat bozulduğundan, iki sülüs almaktan zulmen
mahrum edildiler. Kader, onların kusuruna binaen müsaade etti. Kızlar ise, gerçi
başka cihetlerde kusurları çok, fakat zafiyetlerine binaen himayetkâr ve şefkatkâr
ellere ziyade muhtaç bulunduklarından, hürmetlerini peder ve validelerine karşı
ihtiyaçlarını hassasiyetle bir cihette ziyadeleştirdiklerinden, beşerin zalim eliyle,
kardeşlerinin kısmen haklarını, muvakkaten onlara vermeye müsaade etti.

Üçüncü suâl: Bazı mütedeyyin zatların, dünyadâr haremleri yüzünden ziyade sıkıntı
çekmeleri nedendir? Bu havalide bu nevi hadiseler çoktur.

Gelen cevap: O mütedeyyin zatlar, diyanetlerin muktezası böyle serbestiyet-i
nisvan zamanında öyle serbest kadınların vasıtasıyla dünyaya girişmeleri hatalarından,
o kadınların eliyle tokat yemelerine kader müsaade etti.

Mütebakisi, bir mübarek hanımın şuursuz müdahalesiyle geri kaldı.

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Bu mübarek Ramazan-ı Şerifteki dualar, ihlası bulmak şartıyla, inşaallah
makbuldür. Fakat maatteessüf, ekseriyetçe Risale-i Nur şakirtlerinin nazarlarını
dünyaya çevirmek ve huzur-u kalbi bozmak için, bazı taarruzlar yüzünden o ihlas,
o huzur-u tam bir derece zedelenir. Merak etmeyiniz, herşeyi Cenab-ı Hakka havale
edip öyle taarruzlara ehemmiyet vermeyin. Âtıf'a da yazınız, merak etmesin ve müteessir
olmasın. O da bir kaza-i ilâhîdir. İnşaallah, Sava Hafız Mehmed'in hadisesi gibi,
Risale-i Nur'un lehine dönecektir.HAŞİYE 1

Kastamonu Lahikası, 206

Sâlisen: Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acip zamanda anarşilikten
kurtulmak için beş esas lâzım ve zaruridir: Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek,
emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmektir. Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı
zaman, bu beş esası kuvvetli ve kudsî bir surette tesbit ve tahkim ederek, âsâyişin
temel taşını muhafaza ettiğine delil ise, bu yirmi sene zarfında Risale-i Nur'un,
yüz bin adamı vatan ve millete zararsız birer uzv-u nâfi haline getirmesidir. Isparta
ve Kastamonu vilayetleri buna şahittir. Demek Risale-i Nur'un, ekseriyet-i mutlaka
eczalarına ilişenler herhalde bilerek veya bilmeyerek anarşilik hesabına vatana
ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ederler. Risale-i Nur'un, yüz otuz
risalelerinin bu vatana yüz otuz büyük faydasını ve hasenesini vehham ehl-i gafletin
sathî nazarlarında kusurlu tevehhüm edilen iki üç risalenin mevhum zararları çürütemez.
Onları bunlarla çürüten, gayet derecede insafsız bir zâlimdir.

Amma benim ehemmiyetsiz şahsımın kusurları ise, bilmecburiye, istemeyerek derim
ki: Yirmi iki sene müddetinde, gurbette, haps-i münferit hükmünde, yalnız ve münzevî
olarak hayat geçiren ve bu müddet zarfında ihtiyarıyla bir defa çarşıya ve mecma-ı
nas büyük camilere gitmeyen ve çok tazyik ve sıkıntı verildiği halde, bütün emsali
menfîlere muhalif olarak istirahati için birtek defa hükûmete müracaat etmeyen ve
yirmi sene zarfında hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve merak etmeyen ve tam
iki sene Kastamonu'da ve yedi sene başka menfâlarında bütün yakın ve görüşen dostlarının
şehadetiyle, küre-i arz yüzündeki boğuşmaları ve harpleri ve sulh olmuş ve olmamış
ve daha kimler harp ettiklerini bilmeyen ve merak etmeyen ve sormayan ve üç sene
yakınında konuşan radyoyu üç defadan başka dinlemeyen ve hayat-ı ebediyeyi imha
eden ve hayat-ı dünyeviyeyi dahi elem içinde eleme, azap içinde azaba çeviren küfr-ü
mutlaka karşı galibâne Risale-i Nur ile mukabele ettiğine onun ile imanlarını kurtaran
yüz bin şahidin şehadetiyle ispat eden ve Kur'ân'dan tereşşuh eden Risale-i Nur
ile ölümü yüz bin adam hakkında idam-ı ebedîden terhis tezkeresine çeviren bir adama
bu derece ilişmek ve meyus etmek ve onu ağlatmakla, o mâsum yüz binler kardeşlerini
ağlatmaya hangi kanun var? Hangi maslahat var? Adalet namına emsalsiz bir gadir
olmaz mı? Ve kanun hesabına, emsalsiz bir kanunsuzluk değil mi?

Eğer bu taharrilerde bazı vazifedar memurların itiraz ettikleri gibi derseniz
ki, "Sen ve bir iki risalen rejime ve usulümüze muhalif gidiyorsunuz."

Elcevap: Evvelen, bu yeni usulünüzün, münzevîlerin çilehanelerine girmeye hiçbir
hakkı yoktur.

Saniyen: Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel etmemek
bütün bütün ayrıdır. Ehl-i hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz. İdare ve âsâyişe ilişmeyen
şiddetli muhalifler, her hükûmette bulunur. Hattâ, Hazret-i Ömer'in (r.a.) taht-ı
hâkimiyetindeki Hıristiyanlara kanun-u şeriatı ve Kur'ân'ı inkâr ettikleri halde
ilişilmiyordu. Hürriyet-i fikir ve serbestiyet-i vicdan düsturu ile, Risale-i Nur'un
bir kısım şakirtleri, idareye dokunmamak şartıyla rejim ve usulünüzü ilmen kabul
etmezse ve muhalif amel etse, hattâ rejimin sahibine adâvet etse, onlara kanunen
ilişilmez. Risaleler ise, o gibi risalelere mahrem demişiz, neşrini men etmişiz.
Hattâ bu defa bu hadiseye sebebiyet veren risale, Kastamonu'da sekiz sene zarfında
bir veya iki defa birtek nüsha birisi bana getirdi. Aynı günde kaybettirdik. Şimdi
siz onu zorla teşhir ediyorsunuz ve iştihar da etti.

Malûmdur ki, bir mektupta kusur olsa, yalnız o kusurlu kelimeler sansür edilir,
mütebâkisine izin verilir. Eskişehir Mahkemesinde dört ay tetkikat neticesinde,
yüz Nur Risalelerinde medar-ı tenkit yalnız on beş kelime bulmaları ve şimdi dört
yüz sayfalı Zülfikar'ın yalnız iki sayfasında irsiyet ve tesettür âyetlerinin otuz
sene evvel yazılmış tefsiri bulunması ve şimdiki kanun-u medenîye uygun gelmemesi
kat'î ispat eder ki, onun hedefi dünya değil. Herkes ona muhtaçtır. O dört yüz sayfalık
herkese menfaatli Zülfikar iki sayfa için müsadere edilmez. O iki sayfa çıkarılsın,
o mecmuamız bize iade edilsin; ve onun iadesi hakkımızdır.

Eğer dinsizliği bir nevi siyaset zannedip, bu hadisede bazılarının dedikleri
gibi derseniz, "Bu risalelerinle medeniyetimizi, keyfimizi bozuyorsun;" ben de derim:
"Dinsiz bir millet yaşayamaz" dünyaca bir umumî düsturdur. Ve bilhassa küfr-ü mutlak
olsa Cehennemden daha ziyade elîm bir azabı dünyada dahi verdiğini, Risale-i Nur'dan
Gençlik Rehberi gayet kat'î bir surette ispat etmiş. O risale ise, şimdi resmen
tab edildi.

Bir Müslüman el-iyâzü billâh, eğer irtidat etse, küfr-ü mutlaka düşer; bir derece
yaşatan küfr-ü meşkûkte kalmaz. Ecnebi dinsizleri gibi de olmaz. Ve lezzet-i hayat
noktasında, mâzi ve müstakbeli olmayan hayvandan yüz derece aşağı düşer. Çünkü,
geçmiş ve gelecek mevcudatın ölümleri ve ebedî müfarakatları, onun dalâleti cihetiyle,
onun kalbine mütemadiyen hadsiz firakları ve elemleri yağdırıyor. Eğer iman gelse,
kalbe girse, birden o hadsiz dostlar diriliyorlar. "Biz ölmemişiz, mahvolmamışız"
lisan-ı halleriyle diyerek, o Cehennemî hâlet, Cennet lezzetine çevrilir.

Madem hakikat budur. Size ihtar ediyorum: Kur'ân'a dayanan Risale-i Nur ile mübareze
etmeyiniz. O mağlûp olmaz, bu memlekete yazık olur. O başka yere gider, yine tenvir
eder. Hem eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, hergün biri kesilse,
hakikat-i Kur'âniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu
hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.

Yirmi seneden beri bir münzevînin elbette ifadedeki kusuruna bakılmaz. Risale-i
Nur'u müdafaa ettiği için saded haricine çıktı denilmez. Madem, Eskişehir Mahkemesi,
mahrem ve gayr-ı mahrem yüz risaleleri dört ay tetkikten sonra yalnız bir iki risalede
hafif bir cezaya temas edecek bir iki maddeden başka bulmamış ve yüz yirmi adamdan
on beşine altışar ay ceza verdi. Biz dahi bu cezayı çektik. Ve madem birkaç sene
evvel Risale-i Nur'un bütün eczaları Isparta hükûmetinin eline geçti. Birkaç ay
tetkikten sonra, sahiplerine iade edilmiş. Ve madem o cezadan sonra, Kastamonu'da
sekiz sene zarfında şiddetli taharriyata zabıtayı ve adliyeyi alâkadar edecek bir
tereşşuh bulunmamış. Ve madem Kastamonu'daki son taharride bir kısım risalelerimin,
hiç bulunmayacak ve neşredilmeyecek bir tarzda kaç sene evvel odun yığınları altına
saklanmış olduğu göründü ve heyet-i zabıtaca tahakkuk etti. Ve madem, Kastamonu'da
polis müdürü ve adliyesi o saklanmış zararsız kitaplarımı bana iade etmek üzere
kat'î söz verdikleri halde, ikinci gün birden Isparta'dan tevkif emri geldiğinden,
daha o emanetlerimi almadan sevk edildim. Ve madem Denizli ve Ankara mahkemeleri
bizi beraat ve umum risalelerimizi bize iade ettiler. Elbette ve elbette, bu mezkûr
altı hakikate binaen, Denizli Mahkemesi ve müddeiumumîsi gibi, Afyon adliyesi ve
müddeiumumîsi benim çok ehemmiyetli bu hukukumu nazar-ı dikkate almaları, vazifeleri
muktezasıdır. Ve hukuk-u umumiyeyi müdafaa eden müddeiumumîden, Risale-i Nur münasebetiyle
ehemmiyetli bir hukuk-u âmme hükmüne geçen bu şahsî hukukumu da müdafaa edeceğine
ümitvarım ve bekliyorum.

Yirmi iki seneden beri hayat-ı içtimaiyeden çekilen ve şimdiki kanunları ve tarz-ı
müdafaayı bilmeyen ve Eskişehir ve Denizli mahkemelerinde cerh edilmez yüz sayfalık
müdafaatını bu yeni mahkemeye karşı da aynen takdim eden ve o zamana kadar kusurlarının
cezasını çeken ve ondan sonra Kastamonu'da ve Emirdağında mütemadiyen tarassut altında
ve haps-i münferit tarzında yaşayan Yeni Said, sükût ile sözü Eski Said'e bırakıyor.
Eski Said de diyor ki:

Yeni Said dünyadan yüzünü çevirdiği için, ehl-i dünya ile konuşmayı, müdafaat-ı
kat'iye mecburiyeti olmadan yapmıyor, lüzum görmüyor. Fakat bu meselede çok mâsum
rençber ve esnaf adamlar, bize az bir münasebetiyle tevkif edilerek, iş zamanında,
çoluk çocuklarına nafaka tedarik edemediklerinden, şiddetli rikkatime dokundu. Derinden
derine beni ağlattı. Kasem ederim, eğer mümkün olsaydı, onların bütün zahmetlerini
kendime alırdım. Zaten bir kusur varsa benimdir. Onlar mâsumdurlar. İşte bu elîm
hâlet için, Yeni Said'in sükûtuna rağmen, ben diyorum:

Madem, Isparta ve Denizli ve Afyon müddeiumumîlerinin yüzer lüzumsuz suallerine
bîçare Yeni Said cevap veriyor. Benim de, on üç sene evvel, başta Kaya Şükrü olarak,
Dahiliye Vekâletinden ve şimdiki Adliye Vekâletinden hukukumuzu müdafaa niyetiyle
üç sual sormak bir hakkımdır.

Birincisi: Risale-i Nur'un talebesi olmayan ve yanında yalnız âdi bir mektubumuz
bulunan Eğirdirli bir adamın bir jandarma çavuşuyla vukuatsız bir münakaşa-i lisaniyesi
yüzünden beni ve yüz yirmi adamı tevkif ile dört ay mahkeme tahkikinden sonra, on
beş bîçareden başka, bütün beraat kazanmakla mâsumiyetleri tahakkuk eden yüzden
ziyade adamlara binler lira zarar vermek, hangi kanun iledir? Böyle imkânatı vukuat
yerinde istimal etmek hangi usul iledir? Ve Denizli'de dokuz ay tetkikten sonra,
beraat kazanan yetmiş bîçarelere binler lira zarar vermek, adaletin hangi düsturu
iledir?

İkinci sual:
ferman-ı esasîsi ile, bir kardeşin hatâsıyla diğer öz kardeşi mes'ul
olmadığı halde, yanlış mânâ verilmemek için neşrini men ettiğimiz ve sekiz sene
zarfında bir veya iki defa elime geçen ve yirmi beş seneden daha evvel aslı yazılan
ve ehemmiyetli noktalarda imanı şüphelerden ve mânâsı anlaşılmayan bir kısım müteşabih
hadîsleri inkârdan kurtaran bir küçük risalenin bizden uzak bir yerde, bilmediğimiz
bir adamda bulunmasıyla ve yanlış mânâ verilmesiyle ve Kütahya ve Balıkesir tarafında
bir dokunaklı mektup bulunmasıyla bizleri o vakit Ramazan-ı Şerifte ve şimdi bu
dehşetli soğukta pek çok mâsum rençber ve esnafları, hattâ âdi ve eski bir mektubumuz
yanında bulunmasıyla ve arabası beni gezdirmesiyle ve bize bir dostluk münasebetiyle
veya bir kitabımı okumasıyla tevkif edip perişan etmek ve maddeten ve mânen onlara
ve vatana ve millete, lüzumsuz bir evham yüzünden binler lira zarar vermek hangi
adalet kanunuyladır? Adliyenin, hangi madde-i kanuniyesiyledir? Ayağımızı yanlış
atmamak için, o kanunları bilmek talep ederiz.

Evet, hem Denizli'de, hem Afyon'da tevkifimizin bir sebebinin bir hakikati şudur
ki: Bir kısım hadislerin mânâsı ve tevili bilinmemesinden, "Akıl kabul etmiyor"
diye inkâr edenlere karşı avâmın imanını kurtarmak fikriyle, çok zaman evvel Dârü'l-Hikmet-i
İslâmiyede iken ve daha evvel aslı yazılan Beşinci Şua, farz-ı muhal olarak, dünyaya
ve siyasete baksa ve bu zamanda da yazılsa, madem gizlidir ve taharriyatta bizde
bulunmadı ve gaybî haberleri doğrudur ve imanî şüpheleri izale eder ve âsâyişe dokunmuyor
ve mübareze etmiyor ve yalnız ihbar eder ve şahısları tâyin etmiyor ve ilmî bir
hakikati küllî bir surette beyan ediyor. Elbette o hakikat-i hadîsiye bu zamanda
dahi bir kısım şahıslara mutabık çıksa ve münakaşaya sebep olmamak için mahkemelerin
teşhir ve neşirlerinden evvel bizce tam mahrem tutulsa, adalet cihetinde hiçbir
vecihle bir suç teşkil etmez. Hem bir şeyi reddetmek ayrıdır ve ilmen kabul etmemek
veya amel etmemek bütün bütün ayrıdır. "O risale yakın bir istikbalde gelecek bir
rejimi ilmen kabul etmiyor" diye bir suç olduğuna, dünyada adliyelerin bir kanunu
bulunmasına ihtimal vermiyoruz.

Elhasıl: Hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi dehşetli bir zehire
çeviren ve lezzetini imha eden küfr-ü mutlakı otuz seneden beri köküyle kesen ve
tabiiyyûnun dehşetli bir fikr-i küfrîlerini öldürmeye muvaffak olan ve bu milletin
iki hayatının saadet düsturlarını harika hüccetleriyle parlak bir surette ispat
eden ve Kur'ân'ın hakikat-i arşiyesine dayanan Risale-i Nur, böyle küçük bir risalenin
bir iki maddesiyle değil, belki bin kusuru dahi olsa, onun binler büyük haseneleri
onları affettirir diye dâvâ ediyoruz ve ispatına da hazırız.

Şualar, 310

Altıncı Risale olan Altıncı Kısmın Zeyli

Es'ile-i Sitte

İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için, şu mahrem zeyil yazılmıştır.
Yani, "Tuh o asrın gayretsiz adamlarına!" denildiği zaman yüzümüze tükürükleri gelmemek
için veyahut silmek için yazılmıştır. Avrupa'nın insaniyetperver maskesi altında
vahşî reislerinin sağır kulakları çınlasın! Ve bu vicdansız gaddarları bize musallat
eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Ve bu asırda, yüz bin cihette
"Yaşasın Cehennem" dedirten mim'siz medeniyetperestlerin başlarına vurulmak için
yazılmış bir arzıhaldir.

Bu yakınlarda ehl-i ilhâdın perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir suret
aldığından, çok biçare ehl-i imana ettikleri zalimâne ve dinsizcesine tecavüz nevinden,
bana, hususî ve gayr-ı resmî, kendim tamir ettiğim bir mâbedimde hususî bir iki
kardeşimle hususî ibadetimde, gizli ezan ve kametimize müdahâle edildi. "Niçin Arapça
kamet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?" denildi. Sükûtta sabrım tükendi. Kabil-i
hitap olmayan öyle vicdansız alçaklara değil, belki milletin mukadderâtıyla keyfî
istibdatla oynayan firavunmeşrep komitenin başlarına derim ki:

Ey ehl-i bid'a ve ilhad! Altı sualime cevap isterim.

Birincisi: Dünyada hükümet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen
yamyamların, hattâ vahşî, canavar bir çete reisinin bir usulü var, bir düsturla
hükmeder.

Siz hangi usulle bu acip tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz. Yoksa
bazı alçak memurların keyiflerini kanun mu kabul ediyorsunuz? Çünkü böyle hususî
ibâdâtta kanun yapılmaz ve kanun olamaz.

İkincisi: Nev-i beşerde, hususan bu asr-ı hürriyette ve bilhassa medeniyet dairesinde,
hemen umumiyetle hükümfermâ hürriyet-i vicdan düsturunu kırmak ve istihfaf etmek
ve dolayısıyla nev-i beşeri istihkar etmek ve itirazını hiçe saymak kadar cür'etinizle,
hangi kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize "lâdinî" ismi
vermekle ne dine, ne dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz hÂlde, dinsizliği mutaassıbâne
kendine bir din ittihaz etmek tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette
saklı kalmayacak, sizden sorulacak. Ne cevap vereceksiniz? Yirmi hükümetin en küçüğünün
itirazına karşı dayanamadığınız hÂlde, nasıl yirmi hükümetin birden itirazını hiçe
sayar gibi hürriyet-i vicdaniyeyi cebrî bir surette bozmaya çalışıyorsunuz?

Üçüncüsü: Mezheb-i Hanefînin ulviyetine ve sâfiyetine münâfi bir surette, vicdanını
dünyaya satan bir kısım ulemâü's-sû'un yanlış fetvÂlarıyla, benim gibi Şâfii'l-mezhep
adamlara hangi usulle teklif ediyorsunuz? Bu meslekte milyonlar etbâı bulunan Şâfiî
mezhebini kaldırıp bütün Şâfiîleri Hanefîleştirdikten sonra, bana zulüm suretinde
cebren teklif edilse, sizin gibi dinsizlerin bir usulüdür denilebilir. Yoksa keyfî
bir alçaklıktır. Öylelerin keyfine tâbi değiliz ve tanımayız!

Dördüncüsü: İslâmiyetle eskiden beri imtizaç ve ittihad eden, ciddî dindar ve
dinine samimî hürmetkâr Türklük milliyetine bütün bütün zıt bir surette, frenklik
mânâsında Türkçülük namıyla, tahrifdârâne ve bid'akârâne bir fetvâ ile "Türkçe kamet
et" diye, benim gibi başka milletten olanlara teklif etmek hangi usulledir? Evet,
hakikî Türklere pek hakikî dostâne ve uhuvvetkârâne münasebettar olduğum hÂlde,
böyle sizin gibi frenkmeşreplerin Türkçülüğüyle hiçbir cihette münasebetim yoktur.
Nasıl bana teklif ediyorsunuz? Hangi kanunla? Eğer milyonlarla efradı bulunan ve
binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve Türklerin hakikî bir vatandaşı
ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürtlerin milliyetini kaldırıp onların dilini
onlara unutturduktan sonra, belki, bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz,
bir nevi usul-ü vahşiyâne olur. Yoksa sırf keyfîdir. Eşhâsın keyfine tebaiyet edilmez
ve etmeyiz!

Beşincisi: Bir hükümet, kendi raiyetine ve raiyet kabul ettiği adamlara herbir
kanunu tatbik etse de, raiyet kabul etmediği adamlara kanununu tatbik edemez. Çünkü
onlar diyebilirler ki: "Madem biz raiyetiniz değiliz; siz de bizim hükümetimiz değilsiniz."

Hem hiçbir hükümet iki cezayı birden vermez. Bir katili ya hapse atar veyahut
idam eder. Hem hapisle ceza, hem idamla ceza bir yerde vermek hiçbir usulde yoktur.

İşte, madem vatana ve millete hiçbir zararım dokunmadığı halde, beni sekiz senedir,
en yabanî ve hariç bir milletten câni bir adama dahi yapılmayan bir esaret altına
aldınız. Cânileri affettiğiniz halde, hürriyetimi selb edip hukuk-u medeniyeden
iskat ederek muamele ettiniz. "Bu da vatan evlâdıdır" demediğiniz halde, hangi usulle,
hangi kanunla biçare milletinize rızaları hilâfına olarak tatbik ettiğiniz bu hürriyet-şiken
usulünüzü, benim gibi her cihetle size yabancı bir adama teklif ediyorsunuz?

Madem Harb-i Umumîde ordu kumandanlarının şehadetiyle, vasıta olduğumuz çok fedakârlıkları
ve vatan uğrunda cansiperâne mücahedeleri cinayet saydınız. Ve biçare milletin hüsn-ü
ahlâkını muhafaza ve saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerinin teminine pek ciddî ve
tesirli çalışmayı hıyanet saydınız. Ve mânen menfaatsiz, zararlı, hatarlı, keyfî,
küfrî frenk usulünü kendinde kabul etmeyen bir adama sekiz sene ceza verdiniz. (Şimdi
ceza yirmi sekiz sene oldu.) Ceza bir olur. Tatbikini kabul etmedim; cezayı çektirdiniz.
İkinci bir cezayı cebren tatbik etmek hangi usulledir?

Altıncısı: Madem sizlerle, itikadınızca ve bana edilen muameleye nazaran, küllî
bir muhalefetimiz var. Siz dininizi ve âhiretinizi dünyanız uğrunda feda ediyorsunuz.
Elbette, mâbeynimizde, tahmininizce bulunan muhalefet sırrıyla, biz dahi hilâfınıza
olarak, dünyamızı dinimiz uğrunda ve âhiretimize her vakit feda etmeye hazırız.
Sizin zalimâne ve vahşiyâne hükmünüz altında bir iki sene zelîlâne geçecek hayatımızı,
kudsî bir şehadeti kazanmak için feda etmek, bize âb-ı kevser hükmüne geçer. Fakat
Kur'ân-ı Hakîmin feyzine ve işârâtına istinaden, sizi titretmek için, size katî
haber veriyorum ki:

Beni öldürdükten sonra yaşayamayacaksınız. Kahhar bir el ile, cennetiniz ve mahbubunuz
olan dünyadan tard edilip ebedî zulümata çabuk atılacaksınız. Arkamdan, pek çabuk
sizin nemrutlaşmış reisleriniz gebertilecek, yanıma gönderilecek. Ben de huzur-u
İlâhîde yakalarını tutacağım. Adalet-i İlâhiye onları esfel-i sâfilîne atmakla intikamımı
alacağım.

Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz bana ilişmeyiniz.
İlişseniz, intikamım muzaaf bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz!
Ben rahmet-i İlâhîden ümit ederim ki, mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek
ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak! Cesaretiniz varsa ilişiniz!
Yapacağınız varsa göreceğiniz de var. Ben bütün tehdidâtınıza karşı, bütün kuvvetimle
bu âyeti okuyorum:

Mektubat, 416-418

Efendiler,

Çok emarelerle katî kanaatim gelmiş ki, hükümet hesabına, hissiyat-ı diniyeyi
âlet ederek emniyet-i dahiliyeyi ihlâl etmek için bize hücum edilmiyor. Belki bu
yalancı perde altında, zındıka hesabına, bizim, imanımız için ve imana ve emniyete
hizmetimiz için bize hücum edildiğine çok hüccetlerden bir hücceti şudur ki:

Yirmi sene zarfında, Risale-i Nur'un yirmi bin nüshaları ve parçalarını yirmi
bin adamlar okuyup kabul ettikleri halde, Risale-i Nur'un şakirtleri tarafından
emniyetin ihlâline dair hiçbir vukuat olmamış ve hükümet kaydetmemiş ve eski ve
yeni iki mahkeme bulmamış. Halbuki, böyle kesretli ve kuvvetli propaganda, yirmi
günde vukuatlarla kendini gösterecekti. Demek hürriyet-i vicdan prensibine zıt olarak,
bütün dindar nasihatçilere şâmil, lâstikli bir kanunun 163'üncü maddesi sahte bir
maskedir. Zındıklar, bazı erkân-ı hükümeti iğfal ederek, adliyeyi şaşırtıp, bizi
herhalde ezmek istiyorlar.

Madem hakikat budur; biz de bütün kuvvetimizle deriz: Ey dinini dünyaya satan
ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız. Dünyanız başınızı
yesin ve yiyecek. Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikate
başımız dahi feda olsun! Her ceza ve idamınıza hazırız. Hapsin harici, bu vaziyette,
yüz derece dahilinden daha fenadır. Bize karşı gelen böyle bir istibdad-ı mutlak
altında hiçbir hürriyet-ne hürriyet-i ilmiye, ne hürriyet-i vicdan, ne hürriyet-i
diniye-olmamasından, ehl-i namus ve diyanet ve taraftar-ı hürriyet olanlara ya ölmek
veya hapse girmekten başka bir çare kalmaz. Biz de
diyerek Rabbimize dayanıyoruz.

Mevkuf Said Nursî

Şualar, 251

Üçüncü sual: Bir mektubun yirmi kelimesinde beş kelime kusurlu görülse, o beş
kelime sansür edilir. Mütebâkisine izin vermek bir düstur iken, Eskişehir Mahkemesinin
dört ay tetkikten sonra, yüz bin kelime içinde zâhirî nazarda zararlı tevehhüm edilen
yalnız on beş kelimeden başka bulmamasıyla ve Heyet-i Vekile de dört yüz sayfalı
Zülfikar'ın yalnız iki sayfasında (şimdiki kanuna uygun olmamasından) otuz sene
evvel yazılan iki âyetin tefsirinden başka ilişmemesi ve Denizli ve Ankara ehl-i
vukufu on beş sehivden başka ilişmemesiyle ve şimdiye kadar yüz binler adamın ıslahına
vesile olmasıyla, vatana ve millete bin büyük menfaati tahakkuk eden Risale-i Nur'a
küçük bir hizmet eden veya kendi imanını kurtardığı için bir risalesini yazan ve
Emirdağında garip ve ihtiyarlığıma şefkaten bana kardeşlik eden Çalışkanlar gibi
rıza-yı İlâhî için bana hizmet eden bîçareleri iş mevsiminde ve dehşetli kışta taht-ı
tevkife almak, hükûmet-i cumhuriyenin hangi prensibiyle kabil-i tevkif olabilir?
Ve hangi kanunu, müsaade etmeye imkânı var?

Madem cumhuriyet prensipleri hürriyet-i vicdan kanunu ile dinsizlere ilişmiyor;
elbette mümkün olduğu kadar dünyaya karışmayan ve ehl-i dünya ile mübareze etmeyen
ve âhiretine ve imanına ve vatanına dahi nâfi bir tarzda çalışan dindarlara da ilişmemek
gerektir ve elzemdir. Bin seneden beri bu milletin gıda ve ilâç gibi bir hâcet-i
zaruriyesi olan takvâyı ve salâhati bu mazhar-ı enbiya olan Asya'da hükmeden ehl-i
siyaset yasak etmez ve edemez biliyoruz.

Yirmi seneden beri münzevî yaşayan ve yirmi sene evvelki Said'in kafasıyla sorduğu
bu suallerde bu zamanın tarz-ı telâkkisine uygun gelmeyen kusurlarına bakmamak,
insaniyetin muktezasıdır.

Vatan ve millet ve âsâyişin menfaati hesabına bunu da hatırlatmak bir vazife-i
vataniyem olması cihetiyle derim: Böyle bize ve Risale-i Nur'a az bir münasebetle
taht-ı tevkife alınmak, gücendirmek yüzünden vatana ve âsâyişe dindarâne menfaati
bulunan pekçok zatları idare aleyhine çevirebilir, anarşiliğe meydan verir. Evet,
Risale-i Nur ile imanlarını kurtaran ve millete zararsız ve tam menfaattar vaziyete
girenler yüz binden çok ziyadedir. Hükûmet-i cumhuriyenin belki her büyük dairesinde
ve milletin her tabakasında faydalı ve müstakimâne bir surette bulunuyorlar. Bunları
gücendirmek değil, belki himaye etmek elzemdir.

Şekvâmızı dinlemeyen ve bizi söyletmeyen ve bahanelerle sıkıştıran bir kısım
resmî adamlar, vatan aleyhinde anarşiliğe meydan açıyorlar diye kuvvetli bir vehim
hatırımıza geliyor.

Hem maslahat-ı hükûmet namına derim: Madem Beşinci Şuayı, hem Denizli, hem Ankara
mahkemeleri tetkik edip ilişmemişler, bize verdiler. Elbette onu yeniden resmiyete
koyup dedikodulara meydan açmamak, idarece zarurîdir. Biz o risaleyi, mahkemelerin
ellerine geçmeden ve onu teşhirlerinden evvel gizlediğimiz gibi, Afyon hükûmet ve
mahkemesi dahi onu medar-ı sual ve cevap etmemeli. Çünkü kuvvetlidir, reddedilmez.
Kablelvuku haber vermiş, doğru çıkmış. Hem hedefi dünya değil; olsa olsa, ölmüş
gitmiş bir şahsa, müteaddit mânâlarından bir mânâsı muvafık geliyor. Onun dostluğu
taassubuyla o gaybî ihbarı ve mânâyı resmiyete koymamayı ve bizi onunla muaheze
etmekle daha ziyade teşhirine yol açmamayı, vatan ve millet ve âsâyiş ve idare hesabına
ihtar etmeye vicdanım beni mecbur eyledi.

Afyon Müddei Umumîsi ve Mahkeme Reisi ve Âzâlarına

Denizli'nin adliyesine hukukumu müdafaa için arz ettiğim Dokuz Esası aynen size
de takdim ediyorum.

Yirmi senedir hayat-ı içtimaiyeyi ve bilhassa böyle resmî ve ince ve siyasî hayatı
terk etmişim. O hallere karşı alınması lâzım gelen vaziyeti bilmiyorum ve düşünmüyorum
ve düşünmesi beni cidden incitiyor. Fakat mecburiyetle başka mahkemede insafsız
bir zâtın intizamsız ve mükerrer ve lüzumsuz pek çok suallerine verdiğim cevapların
hâtimesi ve hülâsası olan bu intizamsız müdafaatım ve istidamda belki sadet harici
ve lüzumsuz tekrarat ve intizamsızlık ve aleyhime dönecek şiddetli tabirler ve bilmediğim
yeni kanunlara muhalif ifadeler bulunabilir. Fakat madem hakikat üzere gidiyor;
hakikatın hatırı için o kusurlara bakmamak gerektir. O istida ve müdafaatım dokuz
esas üzerine gidiyor.

Birincisi: Madem, hükûmet-i cumhuriye, cumhuriyetteki hürriyet-i vicdan düsturuyla,
dinsizlere ve sefahetçilere ilişmiyor. Elbette, dindarlara ve takvâcılara da ilişmemek
gerektir. Ve madem dinsiz bir millet yaşamaz ve Asya din noktasında Avrupa'ya benzemez
ve İslâmiyet, hayat-ı şahsiye ve uhreviye cihetinde Hıristiyanlığa uymaz ve dinsiz
bir Müslüman başka dinsizler gibi olmaz. Ve bu bin seneden beri dünyayı diyanetiyle
ışıklandıran ve bütün dünyanın tehacümatına karşı salâbet-i diniyesini kahramanâne
müdafaa eden bu vatandaki milletin bir ihtiyac-ı fıtrîsi hükmüne geçen diyanet,
salâhat ve bilhassa iman hakikatlerinin öğrenmesi yerlerine hiçbir terakkiyat, hiçbir
medeniyet tutamaz. Ve o ihtiyacı onlara unutturamaz. Elbette bu vatandaki millete
hükmeden bir hükûmet, Risale-i Nur'a adalet ve kanun ve âsâyiş cihetinde ilişemez
ve iliştirmemeli.

İkinci esas: Madem bir şeyi reddetmek başkadır ve onunla amel etmemek bütün bütün
başkadır. Ve her hükûmette şiddetli muhalifler bulunur. Ve Mecusi hâkimiyeti altında
Müslümanlar ve hükûmet-i İslâmiye-i Ömeriyede Yahudiler ve Hıristiyanlar bulunması
ve âsâyişe ve idareye ilişmeyenin hürriyet-i şahsiyesi her hükûmette vardır ve ilişilmez.
Ve hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz. Ve madem âsâyişe ve idareye ve siyasete ilişmek
isteyen herhalde hiç şüphesiz gazetelerle ve dünya hâdisâtı ile alâkadar olacak,
tâ kendine yardım eden cereyanları ve vaziyetleri ve hâdisâtı bilsin, tâ yanlış
ayağını atmasın. Ve Risale-i Nur ise, şakirtlerini o derece men etmiş ki, benim
yakın dostlarım biliyorlar ki, yirmi beş senedir, değil gazeteleri okumak, belki
sormasını ve merak etmesini ve düşünmesini bana terk ettirmiş. Şimdi on senedir
kat'iyen dünya cereyanlarından ve vaziyetlerinden, Alman'ın mağlûbiyeti ve bolşeviğin
istilâsından başka hiçbir haber almayacak derecede beni hayat-ı içtimaiyeden çekmiş.
Elbette ve elbette, hikmet-i hükûmet ve kanun-u siyaset ve düstur-u adâlet bana
ve benim gibi kardeşlerime ilişemez. Ve ilişen, herhalde ya evhamından, ya garazından
veya inadından ilişir.

Şualar, 311-313

Yedincisi: Sâbık mahkemelerde dâvâ ettiğim ve hüccetlerini gösterdiğimiz gibi,
bizim gizli düşmanlarımız ve hükûmeti iğfal ve bir kısım erkânını evhamlandıran
ve adliyeleri aleyhimize sevk eden resmî ve gayr-ı resmî muarızlarımız, ya gayet
fena bir surette aldanmış veya aldatılmış veya anarşilik hesabına gayet gaddar bir
ihtilâlcidir veya İslâmiyete ve hakikat-i Kur'ân'a karşı mürtedâne mücadele eden
bir dessas zındıktır ki, bize hücum etmek için istibdad-ı mutlaka cumhuriyet namını
vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka medeniyet namını
takmakla, cebr-i keyfî-i küfrîye kanun namını vermekle hem bizi perişan, hem hükûmeti
iğfal, hem adliyeyi bizimle mânâsız meşgul eylediler. Onları Kahhâr-ı Zülcelâlin
kahrına havâle edip, kendimizi onların şerrinden muhafaza için
kalesine iltica ederiz.

Şualar, 329

Temyiz Mahkemesi Riyasetine

Afyon mahkemesinden hakkımızda sadır olan haksız hükmün temyizen bozulması üzerine
yapılan duruşmamızda beni yine konuşturmadılar. Hakkımızda üçüncü bir şiddetli iddianameyi
bize dinlettirdiler. Hem yanıma kimseyi bırakmadılar ki, gelsin, yazıyla bana yardım
etsin. Yazım noksan olmakla beraber, hasta halimle beraber yazdığım bu şekvâmı,
bu zamanda hakkımda iki defa tam adalet eden makamınıza bir lâyiha-i temyizim olarak
takdim ediyorum.

[Haşirdeki mahkeme-i kübrâya bir arzıhaldir. Ve dergâh-ı İlâhiyeye bir şekvâdır.
Ve bu zamanda mahkeme-i temyiz ve istikbaldeki nesl-i âti ve dârülfünunların münevver
muallim ve talebeleri dahi dinlesinler. İşte bu yirmi üç senede yüzer işkenceli
musibetlerden on tanesini, Adil-i Hâkim-i Zülcelâlin dergâh-ı adaletine müştekiyâne
takdim ediyorum.]

Birincisi: Ben kusurlarımla beraber bu milletin saadetine ve imanının kurtulmasına
hayatımı vakfettim. Ve milyonlarla kahraman başların feda oldukları bir hakikate,
yani Kur'ân hakikatine benim başım dahi feda olsun diye bütün kuvvetimle Risale-i
Nur'la çalıştım. Bütün zâlimâne tâziplere karşı tevfik-i İlâhî ile dayandım. Geri
çekilmedim.

Ezcümle, bu Afyon hapsimde ve mahkememde başıma gelen çok gaddarâne muamelelerden
birisi: Üç defa ve her defasında iki saate yakın, aleyhimizde garazkârâne ve müfteriyâne
ithamnamelerini bana ve adaletten teselli bekleyen mâsum Nur talebelerine cebren
dinlettirdikleri halde, çok rica ettim, "Beş on dakika bana müsaade ediniz ki, hukukumuzu
müdafaa edeyim." Bir iki dakikadan fazla izin vermediler.

Ben yirmi ay tecrid-i mutlakta durdurulduğum halde, yalnız üç dört saat bir iki
arkadaşıma izin verildi. Müdafaatımın yazısında az bir parça yardımları oldu. Sonra
onlar da men edildi. Pek gaddarâne muameleler içinde cezalandırdılar. Müddeînin
bin dereden su toplamak nev'inden ve yanlış mânâ vermekle ve iftiralar ve yalan
isnatlarla garazkârâne ve on beş sayfasında seksen bir hatâsını ispat ettiğim aleyhimizdeki
ithamnamelerini dinlemeye bizi mecbur ettiler. Beni konuşturmadılar. Eğer konuştursalardı,
diyecektim:

Hem dininizi inkâr, hem ecdadınızı dalâletle tahkir eden ve Peygamberinizi (a.s.m.)
ve Kur'ân'ınızın kanunlarını reddedip kabul etmeyen Yahudi ve Nasranî ve Mecusilere,
hususan şimdi bolşevizm perdesi altındaki anarşist ve mürted ve münafıklara hürriyet-i
vicdan, hürriyet-i fikir bahanesiyle ilişmediğiniz halde; ve İngiliz gibi Hıristiyanlıkta
mutaassıp, cebbar bir hükûmetin daire-i mülkünde ve hâkimiyetinde, milyonlarla Müslümanlar
her vakit Kur'ân dersiyle İngilizin bütün bâtıl akîdelerini ve küfrî düsturlarını
reddettikleri halde, onlara mahkemeleriyle ilişmediği; ve her hükûmette bulunan
muhalifler alenen fikirlerinin neşrinde, o hükûmetlerin mahkemeleri ilişmediği halde;
benim kırk senelik hayatımı ve yüz otuz kitabımı ve en mahrem risale ve mektuplarımı,
hem Isparta hükûmeti, hem Denizli Mahkemesi, hem Ankara Ceza Mahkemesi, hem Diyanet
Riyaseti, hem iki defa, belki üç defa Mahkeme-i Temyiz tam tetkik ettikleri ve onların
ellerinde iki üç sene Risale-i Nur'un mahrem ve gayr-ı mahrem bütün nüshaları kaldığı
ve bir küçük cezayı icap edecek birtek maddeyi göstermedikleri, hem bu derece zafiyetim
ve mazlumiyetim ve mağlûbiyetim ve ağır şeraitle beraber iki yüz bin hakikî ve fedakâr
şakirtlere vatan ve millet ve âsâyiş menfaatinde en kuvvetli ve sağlam ve hakikatli
bir rehber olarak kendini gösteren Risale-i Nur'un elinizdeki mecmuaları ve dört
yüz sayfa müdafaatımız mâsumiyetimizi ispat ettikleri halde, hangi kanunla, hangi
vicdanla, hangi maslahatla, hangi suçla bizi ağır ceza ve pek ağır ihanetler ve
tecritlerle mahkûm ediyorsunuz? Elbette mahkeme-i kübrâ-i haşirde sizden sorulacak.

Şualar, 385

İşte o müfteriler, yaşı sekseni bulmuş, zehirlerden şiddetli hasta, dinî hizmetinden
dolayı ömrü hapishanelerde çürütülmüş bir İslâm kahramanınız, şimdi bütün münevverlerin
ve çok ediplerin ve terbiyecilerin vatan ve milletperverlerin şikâyet ettikleri
ahlâksızlığın ve fuhuş tehlikesinden muhafaza için gençlere iyi ahlâk, yüksek namus,
iman ve fazilet dersi veren, vatana millete bir uzv-u nâfi hâline gelmelerini temin
eden, adalet ve âsâyiş lehinde en birinci kuvvet olarak memleket ve milletin saadetine
hizmet eden Gençlik Rehberi adlı eserinin müsaderesine ve müellif-i muhtereminin
mahkûmiyetine sebep olmak için diyorlar:

"Bediüzzaman tesettür taraftarıdır. Kadınların yarı çıplak, açık dolaşmalarına,
İslâmiyete karşı muharebede şeytan kumandasına verilen fırkalar olarak tasvir etmekte,
kadınların bugünkü içtimaî hayatta açık bacak ve yarım çıplak giyinmelerini günah
saymakta, Bediüzzaman halihazır bu açık, yarım çıplak giyinişleri evlenmelere mâni
olup fuhşa teşvik edici mahiyetinde görmektedir. Ve yine Bediüzzaman'a göre, kadını
güzelleştiren şey ve kadının hakikî ve daimî güzelliği içtimaî hayatta yer alan
süslenmek, vücutlarını teşhir etmek olmayıp, terbiye-i İslâmiye dairesinde âdâb-ı
Kur'âniye ziynetidir. Bediüzzaman dinî tedrisat taraftarıdır. Risale-i Nur adı verdiği
dinî tedrisat sayesinde mahkûmların on beş haftada ıslah olacaklarını-ki, Denizli
ve Afyon hapishaneleri, adliyenin, gardiyan ve müdürlerin şehadetiyle sabittir-söylemektedir.
Bediüzzaman, câzibedar bir fitneye esir olan gençlerin din hakikatleriyle ve Nurun
imanî dersleriyle kurtulacaklarına kanidir."

İşte "Bu fikirleriyle suçludur, kanunen mahkûm edilmesi lâzımdır" diyorlar. İşte
bunlar güya ehl-i vukuf namında memleket gençliğine adalet ve hak ve hürriyet derslerini
verecek profesörler veya hukuk doçentleridir!

İşte, ey adalet-i hakikiyenin mümessilleri sıfatıyla hukuk-u umumiyeyi ve haysiyet-i
milliyeyi muhafaza eden hâkimler! Gençlik Rehberi'nin imanî dersleri ve ahlâkî telkinleri,
ehl-i vukuf raporundaki gibi bir suç mevzuu olarak kabul ediliyorsa, bu müellifi
bu büyük hizmetinden dolayı mes'ul tutuluyorsa, eğer öyleyse, o zaman yukarıda arz
ettiğimiz bu millete, bin yıllık tarihine, an'anesine idarî ve örfî kanunlarına,
bu milletin ebedî medâr-ı iftiharı olmuş mukaddes dinine, mukaddes İslâmiyet hakikatlerine,
kudsî Kur'ân derslerine ve o kudsî hakikatlere sarılarak İslâmî medeniyeti kemâl-i
şâşaa ile dünyaya ilân eden bir aziz ecdada ve onların haysiyetine, hukukuna, mâneviyatına
savrulan tahkir ve tezyifleri, indirilen darbeleri ve söylenen iğrenç iftiraları
kabul etmeniz lâzımdır. Bu büyük, mânevî cinayetleri hoş görüp kabul etmekle, ismî
ehl-i vukufların, suç isnad ettikleri Gençlik Rehberi suç sayılabilir. Ve ancak
o cihetle müellifi mahkûm ve Rehberi neşreden talebeleri muahaze olunabilir. Yoksa,
adalet-i kanun ve hürriyet-i fikir ve vicdan düsturuyla mahkûmiyeti ve muhakemesi
mümkün değildir. Hürriyet-i fikir ve hürriyet-i vicdan düsturunu en geniş mânâsıyla
tatbik eden cumhuriyet idaresinin demokrasi kanunlarıyla asla kabil-i telif değildir.

Eğer "Gençlik Rehberi'nin intişarıyla dinî terbiyeyi ders veriyor; bu ise lâikliğe
aykırıdır" diye itham olunuyorsa, o halde lâikliğin mânâsı nedir? Biz de soruyoruz.
Lâiklik İslâmiyet düşmanlığı mıdır? Lâiklik dinsizlik midir? Lâiklik, dinsizliği
kendilerine bir din ittihaz edenlerin dine taarruz hürriyeti midir? Lâiklik, din
hakikatlerini beyan edenlerin, imanî dersleri neşredenlerin ağızlarına kilit, ellerine
kelepçe vuran bir istibdad-ı mutlak düsturu mudur?

Lâiklik, bir vicdan ve fikir hürriyeti olduğuna göre, dinsizler ve din düşmanları,
İslâmiyet aleyhinde her çeşit hücumları, taarruzları yapar, anarşik fikirlerini
o hürriyet-i vicdan ve fikir bahanesiyle neşreder de, fakat bir İslâm âlimi o hürriyet-i
fikir düsturuna istinaden bin yıldan beri İslâmiyetin serdarı olmuş bir millet içinde
ve o milletin bin yıllık an'anesine, kanunlarına ittibâ ederek ve yine o milletin
saâdeti uğrunda, ahlâk ve namusun muhafazası yolunda dinî bir ders beyan etmesi
lâikliğe aykırıdır diye suçlu gösterilir, devletin nizamlarını dinî inançlara uydurmak
istiyor diye mahkür gösterilir. Biz böyle bir gayr-ı mümkünün, mümkün olmasına ihtimal
vermiyoruz. Adaletin buna müsaade etmeyeceğini şüphesiz biliyoruz.

Hakikat-i halde, geçen mahkemelerin beraatler vererek tamamen iade ettikleri
Risale-i Nur'un 130 parçasından bir parçası olan Gençlik Rehberi, vatan ve milletin
saadetinde en birinci vesilelerden birisidir. O eserleri okuyup, onların dersleriyle
sefahet ve dalâletin girdaplarından kurtulduklarını mahkemelerde söyleyen yüzler
Nur talebeleri ve şimdi bizzat o eserlerle vatan ve millete nâfi bir uzuv haline
geldiklerini hayatlariyle ve hizmetleriyle ispat eden binler Türk gençleri bizler,
o asılsız isnadları, o müfterilerin yüzlerine çarpıyoruz.

Emirdağ Lahikası, 364-365

Cumhuriyet ki, adâlet ve meşveret ve kànunda inhisâr-ı kuvvetten ibârettir. On
üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa'ya dilencilik etmek,
dini İslâma büyük bir cinâyettir. Ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet
kànunda olmalı. Yoksa istibdat tevzî olunmuş olur.
hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı.
O da; mârifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyâhut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa
istibdat daima hükümfermâ olacaktır.

İttifak hüdâdadır, hevâda ve heveste değil. İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar.
Her şey hür oldu. Şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesâil-i Şeriátı rüşvet verméyeceğiz.
Başkasının kusuru, insanın kusuruna senet ve özür olamaz. Yeis mâni-i her kemâldir.
"Neme lâzım, başkası düşünsün" istibdadın yadigârıdır. Bu cümlelerin mâbeynini rabtedecek
olan mukaddematı, Türkçe bilmediğim için mütâliînin fikirlerine havale ediyorum.

Said Nursi

Hutbe-i Şamiye, 93

Suâl: "Ermeniler zimmîdirler. Ehl-i zimmet, zimmettarlarıyla nasıl müsâvi olur?"

Cevap: Kendimizi dev aynasında görmemeliyiz. Kabahat bizde. Tamamen zimmetimize
alamadık, bihakkın adâlet-i şeriatı gösteremedik. Şeriat dairesinde, hukuklarını
istibdâdın sünnet-i seyyiesiyle muhâfaza edemedik; sonra da istedik, kuvvetimiz
kalmadı. Ben şimdi Ermenilere bir nevi zimmî-i muâhid nazarıyla bakıyorum.

Suâl: "Ermeniler bize düşmanlık edip, hile ve hıyânet ediyorlar. Nasıl dostluk
üzerinde ittifak edeceğiz?"

Cevap: Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü. İstibdâdın zevâliyle dostluk hayat
bulacak. Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle
ittifak ve dost olmaya vâbestedir. Fakat mütezellilâne dost olmak değil, belki izzet-i
milliyeyi muhâfaza ederek, musâlaha elini uzatmaktır.

Bir şey söyleyeceğim: Eğer mümkündür, Ermeniler birden sahîfe-i vücuttan silinsin.
Olabilir. Yalnız, size husumetin bir faydası olsun. Yoksa, mutlaka husumet zarardır.
Halbuki, Adem zamanından yolda arkadaşlık eden bizimle gelmiş büyük bir unsurun
zevâli değil, belki küçük bir kavmin mahvı dahi
'dır. Ömer Dilân Kabîlesi bin senedir
yine Ömer Dilândır. Hem de, onlar uyanmışlar; siz uykudasınız, rüyâ görüyorsunuz.
Hem de, fikr-i milliyette müttefik ve kavîdirler; siz, ihtilâfla şimdilik boşsunuz,
hem de galebe etmek istiyorsunuz. Onlar sizi mağlup ettiği silah ile, yani akıl
ile, fikr-i milliyetle, meyl-i terakkî ile, temâyül-ü adâlet ile mağlup edebilirsiniz.
Bence şimdi kılıç vuran, o kılıncın aksi döner, yetimlerine dokunur. Şimdi galebe
kılıç ile değildir. Kılıç olmalı, lâkin aklın elinde. Hem de dostluğun sebebi vardır.
Zîrâ komşudurlar. Komşuluk, dostluğun komşusudur. Hem de onlar uyandılar, dünyaya
yayıldılar, terakkiyât tohumlarını topladılar; vatanımızda ekecekler. Bizi medeniyete
mecbur, terakkîye îkaz, bizdeki fikr-i milliyeti hüşyâr ediyorlar.

İşte şu noktalara binâen, onlarla ittifak etmek lâzımdır. Hem de bizim düşmanımız
ve bizi mahveden, cehâlet ağa, oğlu zaruret efendi ve hafîdi husumet beydir. Ermeniler
bize düşmanlık etmişlerse, şu üç müfsidin kumandası altında yapmışlar.

Önünde, dikenli bir ağacın kabuğunu soymak kadar güç engeller var. (Arap atasözü)

Münazarat, 67-69

Sual: Bir kısım Jön Türk der: "Demeyiniz Hıristiyanlara hey kâfir! Zira ehl-i
kitaptırlar." Neden kâfir olana kâfir demeyeceğiz?

Cevap: Kör adama, hey kör demediğiniz gibi… Çünkü eziyettir. Eziyetten nehiy
var.
"Kim zimmî olan birine eziyet ederse…" Hadis-i şerifin devamı "Ben onun hasmı
olurum." şeklindedir. (el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr: 6:19, hadis no: 8270.)

Münazarat, 71

Yirmi İkinci Mektup

Şu Mektup iki mebhastır. Birinci Mebhas, ehl-i imanı uhuvvete ve muhabbete davet
eder.

Birinci Mebhas

Mü'minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat
ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı
şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır
ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir.

Şu hakikatin gayet çok vücuhundan altı veçhini beyan ederiz.

Birinci Vecih

Hakikat nazarında zulümdür.

Ey mü'mine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya
bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark
ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve
zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz
câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.

Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye ve bir sefine-i İlâhiye olan bir mü'minin
vücudunda, iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı
mâsume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden ona kin
ve adâvet bağlamakla o hane-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve ihrakına, tahrip
ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî ve gaddar bir zulümdür.

İkinci Vecih

Hem hikmet nazarında dahi zulümdür. Zira malûmdur ki, adâvet ve muhabbet, nur
ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber cem olamazlar.

Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü'min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür.
Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbe'den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud'dan
daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde
olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye muhabbeti
ve ittifakı istediği hâlde, mü'mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar
hükmünde olan bazı kusurâtı iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık
ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.

Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi,
vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.

Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama
karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan,
arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne
bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği
ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve
uhuvvet münasebetleri var.

Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir-bir,
bir, bine kadar bir, bir.

Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir-bir, bir, yüze kadar bir, bir.

Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir-ona kadar bir, bir.

Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti
iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları
hâlde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz
ve sebatsız şeyleri tercih edip mü'mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak,
ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf
ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf olduğunu, kalbin
ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.

Üçüncü Vecih

Adalet-i mahzâyı ifade eden
sırrına göre, bir mü'minde bulunan câni bir sıfat
yüzünden, sair mâsum sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak,
ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu; ve bahusus bir mü'minin fena bir sıfatından
darılıp, küsüp, o mü'minin akrabasına adâvetini teşmil etmek,
sîga-i mübalâğa ile
gayet azîm bir zulüm ettiğini, hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslâmiye sana ihtar
ettiği hâlde, nasıl kendini haklı bulursun, "Benim hakkım var" dersin?

Hakikat nazarında sebeb-i adâvet ve şer olan fenalıklar, şer ve toprak gibi kesiftir;
başkasına sirayet ve in'ikâs etmemek gerektir. Başkası ondan ders alıp şer işlese,
o başka meseledir. Muhabbetin esbabı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirayet
ve in'ikâs etmek, şe'nidir. Ve ondandır ki, "Dostun dostu dosttur" sözü durub-u
emsal sırasına geçmiştir. Hem onun içindir ki, "Bir göz hatırı için çok gözler sevilir"
sözü umumun lisanında gezer.

İşte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü hâlde, sevmediğin bir adamın sevimli,
mâsum bir kardeşine ve taallûkatına adâvet etmek ne kadar hilâf-ı hakikat olduğunu,
hakikatbîn isen anlarsın.

Dördüncü Vecih

Hayat-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür. Şu Dördüncü Veçhin esası olarak birkaç
düsturu dinle:

Birincisi: Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, "Mesleğim haktır veya
daha güzeldir" demeye hakkın var. Fakat "Yalnız hak benim mesleğimdir" demeye hakkın
yoktur.

sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz, başkasının mesleğini
butlan ile mahkûm edemez.

İkinci düstur: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı
söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu demek
doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihati Bazen damara
dokundurur, aksülâmel yapar.

Üçüncü Düstur: Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref'ine
çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmârene ve hevâ-i nefsine adâvet et,
ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü'minlere adâvet etme. Eğer düşmanlık
etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et. Evet, nasıl ki muhabbet
sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adâvet hasleti, her şeyden evvel kendisi adâvete
lâyıktır.

Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü,
eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa,
kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder,
sana dost olur.

hükmünce, mü'minin şe'ni, kerîm olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur.
Zâhiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerîmdir. Evet, fena bir adama "İyisin, iyisin"
desen iyileşmesi ve iyi adama "Fenasın, fenasın" desen fenalaşması çok vuku bulur.
Öyleyse,
gibi desâtir-i kudsiye-i Kur'âniyeye kulak ver. Saadet ve selâmet ondadır.

Dördüncü Düstur: Ehl-i kin ve adâvet, hem nefsine, hem mü'min kardeşine, hem
rahmet-i İlâhiyeye zulmeder, tecavüz eder. Çünkü, kin ve adâvetle nefsini bir azâb-ı
elîmde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azâbı ve korkusundan gelen elemi nefsine
çektirir, nefsine zulmeder.

Eğer adâvet hasetten gelse, o bütün bütün azaptır. Çünkü, haset evvelâ hâsidi
ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.

Hasedin çaresi: Hâsid adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın
ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir.
Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda haset olamaz.
Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyakârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek
ister. Veyahut mahsûdu riyakâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.

Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i
İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkit ve rahmete
itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden,
rahmetten mahrum kalır.

Acaba birgün adâvete değmeyen bir şeye bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi
hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar?

Halbuki, mü'min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu
mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader
ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.

Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine
mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek.

Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör,
bir hisse de ona ver.

Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp
edecek af ve safh ile ve ulüvvü cenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan
kurtulursun. Yoksa, sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla
alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz
umur-u dünyeviyeye, güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit bir
hırsla ve daimî bir kinle, mütemadiyen bir adâvetle mukabele etmek, sîga-i mübalağa
ile, bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur, bir nevi divaneliktir.

İşte, hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan adâvete ve fikr-i intikama, eğer
şahsını seversen yol verme ki kalbine girsin. Eğer kalbine girmişse, onun sözünü
dinleme. Bak, hakikatbîn olan Hafız-ı Şirazî'yi dinle:

Yani, "Dünya öyle bir metâ değil ki nizâa değsin." Çünkü, fâni ve geçici olduğundan
kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz'î işleri ne kadar ehemmiyetsiz
olduğunu anlarsın.

Hem demiş:

Yani, "İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: dostlarına
karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir."

Eğer dersen: "İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adâvet var. Hem damarıma
dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum."

Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle
ve muktezasıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar
senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin, mânevî bir nedamet, gizli bir tevbe
ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu
anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektubun bu Mebhasını yazdık, tâ
bu mânevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla
teşhir etmesin.

Câ-yı dikkat bir hadise: Bir zaman, bu garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak
gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhâlif bir âlim-i salihi,
tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârâne
medhetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm,
dedim, o zamandan beri
hayat-ı siyasiyeden çekildim.

Beşinci Vecih

Hayat-ı içtimaiyece, inat ve tarafgirlik gayet muzır olduğunu beyan eder.

Eğer denilse: "Hadiste,
denilmiş. İhtilâf ise tarafgirliği iktiza ediyor.

"Hem tarafgirlik marazı, mazlum avâmı, zalim havassın şerrinden kurtarıyor. Çünkü
bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum avâmı ezerler. Tarafgirlik
olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini kurtarır.

"Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehâlüf-ü ukulden hakikat tamamıyla tezahür eder."

Elcevap:

Birinci suale deriz ki: Hadisteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır. Yani, herbiri
kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa'y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil,
belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise-ki garazkârâne, adâvetkârâne
birbirinin tahribine çalışmaktır-hadisin nazarında merduttur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar
müsbet hareket edemezler.

İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce olabilir.
Fakat şimdiki gibi garazkârâne, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melcedir
ki, onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünkü, garazkârâne tarafgirlik eden bir
adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana
rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona-hâşâ-lânet okuyacak
derecede bir haksızlık gösterecek.

Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise,
maksatta ve esasta ittifakla beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakikatin her köşesini
izhar edip hakka ve hakikate hizmet eder. Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış
nefs-i emmâre hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan
bârika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâzım
gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz. Hak namına
olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet
verir. Hal-i âlem buna şahittir.

Elhasıl:
olan desâtir-i âliye düstur-u harekât olmazsa, nifak ve şikak meydan
alır. Evet,
demezse, o düsturları nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder.

Câ-yı ibret bir hadise: Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh bir kâfiri yere
atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş.
O kâfir ona demiş ki: "Neden beni kesmedin?"

Dedi: "Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin
hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim."

O kâfir ona dedi: "Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz
bu derece sâfi ve hâlistir; o din haktır" dedi.

Hem medar-ı dikkat bir vakıa: Bir zaman bir hâkim bir hırsızın elini kestiği
vakit eser-i hiddet gösterdiği için, ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden
azletmiş. Çünkü şeriat namına, kanun-u İlâhî hesabına kesseydi, nefsi ona acıyacaktı.
Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti. Demek,
nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için, adaletle iş görmemiştir.

Câ-yı teessüf bir hâlet-i içtimaiye ve kalb-i İslâmı ağlatacak müthiş bir maraz-ı
hayat-ı içtimaî: "Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dahilî adâvetleri unutmak
ve bırakmak" olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevî kavimler dahi takdir edip
yaptıkları hâlde, şu cemaat-i İslâmiyeye hizmet dâvâ edenlere ne olmuş ki, birbiri
arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz'î adâvetleri unutmayıp
düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar? Şu hâl bir sukuttur, bir vahşettir,
hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir.

Medar-i ibret bir hikâye: Bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine
düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli adamdan fazla öldürdükleri hâlde,
Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman
taife, eski adâveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti def edinceye kadar
dahilî adâveti hatırlarına getirmezlerdi.

İşte, ey mü'minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar
aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi
yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa
vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma
girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne
inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve
ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâibine kadar, birbiri
içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla
bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve
siperin ve kalen, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kale-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle
ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye
olduğunu bil, ayıl.

Ehâdis-i şerifede gelmiş ki: "Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka
başına geçecek eşhâs-ı müdhişe-i muzırraları, İslâmın ve beşerin hırs ve şikakından
istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri hercümerc eder ve koca âlem-i İslâmı
esaret altına alır."

Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza
alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı
kale-i kudsiyesi içine giriniz,
tahassun ediniz. Yoksa, ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.

Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir.
Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa, bir küçük taş, muvazenelerini
bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte, ey ehl-i iman!
İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne tarafgirliklerinizden, kuvvetiniz hiçe iner;
az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa,
düstur-u
âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyevîden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz.

Altıncı Vecih

Hayat-ı mâneviye ve sıhhat-i ubudiyet, adâvet ve inatla sarsılır. Çünkü, vasıta-i
hâlâs ve vesile-i necat olan ihlâs zayi olur. Zira, tarafgir bir muannid, kendi
a'mâl-i hayriyesinde hasmına tefevvuk ister. Hâlisen liveçhillâh amele pek de muvaffak
olamaz. Hem hüküm ve muamelâtında tarafgirini tercih eder, adalet edemez. İşte,
ef'âl ve a'mâl-i hayriyenin esasları olan ihlâs ve adalet, husumet ve adâvetle kaybolur.
Şu Altıncı Vecih uzundur. Fakat kabiliyet-i makam kısa olduğundan, kısa kesiyoruz.

Mektubat, 253-261

İşârâtü'l-İ'câz'da ispat edildiği gibi, bütün ihtilâlât-ı beşeriyenin mâdeni
bir kelime olduğu gibi, bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir.

Birinci Kelime: "Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse, bana ne."

İkinci Kelime: "Sen çalış, ben yiyeyim."

Evet, hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede havâs ve avâm, yani zenginler ve fakirler,
muvâzeneleriyle rahatla yaşarlar. O muvâzenenin esâsı ise, havâs tabakasında merhamet
ve şefkat; aşağısında, hürmet ve itaattir. Şimdi, birinci kelime havâs tabakasını
zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevk etmiştir; ikinci kelime avâmı kine, hasede,
mübârezeye sevk edip, rahat-ı beşeriyeyi birkaç asırdır selb ettiği gibi; şu asırda,
sa'y, sermâye ile mübâreze neticesi, herkesçe mâlûm olan Avrupa hâdisât-ı azîmesi
meydana geldi.

İşte, medeniyet, bütün cemiyât-ı hayriye ile ve ahlâkî mektepleriyle ve şedid
inzibat ve nizâmâtıyla, beşerin o iki tabakasını musâlâha edemediği gibi, hayat-ı
beşerin iki müthiş yarasını tedâvi edememiştir. Kur'ân, birinci kelimeyi esâsından
vücûb-u zekât ile kal' eder, tedâvi eder; ikinci kelimenin esâsını hurmet-i ribâ
ile kal' edip, tedâvi eder. Evet, âyet-i Kur'âniye, âlem kapısında durup, ribâya
"Yasaktır!" der. "Kavga kapısını kapamak için, ribâ kapısını kapayınız!" diyerek,
insanlara ferman eder. Şâkirdlerine, "Girmeyiniz!" emreder.

İkinci esas: Medeniyet, taaddüd-ü ezvâcı kabul etmiyor. Kur'ân'ın o hükmünü,
kendine muhâlif-i hikmet ve maslahat-ı beşeriyeye münâfi telâkkî eder.

Evet, eğer izdivaçtaki hikmet, yalnız kazâ-i şehvet olsa, taaddüd bilakis olmalı.
Halbuki, hattâ bütün hayvanâtın şehâdetiyle ve izdivaç eden nebâtâtın tasdikiyle
sabittir ki, izdivâcın hikmeti ve gàyesi, tenâsüldür. Kazâ-i şehvet lezzeti ise,
o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz'iyedir. Mâdem,
hikmeten, hakikaten, izdivaç nesil içindir, nevin bekàsı içindir. Elbette, bir senede
yalnız bir defa tevellüde kàbil ve ayın yalnız yarısında kàbil-i telâkkuh olan ve
elli senede ye'se düşen bir kadın, ekserî vakitte, tâ yüz seneye kadar kàbil-i telkıh
bir erkeğe kâfi gelmediğinden, medeniyet pekçok fâhişehâneleri kabul etmeye mecburdur.

Üçüncü esas: Muhâkemesiz medeniyet, Kur'ân kadına sülüs verdiği için âyeti tenkid
eder. Halbuki, hayat-ı içtimâiyede ekser ahkâm, ekseriyet itibâriyle olduğundan;
ekseriyet itibâriyle bir kadın kendini himâye edecek birisini bulur, erkek ise ona
yük olacak ve nafakasını ona bırakacak birisiyle teşrik-i mesâi etmeye mecbur olur.
İşte, bu sûrette bir kadın, pederinden yarısını alsa, kocası noksaniyetini temin
eder. Erkek, pederinden iki parça alsa, bir parçasını tezevvüc ettiği kadının idaresine
verecek; kızkardeşine müsâvi gelir. İşte, adâlet-i Kur'âniye böyle iktizâ eder,
böyle hükmetmiştir.

Sözler, s. 373-374

HAŞİYE 1: Âtıf'a muâraza eden ve hücum eden tarikatçı müftü ve taassuplu
vâiz ve hoca ve ehl-i tarikat, ehemmiyetli ehl-i ilim ve tarikat, bu muarazada,
en son perdesini rejim hesabına ve tarafgirliğine ve himayesine dayanıp, Âtıf'ın
müdafaa ettiği sünnet-i seniye mesleğine taarruz suretine girdiğini ve Risale-i
Nur'a muâraza eden, bilerek veya bilmeyerek zındıkaya yardım ettiğine bir delil,
bu defa adliyece benden sordular ki:

"Kürt Âtıf rejim aleyhine çalışıyor. Demek onun muârızları rejime dayandılar."

Ben de dedim: Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var. Ve ne de
düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel
etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır.
Hazret-i Ömer'in (r.a) taht-ı hükmünde, kanun-u adalet-i şer'iyesini reddetmeyen
ve ilişmeyen Yahudilere, Nasârâya ilişmiyordular. Demek, kabul etmemek, tasdik etmemek,
idarece bir cünha, bir suç teşkil etmiyor ki, o çeşit muhalifler ve münkirler, en
kuvvetli padişahların idaresi ve siyaseti altında bulunmuşlar.

İşte, bu nokta-i nazardan, Risale-i Nur'un şakirtlerinden en müthiş bir muhalif,
rejim müessesesini tel'in de etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mefkûresine kanunen
ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrik eder.