Tyranny According to the old Said

Yüzyıllar boyu din, her şeyimizi tanzim eden bir unsur olmuştur.
Dinin içinde insan hayatını tanzim için ihtiyaç olan her şey, haram-helal, hukuk
vardır. Dinin pratik hayatta uygulayıcısı Hz. Muhammed’dir (a.s.m.). O zaman
insanların yaşadığı, günlük hayattaki dinin yanında bir de devlet meselesi söz
konusudur. Üstad Hazretleri dini genel manasında almıştır. Yani hem ferdin şahsi
hayatının tanzim edicisi olarak, hem de sosyal meselelere çare olarak. Ama sair
ulema dinin belirli yönlerini ele almışlardır.

Eskiden medreselerde bir âlim her türlü ilmi okuyor ve
okutuyordu. Ama ilimler geliştikçe kelam, tefsir, fıkıh gibi bölümlere
ayrılmıştır. Üstad Hazretleri Peygamber Efendimizden 1300 sene sonra gelmiştir.
Üstadın yetiştiği tarihlerde, her ne kadar organları tam olarak işlemese de bir
devlet söz konusudur. Bu devlet, zamanında tüm dünyaya hükmetmiştir. Dünyanın en
büyük imparatorluklarından birini kurmuştur. Selçuklular, Osmanlı, yüzyıllar
boyunca büyük bir ihtişamla yaşamışlardır. 19. yüzyılda ciddi bir çöküntü
başlamıştır. O eski şaşaa ve debdebeden eser kalmamıştır. Osmanlı artık
Avrupa’nın hasta adamıdır. Her an ölümle burun buruna yaşamaktadır. Bir
inkıraza, dağılmaya doğru gitmektedir. Bu arada Avrupa büyük bir mesafe
almıştır. Osmanlı çağa ayak uydurmada çok gerilerde olduğunu anlamakta
gecikmiştir. İlimler ve fenler gelişmiş, Osmanlı bunlara bigane kalmıştır.

Bu arada dünyada hürriyet hareketleri de başlamıştır. Meşruti
hareketler gelişmiş, yaygınlaşmıştır. Artık krallıklar, padişahlıklar tutunamaz
olmuşlardır. Tüm çabalara karşılık Osmanlı da bu gelişmelere kayıtsız kalamamış,
kendisini el yordamıyla da olsa geliştirmeye, modernleştirmeye çalışmıştır. Bu
rüzgâr, bu fırtına tüm dünyayı etkilediği gibi Osmanlı’yı da etkisi altına
alacaktır. Ama hiç kimse kendi elindeki gücü bırakmak istemediği gibi, mevcut
otorite de elindeki gücü bırakmamak için ölümüne direnmiştir.

Üstad bu gelişmeleri gazeteler vasıtasıyla takip etmiştir.
Gençlik yıllarında, Van’da, vali Tahir Paşa’nın konağı gibi mahfillerde
meşrutiyet, cumhuriyet, hürriyet fikirlerini tahlil etmiştir. Bu değerler, zaten
dinimizin 1400 sene önce getirdiği değerlerdir. Said Nursi Batı’dan gelen
sistemlerin teferruatta değil, ama özde İslam’ın malı olduğunu düşünür. Aslında
Osmanlı Devleti’nin, Asr-ı Saadet’te uygulanan devlet modeli ile aynı olmadığını
görmüştür. Osmanlı’nın ilerleyebilmesi, insanların dünya ve ahiret saadetleri
için Asr-ı Saadet manasında bir İslamî sisteme ihtiyaç olduğunu düşünür. Asr-ı
Saadet modelinin bu asra taşınılıp hürriyetlerin genişletilmesi gerektiğini
söyler. Bu arada zamanın gereği olarak padişahlığı da reddetmez, “Sen gene orada
padişah olarak dur, ancak meclisi aç, seçim sistemini getir” der.

Eskiden idare daha basitti ve daha az insanla devlet idare
edilirdi. Ancak şimdi meseleler genişlemiş, yeni yeni müesseseler doğmuştur.
Onun için devlet, bir insanın veya birkaç insanın görüşüyle, gücüyle idare
edilemez hale gelmiştir. Devlet idaresi, ancak milletin kalbi hükmünde olan
“meclis-i mebusan”la mümkün olabilir.

Said Nursi evvela meşrutiyeti alkışlar, şeriat adına alkışlar.
Dine karşı olmadığını, dinin bu sistemi kabul edeceğini söyler. Çünkü bu
değerler bizim değerlerimiz, malımızdır. Avrupa’nın dininde, kitabında meşruti
değerler yoktur. Hatta başta papazlar, krallıklar bu sisteme karşı çıkmış;
birçok insan ölmüştür. Ama sonunda onlar bu sisteme bakıp, beğenmişler ve insanî
bir rejim olduğuna karar vererek bunu almışlardır. Böylece meşruti hükümetler
kurulmuş, cumhuriyet hükümetleri halk iradesiyle seçilmeye başlanmıştır.

Said Nursi seçimle iş başına gelen bir meclisin şer’i olduğunu,
dört hak mezhebe göre ilmen, zımnen, işareten, alenen ispat etmeye hazır
olduğunu söyler. Meşrutiyet Batı’dan geldiği için ve yıllardır padişahlığa
alışıldığı için halk soğuk bakmıştır. Sanki meşrutiyet gelirse halifelik
kalkacak, din elden gidecek gibi algılanmıştır. Bediüzzaman, meşruti sistemi
öncelikli olarak halkın anlaması gerektiğini düşünerek insanları aydınlatmak
için yollara düşmüştür. Doğu’da dolaşarak aşiretlere meşrutiyeti anlatmıştır. Bu
tavır çok önemlidir ve benzersizdir. Çünkü hürriyet kahramanlarının birçoğu
meydanlarda nutuklar atarak, gazetelerde yazılar yazarak meşrutiyetin
kurulabileceğini düşünmüşlerdir. Oysa hürriyet, istibdattan kurtulma, meclis
gibi konular öncelikli olarak insanların kafalarında şekillenmesi gereken
unsurlardır. Bu bakımdan Bediüzzaman halkın seviyesine inerek, onların
anlayabilecekleri bir tarzda hürriyeti, meşrutiyeti anlatmış, bunları Münazarat
isimli eserinde kitaplaştırmıştır.

Bu eserinde Bediüzzaman, “Osmanlı neden çöküyor? Hastalık ne?”
gibi sorulara cevap aramıştır. Ona göre bu hastalığın tedavisi için hürriyet,
meşrutiyet lazımdır. Üstad bu dönemde ilk defa gayrimüslimler ile irtibattan
bahseder. Onlarla münasebetlerin kurulması gerektiğini söyler. Hatta Ermenilerle
iyi geçinmenin her iki milletin de menfaatine olduğunu ifade eder. Bu noktada
“Yahudi ve Nasarayı dost edinmeyiniz” ayetini de alışılmışın dışında yorumlar.

Bu ayetin, “zaman” faktörü dikkate alınarak yorumlanması
gerektiğini belirtir. Delil olarak, “Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar
etse, itiraz olunmaz” düsturunu ifade eder. Ayrıca ayetin hükmünün, Yahudilik ve
Hıristiyanlığı kapsadığını; sıfatlarının bu hükmün kapsamı içinde olmadığını
belirtir. Bir kişinin ise, ancak sıfatları veya sanatı yüzünden sevilebileceğini
söyleyerek devam eder.

Bir Yahudi ya da Hıristiyan’ın muhabbete değer birçok sıfatı
bulunabileceğini, herhangi bir sanatta mahir olabileceğini, dolayısıyla onlarla
dostluğun bu sıfatları ve sanatları bakımından söz konusu olduğunu vurgular.

“Her bir Müslüman’ın her bir sıfatının Müslüman olması lazım
olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatlarının kâfir olması
lâzım gelmez” diyerek, “Müslüman olan bir sanat veya sıfatı beğenerek almak
neden caiz olmasın?” diye sorar. Ardından, “Ehl-i kitaptan bir haremin olsa
elbette seveceksin” tespiti ile hayatı konuşturur.

Bediüzzaman Münazarat’ta dejenerasyona uğrayan dini kurumları
ameliyat masasına yatırır. Çünkü bunların hepsi bozulmuş, asliyetlerini
kaybetmişlerdir. Bunların yenilenmesi lazımdır.

Münazarat’ta Üstad’a birçok sorular sorulmaktadır: “İstibdat
nedir, hürriyet nedir? Gayrimüslimler bizi geçti, biz ne yapacağız? Kafire niye
kafir demeyeceğiz?” gibi… Üstad bunları halka büyük bir sabırla anlatmıştır.

Bediüzzaman’ın o dönemde bir de havassa yazmış olduğu Muhakemat
adlı eseri vardır. Çöküntü en önce havastan başlamıştır. Öncelikle devleti,
milleti, Osmanlı’yı ayakta tutabilmek için mutlaka meşrutiyet lazımdır. İkinci
olarak mutlaka medreselerin ıslahı gereklidir. Medreseler artık alet ilimlerinde
o kadar yoğunlaşmışlardır ki, kendilerinden beklenilenleri veremez hale
gelmişlerdir. Bu arada medreselerde fen ilimlerine karşı bir tavır alınmıştır.
Bunun üzerine Üstad hazretleri bu tavrı düzeltmenin tek yolunun eğitimden
geçtiğini düşünür. Bir değişim, bir reform lazımdır. Bediüzzaman’ın hayalindeki
proje Medresetü’z Zehra’dır. Burada fen ilimleriyle din ilimleri beraber
okutulacaktır.

Toplumda uzun bir süre fen ilimlerine karşı bir reaksiyon
olmuştur. Bu arada ülkede taassup çok yaygındır ve bazı güç sahipleri hürriyet
ve meşrutiyet ile ellerindeki gücü kaybetme endişesine düşmüşlerdir.

Bediüzzaman o dönemde bütün bu güçlerle mücadele etmek zorunda
kalmıştır. İşte bu güçler onu tımarhaneye, olmadı nezarethaneye göndermişlerdir.
O zaman Üstad diyor ki, “her kâfirin her sıfatı küfründen neşet etmesi
gerekmediği gibi her müminin her sıfatı da imanının gereği olmaz. Kâfirde mümin
sıfatı müminde de kâfir sıfatı olabilir. O zaman niye onun mümin olan tarafından
istifade edip almayalım?” Bediüzzaman fenleri almayı da aşıp onları
müminleştiriyor. Yani fenlerin marifetullah olduğunu söylüyor.

Diyor ki, fenler Allah’ın bu kâinatı yaratırken koymuş olduğu
kanunlardır. O zaman bu kâinat bir kitaptır. Kur’an’ın müşahhaslaşmış şeklidir.
Allah bu kâinatı kudret kalemi yazmıştır. Kur’an Allah’ın Kelam sıfatından
geldiği gibi, kâinat da O’nun Kudret sıfatından gelmiştir. O zaman Said Nursi,
bu kitap bu kitaba ters olmaz diyor. İkisini de yazan aynı çünkü, niye ters
olsun. Zaten Resulullah (a.s.m.) da bu kitab-ı kebiri-i kâinatı Kur’an
vasıtasıyla okuyor, anlatıyor. Böylelikle fenler marifetullah olurlar. Bütün
araştırmalar bu kâinat kitabının okunup, içindeki varlıkların incelenmesinden,
tetkikinden meydana gelmiyor mu? Ondan geliyor. Ne varsa, yani Allah’ın
yarattıkları üzerinde yapılan tüm çalışmalar, neticede elde edilen ilimler
Allah’ı tanımaya vesile oluyorlar. Çünkü zaten ilim maluma tabidir.

Bediüzzaman bunu “Aklın nuru fünün-u medeniye vicdanın ziyası
ulum-u diniyedir.” diyerek vecizeleştirmiştir. İkisinin imtizacıyla hakikat
tecelli eder. Ve talebenin himmeti pervaz eder, çift kanatlı olur. Ayrıldığı
zaman sadece fen ilmini okuyanlardan hile ve şüphe doğar. Çünkü o insan her şeyi
ve varlığı Allah’tan koparır ve tabiata verir. Sadece din ilimlerini okuyanlarda
ise taassup meydana gelir. Bu iki grup arasında da devamlı kavga ve gürültü
olur.

Üstadın açmak istediği eğitim kurumunun adını medrese olarak
vermesi de manidardır. Çünkü toplumda 1000 seneden fazladır ilim adamlarının, en
büyük insanlarının yetiştirildiği yerler bu mahallerdir. Üstad burada tekke,
medrese ve mektebi barıştırmaya çalışmıştır. Medreselerin ihmal ettiği fen
ilimlerini mekteple, takva ve ahlakı da tekke ile takviye etmeye çalışmıştır.

Bu arada Said Nursi şeyhliğin gereklerini yerine getirmeyenleri
de şiddetle tenkit eder. Onların bir kısmını “şeyhliğe özenen çocuk”a benzetir
veya kuzu postuna bürünmüş kurt olarak vasıflandırır. Dünyayı elde etmek için
ilmini, şeyhliğini kullananlara karşı Bediüzzaman çok şiddetlidir. Ulemanın ilmi
geçim vasıtası yapmalarına karşılık o zekât, sadaka gibi yardımların hiç birini
almaz. İlmin Allah için olduğunu göstermek maksadıyla yapılan tüm maddi
teklifleri geri çevirir.

Bediüzzaman Tahir Paşa’nın konağında seneler boyunca kalmıştır.
Çünkü Tahir Paşa validir ve bütün dünyaya açıktır. Başkentte çıkan bütün
kitapları, gazeteleri buraya getirttiriyor. Üstad o tarafı, Padişah, Avrupa,
siyaset konularını da bu ortamda görüyor. Olayların fotoğrafını çekiyor. Artık
kendisinin ideallerini gerçekleştirecek mahal İstanbul’dur.

Burada Abdülhamid de Batılı anlamda okullar açmıştır ama Üstad
gibi ilimleri Müslümanlaştıramamıştır. Bu okullardan çıkanlar ya dinsiz ya da
dine lâkayt olmuşlardır. Böyle olunca da ulema karşı çıkmış, mektepli medreseli
kavgası başlamıştır. Hatta ulemanın bir kısmı bu okulları açtığı için Sultan
Abdülhamid’e de düşman olur. Oysa Said Nursi bu konuda da geniş düşünür. Hatta
bu konu o kadar önemlidir ki Bediüzzaman’ın daha sonra geliştireceği Risale-i
Nur hareketinin, “İlimleri Müslümanlaştırma hareketi” olduğunu söylemek
mümkündür. Üstad Hazretleri bu ülke insanına fenlerin nasıl marifetullah
olduğunu, felsefenin nasıl hikmet olabileceğini, bunlarla nasıl Allah’a
ulaşılabileceğini öğreten ilim adamıdır.

Asrımızda büyük ölçüde, insanlar inançlarına karışılmasını
istememektedirler. Bu, “Dinde zorlama yoktur” diyerek insanlara Allah’ın da
verdiği bir haktır. İnsanlar kölelikten çıkıp bugünkü noktaya kadar
gelmişlerdir. İnsanca yaşamak istemektedirler. Bu arada Kapitalizm onları
maddeten köleleştirme peşindedir. Said Nursi insanlığın bu devri de aşarak daha
insani sistemlere kavuşacağını söyler. Bir anlamda Komünizmin şiddeti, insanları
fakirlikte eşit yapması ve devletleri istilası Kapitalizmi de dönüştürmüştür.
Artık çalışan insanların da hakları, sosyal imkânları geliştirilmiş, insanca
yaşamalarına imkân sağlanmaya başlanılmıştır. Bu gelişmeler insanların idare
isteklerini de geliştirmiştir. Fert kendisini bir kralın yönetmesini
istememektedir artık. Kendi kendisini idare etmek, kendi yöneticilerini kendisi
seçmek istemektedir. Cumhuriyet hükümetleri de “Hâkimiyet kayıtsız şartsız
milletindir” demiş, fakat gereğini yapmamış, milli iradeyi yirmi yedi sene yok
saymıştır. Üstad, bu cumhuriyetin istibdat manasında bir cumhuriyet olduğunu
söylemiştir.

Bediüzzaman öte yandan yüzyılların getirdiği bir gelenek olan
Padişahlığın ve saltanatın İslamî olduğu anlayışına da karşı çıkmıştır. Ona göre
İslam padişahlığı, saltanatı getirmemiştir. İslam, o kadar müstebit
krallıkların, büyük imparatorlukların olduğu bir dönemde seçimi getirmiştir.
Hilafet seçim demektir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bile yerine bir halife tayin
etmemiştir. Oysa ümmeti en iyi idare edebilecek şahsı Peygamberimizden (s.a.v)
daha iyi bilebilecek kimse var mıdır? Veya O’nun (s.a.v.) tayin edeceği birine
ümmet hayır der miydi? Peygamberimizin (s.a.v.) bu tavrı saltanat, krallık
istememe tavrıdır. İdarecilerin seçimle gelmesinin önünü açmaktır. Yoksa
ümmetini bu kadar çok seven ve ümmeti ile bu kadar ilgili olan Peygamber
(s.a.v.) de, ümmetinin kendinden sonra idarelerinin seçimle olmasını istemiştir.

Maalesef daha sonra, Hazret-i Muaviye ile bu hilafet saltanata
dönüştürülmüş, babadan oğla geçer bir hale getirilmiştir. Emeviler de, Abbasiler
de, Selçuklular da, Osmanlılar da hep bu şekilde devam etmiştir. Ancak Said
Nursi ısrarla seçim ve meşruti sistemi Asr-ı Saadet’e dayandırarak, onun İslamî
olduğunu söylemektedir. Ebubekir Hazretleri ve ondan sonra gelen üç halife
İslam’ın istediği gibi seçilen gerçek halifelerdir. Ve onlar da kendilerinden
sonra gelecek idarecileri tayin etmemiş, ümmetin seçimine bırakmışlardır.

Bizim kurduğumuz ilk Cumhuriyet bile o dönemlerin çok
gerisindedir. Devleti kuran CHP her şeyin de sahibi olarak görmüştür kendisini.
Zaten Mustafa Kemal ölünceye kadar ülkeyi tek adam olarak idare etmiştir. Onun
her sözü emirdir, kanundur. Seçim sadece gösteriştedir. Yoksa milletvekilleri
CHP tarafından, yani önce Mustafa Kemal, sonra da İnönü tarafından
seçilmişlerdir. Cumhurbaşkanından valilere, kaymakamlara, belediye başkanına
kadar tüm idareciler CHP’lidirler veya sadece CHP’li olanlar o makamlara
getirilmişlerdir. Padişahlık İslamî olmadığı gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin
getirdiği sistem de başlarda hür ve demokratik, dolayısıyla İslamî olamamıştır.
Seçim vardır, ama hür irade, farklı adayların yarışı yoktur. Seçilecek insanlar
önceden bellidir. Asr-ı Saadet’teki günlerce tartışılan “halife kim olsun?”
hürriyeti pek çok cumhuriyetlerde görülemez.

Öte yandan Hz. Ebubekir halife olmuştur ama hiçbir zaman
uygulamada sultan olmamıştır. Keyfine göre hareket etmemiştir. İslam’ın
getirdiği Kur’an, sünnet ve icmaya göre hareket etmiştir. Ayrıca en büyük
sahabeler yıllarca halifelere yardımcı olmuş, müşavirleri olarak vazife
yapmışlardır.

Osmanlı din devleti değildir. Ama dindar insanların hâkim olduğu
bir devlettir. Sultanlar genelde dindar insanlardır. Padişahın dinî işleri
sorduğu, yapacağı faaliyetlerde fetva alacağı bir şeyhülislam makamı vardır, ama
yine de son söz kendisinindir. Bazı şeyhülislamlar padişahın isteklerine karşı
gelebilmiş, onlara doğruyu ve yanlışı açık açık söylemişlerse bile genel olarak
Osmanlı’da şeyhülislamlar padişahlarla olumlu çalışmışlardır. Bediüzzaman bu
noktada dinin siyasete alet edilmesine de karşı çıkar. Din umumun mukaddes
malıdır ve bir partinin, bir zümrenin tekelinde olamaz. Hatta Said Nursi dinî
kurumların ve yetkililerin siyasi otoriteden ayrı olmasını, maaş ve atamalarında
onlara bağlı olmamaları gerektiğini söyler. Özerk olmasını ister. Vakıflar gibi
bir takım gelirlerle kendi içinde ilmi prensiplere göre yapılanmasını ister, ta
ki siyaset ve istibdat ona ilişemesin. Ancak böyle bir din adamı her türlü
otoriteye karşı hakkı, doğruyu söyleyebilir.

Ayrıca bir insanın dinini yaşaması için İslamî bir devletin
olması da şart değildir. Hürriyetçi ve serbestiyetçi bir devlet olsun yeter. Biz
kendi dinimizi kendimiz yaşayabiliriz. Dinimizi yaşamak, anlamak, anlatmak için
siyasilere, otoriteye, devlete ihtiyacımız da yoktur. Osmanlı çok dinli, çok
ırklı, çok mezhepli bir topluluktur. Ama hepsini insanca yaşatmıştır. Hiç birine
diğerini ezdirmemiş, hatta aralarındaki problemleri devlet eliyle çözmeye
çalışmıştır. Her türlü gayrimüslim dininin gereklerini yerine getirebilmiştir.
Başkalarının inancına saygı göstermek dinimizin bir gereğidir. Bugün bile daha
insanlık bu hoşgörüye, bu saygı noktasına ulaşamamıştır.

Asr-ı Saadet’te ne saray vardır, ne de şatafat. Halifenin
yaşayış itibarıyla halktan farkı yoktur. Hatta koruması bile yoktur. Halifelik
bir üstünlük vesilesi değildir. Her şey insan, millet içindir.

Avrupa’da yüzyıllarca din adına zulümler yapılmıştır. Bunun için
Avrupalı zulme uğrayınca dinden daha da uzaklaşır. Bizde ise tam tersidir.
Zulümler hep siyasi hırs ve otorite adına yapılmıştır. Onun için bizde zulme
uğrayanlar dine sığınmışlardır.

Üstad istibdadı şöyle tarif eder:

İstibdat tahakkümdür. Muamele-i keyfiyedir. Yani o idarecinin
keyfine kalmıştır, hukuk devleti değildir. Sonra kuvvete istinat ile cebirdir.
Zorla istediğini, ordu bürokrasi vs. ile yaptırmaktadır. Sonra bir tek kişinin
hükmü söz konusudur. Bir kişi karar verir. Başka kimse değil. Padişah karar
verir. Sonra suistimalata gayet müsait bir zemindir. Tek adamın etrafındaki
dalkavuklar, tayin ettiği adamlar her türlü suistimali yapabilirler. Zulmün
temeli, esası istibdattır. Orada kanun yoktur, keyfilik vardır. Keyfilik varsa
haksızlık ve zulüm vardır.

İstibdat insaniyetin özelliklerini mahveder, köreltir. İnsanı
sefalet derelerinin esfeli safilinine tekerlendirir. İstibdat olduğu zaman
devlet gücü milletin refahı, saadeti, huzuru için çalışmaz, kendisi güçlenir.
Kendisinin zengin hazineleri var, ama toplum sefildir. İstibdat insanı sefalet
derelerinin esfeli safiline atar. İnsanı zillet ve sefalete düşürten
istibdattır. İstibdat garazları ve düşmanlıkları kaşır. Bu sebeple de
devletliler sırtlarını istibdada dayamak zorunda hissederler. Böylelikle
istibdat yaygınlaşır. Haksızlıklar, zulüm yaygınlaşır. Sonuçta Müslüman
Müslüman’a düşman olur. Din kardeşine, gücü var diye haksızlık yapar. Toplumsal
hayatı zehirler ve her şeye sirayet eder ve zehrini atar.

Bediüzzaman, Mutezile, Cebriye, Mürciye gibi dalalet fırkalarını
doğuranın istibdat olduğunu söyler. Çünkü onlar kendi görüş ve düşüncelerine
hakk-ı hayat bulamamışlardır. Hâlbuki bu fikirleri tartışma zemini olsa mesele
kalmayacaktır. Bulamayınca bu fikirler gizli mahfillerde filizlenmişler daha
zararlı olmuşlar, alttan alttan kendi fikrini topluma yaymaya çalışmışlardır.
Buradan ilmi istibdat denilen şey doğmuştur. İlmi istibdat, karşı görüşü dikkate
almamak, baskı yaparak “Tek doğru budur” demektir. Hâlbuki dört mezhep
imamlarında bu açıklık, rahatlık görülmüştür. Hiçbiri birbirlerini inkâr
etmemişlerdir. İmam-ı Azam da, İmam-ı Şafi de, İmam-ı Malik de İmam-ı Hanbelî de
birbirlerini inkâr etmemiş, “bu onun görüşü bu da benim görüşüm” demişlerdir.
Ehl-i sünnet de bütün bu görüşleri Kur’an’ın geniş caddesi olarak görmüştür.

Allah, insandan daha değerli varlık yaratmamıştır. Onu halife-i
arz yapmıştır, muhatabı yapmış, kumandan yapmıştır. Bütün varlıkları da insanın
etrafına toplamıştır. Hepsini ona itaat ettirip, hizmet ettirmiştir. Bütün
peygamberlerini, kitaplarını da insan için göndermiştir. İnsan o kadar hür ki
İslam’da, Allah’ın varlığını kabul edip etmemekte bile serbest bırakılmıştır.
Peygamberler insanlığa sadece tebliğ etmiş, asla zorlamamışlardır. Eğer bu
tebliğde o peygamberin dediğini kabul ederse mükâfatı verilecektir. Ancak
Allah’ı kabul etmediği zaman cezasını peygamberin eline vermemiştir ve ceza
hemen onları imana zorlayacak şekilde gelmemiştir. Yaratıcı iman etmeyene
neticelerine katlanma özgürlüğü vermiştir. İslam bu derece insan ve hürriyet
eksenlidir.

Said Nursi istibdat için, “ehl-i hamiyeti de müstebit yapar”
diyor. Ehl-i hamiyet bu baskıları, bu zulmü görür ve buna karşı bir mücadeleye
başlar. Ancak çoğu zaman bu mücadeleler organizeli faaliyetler olmadığı için
zulüm yayılır. Zulümden zarar görenler arttıkça zayıf halk siner ve karışmamayı
tercih eder. İnsanlar mazlumun yanında olmaktan korkarlar. Böylece zulüm
yaşamaya devam eder. Yapana “niye yapıyorsun?” denmezse zamanla sıra herkese
gelir. Onun için nemelazımcılık istibdadın yadigârıdır. Hürriyet olsa
nemelazımcılık olmaz. İnsanlar kendi hürriyetlerine, başkalarının
hürriyetlerine, toplumun hürriyetine sahip çıksa cemiyet hayatı daha düzenli,
daha rahat olur. Çevreyi kirletene herkes tepki gösterse, sıranın önlerine
geçmek isteyene herkes müdahale etse, bir müddet sonra bu tarz olaylar da
ortadan kalkar. Bunlar aslında bizim, İslam’ın değerleridir, ancak Batılılar
bunları bizden çok daha iyi bir şekilde tatbik ediyorlar. Biz İslam’a olduğu
gibi onun ahlakına da lâkayt kalmanın cezasını çekiyoruz. Bu ülkede
ihtilalcileri alkışlayanlar olduğu müddetçe istibdattan kurtulmamız mümkün
değildir.

Başbakan asılıyor, insanlar kayıtsız kalıyorlar. İstibdat
insanları sessiz köleler haline getiriyor. Burada içimizden düşünüp, içimizden
tepki göstermek bir işe yaramıyor. Üstadın yaptığı mertçesine, erkekçesine bir
duruştur. En zalim hükümdarlara, istibdat rejiminin maşalarına zerre kadar taviz
vermemiştir. Ona göre padişah da olsa zulmeden hayduttur. Bediüzzaman hukuku
padişahın bile üstünde tutuyor. Divan-ı Harb’de hayatını hiç dikkate almıyor.
Ona göre bu hayat zaten Allah yolunda feda edilmek için verilmiştir. Bediüzzaman
“Sen de mi şeriat istiyorsun?” sorusuna çok net cevap verir: “Şeriatın bir
hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım, zira şeriat adalet-i mahza ve
fazilettir. Yalnız benim istediğim ihtilalcilerin istediği gibi değil. Ben Allah
için, yani siyasi bir makama gelmek için veya bir farklı bir düşünce için
istemiyorum” diyor. Bediüzzaman onlarca kişinin asıldığı bu zulüm mahkemesinde
beraat ediyor. Ama teşekkürü, “Zalimler için yaşasın cehennem” diyerek yapıyor.
Mustafa Kemal onu meclise çağırdığı zaman orada ikbal peşinde koşmuyor.
Vekillerin dinde lakaytlıklarını görüp onları “abdullah” olmaya ve kulluğun
gereklerini yerine getirmeye çağırıyor. Çünkü bu zafer bir nimet-i İlahidir ve
ona layık olmak gereklidir. Nimete layık olmak için de o nimetin gerektirdiği
kulluğu yapmak şarttır.

Bediüzzaman hakkıyla ibadetini yapmayanın layıkıyla millete
hizmet edeceğine inanmıyor. Bizim dinimiz de “En büyük ulema zalim padişahın
karşısında doğruları söyleyendir” buyuruyor. Ama bu anlayış bir yerden sonra
zaafa uğramıştır. Belirli gruplar devlete dayanarak müstebit olmuşlardır.
İstibdat; annenin, babanın çocuğuna istibdadından tutun, hocanın talebeye,
amirin memura istibdadına kadar her yere sirayet etmiştir. Oysa Said Nursi
dinimizin bir karıncaya bile bilerek ayak basılmaması gerektiğini ifade eder.
Dinimiz kölelerinize bile insanca muamele yapın, yediğinizden yedirin,
giydiğinizden giydirin, onlara zulüm yapmayın buyuruyor. Taşıyamayacakları
yükleri yüklemeyin diyor. Yoksa Allah bunun hesabını sorar. Köle de olsa o
insandır. Ayrıca Allah onu köle yaratmamıştır. Güçlüler güçsüzleri her zaman
köleleştirmişlerdir. İslam’a göre en faziletli amellerden biri köle azat
etmektir. Bediüzzaman’ın yaptığı, Asr-ı Saadeti bu asra taşımaktan başka bir şey
değildir. O Asr-ı Saadet haricinde, geçmiş hiçbir zaman ve zemini, kendi
dönemindeki hiçbir siyasiyi örnek göstermemiştir. Siyasi şartlar aleyhine olunca
o hiç susmamış, hep dik durmuş, eserler yazmıştır. Mahkûm olmuş, sürgün olmuş,
idamı önemsememiştir. Ona göre hapishaneler Medrese-i Yusufiye’dir. Sürgünse her
yer onun vatanıdır. Tüm bu zulümlere rağmen Cenab-ı Hak da Üstadı korumuş kendi
eceliyle vefat etmiştir.

Bu noktada Eski Said’in her yaptığı, söylediği doğrudur. Bir
terslik bu üç döneminde de yoktur. Said Nursi her zaman ve zeminin şartlarına
göre hizmet şeklini belirlemiştir. Bediüzzaman ilk döneminde Münazarat, Sünuhat,
Hutbe-i Şamiye gibi eserleriyle Müslümanlara yol göstermiş, ferdi ve sosyal
hayatlarında onlara bir rehber olmuştur. Osmanlı’nın inkıraza uğramaması için
yazılan reçeteler doğrudur. Ancak bunların tatbik edilememesi ile devlet
yıkılmıştır. Cumhuriyet’ten sonra Üstad Cumhuriyet hükümetini şeair-i
İslamiye’ye sahip çıkmaya çağırmıştır. Bediüzzaman orada da Medresetüzzehra’dan
vazgeçmemiştir. Milletvekillerine teklifini sunmuştur. 200 milletvekilinden
163’ü kabul etmiştir. Ancak Bediüzzaman, mevcut yönetim kadrosunun farklı
niyette olduğunu görünce, Van’a çekilir. Van’da siyasi bir faaliyeti olmadığı
halde Burdur’a sürülür.

Burada din ve iman meselesinde büyük bir tahrip olacağını
sezmiştir. İkinci Said içtima i ve siyasi meseleleri bırakır. Çünkü zaten hem o
zaman tek partili siyaset buna izin vermiyor, hem de iman ihtiyacı her meselenin
üstüne çıkıyor. Mücadele edenlerin çoğu susturulmuş, bir kısmı da ülkeyi terk
etmek zorunda kalmışlardır. Said Nursi bu tahribatın nereden geleceğini
görmüştür. Çare olarak da imani esasları takip etmiştir. Evde, okulda, camilerde
din öğrenilemez hale gelmiştir. O zaman Üstad öyle bir eser lazım ki mektepsiz-
medresesiz, hacısız- hocasız eline geçen imanını kurtarabilsin. Artık dine
devlet eliyle saldırı vardır. İftiralar, isnatlar vardır. Din yeni rejime göre
çağ dışılıktır, yobazlıktır. Peygambere hakarete varan yazılar vardır. Yeni Said
1950’ye kadar sadece iman konusunda çalışmış, yazdığı risaleleri ile evleri
birer mektep haline getirmiştir. Yaptığı mücadeleyi gizli bir şekilde sürdürmek
zorunda kalmıştır. Buna rağmen defalarca mahkemelerde, hapishanelerde kendisine
çile çektirilmiştir. Yeni Said döneminde hastalık değişmiş, ilaç da değişmiştir.
Tahrip başka, tamiri başkadır. Artık bu dönemde siyaset yoktur. Siyaset
dinsizliğe alet edilmiştir. Üstad iki şeye hep karşı çıkmıştır. Dinin siyasete
alet edilmesine ve siyasetin dinsizliğe alet edilmesine.

Bu dönemde siyaset dinsizliğe alet edilmiştir. Devlet gücü ile
din tahrip edilmiştir. Dindarlar ikinci sınıf vatandaş diye susturulmuşlardır.
Üçüncü Said ise artık 1950’den sonraki dönemdir. Burada demokratlar iktidara
gelmiştir. Bu dönemde Üstad kendi eserlerini yayınlamıştır. Artık Risaleler
gizli ve el yazısı ile çoğaltılmaktan kurtularak matbaalarda basılmışlardır.
Bediüzzaman tüm eserlerini hayatta iken Latin harfleriyle neşrettirmiştir. Bu
dönemde Said Nursi, Demokratlara, Ahrarlar gözüyle bakar ve onları ehven-i şer
olarak destekler. Bediüzzaman ehl-i imandan ve talebelerinden demokratlara oy
vermelerini ister. DP’yi destekler. “Halk Partisi kolumuzu kesiyor, Demokratlar
parmağımızı kesiyor” diyor. Böylece bu dönemde İslamî gelişmenin önünü açmış
olur. Menderes’in on senede açtığı çığırı daha sonra hiç kimse kapatamamıştır.
İmam Hatipler açılmış, Kur’an kursları açılmış, ezan asliyetine çevrilmiştir.
Dinî eserler neşredilmiştir. Tarikatlar gelişmiştir. Bu hizmetleri artık
ihtilaller bile kapatamamıştır. Birinci Said içtimai, sosyal eğitim noktasındaki
geri kalmışlığı tespit etmiştir. Milli Mücadelede Cumhuriyet’i desteklemiştir.
Ama ikinci Meclisle beraber daha koyu bir istibdat görülmüştür. Hasan Basri
Çantay ve Eşref Edip gibi insanlar kitaplarını okutacak adam bulamazlarken, Said
Nursi Risaleleri ile okuyan bir nesil yetiştirmiştir. Risaleler okuma
alışkanlığını da geliştirmiş, yaygınlaştırmışlardır.

Said Nursi’ye göre istibdatta firavunluk vardır. Güçte menhus
bir zevk vardır. Firavun niye firavundur? Firavunu firavun yapan kuvve-i
gadabiyenin ifrat derecesidir. Bütün zulümler buradan çıkar. İkincisi, sadece
nefsine ve lezzetine takılmasıdır. Artık onun haram helal çizgisi yoktur. Gücü
de varsa, bütün o insanların namuslarına o gücüyle tecavüz eder. Firavun’un
nefsi var. Nefsinden kaynaklanan gurur ve enaniyeti var. Bunlar Allah’ı inkâr
ile birleşince kendi ilahlığını savunuyor. İstibdadı istiyor, çünkü o
hâkimiyette ayrı bir menhus lezzet vardır. Gurur, kibir ve enaniyetleri böylece
ortaya çıkar. İnsanlığını kaybeder. Yani şefkat yok, merhamet yok, hak, hukuk,
adalet, yoktur. Bu sadist ruh insanlara azap vermekten zevk alır.

Oysa tekrar Allah’a dönecek, hesaba çekileceksek imanımızın
kuvvetli olması, imanımızın hayatımızı ahlak, adalet, hukuk, ibadet ile tanzim
etmesi gerekir. Bu da takvayı, Allah korkusunu doğurur. İmanlı bir insan değil
insana, bir hayvana bile zarar veremez, istibdat yapamaz. Bir çiçeği bile
incitemez. İman kuvvetlendikçe şefkat, merhamet artar. Kul hakkı dinimizde en
büyük günahlardandır. O malın üzerinde tüyü bitmemiş yetimin hakkı vardır. Said
Nursi, Allah korkusunu geliştiriyor. Haşri ispat ediyor. Öldükten sonra
dirilmeyi ispat ediyor. Bu benim kardeşim, bu benim devletim, ben bunu nasıl
soyarım, bu haramı nasıl işlerim diye soruyor.

Bediüzzaman’a göre asıl olan insandır, halktır. Devlet de,
demokrasi de halk için vardır. İnsanın fakirliği, zenginliği, sosyal statüleri
önemli değildir. Önemli olan hakkıyla kul olmalarıdır. Zira hakkıyla Allah’a kul
olan başkalarına kul olmaz, başkalarının kendisine kulluk yapmasını da istemez.

Öz

Din, yüzyıllar boyu her şeyimizi tanzim eden bir unsur olmuştur.
Haram-helal, hukuk gibi insan hayatını tanzim için ihtiyaç olan her şey dinin
içinde vardır. Bediüzzaman Said Nursi, dinin sadece belirli yönlerini ele alan
diğer ulemalardan farklı bir şekilde dini genel manasında ele alarak onu hem
ferdin şahsi hayatının tanzim edicisi, hem de sosyal meselelere çare olarak
görmüştür. Bu yazıda Bediüzzaman’ın genel olarak dini algılama biçimi ve
orijinal yorumlarıyla birlikte meşrutiyet, hürriyet, istibdat gibi kavramlara
bakış açısı ele alınmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Eski Said, din, istibdat, meşrutiyet,
hürriyet

Abstract

Religion has been a phenomenon regulating everything in our
life. It embraces every elements like forbidden-allowed, and law to arrange the
human life. While interpreting the religion from a holistic point of view
different than other religious scholars who undertook it partially; Bediüzzaman
Said Nursi saw religion both as a regulator in the personal life of individuals
and a solution for social problems. In this article, the author analyzes
Bediüzzaman’s perception of religion and his views on the concepts such as
constitutionalism, freedom, tyranny with his original comments on each of these
terms.

Keywords: Old Said, religion, tyranny, constitutionalism,
freedom