The Third Said and Politics with “Indicative Meaning” (Mana-yi Harfi)

Kişilik; genetik faktörler, biyolojik yapı, içinde yaşanılan sosyal
düzen, psikolojik özellikler gibi pek çok yapının etkisi ile ortaya çıkan hissediş
ve davranış süreci şeklinde tanımlanabilir. Tarih boyunca toplumları etkileyen insanlığın
kolektif kişiliğinin şekillenmesinde rol oynayan kişiler ile yaşadıkları zaman dilimi
ve etkilerinin çapına göre içinde bulundukları çağ arasında yakın irtibatlar gözlenir.
Bu kişiliklerin içinde bulundukları zaman ile aralarında bir iktiran hali olduğunu
söyleyebiliriz. Yani alemi şekillendiren ilahi irade zamanı yönlendirici kişiler
üzerinde etkili kılmakta ve bu kişileri zaman üzerinde etkili kılmaktadır. Her ikisini
yan yana getirerek âlemlerin Rabbi, ezeli planının gereğini icra ederken geçmiş
ve gelecek asırların bağlantısını oluşturmaktadır. Bu hal her ferdin hayatında gözlenmekle
birlikte lider şahsiyet ya da rol model olan kişiliklerde daha belirgindir. Bu anlamda
önde gelen şahsiyetlerin bulundukları zaman adeta bedenleri gibidir. Bedenin ilahi
irade tarafından çevre şartları ile yönlendirilmesine benzer şekilde, lider kişilikler
tarihi ve sosyal şartlar ile yönlendirilir. Bu, aynı zamanda insanlık âleminin yönlendirilmesi
anlamına gelir. Âlemlerin Rabbi bir fert üzerinden kevni bir lisan kullanarak yönlendirici
kişiliğin vasıtası tarihin ve zamanın şartlarının oluşturulması demektir. Bu, vahiy
ve ilhamlar yolu ile insanlığın yönlendirilmesinin önemli bir tamamlayıcısıdır.
Lider şahsiyetler ve içinde bulundukları zaman ve bu zaman dilimi içinde ortaya
çıkan değişimler ile önde gelen kişiliğin davranış ve düşünce dünyasındaki değişimler
bu çerçevede ele alınmalıdır. Başta vahyin ve sonrasında yine vahyin kontrolü ile
şekillenen insanlığın ortak birikimi olan ahlaki değerlerin ana çizgisini belirlediği
lider kişilikler zamanın oluşturduğu sosyal şartlar ile de yönlendirilirler.

İnsanlık âleminin en başta gelen yönlendiricisi Hazret-i Muhammed’in
(a.s.m.) dünyaya geliş zamanının ve yaşadığı mekânların kuşkusuz insanlık tarihi
açısından çok önemli ve olması gereken olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kâinat
ile irtibatlı her şeyin, bütün zamanların şekillenmesinde etkili olan şahsiyet-i
Muhammediyye’nin (a.s.m.) oluşumunda nübüvvet öncesi zaman diliminin, Mekke döneminin,
Medine döneminin etkileri çok belirgindir. Bu varlıklar vasıtası ile yönlendirici
kişiliğin şekillendirilmesi ve bu vasıta ile de varlığın yönlendirilip şekillendirilmesi
şeklinde bir iktiran sürecidir, diyebiliriz.

Asrımızın en önemli şahsiyeti ve nübüvvet yolunun sancaktarı Bediüzzaman’ın
hayatındaki dönemler de bu şekilde ele alınırsa daha doğru anlaşılmış olacaktır.
Muhammedi (a.s.m.) hakikatin ve Kur’an’ın asrımıza ulaşmasında vazifedar kıldığı
bu zatın hayatı ve şahsiyetinin şekillenmesi de kuşkusuz insanlık alemini yönlendirici
düzeyde ve ilahi kontrolün bu boyutta olduğunu düşünmemiz gereken bir noktadadır.
Bu süreçleri Risale-i Nur hakikatlerinin, dolayısı ile Kur’an’ın, insanlık alemine
ve sosyal hayata geçirilmesi çerçevesinde ele almamız daha doğru olacaktır. Bu noktadan
bakıldığında Bediüzzaman’ın şartlara göre tavırlarının değişip konjonktüre göre
davranıp davranmadığı tartışmaları bu bakış açısı ile daha sağlıklı bir zeminde
yürütülmüş olacaktır. Âlemlerin Rabbi genleri ve fıtratı gibi oluşturduğu sosyal
şartlar ile de lider şahsiyetini yönlendirmektedir. Bu aslında Risale-i Nur vasıtası
ile insanlık âlemine yansıtılan Kur’an hakikatlerinin sosyalleşmesi sürecidir.

Bu anlamda hayat dinamik bir süreç ve her anında şartların oluşturduğu
yapıya uyum gereken hareketli bir yapıdır. Temelde yer alan doğrularla birlikte
zaman ve şartlara uyum sağlayan doğrular vardır. Mesela sağlığın korunması her zaman
geçerliliği olan bir doğrudur. Ancak, ‘sağlığın korunması için kalın mı, ince mi
giyinmeli?’ sorusunun cevabı ancak hava durumu öğrenildikten sonra verilebilir.
Hava soğuksa kalın giyinmek, sıcak ise ince giyinmek doğrudur, bunların aksine hareket
etmek yanlıştır diyebiliriz. Sosyal süreçler ile davranışlar arasında da benzer
bir bağlantı ve sosyal şartların ferdin hayatı ile bağlantılı bir dinamizminden
bahsedebiliriz. Bu dinamizmin kişinin vazifesi ve konumu ile bağlantılı etki alnından
da bahsetmemiz gerekir. Özellikle insanlığın kolektif şahsiyeti üzerinde etki edecek
kişiler ve asrın sosyal değişim süreçleri ve on yıllar arasında yakın bir etkileşim
ve dinamizm olmalıdır.

Bu çerçevede bakıldığında Bediüzzaman’ın Kur’an eksenli bir kişilik
ve tavır sahibi olduğundan ve bu çizgide ömrünün genelinde en ufak bir kırılma olmadığını
çok net söyleyebiliriz. Bu eksen doğrultusunda şekillenen Eski Said, Yeni Said ve
Üçüncü Said kişilikleri Bediüzzaman’ın şahsiyetinde Risale-i Nur, Kur’an ve sosyal
süreçlerin ahenginin yansımasıdır diyebiliriz. Kur’an ve Risale-i Nur ekseninin
ana çizgisinin mana-i harfi olduğu külliyatın ortaya koyduğu temel hakikattir. Bediüzzaman’ın
zaman ve şartların ortaya koyduğu iklime uygun şekilde siyaset ile irtibatı da mana-i
harfi bakışı doğrultusunda olmuştur. Bu nedenle ‘Eski Said mi, Yeni Said mi, Üçüncü
Said mi doğru bir hayat çizgisidir?’ sorusunun cevabı her biri kendi zaman ve mekânının
doğrusudur şeklinde olmalıdır. Üçüncü Said ve siyaset bağlantısı mana-i harfi çizgisinde
kurulduğunda üstadın ilahi irade ile şekillendirilen varlık yapısına uyumlu tavrı
daha net gözlenecektir. Bununla alakalı olarak 1995 yılı Bahar sayısında Köprü dergisinde
yazdıklarımızı tekrar hatırlamakta fayda var.

“Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile
dört kelâm öğrendim,”1 diyen Bediüzzaman Said Nursi, bu kelimeler ve cümleler ile
altı bin sayfa külliyatın bir nevi özetini ortaya koymaktadır. Bu kelimelerde risalenin
nuru, olaylara bakış açısı gizlidir. Zaten bakış açısı değil midir, olayları iç
âlemimizde şekillendiren; kâinat kitabının sırlı anlamlarını ruhumuza taşıyan? “Mânâ-yı
harfi, mânâ-yı ismi, niyet, nazardır,”2 şeklinde sıralanan bu sırlı anahtarlar bölümün
devamında açılır ve varlıklarda gizli definelerin açılmasında, varlık, problemlerinin
çözümünde mucizevî formüller olarak önümüze şöyle konur: “Cenab-ı Hakk’ın masivasına
(yani kainata) mânâ-yı harfi ile ve O’nun hesabına bakmak lâzımdır. Mânâ-yı ismi
ile ve esbap hesabına bakmak hatadır. “Evet, bir şeyin iki ciheti vardır: Bir ciheti
Hakka bakar. Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk’a bakan cihete
tenteneli bir perde ve şeffaf bir cam parçası gibi altında Hakk’a bakan cihet-i
isnadı gösteren bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh, nimete bakıldığı zaman Mün’im,
sanata bakıldığı zaman Sâni, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakiki zihne
ve fikre gelmelidir.

“Ve keza nazar ile niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder; günahı sevaba,
sevabı günaha kalbeder. Evet, niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir ve gösteriş
için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder. Maddiyata esbap hesabıyla bakılırsa cehalettir,
Allah hesabıyla olursa marifet-i İlâhiyedir.”3

Nelere Allah hesabına bakılacaktır? Bu soru çoğunlukla akla çiçekleri,
kelebekleri yıldızları, galaksileri getirir ve bu alanlarda mânâ-yı harfi ile bakma
işlevi oldukça maharetle başarılır. Peki iki insanın kavgası, terör, savaşlar, diplomasi
ve siyaset gibi kavramlar ve bunların zihinde çağrıştırdığı aynı cinsten diğer kavramlar
söz konusu olduğunda “mânâ-yı harfi” ile bakmak gereğini duyuyor muyuz? Aynı bakış
açısı bu kavramlar için de geçerli midir? “Her şeyin iki ciheti vardır,” cümlesi
bu bakış açısı içine girecek şeyleri sınırlamadığına ve mut(ğ)lak bıraktığına göre
“her şey” kelimesinin anlamı şümulüne giren yukarıdaki kavramlar ve benzerleri de
aynı bakış açısı ile ele alınmalıdır. Mesela, siyaset bir nimet, bir sanat, bir
sebep olarak değerlendirilmeli ve gerisinde Mün’im, Sani ve Müessiri-i Hakiki bulunabilmelidir.

“Dünyada cereyan eden ve husule gelen her bir şeyin iki vechi vardır:
Biri âhirete bakar ki, nefsü’l-emirde en sabit, en ağır bu vecihtir. İkincisi dünyaya,
nefsine ve hevaya bakar. Bu vecih hakaret, hiffet ve zevalden öyle bir mevkidedir
ki, kalbin teessürüne, teellümüne, ıstırabın düşüncelerine bais olacak bir kıymette
değildir,”4 cümlesini “siyaset “ kavramına uyarladığımızda, siyasetin dünyaya, nefse
ve hevaya bakan yönüyle kıymetsizliği; hakaret, hiffet ve zevale mahkûmiyetini gösterecek
misaller hemen aklımıza geliveriyor. Zaten yukarıda sıraladığımız kavramların zihindeki
kötü anlamları dünyaya, nefse ve hevaya bakan yönleri ile olmalı. Dünya ve içindeki
olayların üç yüzü olduğu Mesnevi-i Nuriye’de belirtilirken “Birisi ahirete bakar
çünkü onun mezrasıdır”5 cümlesi siyaset konusunda ele alındığında, bu işlevin ne
kadar Allah namına ve âhiret hesabına ortaya konduğu önem kazanır. Dünya tarlasına
ekilen siyaset tohumlarının âhirette nasıl meyveler vereceği tamamen niyetlere ve
nazarlara bağlı. “İkincisi, Esmâ-i Hüsnâ’ya bakar. Çünkü onların mektep ve tezgâhlandır”6
ki, bence bir nur talebesini (inanan bir kimseyi) en çok ilgilendiren de dünyanın
ve olayların bu yüzü olmalıdır. Siyaset, diplomasi, uluslararası ilişkiler gibi
hayatımızın içine girmiş, dünyada açıkça tesirleri görülen bu faaliyetlerin gerisinde
hangi isimlerin tecellilerini görebiliriz? Bu alanlarda sebep ve sonucun arasını
açtığımızda hangi isimler ufukta belirecektir. Siyasete milyarlarca zerrenin Şeriat-ı
fıtriye kanunlarına ek olarak milyonlarca insanın yaratılışında yer alan kuvvelerin
şekillendirdiği istek ve arzular doğrultusunda beliren ve külli iradeyi arkasına
alan cüz’i iradelerle belli kalıplara girip her an değişen kalıp şekilleriyle ortaya
konan muhteşem bir faaliyet olarak bakamaz mıyız?

“Her şeyi tahrik eden zerrat-ı müteharrikenin muayyen hadlerine
kadar hareket ettikten sonra tevakkuf ve durmalarına dikkat eden adam anlar ki;
her şeyin hududunda daima harekette bulunan zerratı durdurup geri çeviren bir hudut
bekçisi vardır. O zerratı taşmaktan men ediyor. O bekçi ise muhit bir ilmin tecellisidir
ki, o tecelli kadere, kader de miktara, miktar da kalıba tahavvül eder. Demek her
şey içerisindeki zerrata bir kalıptır.”7

Atom içi partiküller arası ilişkiden yıldızlar, gezegenler, galaksiler
arası ilişkilere ve bunların en küçük zaman dilimindeki değişimine uzanan bir ilim.
Mutlak olan, yani kâinatın her tarafını kuşatan bir ilim. Bu ilmin ortaya koyduğu
düsturlar ki, —bunlara “Şeriat-ı fıtriye, adetullah, sünnetullah” diyoruz— varlıkların
kalıplarını belirliyor. Yani “Nerede, ne zaman, ne kadar?” sorularının cevabını
kader tayin ediyor. Tayin edilen kalıplardan bir kısmı “levh-i mahv, ispat”da, yani
“sabit ve daim olan levh-i mahfuz-u âzamın daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayat
da vücud ve fenaya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar-bozar
bir tahtası”8 olan zaman hakikati içinde değişime uğramazlar. Her yeni zaman diliminde,
her bir levhada bunlara takdir edilen miktar aynıdır, kalıbın şekli aynıdır. Bu
türden kalıbı olan varlıklara cansız diyoruz. Bazı varlıkların kalıpları ise her
bir zaman diliminde ya da uzun zaman süreçleri içinde değişime uğrar ki, bu türden
varlıklara da canlı diyoruz. Her ne kadar böyle keskin sınırlarla ayrılamazlarsa
da canlı ve cansız varlıkları, bulundukları zerrelere kalıp olma özelliklerinden
yola çıkarak, böyle tasnif edebiliriz. İste bu tasnifte canlılar grubuna giren ve
her bir zaman diliminde farklı olan insan kalıbının şekli, yalnızca kaderin tayin
ettiği miktarla Şeriat-ı fıtriyenin çizdiği hatlarla belirlenmez. Şuur sahibi ve
“teklif’ altında olan bu varlık için cüz’-i ihtiyari de işin içine girer. “İrade-i
cüziyye-i insaniye ve cüz’-i ihtiyariyesi, çendan zayıftır, bir emr-i itibaridir;
fakat Cenab-ı Hak ve Hâkim-i Mutlak o zaif cüz’-i iradeyi, irade-i külliyesinin
taallukuna bir şart-ı âdi yapmıştır.”9 İşte şu muhteşem kâinat çarkları dönerken
en ufak zerrenin, en ufak hareketi dahi umumi nizamı etkilemekte iken, milyarlarca
insanın cüz’-i iradelerine bağlı değişikliklerden sonra da her an kâinatı ayakta
tutmak, ancak Kayyum-u Mutlak’a mahsustur. Bir tarafta “insan-ı ekber olan âlemin
harekât ve sekeratını tanzim eden sıfat-ı iradeden gelen Şeriat-ı kübra-yı fıtriye”10
ile bütün zerrelerin hareketi nizam altına alınıp “bir ümmet-i azime”11 olan melekler
“sıfat-ı iradeden gelen ve Şeriat-ı fıtriye denilen evamir-i tekviniyesinin hamelesi,
mümessili ve mütemessili”12 olurken, diğer taraftan “âlem-i asgar olan insanın efal
ve ahvalini tanzim eden sıfat-ı kelamdan gelen bildiğimiz Şeriat”13 ile devamlı
değişen insan kalıbındaki cüz’-i ihtiyariye etkisi belli bir nizam altına sokulmaya
çalışılır. İnsandaki “cüz’-i ihtiyarinin üssü’l-esası olan meyelân”14 yani “eşya,
vücut ve teşahhusatlarında nihayetsiz imkânât yolları içinde mütereddid, mütehayyir,
şekilsiz bir surette iken”15 külli iradenin hükmünü ortaya koymasında ve kudretin
icrasında belirleyici olacak insandaki bu yollardan birine daha meyilli olma duygusu
bu safhada farazi ve izafi kabul edilmiş ve kula verilmesinde bir mahzur görülmemiştir.
Hakiki vücudu olan bir şeyin kula verilmesi ile ortaya çıkacak şirkten de bu şekilde
uzaklaşılmıştır. Maturidice bu meyelân, Eş’ariyece bu meyelândaki tasarruf bir emr-i
itibaridir.16

İmkândan vücuba ve vücuda giden yolda farazi emr-i itibari olan
şeyler için gerçek bir sebep, illet-i tamme gerekmez.17 Böyle olunca, bu meyillerin
neticesinde lüzum, zaruret ve vücub ortaya çıkmaz. İlm-i usül ve hikmette “Bir şey
vacip olmazsa, vücuda gelmez,” kaidesi gereği henüz imkân dairesindeki meyillerin
yönü cüz’-i ihtiyar ile değiştirilebilir ve o anda onu terk edebilir. Kur’ân ona,
o anda diyebilir ki, “Şu şerdir, yapma!”18 Kur’ân’ın emirlerine uyan ya da uymayan
milyarlarca cüz’-i ihtiyariye, iyice şekillendikten sonra zamanın yeni bir diliminde,
yeni bir kâinat levhası vücuduna çıkmak için artık hazırdır ve “birdenbire, gayet
muntazam hakimane bir teşahhus vechi”19 verilir eşyaya. Bu meyillerle kâinattaki
tekvini kanunlarla “Tagayyür, inkilâp ve felâketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde
ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin birincisi menfaatleri
cezb ve celp için kuvve-i şeheviye-i behimiye; ikincisi zararlı şeyleri def için
kuvve-i sebuiye-i gadabiye; üçüncüsü nefy ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz
için kuvve-i akliye-i melekiyedir.

Lâkin insandaki bu kuvvelere Şeriatça bir had ve nihayet tayin edilmişse
de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin her birisi tefrit, vasat,
ifrat namiyle üç mertebeye ayrılırlar. Mesela kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi
“humut”tur ki, ne helâle, ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi
“fücur”dur ki, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi
ise “iffet”tir ki, helâline şehveti var, harama yoktur.

İhtar: Kuvve-i şeheviyenin yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi
fürüatında da bu üç mertebe mevcuttur. Ve keza kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi
“cebanettir” ki, korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi “tehevvür”dür
ki, ne maddi ve ne de mânevi hiçbir şeyden korkmaz; bütün istibdatlar, tahakkümler,
zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise “şecaat”tir ki, hukuk-u diniye
ve dünyeviyesi için canını feda eder; meşru olmayan şeylere karışmaz.

Ve keza kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi “gabavet”tir ki, hiçbir
şeyden haberi olmaz… İfrat mertebesi “cerbeze”dir ki, hakkı batıl, batılı hak
suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya malik olur. Vasat mertebesi ise “hikmet”tir
ki, hakkı hak bilir, imtisal eder; batılı batıl bilir; içtinab eder.

Hülasa, şu dokuz mertebenin altısı zulümdür, üçü adl ve adalettir.
Sırat-ı müstakimden murad, şu üç mertebedir.”20 İnsanı; iffet, şecaat ve hikmet
noktalarından geçen hatta tutmaya çalışan Şeriat-ı kelâmiye fert ve toplum ilişkilerinde
de bu yolla yaradılışa en uygun olanı ortaya koyar.

Dünyaya, nefse ve hevaya bakan yüzü ile siyaset şer ve çirkin olarak
görülebilir. Bu yönüyle siyasetten kaçan Bediüzzaman, “Dünyanın siyasetine karşı
ne için bu kadar lâkaydsın?” sorusuna cevap verirken, “Hizmet-i Kur’ân, beni, hayat-ı
içtimaiye-i siyasiye-i beşeriyeyi düşünmekten men ediyor. Şöyle ki, hayat-ı beşeriye
bir yolculuktur. Şu zamanda Kur’ân’ın nuruyla gördüm ki, o yol bataklığa girdi.
Mülevves ve ufunetli bir çamur içinde kafile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı
selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak
için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri ufunetli, pis, çamurlu bataklık içinde
karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi sarhoşluk sebebiyle o pis çamuru misk ü amber
zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor. Düşerek kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde
sekseni ise bataklığı anlar; ufunetli, pis olduğunu keşfeder; fakat mütehayyirdirler,
selâmetli yolu göremiyorlar”21 diyor ve yüzde seksen kararsız, istikametini tayin
edememiş insanın, siyaseti topuz olarak gördüğünü ve onu elinden tutanlardan ürktüğünü,
dolayısıyla bu kesime nur göstermek gerektiğini söylüyor. İşin aslında menfaatlere,
ihtiraslara, dünyaya, nefse, hevaya bakan bir siyasetten insanların ürkmesi kadar
doğal bir şey yok. Kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliyenin mertebelerinden
zulüm olan altısı civarında dolaşan insan ilişkileri, özellikle dünya siyasetinde
kendini belli ediyor. Âlem-i şehadete, daire-i esbaba bakan yönleriyle olayları
şekillendiren zulüm hâkimiyeti hak ve adalet olan sırat-ı müstakimden uzaklaşmışlık,
olayların zahiri yüzünü çirkinleştiriyor, şerleştiriyor. Ancak “Halk-ı şer şer değil,
belki kesb-i şer şerdir. Çünkü halk ve icad bütün netâice bakar; kesp hususi bir
mübaşeret olduğu için hususi netâice bakar. Kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin
ve şeytanların ve muzırların halk ve icatları şer ve çirkin değildir. Çünkü çok
netâic-i mühimme için halk olunmuşlardır.”22

Aslında yaradılışın özünde güzelliğin görülmesi ve gösterilmesi
hakikati yattığı için yaratılmış her şey güzeldir. Ancak her yaratılmış hem görülür,
hem gösterilir. İşte yaratılmışların tarafı olan daire-i esbabda, yani her şeyin
sebep-sonuç ilişkisi içinde ortaya konduğu tarafta nisbilik vardır. Bu yüzden varlıkların
birbirine kıyasla durumlarını ortaya koyacak olan büyüklük-küçüklük, hayır-şer,
güçlülük-güçsüzlük gibi pek çok zıtlıklar bir arada yer alır. Güzellikleri görmek
için yaratılan varlığın aklı, bu düzene ve ortaya konan düzen de bu şekliyle akla
uygundur. Ancak Yaratana bakan yönleriyle her şey eşittir; zıtlık yoktur ve her
şey güzeldir. İnsanın yaradılış maksadı ise varlıkların Yaratana bakan güzel yönünü
görmektir. Çünkü kâinat güzellikler görülsün diye yaratılmıştır. O zaman güzel görmek,
güzel düşünmek, hayattan lezzet alabilmek için “doğrudan doğruya zahirden hakikate
geçip akrebiyet-i İlâhiye’nin inkişafına bakan bir velâyet”e23 yani Sahabe mesleğine
ihtiyacımız var. Onların bakış açılarına ve keskin nazarlarına ihtiyacımız var.
Bu bakış açısı bizi, içinde yaşadığımız varlıkların ve olayların gerisinde, aslında
ve özünde olan güzelliklere taşıyacak; iç âlemimiz nurlanacaktır. İşte o zaman en
süfli şeyler bizim âlemimizde güzelleşecek, bizim aynamızdaki dikenler gül olacaktır.
Burada önemli olan neye ve nerede baktığımız değil, bakış açımızdır. Caminin ortasında,
Kâbe’nin göbeğinde, minberde okunan ve Asr-ı Saadet’ten ibret verici bir kıssayı
halka, yaratılmışlara bakan yönüyle, yani dünyaya bakan yönüyle ele alıyorsanız;
bu kıssa Hakk’a bakan yön önünde tenteneli bir perde olacaktır. Hatta Hazret-i Peygambere
(a.s.m.) onda görünen güzellikleri, mucizeleri kendisinden bilerek bakarsanız, o
zat da (a.s.m.) sizin âleminizde Yaratana bir perde olacaktır. Halbuki yaratılmışlar
içinde Yaratana en parlak âyine odur. Diğer taraftan en süfli olaylara, en çirkin
siyaset entrikalarına Yaratan hesabına, O’nun tarafından görüldükleri şekliyle baksanız
iç âleminizde, sizi O’na yaklaştıran manzaralar şekillenir. Bir anda trilyonlarca
zerrenin kaynaşması, milyarlarca insanın eğilimleri, binlerce insanın diğerlerini
etkileyişi küçük bir kâinat olan insanda kuvveler, büyük bir insan olan kâinattaki
kuvvetler kargaşasından ortaya çıkan bu karışımla yoğrulan muhteşem bir ahenk, şaşmaz
bir düzen, harika ve her an şekil değiştiren hareketli bir tablo çıkıverir karşınıza.
O zaman siyaset entrikaları da, savaşlar da, kavgalar da güzelleşir iç âleminizde.

Hemen akla şu sorular gelebilir: O zaman niçin savaşlara, siyasi
entrikalara karşı susuyoruz? Neden Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’inde insanları iyi
olan şeylere teşvik ediyor? Madem her şey güzeldir, bütün bu teşviklere ne ihtiyaç
var?

İnsan cismen ve yaratılış itibariyle sebepler dairesine, yani olayların
zıtlarıyla bilindiği, sonuçların sebeplerin ardından yaratıldığı, güzellik ve çirkinlikler
ayırımının olduğu varlıklar âlemine mahkûmdur. Üşüyecektir, acıkacaktır, ısınmak
ve karnını doyurmak için sebepler dairesinin şartlarını yerine getirmek zorundadır.
Aynı şekilde siyaset entrikalarına, savaşlara, yoksulluklara karşı olmak; bunların
karşısında mücadele vermek de bu dairenin şartları içerisindedir. Cismi bu dairede
bulunduğu, maddi varlığı devam ettiği sürece bu şartlara uymak zorundadır. Kendi
arzusu dışında ortaya konan bu şartların dışına çıkamaz. Daire-i esbapta iken daire-i
itikad şartları ile yaşayamaz. Yani karnını doyurmak için kudretin tecellisine gerekli
şartları yerine getirmelidir. Bu noktada “Rızık Allah’tandır” hükmüne bina edilmiş
bir yaklaşımla tembellik edemez. Çünkü bu rızık temin etmede ortaya konan işleyişin
daire-i itikattan, yani Cenab-ı Hak tarafından görünüşüdür. O tarafın hükümleri
ile sebepler âleminde yaşanmaz. O yüzden siyaset entrikalarına, savaşlara, kötülüklere
karşı olmak sebepler âleminin gereğidir ve bu âlemde yaşayan varlıklar olarak bunu
yapmalıyız. Ancak bakış açımız da sebepler âlemine sınırlı kalmak zorunda değildir.
Bedenimiz sebepler içinde yaşarken ruhumuz itikad dairesine rahatlıkla geçebilir.
Asıl marifet canla başla rızık teminine çalışırken, ruhumuzun itikat dairesindeki
işleyişi görmesi ve rızkı Allah’tan bilmesi; hayatın, siyasetin kötülükleri ve çirkinlikleri
ile mücadele ederken, bunların gerisindeki güzellikleri görebilmesidir.

Bediüzzaman hayatının her safhasında kalben itikad dairesinde bulunduğunun
emarelerini çok net ortaya koymuştur. Kesb, yani fiiler alanında ise mevcut şartlar,
siyasi ve sosyal yapı, ortaya koyduğu tavırların tekvini bir yönlendiricisi olarak
ele alınmıştır. Ömrünün son on yılında, Bediüzzaman’ın hayat tarzındaki farklılıklar,
Bediüzzaman ve siyaset ilişkisi bu çerçevede ele alınmalıdır. Hayatının hiçbir safhasında
mana-i harfi ve tevhid nazarından sapma olmadığı aşikârdır.

“Bediüzzaman’ın hayat safahatında yaşanan üç farklı Said portresinden
hangisi günümüze ışık tutmaktadır? Hangi kişilik bizim örneğimiz olacaktır?” sorusuna
cevap aramadan önce üzerinde durmamız gereken nokta, içinde bulunduğumuz zaman ve
mekânın Üstadın hayat çizgisindeki hangi kesite uygun olduğudur. Bu, Üstad ve hayat
dinamizmini günlük hayata aktarmak, varlığı şekillendirerek onu yönlendiren âlemlerin
Rabbi’nin yönlendirici kişilik vasıtası ile bize hitabına hakiki muhatap olmak demektir.

Öz

Tarih boyunca toplumları etkileyen insanlığın kolektif kişiliğinin
şekillenmesinde rol oynayan kişiler ile yaşadıkları zaman dilimi ve çağ arasında
yakın irtibatlar gözlenir. Bu nedenle lider şahsiyetler ve içinde bulundukları zaman
ve bu zaman dilimi içinde ortaya çıkan değişimler ile önde gelen kişiliğin davranış
ve düşünce dünyasındaki değişimler, bu çerçevede ele alınmalıdır. Asrımızın en önemli
şahsiyeti ve nübüvvet yolunun sancaktarı Bediüzzaman’ın hayatındaki dönemler de
bu şekilde ele alınırsa daha doğru anlaşılmış olacaktır. Böylece Bediüzzaman’ın
şartlara göre tavırlarının değişip konjonktüre göre davranıp davranmadığı tartışmaları
bu bakış açısı ile daha sağlıklı bir zeminde yürütülmüş olacaktır. Bu yazıda bu
bakış açısı ile Bediüzzaman’ın hayat devreleri ele alınmakta ve siyaset anlayışı
irdelenmektedir.

Anahtar Kelimeler: Kişilik, mana-i harfi, mana-i ismi, siyaset,
Üçüncü Said

Abstract

Throughout the history, it can be seen that there have been close
connections between the individuals, who played role in the formation of the collective
personality of humanity affecting the societies, and the time period and the age
they lived. Therefore, the changes in the leader personalities and the time they
were in and the events happened in those ages as well as the changes in the world
of thought and behaviour of the leader personality should be examined within this
context. If the periods in the life of Bediuzzaman, who is the most important personality
of our era and the standard-bearer of the path of the prophethood, is examined in
this way, a better understanding will be achieved. In this way, the debates whether
Bediuzzaman changed his attitudes according to the conditions and acted according
to the conjunctures will be conducted on the safe grounds with this point of view.
In this article, Bediuzzaman’s life periods are analysed and his understanding of
politics are scrutinised with this point of view.

Key Words: Personality, “Indicative Meaning” (Mana-yi harfi), “Nominal
Meaning” (Mana-yi ismi), politics, The Third Said

Dipnotlar

1. Said Nursi, Mesnevî-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İst., 1994,
s. 45.

2. A.g.e., s. 45.

3. A.g.e., s. 46.

4. A.g.e., s. 90.

5. A.g.e., s. 69.

6. A.g.e., s. 69.

7. A.g.e., s. 69.

8. Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İst., 1994, s. 505.

9. A.g.e., s. 431.

10. Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İst., 1994, s. 463.

11. A.g.e., s. 463.

12. A.g.e., s. 463.

13. A.g.e., s. 463.

14. Sözler, s. 431.

15. A.g.e., s. 431.

16. A.g.e., s. 431.

17. A.g.e., s. 431.

18. A.g.e., s. 431.

19. A.g.e., s. 598.

20. Said Nursi, İşaratü’l-İcaz, Yeni Asya Neşriyat, İst., 1994,
s. 29.

21. Mektubat, s. 52.

22. A.g.e., s. 47.

23. A.g.e., s. 54.