The Origins of Right in Islamic Law
A. Hak Kavramı
1. Sözlük Anlamı:
Sözlükte, "gerçek, sâbit ve doğru olmak (sübût), gerekmek (vücûb); bir şeyi gerçekleştirmek;
bir şeye yakînen muttali olmak" anlamlarında masdar ve "gerçek, sâbit, doğru, varlığı
kesin olan şey" anlamlarında isim olarak kullanılan hak kelimesi (çoğulu hukûk)
genellikle bâtılın zıddı olarak gösterilir.1
Kur'ân-ı Kerîm'de hak kelimesi, Allah,2 Kur'an,3 İslâm,4 adalet,5 tevhîd,6 doğruluk,
gerçeklik,7 gerekli olma,8 bâtılın zıddı, bizzat hakkın kendisi,9 mal,10 pay, hisse,
nasib;11 ism-i tafdil olan "ehakku" kelimesi ise "daha layık"12 mânalarında kullanılmıştır.
Râgıb el-İsfahânî, hakkın asıl mânasının "mutabakat ve muvafakat" olduğunu belirttikten
sonra âyetlerden örnekler vererek hakkın başlıca dört anlama geldiğini belirtir:
a) Bir şeyi hikmetin gereğine uygun olarak icad eden; bundan dolayı hak, Allah'ın
bir ismi veya sıfatı sayılmıştır. b) Hikmetin gereğine uygun olarak yapılan iş;
Allah'ın bütün fiilleri bu anlamda haktır. c) Bir şeye aslına uygun ve doğru olarak
inanma, bu şekilde kazanılmış inanç, bilgi. d) Gerektiği şekilde, gerekli ölçüde
ve gereken zamanda meydana gelen iş.13
İslâm düşüncesinde hak kavramı genellikle "dış dünyada gerçekten mevcut olan,
mevcudiyeti sâbit ve devamlı olan varlık, gerçeğe uygun bilgi, hüküm, söz" anlamında
kullanılır.14
2. Tanımı:
Bir fıkıh terimi olarak hak kavramı, doktrin ve uygulama yönüyle İslâm hukukunun
temel kavramlarından, fıkıh literatüründe de en çok kullanılan mefhumlardan olmakla
birlikte, kelimenin İslâm hukukunda kazandığı terim anlamını netleştirmek oldukça
zordur. Bunun birinci sebebi, hakkın fıkıhtaki kullanımının, kelimenin sözlükte
ve örfte taşıdığı anlam çeşitliliği ve muhteva zenginliğiyle yakın bağlantısının
bulunması, ikinci sebebi de hakkın fıkıh usûlünde ve fürû-i fıkhın çeşitli alt dallarında
terim anlamları kazanmış olmasıdır. Bundan dolayı bütün fıkıh alanları için geçerli
bir hak tanımının yapılması mümkün görünmemektedir.15 Bununla birlikte sözlük anlamıyla
fıkıh literatürüne yansıdığı anlamları dikkate aldığımızda tam olarak "efrâdını
câmi" nitelikte olmasa bile genel olarak bir hak tanımından söz etmek mümkün olabilmektedir.
Sözlükte "sübût ve vücûb" anlamına geldiği dikkate alındığında "hakk"ın, dinin ve
hukuk düzeninin tanıdığı "yetki ve ayrıcalık" anlamı etrafında bir muhteva kazandığı
ve terimleştiği söylenebilir. Hak kelimesinin kökünde "mutabakat" anlamının bulunması
ise, hak ile hak sahibi arasında doğru, gerekli, âdil ve hikmetin gereğine uygun
bir ilişkinin bulunduğunu gösterir. Yine bu ilişki bir nasip ve bir pay ilişkisidir
ki, hak sahibi bu hisseye meşru biçimde sahip olmaktadır.
Eski âlimler daha ziyâde hakkın sözlükteki mânaları ile yetinirken, günümüz İslâm
hukukçuları onun tanımı üzerinde özenle durmuşlardır. Bu çabalar ortak bir tanım
etrafında birleşmeyi netice vermemekle birlikte, tanımların genel olarak birbirine
benzediği görülmektedir.16 Biz bu tanımlardan yola çıkarak hakkı şöyle tarif edebiliriz:
"Belli bir menfaati gerçekleştirmek için hukuk düzeninin bir yetki olarak tanıdığı
âidiyettir."
3. Hakkın Özellikleri:
Yukarıdaki tanımdan hareketle hakkın özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür.
a. Hakkın tanımındaki âidiyet (ihtisas) kavramı, bir avantaj ve ayrıcalığı ifade
ederken başkasının onu sahiplenmesinin ya da ona tecavüzünün de engellendiğini ortaya
koyar.
b. Bu âidiyet, şâri' ve hukuk düzenince tanınmış bir yetki olmalıdır. Meselâ
gâsıb ve hırsızın elindeki mal üzerindeki fiilî durumları, kendilerine tanınmış
bir âidiyet değildir ve zilyedi bulundukları mal üzerinde hakları yoktur, dolayısıyla
gasbedilmiş ve çalınmış mal üzerinde tasarrufta bulunamazlar.
c. Hak sahibi kendisine verilen yetkiyi hukuk düzeninin tanıdığı sınırlar içinde
kullanmalıdır. Zira hak sahibi sadece bu çerçevede tasarrufta bulunmaya yetkilidir.
d. Netice itibariyle hak, şâri'in onu tanımasıyla ortaya çıkar. Şâri' bir hakkı
kendi adına tanıyabileceği gibi, başkası adına da tanıyabilir. Dolayısıyla hakkın
sahibi, Allah olabileceği gibi hakikî ve hükmî şahıslar da olabilir: Hatta bu anlamda
hayvanların, bitkilerin ve doğanın da hak sahibi olduğundan söz etmek mümkündür.
Çünkü hak kavramında ağırlıklı unsur, bunun hak olarak tanınmasıdır. Hakkın kullanılması
ve kullanılırken irade gibi unsurların araya girmesi ikinci, üçüncü… derecede önemli
olan unsurlardır. Gerek beşerî hukukta ve gerek İslâm hukukunda insan merkezli haklardan
söz edildiği için, hayvan hakları ve doğa hakları ayrı başlıklar altında incelenmez.
Bununla birlikte fıkıh kitaplarında hayvanların ve doğanın onlara zarar vermeyecek
biçimde kullanılmaları, israf edilmemeleri ve acı çektirilmemeleri gibi hususlarda
oldukça önemli bilgiler mevcuttur. Dolayısıyla İslâm hukukunda hayvanların ve doğanın
kullanımında önemli prensiplerin geliştirildiğinden söz etmek mümkündür.
e. Hak, bizzat gaye değil, gayenin gerçekleştirilmesi için bir vasıtadır. Hakkın
gayesi, menfaatin gerçekleştirilmesidir. Hak, menfaatin gerçekleştirilmesi için
vasıta kabilindendir.
f. Menfaat, hakkın gayesidir. Ancak birçok sefer sebep müsebbeb makamına konulduğu
gibi, burada vasıta gaye makamına konduğundan, hakkın bizatihi menfaatten ibaret
olduğu ifade edilir. Nitekim bu husus en açık şekilde hakkın konusunda ortaya çıkar.
Gerek beşerî hukukta, gerek İslam hukukunda hakkın konusunun menfaat olduğundan
söz edilir. Halbuki tanıma göre hakkın konusunun yetki olması gerekirdi. Yetki,
menfaat üzerinde kullanıldığı için netice itibariyle menfaat, hakkın konusu sayılmıştır.
g. Hak sahibine verilen yetki, bir şey üzerindeki yetki şeklinde tezahür ettiği
gibi, ilgili şahıstan bir şeyi yerine getirmeyi talep şeklinde de ortaya çıkabilir.
h. Edâ, bazen bir şeyin yapılması şeklinde olabileceği gibi (icâbî), bir şeyi
yapmaktan kaçınma şeklinde de (selbî) olabilir. Bu sebeple tanım -ibadetler, cezalar
gibi- Allah haklarını kapsadığı gibi aynî ve şahsî olmak üzere şahıs haklarının
da kapsamaktadır.17
B. Batı Hukukunda Hak
Batı hukukunda hakkın bir esasının bulunup bulunmadığı tartışılmış, hakkın bir
esası bulunduğunu kabul edenler olduğu gibi reddedenler de olmuştur. Hakkın bir
esasının bulunduğunu kabul edenler onu ya irade veya menfaat kuramı ile izah etmeye
çalışmışlardır. Bazıları da bu iki kuramı birleştirerek karma bir kuram meydana
getirmişlerdir.
İrade kuramına göre hak, hukuk düzeni tarafından bir kişi lehine bahşedilen irade
kudret veya hâkimiyetidir. Bu irade, kudret veya hâkimiyeti, kendisine karşı olan
iradeleri, kendi hareket tarzını kabule zorlamak veya yeni bir hukuksal durum yaratmak
yetkisiyle donatılmış bulunmaktadır. Fert, hukuk düzenince tayin edilmiş olan sınırlar
içinde hareket ettiği sürece, onun iradesi devletçe korunur ve böylece korunmuş
olan irade, hak niteliğini kazanmış olur.
Menfaat kuramına göre hak, hukuk düzenince korunan menfaattir, şeklinde tanımlanmıştır.
Hangi menfaatlerin korunmaya değer olduğunu pozitif hukuk düzeni belli eder. Bu
kuram insandan başka varlıkların da hak sahibi olabileceklerini kabul eder.
Karma kurama göre hak, insana, sahibi bulunduğu menfaati korumak üzere tanınmış
olan irade kudretidir, şeklinde tanımlanmıştır. Bu kuram yandaşlarına göre, hakkı
vücuda getiren menfaatle iradenin aynı kişide toplanmasına lüzum yoktur. Çocuk ve
delilerde olduğu gibi, iradesi sakat olanların menfaatleri kanunun verdiği yetkiye
dayanarak onlar adına hareket eden kimselerin iradeleri ile gerçekleştirilir.18
Hakkın esası konusundaki görüşler ne olursa olsun, hakkın meşruiyeti konusunda
bütün hukukçuların birleştiği ortak bir nokta vardır: O da hakkın hukuk düzeni tarafından
bahşedilmiş olmasıdır. Buna göre beşerî hukukta hakkın menşei hukuk düzenidir. Yani
ancak devletin hak olarak tanıdığı şey, hak olabilir.
C. İslâm Hukukunda Hakkın Menşei
Hakkın menşei kavramı, hakkın dayandığı temel unsuru, özellikle hakkın meşruiyet
temelini ifade eder. Bazen menşe kavramı yerine bunun Türkçe karşılığı olan kaynak
kelimesi kullanılmakla birlikte, bu kelime daha çok hakkın (borcun) varlık sebepleri
anlamında kullanılmaktadır ki, bu anlamda kaynak kavramı, borç nazariyesine bağlı
olarak mevcut hukuk doktrin ve düzeniyle yakından ilgilidir.
Hak tanımındaki "hukuk düzeni" ifadesi İslâm hukukunda hakkın menşei konusunda
bize bir ipucu vermektedir. İslâm hukukunda hukuk düzeninin temel kaynağı vahiy
ve kanun koyucu da Allah olduğu için hakkın menşei de Allah'tır. Her şeyin sahibi
ve maliki, tasarrufu elinde bulunduran zat Allah olduğuna göre, hakkın kaynağı da
Allah olması gerekir. Çünkü bir şeyi ancak ona sahip ve malik olan verebilir. Kur'an-ı
Kerîm'in ifadesine göre yerlerin ve göklerin mülkiyeti Allah'a aittir.19 Herkes
O'na dönecektir20 ve bundan sonra tek söz sahibi O'dur.21
Göklerin ve yeryüzünün düzenini sağlayan O Allah, "Hakk"ın ta kendisidir.22 "Hüküm
yalnız Allah'ındır."23 "…Hüküm ancak Allah'ındır. O hakkı anlatır ve O, doğru hüküm
verenlerin en hayırlısıdır."24 "Yoksa insanlar cahiliye devri hükmünü mü arıyorlar?
İyi anlayan bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim vardır?"25 "…Allah
(dilediği gibi) hükmeder, O'nun hükmünü bozacak kimse yoktur. Ve O, hesabı çabuk
görendir."26
İslâm hukukuna göre şâri, Allah'tır ve Allah'ın hükümleri de Kur'an'dan öğrenilecektir.
Kur'an esas itibariyle bir hidayet kitabı olup, hukuk kitabı değildir. Ancak Kur'an'da
hüküm ifade eden bazı âyetler vardır ki, bunların da sayısı 300 dolayındadır. Bu
âyetlerin de büyük çoğunluğu, meselâ "adaletli olunuz…" gibi genel hüküm ifade eder.
Dolayısıyla bu tür âyetlerden belli bir konuda nasıl davranılması gerektiği herkes
tarafından doğru olarak çıkarılamaz. Âyetler sınırlı, olaylar sınırsız olduğuna
göre, her olay hakkında Allah'ın hükmü nasıl öğrenilecektir? İşte burada nübüvvet
müessesesi devreye giriyor. Çünkü Allah, Hz. Peygamber'e de hüküm verme yetkisi
veriyor ve peygamberine olan itaati kendisine yapılan itaat gibi telakki ediyor:
"Peygamber'e itaat eden Allah'a itaat etmiş olur."27 Hz. Peygamber'e hüküm verme
yetkisinin verildiğini en açık bir şekilde şu âyetler ortaya koyar: "Allah ve Resûlü
bir şeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına, işlerinde artık başka yolu seçmek
yaraşmaz."28 "Allah ve Peygamberine iman eden mü'minler, Peygamber'le birlikte bir
işe karar vermek için toplandıklarında, O'ndan izin almaksızın gitmezler."29
Hz. Peygamber'in Kur'an hükümleri karşısında temel görevi beyandır. Kur'an'da
namaz kılınması, zekât verilmesi, oruç tutulması ve hacca gidilmesi emredilir, fakat
bu ibadetlerin nasıl yapılacağı hakkında çok az bilgi sunulur. İşte bu ibadetlerin
nasıl yerine getirileceğini, diğer emir ve nehiylerin şümûlünün ne olduğunu Hz.
Peygamber ortaya koyacaktır. İkinci olarak Hz. Peygamber, hakkında Allah'ın hükmü
bulunmayan bir konuda müstakil olarak hüküm verme yetkisine de sahip bulunmaktadır.
Bu anlamda gerçek şari Allah olmakla birlikte Hz. Peygamber de ikinci derecede şâri
sayılmaktadır. Dolayısıyla Kur'an ve Sünnet, İslâm hukukunun menşe anlamındaki kaynaklarını
teşkil ederler.
Sünnet hükümleri Kur'an hükümlerine nisbetle daha çok olsa bile, netice itibariyle
onlar da sınırlıdır. Sınırlı olan Sünnet hükümlerinden kıyamete kadar cereyan edecek
olan sınırsız olayların cevaplarını bulmak pek mümkün görünmemektedir. İşte burada
da iki yetki ortaya çıkmaktadır: Birincisi ulü'l-emrin emir verme, ikincisi ise
müçtehidlerin içtihad etme yetkisi.
Ulü'l-emrin emir verme yetkisi Allah tarafından kendilerine tanınmış bir haktır.
"Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine (ulü'l-emr) itaat
edin."30 âyetine göre ulü'l-emr emir verme yetkisine sahip olsa bile gerçek anlamda
şari sayılmaz. Çünkü ulü'l-emr herhangi bir şeyi helal veya haram kılma yetkisine
sahip değildir. Helal ve haram kılma yetkisi Allah'a aittir. Konuyla ilgili bazı
âyetler şöyledir:
"…Allah'ın kendilerine verdiği rızkı, Allah'a iftira ederek (kadınlara) haram
kılanlar, muhakkak ki ziyana uğramışlardır…"31
"De ki: Allah'ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı?
De ki: Onlar, dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde mü'minlerindir. İşte bilen
bir topluluk için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz."32
"Kendilerine Kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve
Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle,
küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın."33 Bu âyette Allah'ın yanında
Hz. Peygamber'in de haram kılma yetkisine sahip olduğu ifade edilmektedir.
Ulü'l-emr, Allah'ın haram kıldığını helal, helal kıldığını haram kılamaz. Onların
emir verme yetkisi bu ikisi arasında kalan konularla ilgilidir. Yani onlar insanlar
için mübah sayılan hususlarda emir verme yetkisine sahiptirler. Ancak bazen helal
ve haram sahalarında yetkilerini kullanabilirler. Bunun temel gerekçesi dini muhafaza
siyaseti ve kamu yararıdır. Bu hususta iki örnek sunmak istiyoruz:
Hz. Huzeyfe Medâin'de Yahudi bir kadınla evlenmişti. Hz. Ömer O'na kadını bırakmasını
yazmış; fakat Huzeyfe bu emirden memnun olmayarak bir Emîr olarak Hz. Ömer'in Cenâb-ı
Allah'ın helal kıldığı bir şeye müdahale hakkı olmayacağını hatırlatırcasına kendisine
"Bu evlilik haram mıdır?" diye sormuştu. Bunun üzerine Hz. Ömer bir hayli sinirlenmiş
ve şöyle cevap vermişti: "Bu mektubumu elinden bırakmadan o kadına yol vermeni kesin
olarak istiyorum; çünkü Müslümanların da sana uyarak, güzelliklerinden dolayı zimmî
kadınlarla evlenmeyi tercih etmelerinden korkuyorum; bu Müslüman kadınlar için bir
felâket olur."34
İmam Muhammed bunu naklettikten sonra: "Biz de bunu kabul ediyoruz, mezkûr evliliğe
haram demiyoruz, fakat Müslüman kadınların, onlara tercih edilmeleri gerekir kanâatindeyiz"
demiştir.35
Hz. Peygamber, "Sizden izin istediklerinde kadınlarınızın mescidlere gitmelerine
engel olmayın"36 buyurarak kadınların camilere gitmelerine izin vermiş; ancak buralara,
dikkati çekecek derecede güzel giyim ve koku ile gelmemelerini istemiştir.37 Zamanla
cemiyetin ahlakı değişmiş, kadınlar da bu şartlara dikkat etmez hale gelmişlerdi.
İşte böyle bir zamanla ilgili olarak Hz. Âişe şöyle bir değerlendirmede bulunuyor:
"Resûlüllah, kadınların kendisinden sonra neler yaptıklarını görmüş olsaydı, onları
mescide gitmekten menederdi."38
"Eğer Resûlüllah, kadınların bugün moda haline getirdikleri (giyim ve ziyneti)
görseydi, İsrailoğullarının kadınlarının menedildiği gibi o da bunları câmiye gitmekten
menederdi."39 Bu sözleriyle Hz. Âişe, Hz. Peygamber zamanında kadınların mescide
çıkma şartlarının değiştiğini ve bu yeni şartlara göre camiye çıkmamaları gerektiğini
ileri sürmüştür. Hz. Âişe kadınların mescidlere gitmelerini haram kılmamış, fakat
fitne sebebiyle bunun yasaklanması gerektiği kanaatine sahip olmuştur. Hz. Âişe'nin
bu içtihadına dayanarak ulü'l-emr, kadınları mescidlere gitmekten menedebilir. Ancak
bu bir haram kılma ameliyesi olmayıp, dinî siyaset gereğince yapılan bir uygulamadır.
Müctehidlerin yetkisi, içtihad etmektir. İçtihad etmek, helal ve haram kılma
ameliyesi olmayıp, herhangi bir olayla ilgili hükmü şer'î delillere dayanarak açıklamak
demektir. Yani müçtehidler hüküm koymazlar, Kur'an ve Sünnet'te çok açık olmayan
hükmü çıkarıp beyan ederler. Usûl-i Fıkıh'ta kullanılan kıyas ve istihsan (nassa
dayananlar hariç) gibi deliller menşe' anlamında bir kaynak olmayıp metot anlamında
birer kaynaktırlar. Müçtehidler bu kaynaklar aracılığıyla Kur'an ve Sünnet'teki
hükmü açığa çıkarırlar. Bu anlamda kıyas, müsbit (ispat edici) değil, muzhir (açığa
çıkaran) bir delildir.
Sahabe devrinden itibaren müçtehidler, kendilerini haram ve helal kılıcı bir
yetki ile donatıldıklarını kabul etmemişlerdir. Kitap ve Sünnet'te açık hüküm bulamayınca
re'y içtihadına başvuran Sahâbe, bu yolla elde ettikleri hükümleri, Kitab ve Sünnet'in
naslarıyla sabit hükümlerden ayırmaya titizlikle dikkat etmiş, bu hükümleri, kendi
re'y ve zanlarıyla elde ettiklerini ifade etmiş, gereğinde rucû etme hususunda taassup
göstermemişlerdir.40 İbn Hazm'ın ifadesiyle "Onlardan fetva verenler, sadece böyle
düşündüklerini haber vermek veya sulhu temin etmek için böyle yaparlardı, yoksa
bunları kesin ve herkesin uyması gerekli bir hüküm olarak ortaya koymazlardı."41
İslâm hukukunda hakkın belirleyicisi olarak gerçek şâri, Allah ve Peygamber'i
olmakla birlikte, ulü'l-emre, prensip olarak helalı haram, haramı helal yapmayacak
ölçüde düzenleme hakkı, müçtehidlere de bu iki kaynakta gizli olarak bulunan hükümleri
açığa çıkarma yetkisi verilmiştir. Ancak ulü'l-emr ve müçtehidlerin yaptıkları gerçek
bir teşri olarak değerlendirilmemiştir.
Yine İslâm hukukçuları öteden beri insanın sırf insan olması sebebiyle haklara
sahip bulunduğu veya hakkın menşeinin toplum olduğu tarzında bir açıklama yerine
hakların esasen Allah'ın insanlara bir bağışı ve lütfu olduğunu ifade ederler. Bu
görüş, İslâmî düşünce geleneğinin özünü teşkil eden tevhid inancıyla, varlık-bilgi-değer
sistemleri arasındaki bağlılık ve tutarlılıkla uyum sağladığı gibi şer'î-teklîfî
hükmün usuldeki beşli kategorik ayırımıyla ve bu ayırımın bütün dinî, ahlakî ve
hukukî değer hükümlerini kapsamakta oluşuyla da bütünlük arz eder. İnsanın insan
olması itibariyle bir hakka sahip bulunması veya hakkın menşeinin hukuk düzeni veya
toplum olması görüşleri ancak bu zemin üzerine de ve bu kayıtlar altında ikince
kademede gündeme gelebilir. Nitekim Şâtıbî, ferdin bir hakka sahip oluşuyla değil
şeriatın ferde o hakkı tanımış olmasıyla açıklar ve ferdî haklar olarak nitelendirilebilecek
bütün hakların da esasında bir yönüyle Allah hakkı kapsamında bulunduğunu ifade
eder.42 Bu noktadan hareketle Fethî ed-Dirînî gibi bazı çağdaş İslâm hukukçuları
İslâm şeriatının esasının hak olduğu yerine, hakkın esasının İslâm şeriatı olduğu
fikrini daha doğru bulurlar.43 Bu anlayışın tabiî bir sonucu olarak İslâm hukuk
felsefesinde, hakkın belli bir gaye ve hikmete bağlı olarak Allah tarafından kullara
lütfedildiği ve bağışlandığı, haklarda aslolanın serbestiyet değil, bu anlamda bir
kayıtlılık ve sınırlılık olduğu fikri hakim olmuştur. Diğer bir ifadeyle bu görüş,
hakkın esasında gaye değil, meşrû bir gayeyi gerçekleştirmede vasıta konumunda bulunduğu
ve ancak şâriin yönlendirdiği amaçlar çerçevesinde kullanılmasının doğru olacağı
anlamına gelmektedir. İlâhî iradeye bağlılık ve şâriin gözettiği amaçla kayıtlılık
açısından fert ve toplum hakları arasında da bir fark gözetilmez. Hakkın menşeiyle
ilgili bu bakış açısı, aynı zamanda ferdî ve içtimâî hak ve sorumluluklarla temel
hak ve hürriyetlerin meşruiyet zemin ve çerçevesini de belirler.44
Sonuç olarak, İslâm hukuk düşüncesinde hak, ister öncelikli olarak ferdin yararına
taalluk eden özel bir hak (kul hakkı), ister toplum yararının baskın bulunduğu umuma
ait bir hak (Allah hakkı) olsun, varlığı ve meşruiyeti temelde şer'î hükme bağlıdır.
Şer'i hükmün temel kaynakları da Kur'an ve Sünnet'tir. Birinci derecede gerçek şâri
insanı yaratan ve insandan daha iyi bilen Allah, ikinci derecede ise Hz. Peygamber'dir.
"Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır."45
Öz
İslâm hukuk düşüncesinde hak, ister öncelikli olarak ferdin yararına taalluk
eden özel bir hak (kul hakkı), ister toplum yararının baskın bulunduğu umuma ait
bir hak (Allah hakkı) olsun, varlığı ve meşruiyeti temelde şer'î hükme bağlıdır.
Şer'i hükmün temel kaynakları da Kur'an ve Sünnet'tir. Birinci derecede gerçek şâri
insanı yaratan ve insandan daha iyi bilen Allah, ikinci derecede ise Hz. Peygamber'dir.
İslam hukukuna göre "hakk"ın menşeinin incelendiği bu çalışmada öncelikle hak
kavramının tanımları üzerinde durulmakta ve "hakk"ın özellikleri maddeler halinde
sıralanmaktadır. Devamında bu kavramın Batı hukukunda nasıl ele alındığı kısaca
gözler önüne serilmektedir. İslâm hukukunda hakkın menşei konusunun ele alındığı
son bölümde ise, İslâm hukukunda hukuk düzeninin temel kaynağının vahiy; kanun koyucunun
da Allah olduğu çeşitli örneklerle ortaya konulmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Hak, hukuk, şari, Kur'an, sünnet, ictihad, ulü'l-emr
Abstract
The existence and legitimacy of right depends in Islamic judicial thought basically
on the Islamic judicial judgment. On this occasion, it doesn't matter whether this
right is an individual right for the benefit of a person (slave's right); or it
is for the sake of common people (God's right). The fundamental sources of the Islamic
judgment are Qur'an and Sunnah. The primary and ultimate lawmaker is God who creates
human being and knows his features better than themselves. The Prophet is the secondary
lawmaker.
This article examines the origins of "right" according to the Islamic law. At
the beginning, it discusses many definitions of this concept and lists its features
in entries. Then, the definition of the same concept in the Western law is studied.
The last part discusses the source of the right in the Islamic law, in which the
author clarifies that the basic source of the law in Islam is revelation; and the
ultimate lawgiver is God with many examples.
Key Words: Right, law, lawmaker, Qur'an, Sunnah, judicial judgment, ruler
Dipnotlar
1. İbn Manzûr, Lisârü'l-Arab, "h-k-k" md., (Bulak 1299-1308), XI, 332-342; Mustafa
Çağrıcı, 'Hak", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), XV, 137.
2. Mü'minûn 23/71.
3. Zuhruf 43/30.
4. İsrâ 17/81.
5. Sa'd 38/22.
6. Saffât 37/37.
7. Yunus 10/4.
8. Ahkâf 46/18.
9. Hacc 22/62.
10. Bakara 2/282.
11. Meâric 70/24.
12. Bakara 2/247.
13. Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, " h-k-k" md., (İstanbul 1986), s. 179-180.
14. Çağrıcı, 'Hak", DİA, XV, 138.
15. Ali Bardakoğlu, "Hak-Fıkıh", DİA, XV, 139.
16. Bu tanımlar için bk. Saffet Köse, İslâm Hukukunda Hakkın Kötüye Kullanılması,
(İstanbul 19977), s. 30-33.
17. Köse, İslâm Hukukunda Hakkın Kötüye Kullanılması, s. 34.
18. Necip Bilge, Hukuk Başlangıcı, (Ankara 1987), 201-202.
19. İbrahim 14/2; Nahl 16/52; Meryem 19/65; Tâha 20//6; Enbiyâ 21/19, 56; Hacc
22/64…
20. Bakara 2/156; Âl-i İmrân 3/55; Mâide 5/48, 105; En'âm 6/60; Enbiyâ 21/93…
21. Fâtiha 1/4; İnfitâr 82/19.
22. Mü'minûn 23/71.
23. En'âm 6/62; Yusuf 12/40, 67.
24. En'âm 6/57.
25. Mâide 5/50.
26. Ra'd 13/41.
27. Nisa 4/80.
28. Ahzâb 33/36.
29. Nûr 24/62.
30. Nisa 4/59.
31. En'âm 6/140.
32. A'râf 7/32.
33. Tevbe 9/29.
34. Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, (Beyrut 1985), III, 323; H. Karaman, İslâm Hukukunda
İctihad, (Ankara 1985), s.73.
35. Karaman, İslâm Hukukunda İçtihad, s. 74, (Muhammed b. el-Haseni'ş-Şeybanî,
K. el-Âsâr, Envâr-ı Muhammedî, Lüknew-Hind, ts., s. 73-74'ten naklen).
36. Buhârî, Nikâh 116; Müslim, Salât 30.
37. Müslim, Salât 30, H. No: 141 (443), 142.
38. Müslim, Salât 30; Ebû Dâvud, Salât 54; Tirmizî, Salât 388.
39. Müslim, Salât 30, H. No: 144 (445).
40. Karaman, İslâm Hukukunda İçtihad, s. 59.
41. İbn Hazm, el-İhkâm fi usûli'l-ahkâm, (Mısır, ts.), s. 778; Karaman, İslâm
Hukukunda İçtihad, s. 59.
42. Şâtıbî, el-Muvâfakât, (Kahire, ts.), II, 316.
43. Fethî ed-Dirînî, el-Hak ve medâ sultânü'd-devle fî takyîdih, (Beyrut 1404/1984),
s.71.
44. Bardakoğlu, "Hak-Fıkıh", DİA, XV, 142.
45. Mülk 67/14.