Catholik Church anda Democracy: From French Revolution’s Democrasy to inter-church Democracy
‘Demokrasi, halkın iradesini Tanrı’nın
Yüce iradesinin üstüne koymaktır.’
(Papa XIII Léon, Graves de communi , 1901)
‘Demokrasi, insan haysiyetini
güvenceye alan en etkin tarihî aletlerden biridir.’
(Papa XVI. Benoît)
Giriş
Bir siyasi sistem ve kültür olarak demokrasiyi içinden çıktığı
Hıristiyan kültürü dikkate alınmadan değerlendirmek, eksik bir değerlendirme
olacaktır. Fransız Devrimi (1789) ile sembolleşen Avrupa’daki siyasi devrimler,
hareketler ve değişimlerin felsefi olduğu kadar kültürel ve teolojik sonuçları
olmuştur. Söz konusu değişim, şüphesiz aynı kültürün önemli bir parçasını teşkil
eden Hıristiyan kurumlarını ve özellikle de Kilise’yi etkilemiştir. 18.yy.’da
yaşanan bu devrimlerin, modern siyaset anlayışının somutlaştığı anlar olduğu
söylenebilir.
Aydınlanma, başlangıçta Avrupa’daki monarkların da desteklediği
bir harekettir. Monarklar için önemli olan, Aydınlanma hareketinin kendilerini
her türlü dinî kayıttan kurtarıyor olması idi. Ancak, zamanla anlaşılacağı
üzere, siyasi açıdan Aydınlanma aynı zamanda ‘mutlakiyetçilik’ten kurtulmanın da
bir diğer adı olacaktır. Aydınlanma düşüncesinin siyasi projesi teşekkül
ettikçe, toplumsal taleplerin merkezi önem arz etmesi kaçınılmaz olarak kendini
dayatmıştır. Sonuç olarak, Aydınlanma teolojik açıdan Kilise’nin sekülerleşmesi
olduğu kadar, ‘mutlakiyetçi yönetimlerin’ de sonu olmuştur. Aydınlanma’nın
kültürel alandaki devrimi, siyasi alanda da meyvelerini vermiştir. Bu açıdan,
Fransız Devrimi bu konudaki en çarpıcı örnek olmuştur. Gerçekten, Aydınlanma ile
birlikte toplumu ilgilendiren bütün alanlarda bir ‘dönem’ kapanmış bir yenisi
açılmıştır denebilir.1
Prostestan siyaset bilimcisi Jean-Paul Willaime, Encyclopédie du
Protestantisme’e yazdığı ‘démocratie’ maddesinin girişinde, her ne kadar
‘demokrasi’ ‘halk tarafından yönetim’ anlamına geliyorsa da, halk tarafından
yönetilen her rejimin demokrasi olmayacağını belirtir. Ona göre, demokrasilerde
bir yandan vatandaşların katılımıyla gerçekleştirilen bir seçimin, diğer yandan
kuvvetler ayrılığına (yasama, yürütme ve yargı) ve insan haklarına (özellikle,
çoğunluk tarafından ihmal edilme riskini taşıyan azınlıkların haklarına) saygılı
bir Hukuk Devleti’nin varlığı da gereklidir. 2
Yukarıda yapılan tanım gereği, demokrasi aynı zamanda
‘çokkültürlülüğü’ de içeren bir sistemdir. Bir ülkeyi oluşturan toplumların
kültürel farklılıklara sahip olmasının kaçınılmaz oluşu, demokratik kültürün bir
tek kültürün belirleyiciliğinden bağımsız olmasını, ‘çokkültürlü’ bir yapıya
sahip olmasını da gerektirmektedir. Dolayısıyla, demokratik sistemin ‘dinî
çoğulculuğu’ önemseyen/benimseyen bir yapıda olması, sistemin çokkültürlü bir
yapıya sahip oluşundan kaynaklandığı belirtilmelidir. Özellikle, günümüzdeki
küresel ölçekte yaşanan göç dalgaları, iletişim imkanları ve devletlerüstü
yapılanmalar, çokkültürlüğün kaçınılmaz olduğu ortamların oluşmasındaki etkileri
dikkate alındığında, demokratik yönetimlerin bu özellikleri daha da önem arz
etmektedir.3
Bu çalışmada, demokrasinin Hıristiyanlık tarihi ve kültürü
çerçevesinde değerlendirilmesi yapılacaktır. Birinci Kısım’da, Hıristiyanlık
tarihi içerisinde özellikle Katolik Kilisesi örneğinde ‘demokratik sisteme’
yönelik tartışmaların neler olduğuna ve bunların kaynağına değinilecektir.
İkinci Kısım’da, demokrasinin hıristiyan ilahiyatındaki (teolojisi) yeri ile
ilgili görüşler ele alınacaktır. Üçüncü Kısım’da, modern dönemde ortaya çıkan
‘Hıristiyan Demokratlar’ olgusu üzerinde durulacak ve bir hareket olarak
‘Hıristiyan Demokratlar’ın ortaya çıkışı ve söylemleri incelenecektir. Dördüncü
Kısım’da ise, Katolik Kilisesi’ndeki Kilise-içi demokrasi tartışmalarına
değinilecektir.
I. Hıristiyanlık Tarihi ve Demokrasi: Bireyi Yücelten
Devrimin Lanetlenmesinden Demokrasi Kilisesine
Hıristiyan tarihçilere göre, ‘demokratik unsurlara’ yer veren
siyaset teorilerine Hırstiyan düşünürlerin eserlerinde 13.yy.’dan itibaren
rastlamak mümkündür. Bunlar içerisinde özellikle Aquino’lu Thomas’ın (ö. 1274)
‘siyasi ahlak teorisinde’, Padua’lı Marsilius ile Ockham’lı William, ve
15.yy.’da yaşayan Cusa’lı Nicola’nın (ö. 1464) tabiî hukuka yönelik teorileri
zikredilmelidir. 16.yy.’da Jean Calvin’in meslektaşı T. Beza’nın Die iure
magistratum adlı eserinde halkın yönetimine ahlaki ve etik dayanak sağlaması
önemli aşamalar olarak kabul edilmektedir. Nihayet, Ipswich’li John Wise’ın
Massachusetts’de kurduğu kilisesini (Congregational Church) demokratik esasa
dayalı olarak kurması ve bu sistem ile gerçek bir devletin en mükemmel işleyişi
arasında yaptığı mukayesesinin, Amerika anayasasının hazırlanmasındaki ve
Fransız İnsan Hakları Beynnamesi’nin hazırlanmasındaki etkileri günümüzde
belgelenmiştir.4
Hıristiyanlık tarihi bakımından 16.yy’dan itibaren Kilise’de
başgösteren ve Reform ile sonuçlanıp farklı boyutlarda devam eden krizlere neden
olan bazı yanlış uygulamalar (endüljanslar vb.), Kilise içinde yapılan bazı
‘reform’ların (Trento konsili) başarısızlığı ile sonuçlanmışsa; Avrupa’da
meydana gelen 18.yy’daki ekonomik ve sosyal krizler de (açlığın had safhada
olması, işsizlerin çok kötü koşullarda yaşaması, vb.) sonunda Fransız Devrimi’ne
neden olmuştur.
Fransa’da Devletin iflası ile birlikte kral, yerel yönetimleri
Versailles’da 1789’da toplantıya çağırmak zorunda kalmıştır. İşte, -Hans Küng’ün
deyimiyle Voltaire’in, Rousseau’nun ve ansiklopedistlerin bile tahmin
edemeyeceği şekilde- gerçek ‘paradigma değişimi’ tam da o zaman beklenmedik bir
derinlikte ve hızda gerçekleşmiştir.
Aslında, başlangıçta Devrim’in Kilise’ye yönelik bir düşmanlığı
yoktu. Bu nedenle, Devrim’in Kilise’ye karşı yapıldığını söylemek doğru
olmayacaktır. Zira, çok ilginç bir şekilde Devrim’i yapanların en üst
kademesinde kilise mensubu papazlar yer almakta idi. Öyle ki, o zamanlarda
Fransa’da mevcut olan 130.000 kişilik kilise mensubundan sadece 10.000 kişilik
‘imtiyazlı sınıf’ devrime karşıdır. Fransa Başpiskoposu, mevcut iktidarın
yanında yer almıştır. Benzer bir durum, Reform zamanında Almanya başpiskoposunda
da görülmüştü. İmtiyazlılar sınıfı ile birlikte olan Başpiskoposun aksine,
‘aşağı sınıfı’ ya da ‘üçüncü sınıfı’ teşkil eden ve köken olarak da sosyal
katmanların fakir sınıfından gelen kilise mensupları (papazlar) ise, toplumun
%98’ini teşkil eden ve imtiyaz sahibi olmayan halk ile bütünleşmişlerdir.
Nitekim, dönemin en meşhur eseri Qu’est-ce que le tiers état? (Halkın
çoğunluğunun temsil edildiği meclis olan ‘tiers états nedir?) adlı eser de
Emmanuel-Joseph Sieyès adlı bir rahip tarafından kaleme alınmıştır. Aynı rahip,
daha sonra kurulacak olan ‘kurucu Meclis’te hem Kont Mirabeau ile birlikte hem
de ihlalci Napoléon döneminde önemli görevlerde bulunacaktır.
Gerçekte, Emmanuel-Joseph bulunduğu konumda asıl itibariyle
kendisi gibi olan binlerce din adamını temsil etmekte idi. Ancak, söz konusu din
adamlarının Devrim’den iki temel beklentileri vardır: Birincisi, halkın düçar
olduğu ekonomik sefaletten bir an önce kurtulmasıdır. İkinci beklentileri ise,
Kilise’nin Fransız toplumunda daha fazla kök salmasıdır. Diğer iki sınıfın karşı
çıkmasına rağmen, ‘üçüncü sınıf’ kendini ‘millet iradesinin yegane temsilcisi’
olarak ilan eder ve mevcut yasalara aykırı olarak Millet Meclisi’ni oluşturur.
Öyle ki, halkın üzerindeki etkisini ispatlamak için o yıl ‘vergilerin
ödenmemesi’ kararını alır ve bu karar halk tarfından uygulanır. Krallık ile
Meclis arasındaki karşılıklı güç gösterisi, 9 Temmuz’da ‘milletin egemenliği’nin
doğrudan gerçekleştirilmesi ile son bulmuştur. Böylece, Meclis söz konusu
tarihte kendini ‘Kurucu Millet Meclisi’ olarak ilan etmiş ve monarşi iktidarını
açıkça reddetmiştir. Bu yeni durum, Devlet’in idaresi konusunda ‘aydınlanmış
monark’a değil, ‘millete’ yani ‘milletin kendisine’ güvenileceği esasını
getirmekte idi. Böylece, hükümranlık krala ya da bir imtiyazlı sınıfa değil,
milleti temsil eden ‘Millet Meclisi’ne ait olacaktır.
Hıristiyanlık tarihi bakımından değerlendirildiğinde, artık
Ortaçağ’da papanın şahsında temsil edilen teokrasiden, protestan beyler ve
konseylerden, aydınlanmış mutlakiyetçi yapıdan modern dönemin en belirgin
vasıflarından biri olan ve ‘demokrasi’ denilen yeni bir rejime geçilmiştir.
Böylece, hakimiyet Millet Meclisi tarafından temsil edilen halka geçmiştir. Bu
nedenle, bireylerin oluşturduğu ‘millet’ modernliğin en önemli değerlerinden
biri kabul edilmiştir.
16. Louis, 14 Temmuz 1789’da Devrim’i ve Millet Meclisi’nin
hükümranlığını resmen kabul eder. Bunun üzerine, Napoléon Bonaparte döneminin
dışişleri bakanlığı görevini de yerine getirecek olan Piskopos Talleyrand, her
türlü imtiyazın kaldırılması yönünde Meclis’e bir önerge verir ve önerge kabul
edilir. Böylece, sınıflar arası her türlü imtiyaz ortadan kalkmıştır. Devrim’in
ardından yayınlanan İnsan Hakları Bildirgesi ise, ‘insan ve vatandaşlık hakları’
konusunda Avrupa tarihinde çok önemli bir dönüm noktası olacaktır. Böylece,
‘Devlet’in yerine insanın (bireyin) merkeze alındığı ve haklarının ‘tabii hukuk’
çerçevesinde korunduğu ilkeler kabul edilecektir. Bu ilkeler, aynı zamanda
demokrasinin de ilkeleri olacaktır. Siyasi, sosyal ve entellektüel alanda
yaşanan değişimler ve Demokratik Devlet yönünde atılan adımlar, kaçınılmaz
devletin ‘sekülarizasyonu’ ve ‘Hıristiyanlıktan arındırılmasını’ –o dönem
dikkate alındığında daha doğru bir tabir ile, Kilise’nin etkisinden
arındırılmasını- da beraberinde getirmiştir. Beklenmeyen bu durum, Hıristiyan
kültürüne sahip Fransa’da önemli Kilise mensupları ile yeni düzen taraftarları
arasında krizlere yol açacaktır. Zira, halkın isteklerini göz ardı eden
imtiyazlı bir sınıftan kurtulmak üzere mücadele etmiş olan din adamları, bir
anda halkın her türlü ‘katolik’ değerlerini (gelenek, inanç, kurallar) yok sayan
ve ‘Akılcılık’ (Rationalisme) olarak tanımlanan görüşü benimseyenlerin
oluşturduğu başka bir imtiyazlı sınıf ya da ideoloji ile karşı karşıya
kalmışlardır. Bu durum, ‘hiyerarşi taraftarı’ katoliklerin aksine protestanlar
tarafından desteklenmiştir. Willaime’e göre, Devrim asıl itibariyle Protestanlık
tarafından gerekleştirilen Reform’un kaçınılmaz bir sonucudur. Zira, Kutsal
Kitabın anlaşılmasında Katolik Kilisesi’nin mutlak otoritesini sarsan
Protestanlık, Kilise’nin siyasetteki mutlak yetkisini de sorgular hale getirmiş
ve devletin sekülerleşmesinde ve ‘dinden’ (Katoliklik’ten) arındırılmasında
önemli rol oynamıştır.5
Oysa, Fransa’da İnsan Hakları Beyannamesi’nin hazırlanmasında
Katolik din adamlarının katkıları inkar edilemeyecek kadar açıktır. Her ne kadar
bazıları (önemli ölçüde din adamı kökenli olanlar), İnsan Hakları
Beyannamesi’nin ‘Tanrı adına’ ilan edilmesini; veya, söz konusu metinle birlikte
tamamlayıcı nitelikte ‘İnsanların Ödevleri’ni de tadad eden bir metnin
hazırlanmasını istemiş olsalar da, ‘âlemlere hükmeden bir yüce Hakimden’
bahsetmek çoğunluğun tasvip etmediği bir konu olduğu gibi, sadece ‘tabiat’tan
söz etmek de kimileri için yeterli görülmemiştir. Nihayet, İnsan Hakları
Beyannamesi’nin ‘Yüce Varlığın huzurunda ve O’nun koruması altında’ ilan
edilmesinde uzlaşılmıştır.6 Ancak, ‘din’i temsil eden Katolik
Kilisesi’nin Fransa’da tarih boyunca merkezî yönetimi yani ‘Devlet’i destekleyen
tutumu, ‘insanı’ merkeze alan Devrim ilkeleri ile çatışmakta idi. Bu ise,
Fransa’da ‘din’ denince akla gelen Katolik Kilisesi’ne (dolayısıyla ‘din’e)
karşı mesafeli olmayı beraberinde getirdi. Öyle ki, Kilise’nin daima eleştiri
noktalarından olacak Aydınlanma felsefesinin ‘pozitivist’ ve ‘hümanist’
anlayışının uzantıları olan bu yaklaşım, Fransız demokratik sisteminin en
belirgin vasıflarından biri haline gelmiştir.7
Devrim’le birlikte yaşanılan bu değişiklikler, dinin toplum
içerisindeki yerini yeniden sorgulamıştır. Eski Yönetimi desteklemesi ile
bilinen Katolik Kilisesi’nin şahsında temsil edilen din, Devlet’in her türlü
mekanizmasından uzaklaştırılmasını gerektirmiştir. Oysa, Jean Legein’in de
belirttiği gibi, hz. İsa daima ezilenlerin yanında olmuştur. Yine ona göre,
kendisine sunulan her türlü iktidarı (siyasi, maddi, manevi) reddeden hz. İsa,
toplumun efendisi olacak kişinin, toplumun ayaklarını yıkamayı da kabul edecek
bir hizmetçi olması gerektiğini bizzat göstermiştir. Bu nedenle, Kilise’nin her
türlü iktidar ile yakın ilişki içerisinde olması, onların yanlışlarını savunacak
kadar içli-dışlı olması İncil’in çağrısına aykırıdır. İncil’in çağrısının
dışında dünyevileşen bir Kilise’nin akıbeti ise en iyi Fransız devrimi ile
ortaya çıkmıştır.8
Öyle ki, Eski Yönetimi eleştirmek aynı zamanda Katolik
Kilisesi’ni ve tabii ki dini de eleştirmek anlamına geliyordu. Katolik
Kilisesi’nin işlediği günahların tamamı ‘dine’ yüklenmiştir. Bu nedenle, modern
demokrasilerde zaman zaman gündeme getirilen ‘din-devlet’ çatışmaları, asıl
itibariyle Fransız Devrimi ile birlikte yaşanan ve eski kraliyet yönetimini
desteklemiş olan Katolik Kilisesi ile Devrim taraftarları arasındaki siyasi
çatışmalara dayanmaktadır. Öyle ki, kralı Versailles Sarayı’ndan Paris’e gitmeye
zorlayan Millet Meclisi, aynı zamanda Katolik Kilisesi’ne yönelik ciddi yaptırım
kararları da almıştır: Katolik Kilisesi’nin malları millete devredilmiştir (2
Kasım 1789); Katolik Kilisesi tekke ve tarikatleri (couvents et ordres
religieux) kapatılmış, ruhbanlık yeminleri iptal edilmiş ve yasaklanmıştır (13
Şubat 1790); Kilise’nin sivil teşkilatı, Devletin bölgesel coğrafyasına uygun
olarak yeniden düzenlenmiştir (12 Temmuz 1790). Böylece, yerleşim birimlerindeki
kiliselerde görev yapacak olan papazlar, (mensup oldukları din farklı olsa da,
sadece vatandaş olmaları hasebiyle) o yerleşim birimindeki vatandaşlar
tarafından seçilmesi kararı alınmıştır. Piskoposlar ise, yerel idareler
tarafından tayin edilecektir. Din işlerinin idaresi; piskoposlardan, papazlardan
ve papaz olmayan (laik) vatandaşlardan oluşan bir ‘danışma kurulu’ tarafından
idare edilecektir. Böylece, Devlet içerisindeki ‘din’ tamamiyle millileştirilmiş
olmakta ve Roma’ya olan bağlılık büyük oranda kaldırılmıştır.9
II. Kilise Teolojisinden Demokrasi Teolojisine
Fransa’da geçmişle olan bağların bu kadar ‘radikal’ bir şekilde
koparılması, Hıristiyan ilahiyatçılar tarafından hâlâ anlaşılabilmiş değildir ve
bir türlü anlam verilememektedir. Hans Küng, bu durumun kimilerinin iddia ettiği
gibi ‘Fransa’da Almanya’da gerçekleşen ‘Reform’un yaşanmamış olması’na
bağlanabilip bağlanamayacağını sorgular. O, her ne kadar bunun doğru olacağını
kabul etse de; Fransa’daki bu kadar keskin kopuşun ‘siyasi devrimin çok şiddetli
ve dehşet verici katliamların olduğu bir ortamda gerçekleşmiş olmasına’
bağlamaktadır.10
Bu durum, Fransa’daki Katolik Kilisesi tarafından II. Vatikan
Konsili’ne (1965) kadar kabullenilemeyecektir. Öyle ki, A. Vilmar gibi
ilahiyatçılar, demokrasiyi kıyametten önce ortaya çıkacak olan ‘ahir zaman
alametlerinden biri’ olarak tavsif edecektir. Demokrasinin üzerine bina edildiği
fikirler, ‘halkın iradesinin Tanrı’nın Yüce iradesinin üstüne koymak’ anlamına
geleceği için Katolik Kilisesi tarafından benimsenmesinin mümkün olamayacağı,
Papa XIII. Léon’un (1810-1903) yayınladığı Graves de communi (1901) adlı Genelge
ile açıkça reddedilmiştir.11 Bu yaklaşım, II. Vatikan Konsili’ne
kadar devam etmiştir. Bu nedenle, bir bakıma Fransa’da Katolik Kilisesi’nin
Ortaçağı ancak II. Vatikan Konsili kararları ile son bulduğunu söylemek
mümkündür.12
Devrim sonrası burjuvaların devleti yönetememesi sonucu darbe
ile yönetime el koyan Napoléon Bonaparte’ın (9 Kasım 1799) kabinesinde görev
alan din adamı sadece dışişleri bakanı Talleyrand değildir. Onunla birlikte,
katolik din adamları olan emniyetten sorumlu bakan Fouché ile birlikte
Directoire (İdare) üyesi Sieyès de yer almaktadır. Devrim’in sona erdiğini ilan
eden Napoléon, kendisi dindar olmasa da, Katolik Kilisesi’ne Fransa’da özel bir
statü verecek olan konkordatayı Papa ile birlikte imzalar (1801). Her ne kadar,
Roma ile girdiği anlaşmazlık sebebiyle papanın Fonteinebleau’ya nakline karar
verirse de, gelen baskılar üzerine Papalık devletlerini tekrar tanımak zorunda
kalır (1814). Ancak, halkı merkeze alarak başlayan bu devrim, her ne kadar
‘hürriyet-eşitlik-kardeşlik’ fikirlerine dayandığını iddia etmiş olsa da,
sonunda Napoléon’un da şahsında tezahür edeceği gibi, ‘milliyetçi’
(nationaliste) bir yola girmiş ve beraberinde insanlığa büyük felaketler
getirecek olan ‘küresel emperyalizme’ neden olmuştur. Nitekim, I. ve II. Dünya
savaşları bu ideolojinin birer ürünleri olacaktır.
Devrimin asıl itibariyle ‘sosyal ve siyasi’ alanda gerçekleşmiş
olması nedeniyle, dini ve Kilise’yi etkilememesi düşünülemezdi. Katolik
Kilisesi, özellikle kendi içinde bir ‘reform’ yapmayı reddetmiş olması veya daha
sonraki girişimlerle gerçekleştirememiş olmasını çok pahalıya ödemiştir. Siyaset
ve toplumdaki değişimlere göz yummayı asırlardır sürdüren Kilise, ‘ortaçağ
uykusundan’ ancak II. Vatikan Konsili le 20.yy.’da uyanacaktır. Devrimle gelen
yeni idareye olan karşı tutumu ona sadece toplum içerisindeki gücünü değil
(eğitim, hasta bakımları, fakirlerle ilgilenme, özel mülkleri) aynı zamanda
önemli miktarda insanını da kaybetmiştir: 40.000’i sürgüne gitmek zorunda
kalmış, 2000-5000 arasında kilise mensubunun katledilmesi ve binlercesinin
görevlerinden istifa etmek zorunda kalması. Hatta, devrime karşı çıkanların bir
kısmı, papaya olan bağlılıklarını kaybetmemek üzere toplumdan uzaklaşmayı ve
kendi aralarında örgütlenerek ‘dağlarda yaşamayı’ (ultramontanisme) bile kabul
etmişlerdir.
Böylece, Kilise ya da ‘din’ ancak ‘yeni düzen’in kendilerine
tanıdığı imkan ve çerçeve dahilinde dinlerini uygulama hakkına sahip
olabilmiştir. Bir devlet dini olarak yüzyıllarca ayakta durmuş olan Kilise,
1789’da bir anda bütün imtiyazlarından mahrum kalmıştır. Mutlak monarşiyi esas
alan mutlakiyetçi yönetimden halkın yönetimi olan demokrasiye geçilmesi ile
birlikte Katolik Kilisesi’ne nispetle değişen sistemi şu başlıklar altında
mukayeseli olarak toplamak mümkündür:
Katolik Kilisesi
1. Mutlakiyetçi sistemin muhafazası
2. Kilise Devletlerinin devamı
3. İnsan haklarının mahkum edilmesi
4. Piskoposların seçiminde halkın ve din adamların dışlanması
5. Otoritenin papa ve piskoposlarda olması
6. İki sınıflı sistem: din adamı sınıfı ve laikler
7. Yüksek otorite tarafından tayin edilme
8. Katolikliğin Devlet dini olması (empoze edilmesi mümkün olan her yerde)
Demokrasi
1. Mutlakiyetçiliğin son bulması
2. Kilise Devlettleri’nin ilgası
3. İnsan ve vatandaşlık haklarının merkezî önemi
4. Halkın hakimiyeti (temsili demokrasi)
5. Kuvvetler ayrılığının benimsenmesi (yasama, yürütme ve yargı)
6. Kanun önünde eşitlik
7. Her seviyedeki yöneticilerin özgürce seçilmesi
8. Yahudiler ve diğer din mensuplarına eşit muamele
Kilise kültürünün yerini alan yeni kültür, demokratik seküler
kültür olmuştur. Bu kültür, meşruiyetini halkın hakimiyeti ilkesinden alır ve
millet meclisi, basın-yayın, politik kulüpler ve sivil toplum örgütleri
tarafından temsil edilen insan haklarına dayanmaktadır. Asıl itibariyle, Devrim
ve sonuçları eski idareye nispetle daha çok mülk sahipleri olan ‘burjuva’lara
yaramıştır. Böylece, eski düzende yetkinin babadan oğula geçmesi nedeniyle
asırlarca idare mekanizmasından uzak tutulan mülk sahipleri, böylece yönetime
doğrudan müdahale etme şansını elde etmişlerdir. Kaçınılmaz olarak, ellerindeki
mal varlıklarını her ne pahasına olursa olsun çoğaltmak arzusunda olan mülk
sahipleri, bu yeni düzenin aynı zamanda en tehlikeli unsurları olmuştur
denebilir.
Aynı şekilde; yeni demokratik düzenle birlikte Hıristiyanlığın
inanç esaslarının yerine, yeni bir ‘sivil milli din’ almıştır. Bu ‘yeni din’in
inanç esasları, havariler amentüsü yerine ‘İnsan Hakları Beyannamesi’nin
maddeleri’dir. Kilise hukukunun yerine, Devlet’in Anayasası geçmiştir. Haçlı
bayrağının yerine, Fransa’da ‘üç renkli’ bayrak almıştır. Kilisenin görevli
papazı tarafından takip edilen vaftiz, evlilik ve defin-tekvin işleri ile ilgili
düzenlemelerin yerini, boşanmayı da kabul eden yeni Medeni hukuk yasaları
almıştır. O zamana kadar okullarda görev yapan din adamlarının yerini
öğretmenler almıştır. Kilise’nin yönettiği ve Pazar ayini ile temsil edilen
altar ve kurban olma yerini, vatan altarı ve onun için canını kurban
etmesi istenen vatandaş almıştır. Şehirlerin sokak, cadde ve meydan isimlerinde
eskiden var olan dini isimlerin yerini, ‘Hürriyet’, ‘Vatan’, ‘Millet’ gibi
isimler almıştır. Azizler yerine, ‘Devrim şehitleri’ne rahmet okunacaktır.
Hıristiyan ve Kilise’ye ait kutsal günlerin yerini ise, milli bayramlar ve
marşlar alacaktır (Fransa’da La Marseillaise). Aynı şekilde, hıristiyan
ahlakının yerini ise, Aydınlanma felsefesine dayalı sivil ve sosyal düzene
dayalı bir ahlak anlayışı kabul edilecektir.13
Fransız Devrimi ile birlikte ortaya çıkan bu yeni ‘duruma’ karşı
Kilise’nin bundan sonraki tavrı ne olacaktır? Katolik Kilisesi’ne göre yapılacak
olan tek şey, Tanrı’yı toplumun dışına iten bu sistemden vazgeçip ‘yeniden eski
Hıristiyan medeniyetine ve onun temel hiyerarşik idari yapısına geri dönmektir.’
Katolik Kilisesi’nin bu yaklaşımı, onun maksadının ‘Hıristiyanlık’ değil,
dünyayı ‘Katolikleştirme’ ve hatta ‘Romalılaştırma’ olduğu şeklinde
eleştirilmiştir.14
Katolik Kilisesi’nin demokrasiye karşı bu mesafeli yaklaşımının
aksine Protestanlığın Fransa’da demokratik sistemin yerleşmesinde önemli roller
üstlendiğine daha önce de değinilmişti. Özellikle St. Barthélemy katliamından
(1572) sonra bazı kalvinist düşünürler, kralları iktidara getirenlerin halk
olduğu ve beylerin halkı idare ederken ilahi ve insani kanuna riayet etmeleri
gerektiği üzerinde durmuşlardır. 1581’de ilan edilen Beyanname’de, ‘reâyânın
beyler için yaratılmadığı,… beylerin reâyâ için yaratıldıkları,…. idareyi
hukuk ve akla dayalı olarak gerçekleştirmeleri gerektiği’ belirtilmiştir.
Protestanlık’ta ‘din adamlarının eşitliği’ ilkesinin benimsenmesinin de
demokrasiye etkisi olmuştur denebilir. Bu sisteme göre, dini kurullarda din
adamı olmayan kimseler de yer almakta ve kararlar ‘oy çokluğu’ ile kabul
edilmektedir. Bu uygulama, Fransa’daki protestanlar tarafından 1559’dan itibaren
kabul edilmiştir.
Bu durum, Amerika’daki protestanlar arasında da yaygınlık
kazanmıştır. Mesela Baptist Roger Williams’ın (1604-1684) Rhode Island’da
kurduğu yönetim ile bir quaker olan William Penn’in (1644-1718) Pennsylvania’da
kurdukları yönetim, kendi çağlarına nispetle oldukça ileri demokrasiyle sahip
yönetim modellerine sahiptiler. Öyle ki, vatandaşların barışına ve karşılıklı
hoşgörüye dayalı bir Devlet olan Pennsylvania’nın anayasası, Amerika Birleşik
Devletleri’nin Anayasası’nın örnek alacağı modellerden biri olacaktır.15
Her ne kadar Protestanlık ile demokratik kurumların
oluşturulması arasında böyle yakın bir ilişkinin olduğu söylenebilirse de,
protestanların tamamının her zaman aynı görüşte oldukları söylenemez. Zira,
demokrasi karşıtı hatta mutlakiyetçi yönetimleri açıkça destekleyen aşırı
protestan grupların varlığı da inkar edilemez. Mesela, nazi yönetimini
destekleyen ‘Hıristiyan Almanlar’ ile Güney Afrika’daki kalvinist
Afrikaner’lerin ‘ırk ayrımcı’ (apartheid) tutumları buna örnek gösterilebilir.
Amerika’da ise, 17.yy.’da Massachusetts Eyaleti’nde ‘teokratik’ eğilime sahip
püritenlerin kurduğu yönetim zikredilebilir.
III. Modern Bir Siyasi Akım Olarak Hıristiyan Demokratlar
Katolik Kilisesi’nin ‘resmi’ politikaları bir tarafa bırakılacak
olursa, kiliseye mensup olan çeşitli ülkelerdeki katoliklerin 18. ve 19.
yy.’daki sosyal ve siyasal alandaki gelişmelere karşı, tarih içerisinde yaşanan
tecrübelerden de hareketle, genel olarak iki tür tepki geliştirdiği
söylenebilir. Birincisi, Katolik Kilisesi’nin eski ‘içe kapanmış, tepkisel,
gelişmenin her türlü açılımlarına karşı’ ‘sağcı katoliklerin’ tavrıdır. İkinci
tavır ise; kendisini ‘modern, gelişmeye, yeniliğe ve eleştiriye açık’ ‘solcu
katoliklerin’ tavrıdır.
Her iki tavrın demokratik sistemde temsilcileri olmuş ve
‘Hıristiyan demokratlar’ adıyla yeni bir hareket ve örgütlenme ortaya çıkmıştır.
Bu hareket, temel olarak, demokratik ‘değerler’ olarak da savunulan ve ‘insan
haklarının ilkeleri olan ‘özgürlük, eşitlik ve kardeşlik’ değerlerinin asıl
itibariyle Hıristiyan değerler ile çelişmediğini kabul etmektedirler. Din adamı
Henri Baptiste Grégoire’ın (18.yy.) şahsında temsil edilmiş olan bu anlayış,
‘cumhuriyetçi Hıristiyanlığı; aşağı tabakadaki sınıfların eşit haklara sahip
olmasını; Yahudi ve siyahilerin özgürlüklerini; ibadet dilinde yerel dillerin
kullanılması’nı savunmakla dikkati çekmiştir.
Ancak, söz konusu hareket her iki tarafın aşırı uçları
tarafından eleştirilmekte idi. Bir yandan Roma Katolik Kilisesi’nin devletçi ve
mutlakiyetçi anlayışı destekleyen tavrından vazgeçtikleri için katolik din
adamlarını Kilise’ye ihanet etmekle suçlaması; diğer yandan Fransız Derimi’nin
radikal din karşıtlarının ödün vermeyen Kilise karşıtı tavırları, bu hareketin
Kilise ile demokrasi arasında kurmak istediği irtibatı daima tehdit etmiştir.
Bununla beraber, Katolik Kilisesi’nin direnci II. Vatikan Konsili ile birlikte
kırılmış ve devrimin gerektirdiği önemli değişiklikler kabul edilmiştir. Katolik
Kilisesi’nin Demokrasiye karşı olan tavrımın değişmesinde meşhur katolik
ilahiyatçı Karl Barth’ın büyük katkısı olduğu bilinmektedir. O, ‘Hıristiyan
cemaati ile özgür bireylerden oluşan sivil toplum’ arasında kurduğu
benzerliklerle, söz konusu katı tavrın yumuşamasında önemli değişikliklerin
olmasına neden olmuştur.16 Buna göre; parlementer süreç, piskoposlar
kurulunun oluşturulması, laiklerin de katılımıyla gerçekleştirilen sinodların
teşkili, ibadet dili olarak yerel dillerin gerçerliliği kabul edilmiştir. Ancak,
II. Vatikan Konsili’nin getirdiği bu yeniliklerin hazmedilmesi meselesi hala
gündemdeki yerini korumaktadır. Özellikle ‘geleneğe bağlılığı’ ile bilinen Papa
XVI. Benoît’nın, ‘Eski Katolikler’le yeniden bütünleşmek için ‘II. Vatikan
Konsili’nin kararlarını kabul etme şartının olmadığını’ ilan etmesi, Katolik
Kilisesi’nin ‘II. Vatikan Konsili’nin demokratik değerler ile olan bağlarının ne
kadar zayıf olduğunun ifadesi’ şeklinde yorumlanmıştır.17
IV. Katolik Kilisesi’nin Demokrasi ile İmtihanı: Kilise-içi
Demokrasi
Her ne kadar günümüzde Katolikler arasında yavaş yavaş yüksek
sesle Katolik Kilisesi’nin ‘Vatikan’ adıyla debdebe içinde yüzen zengin bir
devlete sahip olması eleştiriliyor ve bunun hz. İsa’nın getirdiği mesaj ile
uygunluğu tartışılıyor olsa da, tarihi asırlar öncesine dayanan bu devletin
‘zengin mal varlıklarının fakirlere dağıtılmak üzere satılmasının’ yakın vadede
olacağını düşünmek fazlaca iyimserlik olacaktır. Ancak, ‘monarşik’ bir yönetim
biçimine sahip olan Kilise, ‘ilk devir havariler döneminde olduğu gibi
kardeşliğin, özgürlüğün ve eşitliğin olduğu daha demokratik’ bir yönetim tarzını
benimseyemez mi? Günümüzde Katolik düşünürlerin üzerinde en çok tartıştığı
konulardan biri, ‘Katolik Kilisesi’nin demokratikleştirilmesi’ meselesidir.18
Katolik Kilisesi’nin II. Vatikan Konsili’nde kabul etmediği tek
konu, din adamlarının yerel seçimlerle belirlenmesi görüşü olmuştur. Kilise,
tayin edilecek olan din adamlarının mutlaka kendisi tarafından atanmaları
görüşünden vazgeçmemiştir. Ancak, çok geçmeden, ‘özgürlük, eşitlik ve kardeşlik’
kavramlarının ‘İncilin mesajına uygunluğu’ görüşleri dillendirilmeye
başlanmıştır. Hatta, ilk dönem Hıristiyan cemaatinde bu değerlerin ne kadar
önemli oldukları ve onlar tarafından yaşandığını göstermek üzere yazılar
yazılmıştır. Bu her üç kavramın, Kilise’yi hedef alan kavramlar olmadıkları
ortada iken, neden başlangıçta Katolik Kilisesi tarafından karşı çıkıldığı
soruları gündeme gelmiş ve dönemin Kilise mensuplarının bu ‘değerleri’ yeterince
‘değerlendiremedikleri’ sonucuna varılmıştır. Fakat, söz konusu değerlerin
katolikler tarafından benimsenmesi, akıllara yeni soruları da beraberinde
getirmiştir: Neden Kilise teşkilatı demokratikleştirilemesin? Demokratik
değerlerin Katolik Kilisesi tarafından benimsenmesi, Kilise-içi demokratik
taleplerin yükselmesinin de önünü açmıştır.19
Hıristiyanlığın kuruluşunda monarşik veya aristokratik bir
yönetim biçimi olmadığı; inananların, ortak sorumlulukları eşit olarak paylaşan
Tanrı’nın topluluğundan meydana geldiğine göre, Kilise’nin
‘demokratikleştirilmesi’ demek, mümkün olduğu kadar fazla sayıda inananın
Kilise’nin organizasyonuna katılması demektir. Yoksa, ‘demokrasinin siyasi
sistemi’nin olduğu gibi aktarılması değilidir. Burada önemli olan, ‘demokratik
süreçlerin’ işleyişidir.20 Böylece; Kilise’de yeni bir anlayışın
doğması ve ‘katılımcı bir anlayışla’ dini vazifalerin ortaklaşa yerine
getirilmesi söz konusu olacaktır. Asıl itibariyle, ‘yönetim Kilisesi’nden
‘cemaat Kilisesi’ne dönüş olacağı için, hem ilk dönem Hıristiyan cemaatinde
olduğu gibi ‘kardeşlik’ ruhu içerisinde dayanışma ile sorunların üstesinden
gelinecek, hem de modern bilincin gerektirdiği daha fazla ‘özgür ve eşit’
hakların dikkate alındığı bir ortam oluşacaktır. Böyle düşünenlere göre
Hıristiyanlık, ‘özgürlük, kardeşlik ve eşitlik’ kavramlarının öne çıktığı
demokratik anlayışın esasları ile uyum arz etmektedir.
Katolik Kilisesi ise, böyle bir demokratikleşmenin asıl
itibariyle Kilise’nin tarih boyunca savunduğu ve yerleşmesi için gayret ettiği
değerlerin altüst edilmesine neden olacağı için karşı çıkmaktadır. Kilise’ye
göre bu durum; ‘insan’ın ilahî olanın, vahyin, yani Kitab-ı Mukaddes’in üstünde
görülmesini getirecektir. Ayrıca, Kilise’nin demokratikleşmesi, değişmeyen ilahi
hakikatlerin terk edilerek her zaman değişken olan halkın isteklerine’ boyun
eğmeyi beraberinde getirecektir.
Katolik Kilisesi’nin demokratikleşmesini savunanlar ise;
demokrasinin üç temel değerinin İncil’in mesajı ile uygunluk arz ettiğini
belirtmektedirler. Onlara göre; özgürlük, Kilise içinde bazı insanların
diğerleri üzerinde otorite kurmasını engelleyecektir. Eşitlik ilkesi ile, Kilise
içindeki her türlü ‘ırk, sınıf ve statü’ farklılıklarını ortadan kaldıracak,
cemaatin mekanik olarak bir ‘sadaka kutusu olarak görülmesini’ engelleyecek,
üyelerinin her türlü sömürüye ve adaletsizliğe karşı eşit haklarını
savunacaktır. Kardeşlik ilkesi ise, Kilise’ye mensup erkek ve kadınların
birbiriyle kardeş oldukları bilincini merkezi bir esas olarak alacağı için, her
türlü ‘ataerkil ve cinslerarası ayrımcılığı’ dışlayacak ve kadınların ikinci
sınıf ve marjinal olarak görülmelerine engel olacaktır.21
Katolik Kilisesi’nin içerisinden yükselen bu demokratikleşme
talepleri, günümüzde en yetkin Katolik ilahiyatçılar tarafından da dile
getirilmektedir. Bu talepler karşısında Kilise, iki farklı yöne giden bir yol
ayrımında bulunmaktadır. Ya kendi aslına dönüş yaparak Hıristiyanlığın esas
ilkeleri çerçevesinde kendini yeniden sorgulayacak ve kendini yenileyerek
‘katılımcı bir demokratikleşme’ yönünde adım atacak; ya da, Roma imparatorluğu
döneminden kalma eski ‘geleneksel’ yöntemlere sıkı sıkıya bağlı kalarak
‘monarşik ve ataerkil yapısını’ devam ettirecek ve kendi mensupları ile
yollarını ayıracaktır.
Dipnotlar:
1. Hans Küng, Le Christianisme, çev.: Joseph Feisthaeur,
Paris 1999, s. 962-963.
2. Jean-Paul Willaime, ‘Démocratie’, Encyclopédie du
Protestantisme, Les Éditions du Cerf: Genève 1995, s. 352.
3. Jean Legein ‘N’est-ce pas la meilleure façon de respecter
l’être humain et de l’humaniser?’,
http://www.paves-reseau.be/revue.php?=id=404.
4. Theodor Strohm, ‘Democracy’, The Encyclopedia of
Christianity, Brill: Leiden-Boston-Köln 1999, c.1, s. 793.
5. Jean-Paul Willaime, a.g.m., s. 352.
6. Hans Küng, a.g.e., s. 967-968.
7. Nitekim, Papa XVI. Benoît 06.06.2008 tarihinde Malezya,
Brunei ve Singapur piskoposlarına yaptığı açıklamada ‘Aydılanma’nın olumlu ve
olumsuz yönlerini ele alırken; Aydınlanma felsefesinin bir uzantısı olan
‘Tanrı’yı kamu alanından dışlayan aklın pozitivist diktatoryasına karşı mücadele
etmeye davet etmektedir. Bununla beraber onlardan, Aydınlanma’nın olumlu
kazanımlarından olan ‘insan hakları, dini özgürlük ve dini özgürce yaşama’
konularını kabul etmeye ve ‘Tanrı’nın suretinde yaratılmış olan insanın
haklarının korunması konusunda gayret göstermelerini talep etmiştir. Bkz.: ‘Le
pape explique les aspects positifs et négatifs des Lumières’,
http://www.zenit.org/article-18150?l=french.
8. Jean Legein, ‘Démocratie dans l’Église’,
http://www.paves-reseau.be/membres.php?=1&id=4.
9. Hans Küng, a.g.e., s. 967-968.
10. Hans Küng, a.g.e., s. 973.
11. Papa XIII. Léon, kimi katolik yazarlar tarafından
‘demokratik değerlere’ saygılı olarak gösterilmek istenmektedir. Bunu, özellikle
Fransa’daki politik gelişmeler sonucunda yayınladığı Rerum Novarum Genelgesi’ne
(1891) bağlayanlar olmuştur. Ancak, görev yaptığı dönem boyunca yayınlamış
olduğu genelgelerin (Diuturnum illud, 1881; Immortale Dei, 1885; Libertas
praestantissimum, 1888; Sapientiae christianae, 1890) ve resmi belgelerin tamamı
göz önünde bulundurulduğunda, XIII. Léon’un bu konuda asıl itibariyle halefi
olan IX. Pie’den pek farklı olmadığı görülmektedir. Geniş bilgi için bkz.:
Theodor Strohm, ‘Democracy’, The Encyclopedia of Christianity, Brill:
Leiden-Boston-Köln 1999, c.1, s. 793; J. Lecler, ‘Démocratie’, Catholicisme,
Hier, Aujourd’hui, Demain, Paris 1954, c.3, s. 579-585; J. Morienval,
‘Démocratie Chrétienne’, Catholicisme, Hier, Aujourd’hui, Demain, Paris 1954,
c.3, s. 585-593.
12. Ancak, hemen burada ifade edilmelidir ki, daha önce
yapılmış olan genel konsillerin aksine, II. Vatikan Konsili kararlarını kabul
etmeyen katolikler ‘aforoz’ (anathème) edilmemektedir. Bunun ne gibi sonuçları
ileride değinilecektir.
13. Detaylı mukayeseler için ayrıca bkz.: Hans Küng, a.g.e.,
s. 977-978.
14. Katolik Kilisesi tarihçisi Daniele Moenozzi’den naklen:
‘Retour à une civilisation chrétienne, à travers un ordre hiérocrate
fondamental.’ Bkz.: Hans Küng, a.g.e., s. 978.
15. J.-P. Willaime, a.g.m., s. 352; Theodor Strohm,
‘Democracy’, The Encyclopedia of Christianity, Brill: Leiden-Boston-Köln 1999,
c.1, s. 793.
16. Theodor Strohm, ‘Democracy’, The Encyclopedia of
Christianity, Brill: Leiden-Boston-Köln 1999, c.1, s. 793.
17. ‘Katolik Kilisesi sözcüsü Federico Lombardi, 25.06.2008
tarihinde yaptığı açıklamada, ‘Kilise ile bütünleşme (communion) konusunda
1988’de Kilise’den ayrılan Lefebvristler’in II. Vatikan Konsili’nde alınan
kararları ve konsil-sonrası ibadetlerin icrasında yapılan değişiklikleri kabul
etme zorunluluklarının olmadığını’ belirtmiştir. Bkz.:
http://www.la-croix.com/article/index.jsp?docId=2341785&rubId=1098.
18. Jean Legein, ‘Démocratie dans l’Eglise’,
http://www.paves-reseau.be/membres.php?=1&id=4.
19. Theodor Strohm, ‘Democracy’, The Encyclopedia of
Christianity, Brill: Leiden-Boston-Köln 1999, c.1, s. 793.
20. Jean Legein, demokratik işleyişe sahip olan bir Kilise,
kiliseye mensup inananların gözünde daha inandırıcı olaraktır. Albert Rouet,
böyle bir kilsenin beş esasın yerine getirilmesine dikkat etmesi gerektiğini
belirtir: İlahi kelamın yaygınlaştırılması, hayatın ortaklaşa kutsanması,
karşılıklı sevgi, çeşitli hizmetlerin yetkin kimselerce koordinesi, Kilise olan
bağın sürdürülmesi. Bu esasların muhtevaları ve açıklanması ile ilgili detaylı
bilgi için bkz.: Jean Legein, ‘Un Fonctionnement Démocratique d’Église’,
http://www.paves-reseau.be/revue.php?=id=402.
21. Jean Legein, a.g.m.
Bibliyografya
1. Jean-Paul Willaime, ‘Démocratie’, Encyclopédie du
Protestantisme, Les Éditions du Cerf: Genève 1995, s. 352.
2. J. Lecler, ‘Démocratie’, Catholicisme, Hier, Aujourd’hui,
Demain, Paris 1954, c.3, s. 579-585.
3. J. Morienval, ‘Démocratie Chrétienne’, Catholicisme,
Hier, Aujourd’hui, Demain, Paris 1954, c.3, s. 585-593.
4. John Witte, ‘Democracy’, The Encyclopedia of
Protestantism, Edit.: Hans J. Hillebrand, Routledge: New York-London 2004, c.:
2, s. 574-576.
5. Theodor Strohm, ‘Democracy’, The Encyclopedia of
Christianity, Brill: Leiden-Boston-Köln 1999, c.1, s. 789-794.
6. Jean Legein, ‘Démocratie dans l’Église’,
http://www.paves-reseau.be/membres.php?=1&id=4.
7. Jean Legein, ‘Un Fonctionnement Démocratique d’Église’,
http://www.paves-reseau.be/revue.php?=id=402.
8. Jean Legein ‘N’est-ce pas la meilleure façon de respecter
l’être humain et de l’humaniser?’,
http://www.paves-reseau.be/revue.php?=id=404.
9. Hans Küng, Le Christianisme, çev.: Joseph Feisthaeur,
Paris 1999.
Öz
Bu çalışmada, demokrasinin Hıristiyanlık tarihi ve kültürü
çerçevesinde değerlendirilmesi yapılmaktadır. Birinci Kısım’da, Hıristiyanlık
tarihi içerisinde özellikle Katolik Kilisesi örneğinde ‘demokratik sisteme’
yönelik tartışmaların neler olduğuna ve bunların kaynağına değinilmektedir.
İkinci Kısım’da, demokrasinin Hıristiyan ilahiyatındaki (teolojisi) yeri ile
ilgili görüşler ele alınmaktadır. Üçüncü Kısım’da, modern dönemde ortaya çıkan
‘Hıristiyan Demokratlar’ olgusu üzerinde durulmakta ve bir hareket olarak
‘Hıristiyan Demokratlar’ın ortaya çıkışı ve söylemleri incelenmektedir. Dördüncü
Kısım’da ise, Katolik Kilisesi’ndeki Kilise-içi demokrasi tartışmalarına
değinilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Demokrasi, Fransız Devrimi, Katolik
Kilisesi, Hıristiyan Demokratlar
Abstract
Democracy will be evaluated in the context of history and
culture of Christianity within this study. At the first part, the discussions
about ‘democratic system’ within the history of Christianity and especially
within the example of Catholic Church will be defined and the sources of these
arguments will be considered. At the second part, the place of democracy in the
Christian theology will be handled up. At the third part, the fact of ‘Christian
Democrats’ which appeared in modern epoch will be analyzed and as a movement the
appearance of ‘Christian Democrats’ will be dealt with. At the fourth part,
within-church discussions at the Catholic Church about democracy will be
mentioned.
Key words: Democracy, French revolution, Catholic Church,
Christian Democrats