How do the Democratic and Secular State React to the Religion and its Symbols

Giriş

Ülkemizde ve dünyada demokrasi kavramı ve demokrasinin
özgürlükler düzleminde getirdiği değişimler üzerindeki tartışmalar iki önemli
alt tartışma konusu biçiminde sürmektedir. Birincisi demokratik gelişmelerin
bireylerin ve dolayısıyla kitlelerin kültürünün bir unsuru olarak dil-millet
farklılığı üzerindeki etkileridir. İkincisi ise demokrasinin yine bir kültür
unsuru olarak din farklılığı ve dinî değişim üzerindeki etkileridir. Birinci
mesele ulus devlet düşüncesiyle ve ikinci mesele de laik devlet ilkesi ile
ilgilidir.

Antidemokratik laik devlet, farklı sebeplerle de olsa dinî
hürriyetleri reddetmekte ve dini bireyin vicdanına hapsetmektedir. Oysa dinin
dışa ve özellikle sosyal hayata yansıması, bilhassa İslam gibi dinlerin yapısal
özelliğidir. Bu sebeple antidemokratik laik devlet, din düşmanı gibi
algılanmaktadır ve bu algı önemli ölçüde doğrudur.

Buna karşılık demokratik laik devlet dinin sosyal hayatta
görünmesine karşı çıkmamakta, demokrasinin ve din özgürlüğünün gereği olarak
dinin yaşanmasını sınırlandırmaktan kaçınmaktadır. Ancak demokratik devlet aynı
zamanda bireyselleşmeyi teşvik etmekte ve bunun sonucu olarak dindarlıktan
uzaklaşmak isteyen kişilere de bu fırsatı tanımaktadır. Bu tür bir hak ve
özgürlükler sistemi, bir yönüyle, “görünen dindarlığın” azalmasına katkı
yaptığından, çeşitli dinî çevrelerce demokrasinin ve laikliğin ya da demokratik
laikliğin İslamiyet’e aykırı olduğu sonucuna varılmaktadır.

Bu makalede demokrasinin ve laikliğin, dindarlığın devamı ve
dinî gelişme için zararlı olup olmadığı ve varsa zararın kaynağının ve boyutunun
ne olduğu sorusu tartışılacaktır. Bu kapsamda özellikle demokrasinin faydaları
ile zararları kıyaslanacaktır.

Demokrasinin Temelleri

Çağdaş anlayışta demokrasi, sadece bir yönetim biçiminin adı
değildir. Bir yaşama biçiminin, sosyal hayatı algılama biçiminin ve bir kültürün
adıdır. Bunlar sırasıyla, özgürlükçü demokrasi, demokratik hoşgörü ve demokrasi
kültürü olarak isimlendirilebilir.

Demokratik kültürün temelinde fikirlere ve davranışlara karşı
hoşgörü ve insan haklarına saygı vardır. Çağdaş insan hakları doktrini,
insanlığın ortak değerlerinden biridir. Bu nedenle, bu yönüyle demokrasi,
insanlığın rahatlıkla kabul edebileceği bir yönetim biçimidir.

Demokratik devlet, kişilere nasıl düşüneceklerini ve nasıl
yaşayacaklarını empoze etmez. Fikirleri ve inançları hoş görür, fikir
açıklamalarını ve ibadetleri engellemez, kişisel tercihlere dayalı farklı yaşama
biçimlerine müdahale etmez.

Herhangi bir ideolojiyi devlet zoruyla benimsetmek isteyen veya
bir dinin gereklerini zorla yaptırmak isteyen ya da bir yaşama tarzını halka
zorla uygulatmak isteyen kişiler ve gruplar, ısrarla devleti ele geçirmeyi
hedeflemişler, elde ettikleri devlet gücünü kullanarak bu dayatmayı
yapmışlardır. Buna engel oluşturacağı için de baskıcı zihniyetler demokrasiye
öteden beri karşı çıkmışlardır.

İnanç-İbadet Özgürlüğü ve Demokratik Laiklik

Kişiler üzerinde baskı uygulayarak onları bir dinin gereklerine
uymaya zorlamak, din kavramının özüne yabancıdır. Zira her din özünde bir
nasihattir ve teklifi içerir. Kişilerin birbirlerine din dayatma hakkı olmadığı
gibi, devletin de kişileri bir dine girmeye ve bu dinin gereklerini yerine
getirmeye zorlama hakkı yoktur. Bu nedenle bir devletin, bizzat din ya da
dinsizlik dayatmaması ne kadar önemli ise, güçlülerin zayıflara din dayatmasının
önüne geçmeyi sağlayacak tedbirler alması da o derece önemlidir.

Diğer ifadeyle demokratik laik devlet, bireylerin sevap ve günah
arasındaki tercihine müdahale etmez. İnanışlar arasında ayrım yapmaz, bir inancı
diğerlerinden ayırarak, tercih etme ya da yasaklama yoluna gitmez.

Demokrasi ve Özgürlüklerin Sınırlandırılması

Ancak demokrasi, kamu düzeni kavramına özel bir önem verir. Bir
davranış kamu düzenini bozacak nitelikte ise, bu davranışı yasaklar ve hatta
cezalandırır. Bu anlayışta temel ölçü, birinin haklarının başladığı yerde
başkasının haklarının biteceği kuralıdır.

Demokratik devletin en önemli handikaplarından biri, sosyal
grupları birbirine karşı -özellikle de azınlığı çoğunluğa karşı- koruma
endişesidir. Bir grubun davranışları diğerlerine zarar veriyorsa, kamu düzenini
bozan bu davranışların yasaklanmasının gerektiği tabiidir. Bu davranışlar, maddi
bir zarar vermemekle birlikte, kültürel ya da psikolojik etkileri nedeniyle bir
grubu rahatsız ediyorsa, yasaklanmalı mıdır?

Bu soru; rahatsız olan grubun, haklarının korunması ve
dolayısıyla kamu düzeninin sağlanması gerekçesiyle devletten hangi ölçüye göre
ne tür yasaklar koymasını isteyebileceği ile ilgilidir. Diğer ifadeyle hangi
davranışların kamu düzenini ihlal eden bir davranış sayılacağı, neticede
bireysel tercihlerin kamusal alana yansıması ile ilgili bir sorundur.

Demokraside Kamu Düzeni ve Kamusal Alan Kavramı

Kamu düzeninin ve adaletin sağlanması, devletin öncelikli
görevidir. Kamu hizmeti ise sosyal devlet niteliğinin de sonucu olarak daha
sonra gelen bir görevdir. Günümüzde kamu düzenini ihlal eden davranışlar suç
olarak tanımlanmakta ve cezalandırılmaktadır. Kamu düzeninin korunması
zorunluluğu, kamusal alan kavramının tanımlanması zorunluluğunu da beraberinde
getirmektedir.

Kamusal alan, zannedildiğinin aksine, devletin doğrudan etkili
olduğu alan demek değildir. Zira zaten, gerçekte devletin doğrudan ya da dolaylı
etkisinin olmadığı hiçbir alan yoktur. Örneğin, devlet suçu önlemeye çalışır,
nerede işlendiği ile ilgilenmez, hatta yatak odasında işlenmiş olsa dahi. Ancak
yatak odasındaki kıyafet tercihimiz kamu düzeni ile ilgili olmadığından devleti
ilgilendirmez iken, umuma açık mahallerde (mesela sokakta ya da hatta komşuların
görebildiği balkonumuzda) genel ahlaka aykırı-eksik bir kıyafetle ya da çıplak
bulunmak kamu düzenini bozar ve genel ahlaka aykırı davranış suçunu oluşturur.

Demokratik devletin, halkından ayrı bir aristokrat zümresi ya da
elitist varlığı olmadığına göre, halkın ayrı, devletin ayrı alanından
bahsedilemez. Suç işlenebilecek olan her alan, diğer ifadeyle kamu düzeninin
ihlal edilebileceği her alan kamusal alandır.

O halde kamusal alan, kamunun ve dolayısıyla başkalarının
haklarının söz konusu olduğu her alandır. Ancak bu alanın bir kısmı aynen özel
mülkiyete ait olan alan gibi devlete ait alan durumunda iken, diğer bir kısmı
aynı zamanda kamuya açık alandır. Kamuya (halka) açık olan alanda kişiler
birbirleriyle tesadüfi ilişkiler içindedirler. Kamuya açık olmayan kamusal alan
ise, kişisel ya da ailevi mahremiyetin hüküm sürdüğü ve bizim gibi ya da bizimle
beraber olmayanlarla paylaşmak zorunda olmadığımız yaşam alanıdır.

Kamusal (Ortak) Alanda Dinî Telkin Oluşturan Eylemler

Demokratik laik devletin dini yasaklamayacağı ve vatandaşları
arasında dinleri nedeniyle ayrım yapmayacağı açıktır.

Ancak demokratik devletin kamusal alanla ilgili önemli bir
açmazı vardır: Çoğunluğun, kamuya açık kamusal alanı kullanarak, dolaylı biçimde
azınlığa da yönelik olan dinî bir telkinde bulunduğunu varsayalım. Bu telkinin
azınlığı bir biçimde rahatsız ettiği hallerde, telkin oluşturan görünüşlerin ve
davranışların, kamu düzenini bozduğu ve özgürlüğü engellediği gerekçesiyle
yasaklanması mümkün müdür?

Mesela ramazan davulcusunun, oruç tutmadığını bildiği bir
komşunun penceresinin dibinde onu uyandırıncaya kadar davul çalması engellenmeli
midir? Bu engellenecekse, ramazan davulundan rahatsız olanların da bulunduğu bir
mahallede davul çalmak yasaklanmalı mıdır? Müslüman köyü ya da mahallesi için
önem taşımayan bu soru günümüzün karma yapılı şehir mahallelerinde önemli hale
gelmiştir.

Diğer bir örnek; bir din dersi öğretmeni, çocuğunun ateist
olarak yetişmesini isteyen bir ana-babanın isteğinin aksine ve hatta inadına
çocuğa dinî eğitim ve giderek dinî telkin vermek hakkına sahip olmalı mıdır? Bu
yasaklanacaksa tarih ya da edebiyat öğretmeninin dinî olayları ya da metinleri
dinsever biçimde yorumlaması da engellenmeli midir? Bir özel okul ya da imam
hatip lisesi için söz konusu edilmeyecek olan bu soru, alternatiflerin
çoğalmasıyla birlikte kamu okulları için gittikçe daha fazla geçerli hale
gelmektedir.

Şüphesiz bu tartışmanın her boyutuyla azınlıklar lehine
sonuçlanması, devletin demokratikleşmesini engellemek isteyen ve kendisi dinden
uzak olduğu için azınlık durumunda olan yöneticilerin, azınlıkların haklarını da
korumak adına, bu kere çoğunluğun inanç ve ibadet özgürlüğüne müdahale etmesine
sebep olmaktadır.

Devletin bu alanda korumaya çalıştığı özgürlük, dini ya da
dinsizliği tercih etme özgürlüğüdür. Ancak pek açıktır ki, bu özgürlüğü korumak
adına, sınırlandırılan ve dolayısıyla ihlal edilen özgürlük de yine, çoğunluğun
kendi dinini yaşama özgürlüğüdür. Dolayısıyla sorunun, demokrasinin laiklikle
bağlantısı konusu ile de ilgisi vardır.

İslam toplumlarında ve ülkemizde, çoğunluğun ezan gibi dinî
ritüelleri ve bu ritüellerin minare gibi mekanları, yukarıda tanımladığımız
anlamda kamuya açık kamusal alan kapsamındaki faaliyetler ya da yerler
niteliğindedir. Ayrıca İslamî kıyafet ve tüketim alışkanlıkları da yine kamuya
açık kamusal alanda tezahür etmesi zorunlu olan durumlardır. Aslında bu durum,
Hıristiyan toplumlar başta olmak üzere, diğer toplumlarda da az ya da çok,
kendisini göstermektedir.

İslamî literatürde, kamusal alanda etkili olan, toplumun genel
yapısına damgasını vuran bu türden dinî işaretlere "şeair" denilmektedir.
Şeairin dini davranışlar (sünnetler) içinde, diğer dinî tavır ya da davranışlara
nazaran daha özel bir yeri ve önemi vardır. Zira bu işaretler, telkin edici rolü
nedeniyle, toplumun dindarlaşmasında özel bir öneme sahiptir.

İşte son yıllarda, kamusal alan kavramını da kapsayan biçimde
yürütülen, demokrasi-laiklik ilişkisi ya da devlet-toplum ilişkisi tartışmaları,
yukarıdaki sorunun cevabı ile ilgilidir.

Şeairin Telkin Edici Etkisi ve Kamu Düzeni

Özetleyecek olursak, devlet, özellikle azınlıkta oldukları
gerekçesiyle, bir kısım insanlarının, dinî telkinlerden etkilenmesini önlemek
adına, diğer bir kısım insanlarının dinî tercihlerini yaşamalarına engel
olabilir mi?

Aşağıda, demokratikleşmenin, dinî hayatımız ve dinî hayata katkı
yapan şeair üzerindeki mevcut ve muhtemel etkileri incelenerek, demokratik
devlet yapısından yana bir tavır almanın sonuçları değerlendirilecektir.

Demokrasinin İnsan Haklarına Karşı Tutumu

Demokratik devlet modeli, insanlığın gelişim sürecinin
gelecekteki aşamalarında, insanlığın ortak değerleri olarak kabul edilen insan
haklarına saygıyı benimsemiş olması nedeniyle, -olması gereken- evrensel devlet
modeli olarak kabul edilmektedir.

Ülkemizin demokratikleşmesine katkı yapan asıl iç etken, halkın
temel dinî değerleri ile demokrasinin zıtlaşmadığı konusunda gün geçtikçe
yaygınlaşan kanaatlerdir. Bu kanaatlerin, imparatorluk kurmuş bir devlet
geleneğinden gelmiş bir topluma ait olması ve siyasal İslamcılık akımını gün
geçtikçe zayıflatarak gelmesi, özellikle önemli ve değerlidir.

Demokratikleşmenin asıl dış etkeni ise, ülkemizin içinde
bulunduğu coğrafyada kurulmuş olan -ve kendisinin de dahil olduğu ya da olmak
istediği- NATO ve AB gibi Batı kaynaklı bazı devletlerarası organizasyonlarla
ilişkileridir. Bu organizasyonlar, anayasal sistemde, devlet yönetiminde ve
dolayısıyla çeşitli toplumsal alanlarda yapısal değişimler gerçekleştirilmesi
için doğrudan ya da dolaylı baskı yapmaktadırlar.

Demokratikleşmenin getirdiği, olumlu nitelik taşıyan önemli
yapısal değişikliklerden biri, çağdaş insan hakları doktrininin temel
prensiplerini kabul ettirmesidir. Diğer ifadeyle demokrasi yerleştikçe devlet,
insanları kendi tercihlerinde özgür bırakmaktadır. Bu özgürlüklerin konumuz
açısından önemli olanı ise din ve vicdan ya da inanç ve ibadet özgürlüğüdür.

Din Seçme Özgürlüğü ve Sonuçları

Demokratik laik devlet din dayatmadığı gibi dinsizlik de
dayatmamaktadır. Bu durumda demokratikleşmenin sonucu olarak, hiç değilse "kılıç
zoruyla Müslüman, aslında münafık" olanların sayısında bir azalma görülecektir
denilebilir.

Ancak öte yandan, demokratikleşme nedeniyle Türk toplumu, Avrupa
ve Amerika’nın sınırsız hürriyet anlayışına özenmekte ve bu anlayışı toplum
hayatında da gittikçe daha fazla uygulamaktadır. Bir yandan devlet laikleşerek
din dayatmaktan vazgeçmekte, diğer yandan ise toplum da sekülerleşerek,
bireylere dinî telkin yapma gücünden mahrum hale gelmektedir. Böylece
demokratikleşme, toplumun kültürü ve ahlaki standartları üzerinde olumsuz bir
değişiklik yapmaktadır.

Bu değişikliğin dinî hayat üzerinde olumsuz ve dolaylı bir
sonucu vardır: Özellikle taklide dayalı iman sahiplerinin imanı zayıflamakta ve
bu kişiler ibadetlerini terk etmektedir.

Belirtelim ki, bu olumsuz etki sadece, devletin sağladığı
demokratik hak ve özgürlükler ortamından yararlanan toplumsal iç dinamiklerin
serbestçe karşı harekete geçirilmesi ile -ve üstelik de ancak kısmen-
engellenebilir.

Devletin kültürü ve bir kültür unsuru olarak dinî hayatı
koruması sun’i bir yöntemdir ve kanaatimizce faydalı da değildir.
Unutulmamalıdır ki İslam’ın Mekke döneminde olmayan münafıklar, devletin ve
kitlenin Müslüman sayıldığı ve İslam’a mensup olmanın ganimetten pay almak ya da
statü elde etmek gibi dünyevi neticelerinin ön plana çıkmaya başladığı Medine
döneminde ortaya çıkmış ve çoğalmıştır. Günümüzde de kamusal ya da toplumsal
baskılar, asla itimat edilemeyecek bir kitle olarak münafıkları ortaya
çıkarmaktadır. Nitekim Bediüzzaman da Lem’alar adlı eserinde (s. 107) devlet
kudretinin (siyasal sistemin) dine yöneltmedeki etkisi hakkında bu tesbiti
yapmaktadır: “Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden
gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i
yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.
Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık
derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda
kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder.”

Olumsuz etkinin sebebini inceleyecek olursak; çağdaş insan
hakları doktrini, diğer alanlarda olduğu gibi, din tercihi konusunda da
bireyselleşmeyi ve özgürleşmeyi bir zorunluluk olarak kabul etmektedir. Bu
yaklaşım tarzı, özgürlüğe engel olan kamusal ya da toplumsal -ve hatta aile içi-
telkinleri dahi bir tür dayatma olarak kabul etmekte ve bu nedenle kaldırmaya
çalışmaktadır.

Din Seçme Özgürlüğü ve Şeair

İslam toplumlarında, kamusal alanda kendisini gösteren ve şeair
olarak isimlendirilen bir kısım dini motifler, bir toplumun çoğunluğunun hangi
dine mensup olduğunu göstermeye yardımcı olur ve o dine mensup fertler -ve
dolayısıyla devlet- üzerinde yönlendirici (telkin edici) etki yapar. Örneğin,
bireylerin henüz küçükken, farkında olmadan bir dini seçmiş olmaları sonucunu
doğurur. Ayrıca dindarların moralini yükselterek, dinî hayatın daha iyi ve yoğun
yaşanmasına katkıda bulunur.

Demokratikleşme, toplumu dinsizleştirme olmadığına göre,
demokratikleşmenin sonucu olan bireyselleşme ve özgürleşme akımı, şeairin toplum
hayatından sökülüp atılmasını gerektirmemekte, tam tersine yine özgürlük
gerekçesiyle bunların korunmasını kabul etmektedir.

Bununla birlikte demokratikleşmenin, şeairin bireyler üzerindeki
etkisini azaltmakta olduğu düşünülebilir. Örneğin şeairin önemlilerinden olan
oruç ibadeti ile ilgili olarak yaşanan değişim şudur; önceleri oruç
tutmayanların kendilerini gizleme ihtiyacını hissetmelerine karşılık, toplumun
küreselleşme ile birlikte geçirdiği değişim sonucu, günümüzde artık açıktan
yemek yiyen ya da sigara içen insanlara da sıklıkla rastlanmaktadır.

Yaklaşık iki yüz yıldan bu yana yüzü Batıya dönük duran ve
küreselleşmenin olumlu ve olumsuz bütün etkilerine açık bir İslam toplumu olan
Türk toplumunun da, şeairin zayıflaması şeklinde özetlenebilecek bu olumsuz
sonuçtan tamamen kurtulabilmesi mümkün görülmemektedir.

Belirtelim ki, dinî alandaki özgürlüklerin, toplumsal yapı
üzerinde olumlu bir sonucu da vardır: Dinî tercihlerde netleşme yaşanmakta,
toplum baskısıyla Müslüman "görünen" ancak aslında Müslüman olmayı reddeden
kişilerin münafıkane davranma mecburiyetleri böylece ortadan kalkmış olmaktadır.
Kendisi inanmasa ya da ibadet etmese dahi inanana ve ibadet edene saygı
göstermek isteyen kişiler, bu saygıyı göstermekte, ancak toplum, saygı göstermek
istemeyeni saygı göstermeye zorlayamamakta ve böylece, görünen saygı, samimi ve
gerçek saygı haline gelmektedir.

Şeairin Telkininin, Devletin Din Dayatmasından Farkı

Ancak bu aşamada, devletin konumu ile toplumun konumu arasındaki
farkı anlamayan ya da anlamak istemeyen bazı etkili kişiler, bir yanıltmaca
yapmaktadır: Toplumsal yapıya akseden dinî yaşayış biçiminin, çevredeki
insanlara ve genel olarak kamusal alanın tümüne etki ettiğini ve bu insanlara
dine uygun yaşama mecburiyeti yüklediğini ve bunun da din seçme özgürlüğünü
engellediğini savunmaktadırlar.

Diğer ifadeyle demokrasilerde devletin din dayatamayacağı
gerçeği, toplumun ve toplumsal dini motiflerin (şeairin) de fertlere dinî
telkinde bulunamayacağı biçiminde anlaşılmak istenmekte ve bu yolla toplum
sekülerleştirilmeye, aslında dinden uzaklaştırılmaya çalışılmaktadır. Böylece
laikliği korumak adına demokrasiden vazgeçilmekte ve antidemokratik laiklik
denilebilecek olan bir rejim uygulanmaya çalışılmaktadır.

Oysa devletin bir dini dayatması başka şeydir, toplumun ve
ailenin bir dini telkin ya da tavsiye etmesi ise başka bir şey. Devlet cebir
uygulama yetkisine sahiptir, nasihat ve şefkat etmez. Oysa toplum, şefkatten
uzak olmaz, inanç ve yaşayış konusunda bir maddi cebir uygulama imkanına ise
sahip değildir. Saygısızlığa ayıplamakla karşılık verebilir, ahlaksızları
dışlamakla müeyyidelendirebilir; ancak, yeterli demokratik olgunluğa erişmiş
ise, yapacağı baskının ihlas ve samimiyeti ortadan kaldıracağını anlayacak ve
inanmayana ya da ibadet etmeyene bir müeyyide uygulamayı düşünmeyecektir.

Kanaatimizce çağdaş demokratik sistemler bu iki durum arasındaki
farkı ayırdetmekte ve devletin baskısına karşı çıkarken, toplumun telkinlerine
ve bu kapsamda şeairin etkisine karşı çıkmamaktadır.

İşte ülkemizde tam da bu noktada bir kırılma yaşanmaktadır.
Demokrasinin bu yaklaşımının farkında olan, ancak toplumu dinden uzaklaştırma
projesini sinsice uygulamaya çalışan çevreler, özgürlükçü demokrasinin önünü
kesmeye çalışmaktadırlar. Diğer ifadeyle topluma güvenmeyenler, halkı
beğenmeyenler, kendi hedeflerine uygun toplum yapısı kurabilmek için kamusal
alan kavramına sığınmaktadırlar.

Bediüzzaman Said Nursi, devletin demokratikleşmesini istemiş ve
hem devletin hem de bireylerin, insan haklarına -ve bu meyanda kişilerin din
tercih etme hakkına- saygı göstermesi gerektiğini ısrarla savunmuştur. Toplumun
demokratikleşmesi -ve bireylerin özgürleşmesi- ise yukarıda anlatıldığı üzere,
şeairin etkisini azaltan bir role sahiptir.

Öte yandan Bediüzzaman, gerek hayatında ve gerekse eserlerinde
"şeairin tamiri ve muhafazası" ve "bid’aların istilası" gibi kavramlara sık
vurgu yapmasından anlaşılacağı üzere; şeair kavramına ve şeairin muhafazasına da
eski dönem alimlerine ve hatta kendi çağdaşlarına nazaran özellikle önem
vermiştir. O kadar ki Bediüzzaman’ın iki kanatlı sosyal siyasette “bid’aya karşı
ve şeairden yana” ya da “bid’aya ve bid’acılara düşman ve şeaire dost” bir duruş
içinde olmayı temel ayırt edici renk olarak gördüğünü söyleyebiliriz.

Bediüzzaman’a Göre Özgürlükçü Demokrasi ve Şeair

Bu durumda şu sorunun cevabını aramak gerekir: Bediüzzaman,
devletin demokratikleşmesini mi, yoksa demokratikleşmenin şeairin etkilerini
azaltma yönündeki olumsuz sonuçlarına karşı eski durumu muhafaza etmeyi mi
tercih etmektedir? Diğer ifadeyle Bediüzzaman’ın, şeair üzerindeki olumsuz
etkisinden kaçınmak gerekçesiyle, demokratikleşmeye bağlı olarak gelen, inanç ve
ibadet tercihinde tümüyle özgürleşme hakkına karşı çıktığı ileri sürülebilir mi?

Bize göre, Bediüzzaman, özgürlükçü demokrasinin ve bu kapsamda
din seçme özgürlüğünün tam olarak yerleşebilmesini daha önemli bir gelişme
olarak kabul etmektedir. Şeairi ise imanın kuvvetlenmesinde ve dinî hayatın
yaşanmasında telkin edici rolü nedeniyle, topluma ait bir ibadet olarak şahsi
fazilet ve ibadetten daha önemli bulmaktadır. (Lem’alar, s. 58)

Demokratikleşme ve özgürlüklerin rahatça yaşanması, şeairin
yeniden hayat bulmasını sağlayacak ve etkilerinin güçlenmesi sonuçlarını da
beraberinde getirecektir. Çünkü yirminci asrın ilk yarısında sistemli bir toplum
mühendisliği çalışmasıyla demokratikleşme durdurularak şeairin etkileri de
ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Demokratikleşmenin tekrar başladığı süreçte
de şeairin güçlenerek etkilerini hissettirdiği görülmüştür. Gerçekten de
demokratikleşmenin durdurulduğu dönemlerdeki resmi açıklamaların önemli
argümanlarını şeairin etkilerinin arttığı yönündeki tezler oluşturmaktadır.

Günah İşleme Özgürlüğü ve Demokrasi

Bir davranış suç niteliği taşıyorsa, laik devlet, günah olup
olmadığı ile ilgilenmeksizin bu davranışı cezalandırır. Toplumun çoğunluğunun
inançlarına göre günah sayılan davranış, suç olmamakla birlikte, aynı zamanda
görgüsüzlük ya da ahlaksızlık olarak kabul ediliyorsa, bu kez devletin değil,
toplumun ve bireylerin uygulayabileceği ayıplama, dışlama, ilişkilerini
sınırlama gibi müeyyideler var demektir.

Diğer ifadeyle, demokratik yönetimlerde günah işleme özgürlüğü
devlete karşı bir özgürlüktür, ancak toplumun uygulayacağı ayıplama, dışlama
gibi müeyyidelere devlet de hoşgörüyle yaklaşmaktadır.

Demokratik Hoşgörü ve Toplumsal Refleksler

Ancak demokratikleşme, demokratik hoşgörünün yanlış anlaşılması
ve gereksiz yere genişletilmesinin de sonucu olarak, toplumsal refleksler
üzerinde olumsuz bir etki yapmaktadır. Toplum hayatında kendisini gösteren
yanlış davranış hukuka aykırı ise bunun müeyyidesini kanun belirler ve devlet
uygular. Ancak yanlış davranış sadece hukuka aykırılıktan ibaret değildir. Zira
hukuk, hayatın her alanını düzenleyemez. Hukuk kuralına aykırılık niteliği
taşımayan -salt- ahlaka aykırılık ve görgü kurallarına aykırılık da toplum
tarafından, uyarma, kınama, dışlama gibi müeyyidelerle karşılanmalıdır.

Demokratikleşme toplumun değer yargılarını da etkilemekte ve
değiştirmektedir. Gerçekten doğru-yanlış, iyi-kötü, ahlakî-gayriahlakî,
haram-helal gibi kavramların ölçüsü değişmektedir. Bunların değişmesi hiç
şüphesiz kültürel erozyonu beraberinde getirmektedir. Ancak kanaatimizce
erozyonun asıl sebebi, değer yargılarının değişmesinden çok, bu değer
yargılarına uymayanların karşılaşacakları toplumsal müeyyidelerin ortadan
kalkmaya başlamasıdır. Böylece, müeyyidesi olmayan -ve dolayısıyla varlığı ile
yokluğu arasında fark bulunmayan- toplumsal kurallar (!) ortaya çıkmaktadır.

Özgürleşme ve bireyselleşmenin kentleşmeyle birleşmesi ile
ortaya çıkan "kim kime, dum duma" bir toplum hayatında, "bana dokunmayan yılan,
kaç yıl yaşarsa yaşasın" düşüncesindeki insanlar, yanlış yapanları kınamak,
dışlamak gibi toplumsal reflekslerini de kaybetmektedirler. Esasen, sadece
kendisine zarar veren "suç"luyu devlete şikayet etmekle yetinen ve fakat,
kişileri suça götüren görgüsüzce ya da ahlaksızca davranışları görmezden gelen
bir toplumun, suçtan kurtulması mümkün değildir.

Ayrıca, yine demokratik hoşgörünün yanlış anlaşılması sonucunda,
temel hak ve özgürlüklerden biri olan "kimsenin düşünce ve kanaatlerinden ve
bunları açıklamaktan dolayı kınanamayacağı" ilkesi, gereksiz yere genişlemekte
ve kimsenin "davranışlarından" dolayı kınanamayacağı noktasına gelip
dayanmaktadır. Bu durum hoşgörüyü abartmak olarak da ifade edilebilir.

Günah işlemek, bir dine "uygun" değil, "aykırı" davranmaktır ve
bunu yapanın, "inanç ve ibadet nedeniyle kınanmama hakkı"ndan yararlandırılması
söz konusu değildir. Günahın kınanmaması şeklinde gelişen demokratik hoşgörü,
bir süre sonra, "kınayanın kınanması" riskini artırmakta ve bu da toplum
hayatının önemli düzenleyicilerinden biri olan "toplumsal refleksleri"
zayıflatmakta, hatta yok etmektedir. Bu ise toplumun sadece hukuka ve devlete
mahkum yaşaması ve devletin bir sebeple çöktüğü durumlarda toplumun da dağılması
sonucunu doğurmaktadır. Oysa kamu düzeninin ve kamu yararının sahibi sadece
devlet değil, tüm alt unsurları ile birlikte bizzat toplumdur.

Şeairin İnanç ve İbadetlere Katkısı

Genelde dinler ve özelde İslamiyet birbirine bağlı iki kavram
üzerine oturmaktadır: İman ve ibadet. İman soyuttur, aklî ve kalbî olmakla
birlikte bireyseldir. Varlığı için dış dünyada bir uç vermiş olması gerekmez.
Ancak, şüphesiz ki, güçlenmesi için hayata aksetmiş olması gerekir.

Lemaat’ta Bediüzzaman’ın da belirttiği üzere; "kalp ile vicdan,
mahall-i iman"dır. İnanmak için tatmin olmuş olmak gereklidir. Ancak, inanma
hali bir düşünme ve sorgulama sürecinin sonucudur. Nitekim bu nedenledir ki;
"fikir ile dimağ, bekçi-i iman"dır.

Akıl ve kalbin iman ile ilgisi neyse, şeairin ve özgür
düşüncenin iman ile ilgisi de odur. Şöyle ki; iman, yaradılışa ilişkin temel
felsefi sorunun, bir mantık yürütme ve muhakeme faaliyeti sonucunda cevaplanması
ile başlar ve aşkın varlık olarak Allah’ın varlığını kabul halinde inanma, red
halinde ise inanmama ile sonuçlanır.

Yaratıcının varlığını kabul etmek konusunda dinler arasında fark
yoktur. Yani "yaratıcı var mıdır?" sorusuna "evet" demiş olmak, din ayırdetmeye
yetmez ve bir dine girmeyi gerektirmez. Ancak, bu birinci evet, ikinci bir
soruyu gündeme getirir: "Yaratıcı, amacını ve dileklerini iletmek için insanla
konuşmuş mudur?" Bu soruya "evet" cevabının verilmesi "vahiy" kavramını kabul
etmeyi ifade eder. İşte tam bu noktada din tercihi başlar. Vahye aracılık
yaptığı kabul edilen kişi, aynı zamanda seçilmiş olan peygamberdir ve inanılan
dinin temsilcisidir.

Bu aklî sorgu süreci ve sonucun iman olarak kalbe yerleşmesi ya
çocuklukta "öğretilmiş" bir muhakeme yeteneği ile kazanılır ya da daha sonra
-dış etkenlerin katkısı olsun ya da olmasın- başlayan bir sürecin sonucunda elde
edilir.

Belirtelim ki, çocukluktan itibaren telkinlerle elde edilmiş bir
iman da tamamen "öğretilmiş" bir iman olarak kalmaz. Düşünme yeteneğinin
gelişmesi ve şeytanın tasallutu ile, az-çok, bir düşüncenin ürünü haline gelir.

Şeair denilen toplumsal dini motifler, dini terbiye ve eğitimde
anne babayı destekleyerek, çocuğun, daha çocuklukta, önce Allah’a inanmasına ve
ardından da hangi inanç sistemine tabi olacağına karar vermesine yardımcı olur.
Böylece, yetişkin ve mümeyyiz hale gelen bir kişinin bir inanç sistemini tercih
etmesinde, -imanın akıl bekçisinin kabul ve onayından geçip, kalbe
yerleşmesinde- toplumsal motifler ve refleksler de rol oynamış olur.

Diğer ifadeyle şeairin telkini ile kazanılmış olan iman da bir
sorgulama sürecinin sonucunda kalbe yerleşmekle, çoğu zaman tahkiki bir iman
haline gelmiş olur. Örneğin mezarlıklarda mezar taşlarına yazılan "Ya Baki,
ente’l Baki" kelimeleri, anne babanın soyut kavratma yöntemiyle çocuğa
anlatamayacağı bir çok imanî meseleyi bir çırpıda anlatabilme imkanı verir.

Demokratikleşmenin Şeaire ve İmana Etkisi

Demokratikleşme, İslam toplumlarında sözkonusu toplumsal
motifleri bu gerekçeyle tümden kaldırmaya yönelmemekte, dolayısıyla çocuğu anne
babanın ve fertleri şeairin elinden almamaktadır.

Ancak demokratikleşme ile birlikte, kişinin çevresine karşı
özgürleşmesi ve dolayısıyla nefsin taleplerine boyun eğmesi riski artmış
olduğundan, kişiler erişkin olduklarında, çocukluklarından itibaren bu yolla
elde etmiş oldukları ancak henüz sorgulama sürecinden geçirmedikleri imanlarını
(taklidi imanı) sürekli sorgulayabilmekte ve sonucunda, insanların önemli kısmı,
imansız hale gelmese dahi imanın gereğini yapamamaktadır. Ayrıca taklidi iman,
yine toplumsal etkilerle sürekli aşınmakta ve unutulmaktadır.

Buna karşılık, aile ve toplumun etkisi ile çocuklukta taklidî
imanı elde etmiş bireylerin önemli kısmı, bireyselleşmenin ve özgürleşmenin
etkisiyle, gençlik yıllarında imanından uzaklaştıktan hatta bazen imanını
tamamen kaybettikten sonra, bunların içinden az sayıda kişi, yakınlarının ölümü,
rüya, tartışma ortamı gibi bir tesirle, yeniden sorgulama sürecine geçebilmekte
ve bu sefer daha sağlam ve artık sık sık sorgulanmayan ve şeairin de katkısıyla
“teslim” olunan bir iman (tahkiki iman) elde edebilmektedir. (Bu iki imandan
ikincisinin, tahkikî (hakiki) olması nedeniyle sağlam ve daha kıymetli olduğu
açıktır. Ancak taklidi iman da bir imandır ve tahkiki imana dönmesi ihtimali
kuvvetli olduğundan ve sahibini imansızlıktan kurtardığından, hiç yoktan
iyidir.)

Bu durumda, demokratikleşmenin tahkiki iman sahipleri üzerinde
pozitif bir etkisinin olduğu, taklidi imanı büyük bir sınava tabi tutarak
tahkiki olma ya da kaybolma yönünde ilerlettiği, ilerlemenin bir sonucu olarak
da taklidi iman sahibi olanların bir kısmını imansızlıkla karşı karşıya
bıraktığı söylenebilir.

Demokratikleşmenin Şeaire ve İslam’ı Yaşamaya Etkisi

Her din, inanılan aşkın varlık ile insan arasındaki doğrudan ya
da dolaylı ilişkinin kurulmasını sağlamaya yönelik olarak, az ya da çok, çeşitli
ritüeller (ibadetler) ve günlük hayatta uygulanmak üzere emirler ve yasaklar
koymaktadır. İslam dininde de ibadetler ve bunlara teşvik edici şeair önemli bir
yer tutmaktadır.

Bediüzzaman’ın Lemeat’ta; "Her bir şeair bir hoca-yı dânâdır;
rûh-u İslam’ı daim enzara ders veriyor" ifadeleriyle açıkladığı üzere, şeair
özellikle namaz, oruç ve hac ibadetinde önemli bir destekleyici unsur
durumundadır. Minare ve ezan, sahura kalkmak, iftar davetleri vermek, mukabele
okutmak, teravih namazları, hac için helalleşme, hacı olan kişilerin kıyafetini
ve üslubunu değiştirmesi, fatiha okumak gibi toplumsal dini motifler, toplum
içinde yaşayan insanları, taklidî de olsa imana ve bu ibadetlere doğru
yöneltmektedir.

Demokratikleşme özgürleşmeyi de beraberinde getirdiğinden,
kişilerin şeaire rağmen ibadetleri terk etmeye başlamaları, yani şeairin gücünün
zayıflaması kaçınılmazdır. Bununla beraber, demokratikleşme doğrudan bu alandaki
şeairi yasaklamak ya da sınırlamak suretiyle etkilemediğinden, dinî hayat ve
ibadetler üzerindeki yıkıcı etkileri de sınırlıdır. Özgürlüklerin yasaklandığı,
hakların kısıtlandığı demokratik olmayan ortamlarda ise insanın birey olarak
iradesi elinden alındığı için yıkıcı etkileri çok daha güçlü olmaktadır. Çoğu
zaman kişi hak ve özgürlükleri kısıtlanırken en büyük darbeyi İslami şeair ve
dini yaşantı almıştır.

Buna karşılık dinin ritüeller dışındaki emir ve yasaklarının bir
kısmı doğrudan şeair niteliği taşımaktadır. Demokratikleşmenin getirdiği
hoşgörü, özellikle kadınların örtünmesi gibi konularda, moda ve özenti gibi
etkenlerle şeairin uygulanmasını doğrudan doğruya ve olumsuz biçimde
etkilemektedir.

Demokrasi, Laiklik ve Sosyal Devlet İlişkisi

Demokratik devlet aynı zamanda bireyler arasındaki ilişkilere ve
ticari hayata gerektiği ölçüde müdahale eden sosyal devlettir.
Demokratikleşmenin sonucu olarak, devletler artık, iki aşırı uç durumundaki zıt
sistemlerden (tam müdahaleci sosyalizmden ve tam özgürlükçü liberalizmden)
vazgeçerek, ortak bir noktada (sosyal devlet anlayışında) buluşmaktadır.
Gerçekten, anayasalarında bu ilke yazılı olsun ya da olmasın, artık dünya
üzerindeki bütün devletler; sosyal hizmetlerin finansmanı için vergi toplamak,
emredici düzen kuralları koymak, rekabet piyasasını düzenlemek ve benzeri
yöntemlerle, çoğunluğun mutluluğunu sağlamak uğruna, toplumsal hayata sınırlı
biçimde müdahale etmekte, klasik benzetmeyle, "Robin Hood Devlet" haline gelmeye
çalışmaktadırlar.

Sosyal devlet olmanın gereği olarak devletler, vatandaşlarının
bütün sosyal alanlar gibi dini alandaki ihtiyaçlarını da karşılamayı
üstlenmektedirler. Ancak bunu yaparken bir dini diğerlerine tercih
etmemektedirler. Dolayısıyla bu üstlenme, devletlerin "dinin hizmetinde"
olmalarının bir sonucu değildir. Aksine, devletlerin, "vatandaşının hizmetinde"
devletler olmasından kaynaklanmaktadır. Diğer ifadeyle, sosyal devletin
vatandaşlarının dini taleplerine cevap vermesi, dine hizmet etmesi anlamına
gelmeyeceğinden laiklik ilkesine de aykırı değildir.

"Kamusal alan" kavramının şeairi toplumdan dışlamak için
kullanılmasını reddeden ve şeairi yaşatmayı demokratik insan hakları kapsamında
bir hak olarak kabul eden demokratik devletler, bir yandan da sosyal devlet
olmanın gereklerini yerine getirerek, kamusal kaynakları kullanmak suretiyle
dinî değerlere ve şeaire hizmet etmektedirler. Bunu yaparken dinler arasında bir
tercih yapmamaktadırlar. Böylece bu hizmet de yine şeairin dinî motif olmasından
değil, halkın değer yargılarına uygun olmasından ve halkın yaşama biçimini
oluşturmasından kaynaklanmaktadır.

Sonsöz

Bediüzzaman’ın, özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında şeairin
ilgasına yönelik atılan adımlarla ve bid’alarla mücadelesinin zorlu ve sıkıntılı
cereyan etmesinin sebebi; bu adımları atanların, antidemokratik yöntemler
kullanarak, görünüşte inkılap iddiasıyla ve reform perdesi altında, gerçekte
dinsizlik hesabına bir tahribat yapmalarıydı. Aksak da olsa demokratik devlet
düzenine geçildiği dönemlerde ise şeair üzerindeki baskılar kalkmıştır.

Diğer ifadeyle Cumhuriyet’in ilanından bu yana ve halen, dinden
uzak bir toplum yapısı kurmaya çalışanların amacı, bir biçimde elde ettikleri
devlet gücünü de kullanarak, bir yandan devlet zoruyla bid’aları yerleştirerek,
diğer taraftan antidemokratik laiklik uygulamalarıyla kamusal alanda şeairi
yasaklayarak, dini -parça parça ama sonuçta tümden- toplum hayatından silip
atmak ve böylece toplumu dinden uzak seküler bir toplum haline getirmektir.

Bu değişikliklerin şer ve tahrip hesabına geçtiğini bilen ve din
lehinde düşünenler ise, şeairin bir parçasına dahi dokundurtmamak için mücadele
etmekte ve bu uğurda her türlü fedakarlığı yapmaktadır. Bunu yaparken de
demokratikleşmeyi savunan siyasi kadroların, halkın değerlerine, insan haklarına
ve şeaire saygılı devlet yapısı kurmaktaki başarısını bir destek olarak
görmektedirler. Demokratikleşmeyi savunanların, toplumu ve bireyleri, her konuda
-ve bu arada, bir taraftan bireysel din tercihi konusunda, diğer taraftan da
dinî telkin hakkı konusunda- özgürleştirmek istemesi ve bunu başarması, din
lehinde düşünenlerin amacına zarar vermemekte, aksine, bu amaca ve bilhassa
ihlaslı ve samimi dindarlığın yerleşmesine hizmet etmektedir.

Sonuç olarak, demokratikleşmeyi benimsemek, aslında şeairi
tahribe yeltenen tahribatçı ehl-i bid’anın karşısında olmak ve şeairin
hayatlanması için gayret edenlerin de yanında yer almak demektir. Zira
demokratik laik devlet bireyi din seçme ve dindarlaşma konusunda özgür
bırakmakla birlikte dindarlaşmanın en önemli etkeni durumundaki dinî nasihatı ve
dinin toplumsal görünümleri durumunda olan şeairi (toplumsal dinî motifleri)
yasaklamamaktadır.

Öz

Ülkemizde ve dünyada demokrasi kavramı ve demokrasinin
özgürlükler düzleminde getirdiği değişimler üzerindeki tartışmalar iki önemli
alt tartışma konusu biçiminde sürmektedir. Birincisi demokratik gelişmelerin
bireylerin ve dolayısıyla kitlelerin kültürünün bir unsuru olarak dil-millet
farklılığı üzerindeki etkileridir. İkincisi ise demokrasinin yine bir kültür
unsuru olarak din farklılığı ve dinî değişim üzerindeki etkileridir. Birinci
mesele ulus devlet düşüncesiyle ve ikinci mesele de laik devlet ilkesi ile
ilgilidir. Bu makalede demokrasinin ve laikliğin, dindarlığın devamı ve dinî
gelişme için zararlı olup olmadığı ve varsa zararın kaynağının ve boyutunun ne
olduğu sorusu tartışılacaktır. Bu kapsamda özellikle demokrasinin faydaları ile
zararları kıyaslanmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Demokrasi, laiklik, din, kamusal alan,
özgürlük, şeair

Abstract

The argumentations about the democracy concept and the changes
which the democracy brings in the context of freedom are being made in two
important sub-topic of discussion. The first one is the effects of democratic
developments to the language-nation difference as an element of the culture of
individuals and communities. And the second one is the effect of democracy as a
cultural element over religion difference and religious alternation. The first
one is related with nation state idea and the second one is related with seculat
state principle. In this study, we will discuss the question whether the
democracy and laicism is harmful for the permanance of piety and religious
development or it is not and also if it is harmful, we will discuss what is its
source and dimension of this. In this context, especially we will compare the
benefits and disadvantage of democracy.

Keywords: Democracy, laicism, religion, public sphere,
freedom, symbols