The Contribution of Said Nursi to the Democracy Idea or The ontology of Democracy
Giriş
Demokrasi düşüncesinin ya da sisteminin düşünce olarak ortaya
çıktığı ve uygulandığı yer, bilindiği gibi Eski Yunan site devletleridir.
Sonraki asırlarda ise demokrasi, tiranlıklar ve imparatorlukların etkisi altında
olarak, uzun asırlar sadece teorik bir bilgi durumunda kalmıştır. Bu tarihi
durum nedeniyle de “demokrasi” olgusu, siyasal bir sistem olarak sadece Batı
toplumlarına aitmiş gibi algılanmıştır. Demokrasinin alternatifi olarak,
oryantalistlerin bilgileri ışığında üretilen “Şark despotizmi” terimi ise,
genelde bütün Doğu’yu ve daha özelde Müslüman Doğu’yu niteleyen bir kavram
olarak dayatılmıştır. Bu düşüncenin tarihi bir tecrübeye dayandığı ve olgusal
olarak doğruluğu, belirli bir sınırlılık çerçevesinde kabul edilebilir.
Ancak söz konusu düşüncenin temelinde yatan daha başka bir
argüman vardır. O da Doğu’da hâkim olan dinselliğin egemen bir hayat felsefesi
ve dinde var olan hiyerarşi inancının bir tezahürü olduğu inancı. Bu ön
kabullerden dolayı, genelde Doğu toplumlarının daha özelde ise Müslüman
toplumların demokrasiyi içselleştirmeleri ve pratiğe dönüştürmeleri imkânı çok
zayıf bir beklenti olarak kabul edilmektedir. Bazı toplulukların modernleşme
sürecinden geçerek göreli de olsa, bu sürece katılmaya çalıştıkları; ancak
bunların da sürekli Batı ile kendi değerleri arasında çelişkili bir durumdan
kurtulamadıkları görülmektedir.
Bu noktada en önemli problemin, aslında demokrasinin ortaya
varoluş biçimi ve hatta onun hakkındaki bilgi sistemiyle ilişkili olduğu
görülememektedir. Başka bir ifadeyle, demokrasinin ontolojik ve epistemolojik
anlamda bir çözümlemesinin yapılması gerekmektedir. Bu hem dünya üzerindeki
fiziki ve hem de toplumsal çevreyle birlikte, demokrasinin de çağlara ve
toplumlara göre nasıl bir anlam kazanması gerektiğini de ortaya koymaya
yarayabilir. İşte bu bakımdan, Batı ve Doğu düşünce sistemlerini hiçbir
bağnazlık ve peşin yargının etkisi altında kalmadan; “insanlık” ortak paydasında
yorumlamak gerekir. Bu yaklaşım biçiminin bir örneği olarak, Said Nursi’nin
meşrutiyet, cumhuriyet ve demokrasi sistemleri hakkındaki düşünceleri
çözümlenmeye çalışılacaktır.
Ne var ki böyle bir çalışma, aşılması gereken çok ciddi
engelleri de barındırmaktadır. Her şeyden önce, bu kavramlar Batı düşünce ve
toplumsal çevrelerinde ortaya çıktığı için evvel emirde, Müslüman düşünürler ve
halk tarafından genellikle soğuk karşılanmıştır. Bu durum Türkiye gerçeğinde
böyledir; diğer Müslüman ülkelerde ise, bu kavramlar ile olan mesafe daha da
uzundur. Kavram olarak başka bir çevrede doğmuş olmalarından ötürü, bu
sistemlerin tümüyle İslam prensipleriyle uyumlu olduğu iddiası, kabul edilmesi
çok zor bir söylemdir. Bu nedenle Türkiye’deki dine yakın duran düşünce
adamlarınca demokrasiye yakın söylemler, daha çok geçici bir aşamada başvurulan
“araç” niteliğinde olmuştur.
Bu yaklaşımı belli bir oranda normal karşılamak gerekir. Çünkü
özellikle demokrasi söz konusu olduğunda, İslam prensiplerinden ve tarihinden
destekleyici deliller getirmek mümkündür. Ancak, tarihi ve kültürel pratiklerden
dolayı, Batı toplumlarından farklı bir geçmişi olan toplumların bu benzerlikleri
ve ortaklıkları algılaması ve özümsemesi çok zor görülmektedir. Örneğin
Türkiye’deki çok geniş bir kitle ve bunlara öncülük eden “siyasal İslam”
söyleminin savunucuları, “28 Şubat sürecinin baskısı” ile demokrasi retoriğini
benimsemek zorunda kaldılar. Bu bir nevi pragmatik yaklaşım biçimi ile Said
Nursi’nin demokrasi düşüncesini kesinlikle ayırmak gerekir.
I- Demokrasi Düşüncesi ve Kozmolojik Bir Perspektif
Öncelikle bu konudaki yanlış veya eksik bir bakış açısını ortaya
koymak gerekirse; Said Nursi’nin demokrasi anlayışı, dönemin politik ve sosyal
ortamından etkilenerek oluşmuş, yüzeysel ve konumsal bir tavır olarak
yorumlanır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Meşrutiyet, Türkiye Cumhuriyeti
döneminde Cumhuriyet ve Türkiye Cumhuriyeti’nin çok partili döneminde Demokrasi
terimini savunuşu bu düşüncenin haklı olduğuna bir işaret olarak kabul edilir.
Oysa O’nun kozmolojik ve sosyolojik anlayışı ile kozmos ve toplum içindeki
insanın yerine verdiği anlam, çok daha derindir. Yani insanın sadece yerküre
içindeki yerini değil, aynı zamanda kozmos içindeki yerini doğru olarak
belirlemek gerekir. Bu yaklaşımı anlamadan yapılan yorumlar, sınırlı bir peşin
hüküm olarak kalmaktan öteye gidememiştir. Bu problemin çözümüne bir katkı
olması amacıyla, şu önermeler geliştirilebilir:
1-Allah-Kâinat-İnsan İlişkisi:
Said Nursi’nin çok etkileyici bir ifadesi vardır: “Hakiki imanı
elde eden adam, kâinata bile meydan okuyabilir.”1 Bu cümlede Allah,
insan ve kâinat ilişkisi yer bulmaktadır. Yani Allah hakkındaki hakiki iman,
insanın yaratılmış olan her şeyin üzerine çıkmasını sağlamaktadır. Kâinat,
Allahın yaradılış kanunlarına tabidir; buradaki düzen ve ahenk doğrudan bu
kanunlara göre işlemektedir. İnsanı ise anlam ve fonksiyon bakımından evrenin en
önemli yerlerinden olan dünyanın düzeninin koruyucusu ve kendi halifesi olarak
yaratmıştır. İnsanın yaratılış hikmeti, esma ve sıfatı ilahinin tecellisine
vesile olmaktır.
İşte, Allah’ın koyduğu kanunları en iyi şekilde anlayıp hayatına
yansıtabilen insan, Allahın halifesi olarak önemli bir mevkie sahiptir. Bunu
yaparken ise kendi nevi ile arasında kuracağı ilişkide tabi olacağı sistem, önem
kazanmaktadır. Bu sistem İslam hukukunda “şeriat” olarak belirlenmiştir. Ancak,
şeriatın da kendisi ve çevresindeki kişiler Müslüman olmakla birlikte, farklı
şekillerde anlaşıldığı ve yorumlandığı unutulmamalıdır. Bu bakımdan, daha
imparatorluk döneminde bu problemi gören Bediüzzaman, meşrutiyeti savunurken,
ona “meşrutiyet-i meşrua” demiştir. Cumhuriyet döneminde ise, sözkonusu kavramın
yerine demokrasi kullanıldığından; “demokrasiyi milletin hakkının ve hukukunun
korunması” olarak savunmuştur.
İşte bir sistem olarak, yeryüzünde düzeni sağlama fonksiyonu
bakımından demokrasi önemli bir fonksiyona sahip olabilir. Çünkü Allah’ın
kanunlarına bağlı olan bir insan, hukuken onun eşit olarak yarattığı insanlar
arasındaki eşit hakların korunmasında dikkatli olmak zorundadır. Bu düzeni
bozmaya çalışanlara karşı ise dürüst, korkusuz, kesin bir tavır gösterecektir.
İşte Said Nursi’ye her tür istibdada karşı tavır koyarak: “Hakiki imanı elde
eden adam kâinata bile meydan okuyabilir.” sözünü söyleten de bu inançtır.
2-Birlik ve Çokluk İlişkisi Bakımından İnsan:
Said Nursi, tevhidin farklı tecellileri ve eşya ile olan
ilişkisi bakımından insanların farklı düşünmeleri, farklı fikirlere, farklı
reylere, kanaatlere sahip olmalarını temel bir ilke olarak kabul etmektedir.
Allah her bir insanı apayrı birer âlem olarak yaratmıştır. Ve bu âlemlerin
içinde ise her bir duygusu ve organları da ayrı bir anlam ve özelliğe sahiptir.
Bu farklılıklar ile insan Allah’ın farklı farklı sıfat ve isimlerinin birer
tecellisi ve açıklayıcısı olup, hepsi de bir tek noktaya işaret etmektedir. Buna
“vahidiyet içinde ehadiyetin tecellisi” veya“çoklukta birlik ilkesi”
denilmektedir. Mesela Mesnevi’de şunları söylemektedir: “Bizim ifadelerimiz pek
çeşitlidir. Senin güzelliğin birdir. Hepsi de o güzelliğe işaret etmektedir.”
2
3-İdeal ve Reel Bir Varlık Olarak İnsan:
İnsan bir yönüyle ideale doğru yöneliktir. Bu yönüyle, kendisine
verilen ideal potansiyelleri geliştirmek üzere reel dünyaya gönderilmiştir.
Ancak bu süreç tek başına değil, toplumsal bir varlık olarak geliştirilebilir.
Bu bakımdan insan tabiatı gereği, sosyal bir varlıktır. Yani, insan toplumsal
bir varlık olarak kendini kemale doğru geliştirebilir. Fakat hem insan hem de
onlardan oluşan toplum, aynı zamanda bazı zaaflara da sahiptir. Bu zaafların
aşılarak geliştirilmesi için, meşverete ve fikir alışverişine ihtiyacı vardır.
İşte demos-cumhur-halk için “demokrasi” sadece soyut biçimde dışarıdan
filozoflar tarafından üretilmiş bir siyasal sistem değil, gerçek bir yaşama
biçimi olmaktadır. Bireysel zaafların aşılması için toplumsal düzen ne kadar
önemli ise, toplumsal hastalıkların önüne geçebilmek için de bireylerin şuurlu
olması o kadar önemlidir.
4-Bireysel ve Toplumsal Bir Varlık Olarak İnsan:
Said Nursi’ye göre, bu anlamda Müslümanların daha da fazla
demokrasiye sahip çıkması gerekir. Çünkü Allah insanı bir fert olarak yaratmış
ve her bir insana ayrı ayrı sorumluluk yüklemiştir. Yani sorumluluğunu bir
başkasına -ana-babasına bile- yükleyemez. Hesaba çekildiği gün yaptıklarının
hesabını verirken, sadece kendisi ve Allah vardır. Bu anlamda, hem bireysel hem
de toplumsal sorumluluklarını daha ideal ve daha doğru yerine getirebilmesi
için, diğer insanlarla ortak paydayı bulması gerekir. Yani diğerleriyle,
meşveret etmesi gerekir. Meşveretin bu günkü en geniş anlamda yapıldığı ortam
ise, bütün toplumun temsilcilerinin toplandığı “meclis”tir. Çünkü tek tek
bireylerin eksikliğinin tamamlanmasının en iyi yolu, aralarında fikir
alış-verişi ve meşveret yapmalarıdır. Çağımızda, meşveretin en geniş anlamda
tecelli ettiği yer veya kurum ise demokratik bir seçim ile oluşan meclis ve onun
yaptığı kanunlar olabilir. Bu önermeler gibi daha birçok argümanı Risale-i
Nurlardan çıkarmak mümkündür. Mesela aşağıdaki paragraflar meşrutiyet ve
demokrasi düşüncesinin meşru kaynağının, Kuran olduğunu açıkça ortaya
koymaktadır:
“İşte, meşrûtiyet; ‘Ve işlerde onlarla istişare et.’ (Al-i İmran
Suresi:159)
‘Onların aralarındaki işleri istişare iledir.’ (Şura Suresi:38) ) âyet-i
kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nûrânînin kuvvete
bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı muhabbettir, aklı kânundur, şahıs
değildir.” 3
“Meşrûtiyetin zenbereği, rûhu, kuvveti, hâkimi, ağası haktır,
akıldır, mârifettir, kânundur, efkâr-ı âmmedir; kimin aklı keskin, kalbi parlak
olursa, yalnız o yükselecektir. İlim yaşını aldıkça tezâyüd, kuvvet
ihtiyarlandıkça tenâkus ettiklerinden, kuvvete istinad eden kurûn-u vustâ
hükümetleri inkırâza mahkûm olup, asr-ı hâzır hükümetleri ilme istinad
ettiklerinden, Hızırvârî bir ömre mazhardırlar…” 4
“Meşrûtiyetin sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdâdın
esâsı, kuvvet şahısta olur, kânunu kendi keyfine tâbî edebilir, hak kuvvetin
mağlûbu. Fakat bu iki ruh her zamanda birer şekle girer, birer libas giyer. Bu
zamanın modası böyle giydiriyor. Zannolunmasın, istibdat galebe ettiği zaman
tamamen hükmünü icrâ etmiş, meşrûtiyet mağlup olduğu vakit mahvolmuş. Kellâ!
Kâinatta gâlib-i mutlak hayır olduğundan, pekçok envâ ve şuubât-ı heyet-i
içtimâiyede meşrûtiyet hükümfermâ olmuştur…” 5
II- Demokrasi Düşüncesi ve Sosyolojik Bir Perspektif
Ne var ki Said Nursi’nin insan, kozmos ve toplum anlayışı,
sadece nakli bilgi ve politik bir konu çerçevesinde düşünülürse, yeterince
anlaşılamaz. Onun politik konulara yaklaşım biçimi, aynı zamanda,
“Allah-Kâinat-İnsan İlişkisi”ni de kuşatan çok daha derin ontolojik bir düşünce
sistemine dayanır. Ancak böyle bir izah ve açıklama, çok soyut ve metafizik bir
yorum olarak algılanabilir. Bu nedenle Said Nursi’nin son derece realist
gözlemci olarak, içinde bulunduğu toplumun ve çağın egemen ideolojileri ve
toplum felsefelerinden habersiz olmadığını da belirtmemiz gerekir. Bu yönü
ortaya konulmaz ise, yanlış olarak O’nun spekülatif bir filozof olarak da
algılanması mümkündür. Oysa o hem bir idealisttir, hem de bir realisttir.
İdealarını savunurken, soyut kavramların arkasına sığınmamış, fikirlerini kendi
içinde yaşadığı toplumun ve çağının en güçlü, egemen ideolojilerine,
devletlerine karşı gereken eleştirilerini de yapmıştır.
O sadece döneminin din karşıtı düşünce akımları ve aynı zamanda
çağının en etkili ideolojileri olan Materyalizm ile Pozitivizme karşı durarak,
karşı tezler geliştirmekle yetinmemiş; ayrıca bunu yaparken tek bir
perspektiften bakmamıştır. Aynı zamanda Batı’daki ortaçağ kilise skolâstik
düşüncesine ve kendi toplumunda hâkim olan medrese tutuculuğuna karşı da tavır
almıştır. Bu tavrını sadece eleştirel bir düzeyde bırakmayarak: “Aklın nuru,
yeni bilimler; kalbin ışığı ise dini bilgilerdir” diyerek, “insanın hem aklını
hem de ruhunu aydınlatacak bir proje” de geliştirmiştir. Bu projesini
gerçekleştirebilmek için, Osmanlı Sultanı’nı ve Cumhuriyet dönemi yöneticilerini
ve meclisi de ikna etmiştir. Bütün bu düşüncelerinin arkasındaki en önemli
hedef, insanın “hürriyet” yoluyla aydınlanmasıdır.
Said Nursi meşrutiyeti, cumhuriyeti ve demokrasiyi savunurken
de; “ideasındaki en temel amacı insanın hürriyetidir” denilebilir. Çünkü insanın
irade sahibi bir varlık olarak taşıdığı temsil görevi, onun yeryüzünde
halife/temsilci olmasını sağlamaktadır. Ayrıca Said Nursi insanın hürriyet
ihtiyacını, Batılı iktisat bilimci Abraham Harold Maslow (1908 – 1970) gibi,
ihtiyaçlar hiyerarşisinin sonlarına değil, tam aksine en başına yerleştirmiştir.
Bu düşüncesini anlatırken kullandığı ifade biçimi ise, hürriyet olgusunun insan
varoluşu için taşıdığı önemi çok etkili biçimde göstermektedir. Bazı toplumsal
ve siyasal konulardaki eleştirilerine son vermesi için kendisine yapılan
baskılara karşı şu sözüyle cevap vermiştir: “Ekmeksiz yaşarım ama hürriyetsiz
yaşayamam.” Yani ona göre insanın hürriyeti, fizyolojik ihtiyaçlarından da önce
gelmektedir. Ya da “hürriyet” insan hayatının sadece herhangi bir parçası/unsuru
değil, fakat onun temel unsurudur.
Burada hem Batılı düşünürlerin, hem de Müslüman siyaset
düşünürlerinin aşamadığı bir önemli problemle karşı karşıya kalınmaktadır.
Sonsuz kozmik âlemde, Allah’ın bir yaratığı olarak basit bir varlık konumundaki
insan nasıl “hür” olabilir. Yani eğer insan yaratılmış bir varlık olarak kabul
edilirse, sadece belirli bir sisteme uyarak yaşamalıdır. Bu sistem dışında bir
yaşama biçimi, kabul göremez ve her halükarda cezalandırılır. Bu nedenle de
felsefi olarak yanlış bir argümanla, Allah-insan ilişkisi bir çatışmalı alan
olarak ortaya konulmuştur. Oysa ontolojik olarak Yaratıcı ile yaratılan
arasındaki ilişki ile yaratılan insanlar arasındaki ilişki farklıdır. “İnsanlar
irade sahibi olarak hür doğmuşlardır; ancak Allah’ın bir mahluku olarak yine de
Abdullah (Allah’ın kulu) tırlar.”
İşte bu aşamada “hür olma” olgusu, insan-insan ilişkisi söz
konusu olduğunda geçerlidir. Bu konudaki düşünce karışıklığı, hem eğitim ve
bilgi alanında, hem de siyasal alanda, baskı ve katılığın meşrulaştırıcı
gerekçeleri olmuştur. Yani dini argümanlar, hem ilim adamlarının hem de siyaset
adamlarının baskı kurmalarına meşru bir gerekçe olarak ortaya konulmuştur. Said
Nursi, “Allahın bir kulu olarak” insanlar karşısında ise “hür bir fert olarak”
hem dini otoritelerin hem de siyasi otoritenin haksız olan tahakkümlerine boyun
eğmemiştir. O, bu tavrıyla sadece bireysel bir tercih yapmamış, aynı zamanda
dahil olduğu ulema sınıfının siyasi otoriteden bağımsız düşünmesine ve
entelektüel tutuma da bir örnek oluşturmuştur.
Bu nedenle Said Nursi’nin toplumsal ve politik
düşünceleri/tavırları, Osmanlı Sultanı II. Abdulhamid döneminde yanlış
yorumlanarak, tımarhaneye gönderilmesine neden olmuştur. Cumhuriyet döneminde
ise, yönetime ortak olmak istediği biçiminde yorumlanarak, yıllarca sürgün ve
hapis hayatına maruz bırakılmıştır. Kendi ifadesiyle: “Vaktâ ki hürriyet
divanelikle yâd olunurdu; zayıf istibdat tımarhaneyi bana mektep eyledi. Vaktâ
ki itidal, istikamet; irtica ile iltibas olundu; Meşrutiyette şiddetli istibdat,
hapishaneyi mektep yaptı.” 6
III- Said Nursi’nin Muhalefet Retoriği: Reddetmek ve Kabul
Etmemek
Said Nursi, reddetmek ve kabul etmemek kavramlarını kelamın (din
felsefesi) en önemli problemlerinden biri olan “Allahın Varlığı” tezine karşı
çıkan “Ateist ve Agnostik yaklaşımları” eleştirirken kullanmaktadır. Ona göre
Ateizm Allah’ın varlığına karşı sistemli bir reddi içerir. Agnostik yaklaşım ise
bu konuyu rasyonel veya empirik olarak kavramanın mümkün olmadığını savunur. Bu
bakış açısından bu tür metafizik konularda bir bilgi ve inanç sahibi
olunamayacağını savunur. Bu nedenle de herhangi bir inanç belirtmemek,
reddetmekten farklıdır. Teolojik olarak, iki tavrın karşılığı da farklıdır. Yani
reddetmek ile kabul etmemek iki farklı inanç ve tavırdır.
Tıpkı burada olduğu gibi, Said Nursi’nin, siyasi rejime ve
hükümetin politikalarına karşı eleştirilerini yaparken kullandığı retorik de son
derece yeni, farklı ve etkileyicidir. Mesela, kendisini rejim için tehlike
olarak görenlere verdiği cevapta; “bir düşünceyi reddetmek başkadır, kabul
etmemek ise bütün bütün başkadır” demektedir. Yani reddetmenin rejime karşı bir
sistem getirmek anlamını içerdiğini, oysa kabul etmemek biçimindeki tavrın ise,
sadece pasif bir direniş olduğunu ve bu tavrın her bireyin hukuken hakkı
olduğunu savunmaktadır. Kılık kıyafet konusunda gösterdiği tutum buna iyi bir
örnektir. Ve bu konudaki kabul etmemek biçimindeki tavrın bir nevi “doğal hukuk”
hakkı olduğunu belirtmektedir.
Nitekim en vahşi toplumlarda bile bireylerin böyle bir tavrı
göstermesine izin veriliyorsa; medeni olduğunu iddia eden bir yönetimin bu
muhalefet biçimine daha da anlayış göstermesi gerekir. “Bir şeyi reddetmek
ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır. Ehl-i
hükümet ele bakar, kalbe bakmaz. İdare ve âsâyişe ilişmeyen şiddetli muhalifler,
her hükümette bulunur. Hattâ Hazret-i Ömer’in (r.a.) taht-ı hâkimiyetindeki
Hıristiyanlara kanun-u şeriatı ve Kur’ân’ı inkâr ettikleri halde ilişilmiyordu.
Hürriyet-i fikir ve serbestiyet-i vicdan düsturu ile Risale-i Nur’un bir kısım
şakirtleri, idareye dokunmamak şartıyla rejim ve usulünüzü ilmen kabul etmezse
ve muhalif amel etse, hattâ rejimin sahibine adâvet etse, onlara kanunen
ilişilmez.” 7
Malûmdur ki, her hükümette muhâlifler bulunur. Âsâyişe, emniyete
dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdânıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden,
bir metoddan dolayı mes’ul olmaz. Bu hukukî bir müteârifedir. “…adâlet
müessesesi hiçbir cereyâna kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve
vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir…"Ben de, din ve vicdan hürriyetinin bu ana
umdesine güvenerek, yüzlerce âyât-ı Kur’âniye’ye istinâden, medeniyetin bozuk
kısmına, hürriyet perdesi altında yürüyen mutlak bir istibdâda, lâiklik maskesi
altında dîne ve dindarlara karşı tatbik edilen en ağır bir baskıya muhâlefet
etmiş isem, kanunlar haricine mi çıkmış oldum? Yoksa Anayasanın hakîki ve samîmi
müdâfaasını mı yapmış bulundum? Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa
karşı muhâlefet, hiçbir hükümette suç sayılmaz; bilâkis, muhâlefet meşrû ve
samîmi bir muvâzene-i adâlet unsurudur.” 8
Said Nursi’nin muhalefet anlayışının bir diğer örneğini ise,
“müsbet hareket etmek” fakat “menfi hareket etmemek” biçiminde formülleştirdiği
retorik oluşturmaktadır. Özellikle Türk demokrasi tarihinin en hassas
konularından olan ve demokrasinin önünde bir engel olarak kullanılan, “Şeyh Said
İsyanı” ile ilgili olarak geliştirilmiş bir söylemdir. Ona göre, siyaset
farklılığından kaynaklanan problemlere karşı geliştirilecek çözüm yolu, isyan
veya savaş biçiminde; yani menfi bir hareket biçiminde olmamalıdır. Bu konuda
geliştirdiği formül, hem ilahi hukuk hem de doğal hukuk prensiplerini içeren bir
kuşatıcılıktadır:
“Bir hanede veya bir gemide birtek mâsum, on câni bulunsa,
adalet-i Kur’âniye o mâsumun hakkına zarar vermemek için, o haneyi yakmasını ve
o gemiyi batırmasını men ettiği halde, dokuz mâsumu birtek câni yüzünden
mahvetmek suretinde o haneyi yakmak ve o gemiyi batırmak, en azîm bir zulüm, bir
hıyanet, bir gadir olduğundan, dahilî âsâyişi ihlâl suretinde, yüzde on cani
yüzünden doksan masumu tehlike ve zararlara sokmak, adalet-i İlâhiye ve
hakikat-i Kur’âniye ile şiddetle men edildiği için, biz bütün kuvvetimizle, o
ders-i Kur’ânî itibarıyla, âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz.”
9
Eski Yunan filozofu Aristoteles, demokrasinin en önemli
düşmanının ve karşısındaki tehlikenin kaynağının halkın zaafları olduğunu
savunuyordu. Ona göre, halkın arasındaki çekişmeler, tiranlığın önünü açabilir;
o nedenle iyi ve akıllı bir yönetici olursa monarşi, demokrasiden daha iyi bir
yönetim biçimidir. Said Nursi de hürriyet ve meşrutiyet düşüncesinin önündeki
engelleri anlatırken, adeta demokrasinin ontolojisini ortaya koymaktadır. Bunu
yaparken etkili bir üslup kullanmakta ve metaforik açıklamalarla, problemi
sadece entelektüellerin değil, halkın da anlamasını kolaylaştırmaktadır. Ona
göre hürriyet ve meşrutiyetin (ve de demokrasinin) manileri, insan tabiatındaki
zaaflardır. Bu düşüncesini şöyle bir örnekle açıklamaktadır:
“Sual: Efkârı teşviş eden (fikirleri karıştıran), hürriyet ve
meşrutiyeti takdir etmeyen kimlerdir?
Cevap: Cehalet ağanın, inad efendinin, garaz beyin, intikam
paşanın, taklit hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde insan
milletinden menba-ı saadetimiz olan meşvereti inciten bir cemiyettir. Benî
beşerde ona intisap eden, bir dirhem zararını bin lira milletin menfaatine fedâ
etmeyen, hem de menfaatini ızrar-ı nâsta gören, hem de muvazenesiz, muhakemesiz
mânâ veren, hem de meyl-i intikam ve garaz-ı şahsîsini feda etmediği halde
mağrurane millete ruhunu feda etmek dâvâsında bulunan, hem de beylik veya
tavâif-i mülûk mukaddemesi olan muhtariyet veya istibdad-ı mutlak mânâsıyla bir
cumhuriyet gibi gayr-ı mâkul fikirlerde bulunan, hem de zulüm görmüş, kin
bağlamış, hürriyet ve meşrutiyetin birinci ihsanı olan af ve istirahat-i
umumiyeyi fikr-i intikamına yediremediğinden, herkesin âsabına dokundurmakla, tâ
heyecana gelip terbiye görmekle teşeffi isteyenlerdir.” 10
Said Nursi’ye göre din ulemasının devlet ile ilişkileri, laik
devlet prensibine yakındır. Ona göre, din ulemasının görevi, öncelikle dini
tebliğdir. Yani dinin inanç ve ibadet ilkelerini anlatmak ve yaşayarak ahlakıyla
örnek olmaktır. Ulema devlete mesafeli, halka yakın olmalıdır. Bu anlamda ulema,
devletin bir memuru ve dinle ilgili kararlarının meşruiyetine fetva veren bir
memur olarak kalmamalıdır. Ulema hem yöneticileri uyarmak ve eleştirmekle (yani
muhalefetle) hem de halkı aydınlatmak ve dini açıklamakla mesuldür. “Bizim
düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı; san’at, marifet,
ittifak silâhıyla cihâd edeceğiz. Hükümetin işine kanşmayacağız. Zirâ, hikmet-i
hükümeti bilmiyoruz.”11 diyerek ulemanın siyasetten ve taraf olmaktan
uzak durması gerektiğini savunmaktadır. Böylece ulema halkın yanında yönetimin
dışında meşru muhalefet görevini daha ilkeli olarak yapabilecektir.
IV- Said Nursi’nin Türk Demokrasisine Katkıları
Said Nursi, yukarıda ifade edildiği gibi çocuk yaşlarda
medreselerde ilmi despotizmi-istibdadı görmüş, genç yaşlarında geldiği
İstanbul’da en yüksek siyasal otoritenin istibdadına maruz kalmıştır. Orta
yaşlarında da hem ilmi hem de siyasi istibdat altında yaşamış; kendisi ve
yazdığı eserleri hem hocalar hem de yöneticiler tarafından sürekli subjektif
suçlamalarla baskı altında tutulmuştur. O ise bu yaşadıklarına rağmen, insanın
hür bir varlık olabilmesi için çalışmaktan vazgeçmemiştir. O yaşamış olduğu bu
pratiklerden genel bir sonuç çıkarmıştır; “siyasi istibdadın-baskı kaynağı da
ilmi istibdattır.” Bu nedenle özellikle olgunluk dönemi olan orta yaşlarından
sonra, siyasetle ilgisini tamamen kesmiş ve “şeytandan ve siyasetten Allaha
sığınırım” diyerek, siyasetin bireylerin hak ve özgürlüklerinden çok siyasi
tarafların bir demagoji alanı haline gelişini kökten protesto etmiştir.
Buradan hareketle o, insanın hür ve aydınlanmış bir zihin ve
kalbe sahip olabilmesi için ne yapabileceği hakkında da kendisine bir görev
tanımlamıştır. Bu misyon çerçevesinde ulemanın aydınlatma görevini, halka ve
yöneticilere açık bir şekilde yapmaya çalışmıştır. Bu anlamda, görevi adaletli
bir yönetimle toplumun huzur ve mutluluğunu temin etmek olan Halife-Sultanın bu
görevini yerine getirmeyerek halka zulmetmesi halinde, resmi statüsü halife bile
olsa, hakikatte bir haydut olacaklarını savunmuştur.
Kendi ifadesiyle; “Meşrutiyeti onlara telkin ettim. İstibdat,
zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adâlet ve Şeriattır. Padişah, Peygamberimizin
emrine itaat etse ve yoluna gitse halîfedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa
Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar.” 12
Daha sonra, demokrasi anlamında kabul ettiği meşrutiyeti;
“Cumhuriyet ve demokrat mânâsındaki meşrutiyet ve kanun-u esasî denilen adalet
ve meşveret ve kanunda cem-i kuvvet…”13 ifadeleriyle desteklemiştir.
Meşrutiyeti ayrıca İslam dininin kabul edip onayladığını savunmuştur. Bunu
savunurken, hem Avrupalı hem Müslüman düşünürlerin bir yanlış anlayışlarını da
düzeltmek istemiştir: “Avrupa, bizdeki cehâlet ve taassup müsaâdesiyle, Şeriatı
hâşâ ve kellâ-istibdata müsait zannettiklerinden, nihâyet derecede kalben
üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için, Meşrutiyet’i herkesten ziyade
Şeriat nâmına alkışladım. Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdat tekrar o
zannı tasdik eder, diye ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camiinde meb’usana
hitaben feryat ettim. Ve söyledim ki: Meşrûtiyet’i, meşrûtiyet ünvanı ile
telâkki ve telkin ediniz.” 14
Cumhuriyet döneminde ise, istiklal savaşının bir nevi farklı bir
yorumunu yaparak; milletin manevi şahsiyetini ön plana çıkarmıştır. Bu anlamda
bütün başarıların bir veya birkaç şahsa verilerek, milletin baskı ve zulme maruz
bırakılmasını eleştirmiş, yöneticilerin, millete tahakküm eden değil bir
hizmetçi olmaları gerektiğini savunmuştur. Şahsın egemenliğine karşı, herkesin
hakkını eşit olarak kabul eden kanuna atıfta bulunmaktadır: “…İslâmiyet’in bir
kanun-u esasîsi olan hadîs-i şerîfte; yani memuriyet, emirlik ise, reislik
değil, millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyet’in
bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet kanunda olmazsa, şahsa geçer.
İstibdad, mutlak keyfî olur…” 15
Aydınlanma felsefesinin en önemli temsilcilerinden olan ünlü
Alman filozofu İmmanuel Kant’a göre; “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş
olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır.” Bu ergin olmayış durumu ise,
insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın
kullanamayışıdır. Oysa aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez. Ve
bunun için gerekli olan özgürlük de, özgürlüklerin en zararsız olanıdır: Aklı
her yönüyle ve her bakımdan kitlenin önünde apaçık olarak kullanmak
özgürlüğüdür. Aydınlanmanın bu temel ilkesi, bireyi devletin mekanik bir parçası
olarak görmeyen, tam tersine onu bilinçli ve akıllı bir varlık olarak gören bir
anlayışa dayanmaktadır.
Said Nursi, Münazarat adlı eserinde, halkın kendi sorumluluğunu
bilmesi ve aklını başkalarının cebine koymamasını tavsiye etmektedir. Halkın bu
tavrının yetersiz ve fırsatçı şeyhlerin ya da hocaların tahakkümüne bir zemin
hazırlama olarak algılanması gerektiğini savunmaktadır. Bu anlamda bireylerin
bilgilenmesi ve bilinçlenmesinin önemine vurgu yapmakta ve “…sizin
dîvâneliğinizden korkmuş, gelememiş. Zulüm, meşrûtiyetin hatâsı değil, belki
kafanızdaki cehâletin zulmetindendir. Siz dîvânelikle kısa yolu uzun
yapıyorsunuz. Küdân ve Mâmehurân aşîretleri, daha asker gelmeden, alâküllihâl
vermeye mecbur olan emvâl-i emîriyeyi hazır etse idiler, şu kadar zulüm
olmayacaktı” demektedir. Şu sözleriyle ise, bir sistemin yerleşmesi için, sadece
toplumun öncülerinin ve sistemi yürütenlerin değil, toplumun bütün fertlerinin
rolüne işaret etmektedir: “…Evet, bir millet cehâletle hukukunu bilmezse, ehl-i
hamiyeti dahi müstebit eder…”
“Tarif ettiğin meşrûtiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin
bütün gelmiyor?" diyenlere de şöyle cevap veriyor: Ancak on kısımdan bir kısmı
size gelebilmiş. Zîrâ sizin şu vahşetengiz, cehâletperver husumetefzâ olan sarp
dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehâlet ejderhasından, husûmet
kurtlarından bîçare meşrûtiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesâret edemez. Eğer
siz tenbel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tenbellik etseniz, yüz sene sonra
tamamen cemâlini göreceksiniz. Zîrâ sizinle İstanbul arasındaki mesâfe bir
aylıktır; fakat sizinle ehl-i meşrûtiyet arasındaki mesâfe bin aydan fazladır.
Zîrâ eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nâzik meşrûtiyet, İstanbul
havâlisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesâfeden geçmekle, cehâlet gibi
müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husûmet gibi gâyet keyşer
dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast geçecektir. Ezcümle, bâzı cezâ-i
sezâsını hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve
bâzı bir meşhur bektâşi gibi mânâ verenler, yol üzerine çıkıp, gasp ve gâret
ediyorlar. Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır; bâzı bahane
ile parça parça etmek istiyorlar. Öyle ise, ona bir yol veyahut bir balon
yapınız.” 16
Said Nursi, yine “Münazarat”ta koyunlarını kurda kaptırmak
istemeyen doğu aşiretleri mensuplarına, nasihat ederken; “herkesin kendi
koyununa sahip çıkmasını” önerir. Aslında bu düşünceyi, “temsili demokrasi”
yerine “katılımcı demokrasi” düşüncesinin savunulması olarak yorumlamak hiç de
zorlama olmayacaktır. Nitekim bugün de Türkiye’deki demokrasinin zayıflığının en
önemli nedenlerinden birisi, demokrasinin sadece doğru bir tercih ile
gerçekleşebileceğine olan inançtır. Oysa, tercih doğru bile olsa, hem onu
dışarıdan gelen eleştirilerden korumak için ayakta ve uyanık olmak, hem de
tercih edilen siyasal grubun hatalarını göstermek ve başarısına katkı yapmak
için “katılım” şarttır.
Said Nursi’nin Kuran ve hadisleri yorumlarken ortaya koyduğu
yöntemin ise, toplumsal ve siyasal alanda “çoğulcu” anlayışın gelişmesine çok
önemli bir dayanak ve katkı yapması beklenebilir. Şöyle ki, mesela 25. Söz’deki
âlemin yaratılışıyla ilgili bir ayeti yorumlarken, “yedi tabaka insanın anlayış
seviyesine göre yedi farklı anlam çıkarılabileceğini ve bunların hepsinin de
doğru olduğunu” savunur. Yine İslam tarihinde önemli tartışmalara neden olan;
“dünyanın balık ve öküz üzerinde durduğu” hadisini yüzeysel bir bilgiye sahip
bir kişi ile coğrafi ve astronomik bilgilere sahip bir kişinin anlayışlarının
tamamen farklı olacağını savunur.
Diğer yandan İhlâs risalesinde; “…mesleğim haktır demeye hakkın
var, fakat hak yalnız benim mesleğimdir demeye hakkın yok” derken “bir kişinin
kendi grubuna olan bağlılığının ve sevgisinin, diğer gruplara karşı düşmanca ve
karşı bir tutum takınmasına neden olmaması gerektiğini” vurgular. Bu düşünce de
farklı fikirlerin ve yorumların bir arada bulunmasının mümkün ve doğru bir tutum
olduğunu yani “çoğulcu” bir yaklaşım içinde bulunduğunu göstermektedir.
Said Nursi’nin demokrasi düşüncesine en önemli katkılarından
birisi de “bireyselliğe” yaptığı vurgudur. Ona göre, “Risale-i Nur talebeleri
Ferid ismine mazhardırlar” yani her bir talebe Allahın Ferd isminin
tecelligahıdır. Demokratik bir toplumun yerleşmesinin en önemli şartlarından
birisi, bireyselliğin-ferdiyetin gelişmesidir. Her bir fert kendi hakkını ve
sorumluluklarını bilirse, ne kendini başkasına ezdirir, ne de başkasının hakkını
ve hukukunu çiğner.
Burada ortaya koymaya çalıştığımız düşünceler, bir deneme
niteliğindedir. Bu nedenle yorumlarımızın amacı, Risale-i Nurun yorumlanmasına
bir katkı niyetini taşımaktadır. Düşünce ve demokrasi dünyamıza da bir katkı
yapması temennisiyle…
Dipnotlar:
1. Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neş., İstanbul, 1995, s.
285
2. Nursi, Said, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neş., İstanbul,
1995, s.105
3. Nursi, Said, Münazarat, Yeni Asya Neş., İstanbul, 1995,
s. 23.
4. Nursi, Said, Münazarat, Yeni Asya Neş., İstanbul, 1995,
s. 34.
5. Nursi, Said, Münazarat, Yeni Asya Neş., İstanbul, 1995,
s. 38.
6. Nursi, Said, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neş.,
İstanbul, 1995, s. 28
7. Nursi, Said, Şualar, Yeni Asya Neş., İstanbul, 1995, s.
307-308.
8. Nursi, Said, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neş., İstanbul,
1995, s. 564.
9. Nursi, Said, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neş., İstanbul,
1995. s. 382
10. Nursi, Said, Münazarat, Yeni Asya Neş., İstanbul, 1995,
s. 47-48
11. Nursi, Said, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neş.,
İstanbul 1995, s. 24.
12. Nursi, Said, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neş.,
İstanbul 1995, s. 24.
13. Nursi, Said, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neş.,
İstanbul 1995, s. 69
14. Nursi, Said, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neş.,
İstanbul 1995, s. 24.
15. Nursi, Said, Beyanat ve Tenvirler, Yeni Asya Neş.,
İstanbul, 1998, s. 232.
16. Nursi, Said, Münazarat, Yeni Asya Neş., İstanbul, 1995,
s. 28-29
Öz
Demokrasi düşüncesinin ya da sisteminin düşünce olarak ortaya
çıktığı ve uygulandığı yerin Eski Yunan site devletlerine ait olması “demokrasi”
olgusunun siyasal bir sistem olarak sadece Batı toplumlarına aitmiş gibi
algılanmasına yol açmıştır. Demokrasinin alternatifi olarak, oryantalistlerin
bilgileri ışığında üretilen “Şark despotizmi” terimi ise, genelde bütün Doğu’yu
ve daha özelde Müslüman Doğu’yu niteleyen bir kavram olarak dayatılmıştır.
Ayrıca, Doğu’da hâkim olan dinselliğin egemen bir hayat felsefesi ve dinde var
olan hiyerarşi inancının bir tezahürü olduğu inancı bunda etkili olmuştur. Bu ön
kabullerden dolayı, genelde Doğu toplumlarının daha özelde ise Müslüman
toplumların demokrasiyi içselleştirmeleri ve pratiğe dönüştürmeleri imkânı çok
zayıf bir beklenti olarak kabul edilmektedir. Bu bağlamda demokrasinin ontolojik
ve epistemolojik anlamda bir çözümlemesinin yapılması gerekmekte, Batı ve Doğu
düşünce sistemlerini hiçbir bağnazlık ve peşin yargının etkisi altında kalmadan;
“insanlık” ortak paydasında yorumlamak gerekir. Bu çalışmada; sözü edilen
yaklaşım biçiminin bir örneği olarak Said Nursi’nin meşrutiyet, cumhuriyet ve
demokrasi sistemleri hakkındaki düşünceleri çözümlenmeye çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Demokrasi, meşrutiyet, cumhuriyet,
istibdat, muhalefet, insan