The Examination of West in the Issue of Human Rights

Giriş

"İnsan hakları" sorunu tarih boyunca insanlığın çözüm bekleyen ciddi
sorunlarından biri olmuştur ve bu sorun hâlâ devam etmektedir. Ancak "insan hakları"
dendiğinde neyi anlamamız gerekir? Genel olarak insan hakları deyiminin zihinlerde
uyandırdığı çağrışım insanın sahip olduğu temel hak ve özgürlüklerdir. Başka bir
deyimle, "insanın hakları" dendiğinde ilk akla gelen onun özgürlükleridir. Bu yüzden
denilebilir ki, insanlık tarihi bir özgürlükler mücadelesi tarihidir. İnsanlar tarih
boyunca bireysel ve toplumsal düzeyde inandıkları değerler ve ilkeler doğrultusunda
özgürce yaşamak için her türlü fedakârlığı göze almışlar ve bu uğurda çeşitli mücadeleler
vermişlerdir.

Diğer taraftan "özgürlük ve eşitlik" sözcükleri daha çok dinden
ve dini terminolojiden beslenen kavramlardır ve bunların tüm insanlığa teşmil edilmesi
de ancak adaletle mümkündür. Adalet duygusuna sahip olmayanların insanlığa verebilecekleri
hiçbir şey yoktur. Kur'an'ın bir çok ayeti tüm insanlara "doğru yola gel" çağrısını
yapmak suretiyle deyim yerindeyse, bütün insanları kardeş olarak ilan etmektedir.
"İnsanlar tek bir ümmettir",1 "İnsanlar tek bir candan yaratılmış ve çoğaltılmışlardır",2
"İnsanoğlunu mükerrem ve şerefli kıldık"3 ayetleri ve "İnsanlar bir tarağın dişleri
gibidirler",4 "Arabın Arap olmayana, beyazın siyaha doğuştan bir üstünlüğü yoktur"5
gibi hadisler insanlar arasında haklar ve özgürlükler açısından herhangi bir farkın
gözetilemeyeceğini göstermektedir.

Siyasal iktidarların somutlaşmış simgesel aygıtı olan devletin vatandaşlar
üzerindeki iktidarı ve vatandaşların iktidar karşısındaki konumları her siyasal
sistemde önemli farklılıklar arz eder. Devletin bireyler üzerindeki mutlak hakimiyetinin
sınırlandırılması tarihsel kavgalar sonucunda belli bir seviyeye ulaşmışsa da bu
hususta, kimi dünya ülkeleri için daha uzun mesafelerin alınması gerektiği apaçık
bir gerçektir. Özellikle milyonlarca masum insanın ölümüne sebep olan İkinci Dünya
Savaşından sonra insan hakları ve özgürlükler sorunu hukuki, ahlaki ve siyasi alanda
çok tartışılmıştır. Bu tartışmalar günümüze kadar artarak devam etmiştir. Ancak
şu bir gerçektir ki, konunun insani ve ahlaki boyutundan ziyade siyasi ve ekonomik
boyutu daha çok tartışılmaktadır. Bunun anlamı şudur: Ellerinde askeri ve ekonomik
güç bulunduran bazı devletler insani ve ahlaki amaçlarla değil; fakat güçlerine
güç katmak amacıyla insan hakları ve özgürlükler sorununu dünya gündeminde tutmaya
çalışıyorlar. Bu yüzden insan hakları sorunu hâlâ ciddi çözüm bekleyen bir sorun
olarak karşımızda duruyor.

Batının İnsan Haklarına Katkısı

Kabul etmek gerekir ki, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarıyla fiziksel
ve ruhsal çöküntüye sürüklenen Batılı devletler, İkinci Dünya Savaşından sonra,
vatandaşlarının bir daha böyle savaş felaketlerine maruz kalmamaları için, prensipte
tüm insanlar için; fakat özelde ve kıskançlıkla sadece kendi halklarına yönelik
olarak insan hakları sorununu çözmek ve vatandaşları arasında adaleti sağlamak için
büyük çabalar gösterdiler. Savaştan sonra kurulan Birleşmiş Milletler Örgütü ve
bu örgütün yayınladığı insan hakları evrensel bildirgesi, ayrıca bugüne kadar Batı'nın
değişik kentlerinde yayınlanan Helsinki Nihai Sözleşmesi, Paris Şartı ve AGİK gibi
insan hakları sözleşmeleri bu çabanın somut örneklerini oluşturmaktadır. Batı'nın
dışında kalan dünyanın diğer bölgeleri için insan hakları alanında iyileştirmelerin
yapılabilmesi için, devlet ve hükümetlerden bağımsız çalışan bazı bilim adamları,
sivil toplum kuruluşları ve insan hakları savunucularının gayretleri istisna edilirse,
ciddi ve samimi hiçbir çaba sarf edilmemiştir.

Biri çıkıp diyebilir ki, "Efendim, Batılıların elindeki kaynaklar
kendi vatandaşları arasında insan haklarını geliştirmek ve adaleti sağlamak için
ancak yeterli olabilirdi. Hiç değilse Batılılar genelde konuyu bütün dünyaya mal
ederek dünyanın her yerindeki bilim adamları ve insan hakları savunucularının yetişmesine
katkıda bulunmuşlardır. Bu bile, insan haklarının gelişmesine yardımcı olmak adına
yeterli bir gayret sayılmaz mı?" Kuşkusuz ilk bakışta bu itiraz haklı görülebilir.
Ancak unutmamak gerekir ki, Batılı devletler dünya ortalamasına göre çok zengin
kaynaklara sahip olan ülkelerden oluşur. Neredeyse dünya gelirinin tamamına yakını
bu ülkeler tarafından kontrol edilmektedir. Bu kadar zengin kaynağa rağmen, Batılı
ülkeler de dâhil olmak üzere insan hakları alanında yeterli ilerleme sağlanmamıştır.
Başka bir deyimle, bugün Batılı bireylerin bile, insanlık şeref ve haysiyetine yakışır,
ideal manada bir "insan hakkı" düzeyine ulaştıklarını söylemek mümkün değildir.
Ne var ki, yukarıda da ifade edildiği gibi, Batılı toplumların kalkınmışlık seviyesi,
refah düzeyi ve özgürlükler alanında kaydettikleri gelişmeler dikkate alındığında
Batılıların, insan hakları sorununun ekonomik ve maddi boyutunu kendi halkları açısından
kısmen de olsa çözdüklerini söylemek mümkündür. Eğer hâlâ Batılı toplumlarda insan
hakları açısından çözüme kavuşturulmamış sorunlar varsa (ki hâlâ dünyada çok sayıda
insan hakları ihlalleri vardır) bunun, Batılıların insan anlayışı, kendileri dışındakilere
bakış açıları ve sınıflı toplum yapısı ile çok yakın ilişkisi olduğunu söylemek
mümkündür. Ancak her şeye rağmen Batı'da, önce kilisenin devlet üzerindeki baskısı,
daha sonra devletin fert ve toplum üzerindeki denetimi sınırlandırılarak hak ve
özgürlüklerin alanı oldukça genişletilmiştir.

Batı'nın Samimiyeti

Acaba Batı insan hakları ve özgürlükler konusunda ne kadar samimidir?
Kanaatimce günümüzde dillerden düşmeyen "insan hakları, özgürlükler, demokrasi,
hümanizm, yeni dünya düzeni ve sonsuz adalet için savaş" gibi sözler, Batı emperyalizminin
yeryüzünde insana teknik üstünlük ve egemenlik sağlamış olması sonucuyla doğrudan
ilgilidir. Unutmamamız gerekir ki, sanayiye dayalı olarak Batı'da gelişen ekonomi
kendisine ham madde sağlama zorunluluğuyla karşı karşıya gelince yüz elli yıldan
beri deniz aşırı hedeflere göz dikmiştir. Bu hedeflerin başında, bugün hâlâ insan
hakları ve özgürlükler alanında olduğu gibi ekonomik alanda da çok geri olan Asya
ve Afrika ülkeleri geliyordu. Çünkü Batı'nın neredeyse tüm kentlerinde kurulan fabrikalara
dayalı ekonomi sürekli bir dönüşüm istiyordu. Bu ekonomik dönüşümü sağlayan teknolojik
devrim kapitalist birikimle, kapitalist birikimse savaşların gerçekleşmesiyle olmuştur.
Bu yüzden insanlığın başına gelen iki büyük savaş felaketinin de gerçek failleri
bellidir. Dikkat edilirse savaştan sonra en dikkat çekici husus, güç ve makinenin,
Batı uygarlığının simgesi haline gelmesidir. Sonuçta makinenin Batı dünyasına sağladığı
kolonici çıkarlar, günümüzde "insan hakları, demokrasi, sonsuz adalet" gibi masumane
sloganlarla kültürel platformda meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Bunun en son
bariz örneği Amerika'nın, sudan bahanelerle Afganistan ve Irak'a saldırmasıdır.
Bu konuya daha sonra döneceğiz.

Aslında egemen Batı, menfaat elde etmek için yüzyıllardır genelde
güçsüz milletlere ve özelde İslam ülkelerine karşı bir savaş sürdürmektedir. Bugün
Batı'nın nerelerde ve ne amaçla savaştığını bilmeyen yoktur. Özellikle Müslümanların
elinde bulunan büyük petrol kaynaklarını kontrol altında tutabilmek için Batı'nın
yakın tarihte neler yaptığını ve hâlâ aynı bölgelerde ne planlar çevirdiğini herkes
biliyor. Yine herkes biliyor ki, Batı'yı Afrika'ya ve Uzak Doğuya götüren tek neden
kutsal kitabı insanlara tebliğ etme arzusu değil, makine egemenliğine dayanan menfaatlerini
daha uzak noktalara taşıma hevesidir. Kuşkusuz kutsal kitap her zaman bu çirkin
amaca alet edilegelmiştir. Son elli yılda ABD ve onun müttefikleri olan Batılı devletler
tarafından sürdürülen savaşların gerçek sebeplerini hatırlayın: Vietnam, Kamboçya,
Kuzey Kore, İran-Irak, Körfez, Afganistan ve Irak savaşları. Bu savaşların gerçek
sebebi Hıristiyanlığı veya demokrasi ve insan haklarını o bölgelere taşımak değildir.
Kaldı ki, bugünkü Batılı ülkeler Hıristiyanlığın ahlaki ilkelerini insanlığa taşıma
niteliğine etik olarak da sahip değillerdir. Çünkü tarih boyunca hep başkasını saldırgan
kabul eden fakat hiçbir zaman nefis muhasebesi yapmayan Batılı devletler Hıristiyanlığı
yüzyıllardır ancak sömürge alanlarını genişletmek amacıyla kullanmıştır. Batılının
karnesi bu yönüyle de kırıklarla doludur. Bu gerçeği bir Afrika yerlisinin şu ifadelerinde
bulmak mümkündür: "Batılılar Afrika'ya geldiğinde onların elinde İncil bizim elimizde
topraklarımız vardı. Şimdi bizim elimizde İncil onların elinde topraklarımız var."

Diğer taraftan Batı, tarih boyunca insanlığa mutluluk getirmek için
değil, medeniyetler çatışmasını körüklemek için uğraşmıştır. Bunun örnekleri hâlâ
dünya üzerinde vardır. Söz gelimi, İngiliz dili Kızılderililer, Latin Amerika yerlileri,
Hintliler ve Kanadalılar için bir işgal dilidir. Aynı şekilde İspanyolca Brezilyalılar,
Kübalılar ve Arjantinliler için de bir işgal dilidir. Modern Batı adeta Büyük İskender'in
dünyayı Yunanlılaştırmak istemesi gibi, Batı kültürü dışındaki bütün kültürlerin
sonunu getirme hevesindedir. O halde medeniyetler çatışmasını ortaya atan Huntington,
Batı'nın uygulamalarını meşrulaştırmaktan başka bir şey yapmamıştır. Ancak bu medeniyetler
çatışması konsepti dahi küreselleşme adına ve "dünya tek bir köydür" sloganıyla
yapılan ekonomik yağmaların gizlenmesi için bir maske olarak kullanılmaktadır.6
Batı'nın bütün bu menfaate dayalı yayılmacı politikası dikkate alındığında, insan
hakları ve özgürlükler alanında yaptığı bütün çabaları kuşkuyla ve samimiyetsizlikle
karşılamak bir haksızlık olmaz, kanaatindeyim.

Küreselleşme ve İnsan Hakları

Dünyadaki insan hakları sorunu o kadar büyüktür ki, bu sorunun Batı'da
kısmen de olsa ekonomik açıdan çözüme kavuşturulmuş olması, asıl sorunun dünya çapında
çözülmesine katkıda bulunacak mıdır? Elbette ki hayır. Ancak küreselleşme sayesinde
gelişmemiş ülkelerde de insan hakları ve özgürlüklerin geliştirilmesi zahiren de
olsa mümkün olduğu gibi, sorunun gittikçe derinleşmesi ve içinden çıkılmaz hale
gelmesi de mümkündür. Çünkü küreselleşme ekonomik ve politik etkilerin bir bileşkesi
tarafından yönlendirilen karmaşık bir süreçtir. Küreselleşme yeni bir uluslararası
güç ve sistem oluşturmaktadır ve özellikle gelişmiş ülkelerde her gün değişen yeni
bir süreçtir. Küreselleşme bir bütün olarak ele alındığında çağdaş politika zemininden
daha fazla anlam ifade eder ve toplumun kurumsal yapısını değiştirir.7

Küreselleşme, gelişmemiş ülkelerin bazı sorunlarına çözümler getirse
de, bazı sorunları da çözümsüz hale getirebilir. Bu itibarla gelişmekte olan devletler
küreselleşmenin getirdiği ağır sorunlarla karşı karşıya kaldıkları için bu sorunları
çözmede yetersiz kalmaktadırlar. Bu durumda ülkeler devlet sınırlarını aşan anlaşma
ve sözleşmelere taraf olmak zorunda kaldıkları gibi, hem kendi sınırları içinde
hem de devletlerarasında yeni yönetişim biçimlerine sürüklenmektedir. Küreselleşme
sayesinde ulus-altı ve ulus-üstü siyasal grupların yanı sıra, hükümetlerin politikalarını
denetleyebilen hükümet dışı organların ortaya çıkmasına, devletlerin milli egemenliklerinin
azalmasına ve bir ölçüde adem-i merkeziyeti kabul eden parçalanmış siyasal güçler
haline gelmelerine sebep olmaktadır. Yine küreselleşmenin bir sonucu olarak uluslararası
sorunların çözümünde ulus-aşırı yönetişim mekanizmaları oluşmuştur. Devletler kendi
halkları arasındaki sorunların çözümünde, kendi rızalarıyla ulus-üstü mahkemelerin
otoritesini kabul etmişlerdir. Örneğin Uluslararası Af Örgütü gibi ulus-üstü örgütler,
devletler üzerinde daha yaygın bir şekilde etkin olmaya başlamışlardır. Dolayısıyla
birçok devlet insan haklarıyla ilgili olarak kendi otoritelerine halel getirecek
uluslararası anlaşmaların tarafı haline gelmiştir.8 Kuşkusuz Af Örgütü gibi uluslararası
örgütler sayesinde birçok ülkede insan hakları alanında iyileştirmeler yapılmaktadır.
Ancak yakın bir tarihte "sonsuz adalet" sloganıyla gerçekleştirilen Irak savaşıyla
birlikte tüm Ortadoğu'da insan hakları alanında bir trajedi yaşamaktadır. Bu da
küreselleşmenin bir sonucudur.

Irak Savaşı ve İnsan Hakları

Küreselleşme süreci ekonomik, politik, kültürel ve sosyal olarak
dünyayı değiştiriyor. Küreselleşmenin etkisi ekonomik olarak günlük hayatta görüldüğü
gibi insan hakları ve özgürlükler alanında da görülmektedir. Ancak dünyayı yeni
bir sömürü alanı haline getirmek isteyen militarist güçler dünyadaki bütün ekonomik
alanları kontrol edebilmek amacıyla küreselleşmeyi önemli bir fırsat olarak görmektedirler.
BM örgütünü de kont-rol eden bu silahlı güçler küçülen dünyayı yalanlarıyla kandırmaya
çalışıyorlar. Bunun en çarpıcı örneği Amerika'nın Afganistan'a, ardından da Irak'a
karşı düzenlemiş olduğu "demokrasi ve sonsuz adalet" hareketidir. Amerika bir yıl
boyunca savaşın Irak halkına demokrasi ve özgürlük getireceğini iddia ederek propaganda
yapmış, "Saddam dünyayı tehdit ediyor, çünkü elinde kitle imha silahları var." diyerek
bütün dünyanın gözüne baka baka büyük bir yalan da uydurmuştur. Tek taraflı bombardımana
dayalı savaş yaklaşık bir ay sürdü. Savaşın üzerinden üç yıl gibi bir zaman geçmiş
olmasına rağmen hâlâ kitle imha silahlarının izine rastlanmadı. Oysa Irak'ta kitle
imha silahlarının bulunup bulunmadığını araştırmakla görevli BM denetçilerinden
Dr. Jperm Siljeholm'un "Amerika dünyayı aldattı" cümlesiyle özetlenebilecek sözleri
çok dikkat çekiciydi. En son eski Dışişleri Bakanı Colin Powel "Irak'ta kitle imha
silahlarının bulunması" şeklindeki tezin bir senaryodan ibaret olduğunu, bu konuyla
ilgili olarak BMGK toplantısında yaptığı konuşma metninin eline tutuşturulduğunu
ve bunun için insanlardan özür dilediğini açıkça ifade etmişti.

Görüldüğü gibi Batı'nın sözcüsü ve temsilcisi olan Amerika'nın Irak'a
karşı başlattığı savaş ve işgal hareketi küreselleşmenin ve tek kutuplu dünyanın
insan haklarına ve özgürlüklere karşı başlattığı bir suikasttan başka bir şey değildir.
Irak savaşı tam anlamıyla bir insan hakları katliamıdır. Her gün Irak'ın muhtelif
kentlerinde bir trajedi yaşanıyor. Bugüne kadar savaş sebebiyle öldürülen Iraklıların
sayısı yüz binlerle ifade ediliyor. Acaba Irak'ta haksız yere öldürülen Iraklı ya
da Amerikalıların vebalini, bu insan hakları ve sonsuz adalet bezirganları üstlenebilecekler
midir? Bugün bütün dünya Amerika'nın Irak'ı işgal etmesinin haklı bir gerekçesinin
olmadığını, tek amacın saldırgan İsrail'i korumak ve zengin petrol kaynaklarını
kontrol altında tutmak olduğunu biliyor. Bu durum, BM Güvenlik Konseyi'nde veto
hakkına sahip olan, aynı zamanda BM'nin tüm kararlarını etkileyebilen güçlü devletlerin,
yani Avrupa ve Amerika'nın, yani Batı'nın, kendileri dışındaki insanları vahşi ve
barbar görmek şeklindeki gizli yüzünü de bize göstermektedir. Evet, Batılıların
kendilerini efendi, diğer toplumları da köle olarak görme hastalığından henüz kurtulamadıkları,
Amerika'nın Irak ve Afganistan savaşıyla anlaşılmıştır. Sırada İran vardır. Senaryo
aynı. Bu durum, Batı uygarlığı için "medeniyet-i habise, mensuh ve merdut medeniyet,
mimsiz medeniyet, sefih, gaddar, mütemerrid ve vahşi"9 gibi ağır sıfatlar kullanan
Bediüzzaman'ı ne kadar doğrulamaktadır. Hatta 250 milyon insanın ölümüne yol açan
Birinci Dünya Savaşı'nın sonuçlarını değerlendirirken Bediüzzaman şu dramatik ifadeyi
kullanır: "İlk çağların tüm vahşetlerini bu medeniyet bir defada kustu."10 Hatta
ona göre Avrupa medenilerinin çoğu, eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan, domuz
ve maymun şeklinde görüneceklerdir.11

Roma ve Yunan kültürlerinin birleşmesinden doğan Batı uygarlığına
karşı İslam dünyasının soğuk davranmasının ve bu medeniyeti kabul etmekte tereddüt
göstermesinin dikkat çekici olduğunu ifade eden Bediüzzaman şöyle der: "Çünkü başkasına
asla muhtaç olmamak ve müstakil olmak gibi vasıflara sahip olan İslam uygarlığının,
Roma felsefesinden ortaya çıkmış bulunan bir uygarlıkla birleşmesi, asimile olması
yahut ona tabi olması mümkün değildir."12

Günümüz dünyasında, birçok ülkede, özellikle Ortadoğu'da cereyan
eden olaylara baktığımızda, insan hakları savunuculuğunu yapan Batılıların ne kadar
vahşi, ne kadar sözde hümanist ve ne kadar gaddar olduklarını görmemek mümkün değildir.
Elli yıldan beri Filistin'i işgal altında tutan, Filistin halkına karşı devlet terörü
uygulayan ve Birleşmiş Milletlerin hiç bir kararına uymayan İsrail'e tüm Batılıların
destek vermesi, Bediüzzaman'ın Batı uygarlığı için kullandığı sıfatlarda ne kadar
haklı olduğunu açıkça gösterir.

Her şeye rağmen bütün bunlara bakarak şu soruları sormamız gerekir:
Acaba son iki yüzyıl boyunca, özellikle son elli yılda Batılılar tarafından insan
hakları alanında yapılan düzenlemeler dünyada insan hakları ve insana değer verme
bakımından başarılı bir sonuç vermiş midir? Acaba dünya insanları, haklarının önemli
bir kısmını elde edebilmişler midir? Kuşkusuz biraz dikkat ve küçük çaplı bir araştırma,
insanların büyük bir kısmının, temel hak ve özgürlüklerden mahrum olduklarını bize
gösterecektir. Bugün Afrika, Asya ve Latin Amerika'daki birçok ülkenin insanları
açlık sınırında veya açlık sınırın altında yaşam mücadelesini verirken, demokrasi
ve sonsuz adalet için Irak'ı işgal ettiğini iddia eden ve BM'deki veto hakkını hâlâ
koruyan Amerika'nın demokrasi ve insan hakları için savaştığına kim inanacaktır?
Filistinliler İsrail vatandaşlarını öldürürken terörist olarak kabul ediliyor da,
neden İsrail'in Filistin halkını imha etme harekatı terör eylemi kabul edilmiyor?
Acaba insan hakları ve özgürlüklerin önündeki en büyük engelin Amerika ve onun Batılı
müttefikleri olduğunu söylersek mübalağa yapmış olur muyuz? Acaba Amerika'nın insanlık
ve demokrasi için tehdit olarak gördüğü bazı despot Ortadoğu devletlerinin en büyük
destekçisi yine Amerika'nın kendisi değil midir?

Batının Korkusu

"Biz ve onlar" "uygarlar ve barbarlar" şeklindeki bir ayırıma gitme
ve hayali düşman icat etme kompleksine sahip olan Batı, kendisi dışındaki insanlara
değer vermemektedir. Batının bu tutumu tüm insanlığı ilgilendiren hayati bir sorun
olduğu gibi bizzat Batı için de önemli bir çıkmazdır. Şöyle ki: Her zaman hayali
düşmanlar icat ederek hayatlarını sürdüre gelen bir kültürün çocuklarının başkalarına
sürekli olarak korku ve kuşku ile baktıkları için ontolojik bir güvensizlik içinde
yaşadıkları muhakkaktır. Bu durum kaçınılmaz olarak Batılıların başkalarıyla kurdukları
ilişkileri şiddet ekseni üzerinde kurmalarına yol açıyor. Batılıların Rönesans'tan
sonra önce doğaya hakim olmaları, ardından doğayı tahrip etmeleri; sömürgecilik
tecrübesi yoluyla başka toplumları ve kültürleri kontrol altına almayı ve tahrip
etmeyi meşrulaştırmaları… bütün bunlar başkalarına karşı korku ve kuşku ile yaklaşma
ve dolayısıyla düşman icat ederek varlığını sürdürebilme hastalığının ürünüdür.
Batılılar, dünyanın merkezinde sürekli olarak kendilerinin olmasını ve her şeye
sadece kendilerinin çeki düzen vermelerini istiyorlar. Bu anlayış, daha önce insanlık
tarihinde görülmemiş çok ürkütücü bir durumdur. Dünya tarihinde daha önceleri farklı
kültür ve medeniyetler zaman zaman birbirileriyle kavga ederek de olsa bir arada
var olmayı başarmışlardı. Bugün gelinen noktada böyle bir şey neredeyse imkansız
hale gelmiş gibidir. Bugün Amerikalılar, başka kültürlere ve medeniyetlere kendileri
olarak var olma imkanını tanımak istemiyorlar. "Batılı değerleri kabul etmeyenler
teröristtir ve düşmandır" varsayımıyla her kültür ve medeniyet kıpırdamasını kendi
hegemonyalarını sarsacak bir tehdit olarak görüyor ve bu tehdidi bertaraf etmek
için ellerinden gelen her şeyi yapmayı meşru kabul ediyorlar. Eğer insanlık adına
onların bu emellerine karşı çıkmak isteyenler olursa, kestirmeden onları işgal etmek
için bin bir türlü yalan ve dalavere ile işgallerini meşru göstermeye çalışıyorlar.
Son aylarda ABD'nin Suriye ve İran'a yönelik tehditlerini bu açıdan değerlendirmek
lazımdır.

Eğer Batılılar başka kültürlerin ve medeniyetlerin de en az Batı
kültür ve medeniyeti kadar var olma, kendisi olarak kalma, tarihe ve zamana müdahale
etme hakları olduğunu kabul etmezler ve her medeniyet kıpırdamasını tehdit olarak
algılamaya devam ederlerse, bunun sonucunda iki şey vardır: Birincisi, Batılılar
uzun vadede dünyayı sonu nereye varacağı belli olmayan savaşların eşiğine sürükleyeceklerdir.
İkincisi de, Batılıların insanlığa barış, insan hakları, adalet ve özgürlükleri
vaat etmeyeceği ve dolayısıyla Batılılar açısından tarihin sona ereceği anlamına
gelecektir.13 Bu yüzden Batılılar bu şiddetli korku ve kuşku ile geri kalmış ülkeleri,
daha açık bir deyimle İslam ülkelerini işgal etmeye ve bunu demokrasi ve insan hakları
adına yaptıklarını iddia etmeye devam edeceklerdir.

Beklenen Sonuç

İnsanın aklına gelen ilk soru şu: Acaba Batılılar neden bu kadar
İslam'dan ve Müslümanlardan korkuyorlar ve onlar bu korkularında haklı mıdırlar?

İki önemli tarihi olaya dikkat ettiğimiz zaman Batılıların korkularında
haklı olduklarını göreceğiz. Birincisi, 13. yüzyılda İslam uygarlığının doğu cephesi
Moğol istilasıyla çöküyor. Endülüs Müslümanlarının oluşturduğu Batı cephesi de 13.
yüzyıldan itibaren karışmaya başlıyor ve 15. yüzyılda Batılılar tarafından çökertiliyor.
Fakat Müslümanlar, İslam coğrafyasının tam merkezinden Osmanlı'yı tarih sahnesine
çıkararak bu büyük siyasi bunalımları aşmayı başarıyor. İşte Müslümanlardaki bu
ruh ve bu dinamizm Batılıları şaşkına çevirmiştir.

Batılıları bugün bile şaşkına çeviren ikinci önemli nokta da şudur:
Avrupalılar 1492'de Endülüs'ü işgal ettiklerinde Müslümanların tümünü kılıçtan geçirdiler.
Oysa Osmanlı Endülüs'ün düşmesinden yarım asır önce Bizans'ı teslim almıştı, ama
Bizans'taki Hıristiyanların kılına bile dokunmamıştı. Tersine Bizans kilisesi Osmanlı
idaresine girmekten mutlu olmuştu. İşte bu iki önemli tarihi olayda Batılıları hâlâ
ürküten iki gerçek vardır. Birincisi, Türkiye'nin yeniden Osmanlı misyonunu üstlenmesi
ve bunun uzun vadede Batı hegemonyasını sarsacak gelişmeleri tetiklemesi. İkincisi
ise, dün olduğu gibi yarın da bu coğrafyanın ve dünyanın ancak Kur'an'a dayalı bir
uygarlık tasavvuru ile gerçek anlamda huzur ve barış yüzü görebileceğinin Batılılar
tarafından çok daha iyi anlaşılmış olması. Bu yüzden Batılılar, İslam'ın yeniden
tarih sahnesine çıkmasının, seküler dünya düzeninin altüst olmasıyla ve Batılı toplumların
kitleler halinde Müslüman olmalarıyla sonuçlanabileceğinden korkuyorlar. Ve bu yüzden
İslam'ı tehlike olarak görüyor, sunuyor ve İslam topraklarına yerleşmeye çalışıyorlar.
BM Güvenlik konseyine hakim olan güçlü devletlerin (Batılıların), kendi ülkelerinde
insan hak ve özgürlükleri alanında sağladıkları ilerlemeleri üçüncü dünya ülkeleri
ve özellikle İslam ülkeleri için neden yapmayı düşünmediklerini sanırım anlamak
mümkündür. Her şeyden önce Batılılara göre insan haklarının önündeki en büyük engel
İslam dinidir. Ancak bunu açıkça söylemekten çekiniyorlar. Onlara göre Müslümanlar
ancak İslam dinini yozlaştırdıkları takdirde birer uygar insan olabileceklerdir.
Batıda, birçok İslam ülkesinin bir gün Hıristiyan olabileceği umudunu taşıyan insanların
sayısı az değildir. Ama son zamanlarda bu umutlarını yavaş yavaş kaybetmeye başladılar.
Bu yüzden Batı'nın yeni stratejisi İslam'ı tehdit kaynağı olarak algılama, Müslümanları
da terörist kabul etme tezi üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla, özellikle Türkiye'yi
kuşatan bir coğrafyayı etki alanlarında tutmak için var güçleriyle çalışıyorlar.
Öyle görünüyor ki, Batılılar da Müslümanlar da önümüzdeki on yıl içinde ağır sınavlardan
geçeceklerdir.

Öz

"İnsan hakları" sorunu tarih boyunca insanlığın çözüm bekleyen ciddi
sorunlarından biri olmuştur ve hâlâ olmaya devam etmektedir. Ancak, "insan hakları"
dendiğinde neyi anlamamız gerekir? Genel olarak insan hakları deyiminin zihinlerde
uyandırdığı çağrışım insanın sahip olduğu temel hak ve özgürlüklerdir. Başka bir
deyimle, "insanın hakları" dendiğinde ilk akla gelen onun özgürlükleridir. Bu yüzden
denilebilir ki, insanlık tarihi bir özgürlükler mücadelesi tarihidir. İnsanlar tarih
boyunca bireysel ve toplumsal düzeyde inandıkları değerler ve ilkeler doğrultusunda
özgürce yaşamak için her türlü fedakârlığı göze almış ve bu uğurda çeşitli mücadeleler
vermişlerdir. Siyasal iktidarların somutlaşmış simgesel aygıtı olan devletin vatandaşlar
üzerindeki iktidarı ve vatandaşların iktidar karşısındaki konumları her siyasal
sistemde önemli farklılıklar arz eder. Milyonlarca masum insanın ölümüne sebep olan
İkinci Dünya Savaşından sonra insan hakları ve özgürlükler sorunu, devletlerarası
hukuki, ahlaki ve siyasi alanda çok tartışılmıştır. Bu tartışmalar günümüze kadar
artarak devam etmiştir. Ancak şu bir gerçektir ki, konunun insani ve ahlaki boyutundan
ziyade siyasi ve ekonomik boyutu daha çok tartışılmaktadır. Bunun anlamı şudur:
Ellerinde askeri ve ekonomik güç bulunduran bazı devletler insani ve ahlaki amaçlarla
değil, fakat güçlerine güç katmak amacıyla insan hakları ve özgürlükler sorununu
dünya gündeminde tutmaya çalışıyorlar. Bu yüzden insan hakları sorunu hâlâ ciddi
çözüm bekleyen bir sorun olarak karşımızda duruyor.

Anahtar Kelimeler: İnsan hakları, Batı, ABD, işgal, küreselleşme

Abstract

The problem of "human rights" has been one of the most serious problems
of the humanity throughout the history and even today it is a current problem. But
what should we understand in case of "human rights"? Generally speaking, the phrase
of human rights reminds us in our minds the basic rights and liberties of human
being. In other words, "the rights of human being" prompt in the first instance
the liberties of man. Thus, it is not wrong to say that the history of humanity
is the history of the struggle for liberties. People have ventured individually
and socially all kinds of sacrifice in order to be able to live freely according
to the values and principles they believe in and for this sake, they struggled a
lot. The power of the state as the concrete symbolic apparatus of the political
power upon its citizens and the position of the citizens against the state differ
in each political system significantly from each other. After the Second World War,
which caused to annihilation of millions of innocent people, the issue of human
rights and liberties has been debated in international law, ethics and politics
excessively. These debates continue today in an increasing number. But it is very
clear that the economic and political dimensions of this issue have been debated
more than humane and ethical dimensions. This means: Some states who possess military
and economic power try to put the issue of human rights and liberties on the world
agenda in order to increase their power rather than humane and ethical reasons.
For this reason, the issue of human rights stays even today as one of the most serious
problem to be solved by the human being.

Key Words: Human rights, West, USA, occupation, globalization

Dipnotlar

1. Yunus, 10/19.

2. Nisa, 4/11.

3. İsra, 17/70.

4. Suyuti, Camiü's-Sağir.

5. Veda Hutbesi.

6. Hasan Hanefi, Hasan Hanefiyle Söyleşi, Hayri Kırbaşoğlu, İslamiyat, Ankara,
2003.

7. Kadir Efeler, God-Frather Devlet Anlayışı, Sivil Toplum, Sayı: 3, 2003.

8. Ahmet Arabacı, Küresel Toplum Ağlarına Doğru, Sivil Toplum, Sayı: 3, 2003.

9. Sünuhat, a.y.

10. Sünuhat, a.y.

11. Sünuhat, s. 58.

12. Sünuhat, s. 6o.

13. Yusuf Kaplan, Yeni Şafak, 31 Mart 2003.