Islamic Nationality and National Ardour

İslâmiyet milliyeti ve Hamiyet-i Milliye

Giriş

Millet, aynı devlet çatısı altında din birliği sağlayarak kader birliği yapmış
insanlar topluluğudur. Kelime olarak millet ile din aynı manayı ifade
etmektedir. Zaman içinde aynı soydan gelenlere “millet” aynı inanca sahip
olanlara da “ümmet” veya “cemaat” adı verilmiştir.

Sosyologlar her ne kadar millet kavramının oluşması için din, dil, vatan,
kültür, tarih ve ülkü birliğinin olması gerektiğini savunsalar da genel olarak
din ve dil birliğinin bir topluluğu millet haline getirmek için yeterli olduğu
noktasında fikir birliği oluşmuştur. Bu nedenle “Din dil bir ise millet birdir”
denilmiştir. Zira dünyadaki devletlere ve milletlere baktığımız zaman her
ülkede farklı dil ve kültürlerin varlığına rağmen ülke bütünlüğünün korunduğunu
görmekteyiz. Osmanlı çok dinli, çok dilli ve çok kültürlü toplumları
barış içinde asırlarca yaşatmasını bilmiştir. Günümüzde İsviçre’de dört
ayrı dil konuşulduğu halde kendilerini bir millet olarak görmektedirler.
Aynı şekilde Amerika Birleşik Devletleri’ni de bu kategoride değerlendirmek
mümkündür.

Gerçekte Bediüzzaman’ın dediği gibi “Din dil bir ise millet birdir.”
Özellikle Anadolu eskiden beri pek çok milletlerin hicreti ile milletler birbirine
karışmış. Levh-i mahfuz açılsa ancak hakiki unsurlar ayrılabilir. Bu
nedenle unsuriyete bina edilen bir millet fikri özellikle Anadolu halkı için
anlamsız kalır. Bu yüzden millet kavramının “Millet-i İslamiye” yani İslam milleti olarak anlaşılması ve yorumlanması gerekir. [1]

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de millet kelimesini aynı inancı paylaşanlar
olarak belirlemiştir. Bu nedenle “Millet-i İbrahim” (Bakara, 2:130, 135;
Âl-i İmran, 3:95; Nisa, 4:125) kelimesi “Hanif ve Müslüman” kelimesi ile
birlikte zikredilerek tevhit inancı etrafında bir araya gelen topluluğa işaret
etmiştir. Bu sebeple “Kimin milletindensin?” şeklindeki soruya “İbrahim
milletindenim” şeklinde cevap verilmiştir. Bediüzzaman “Ben milliyetimizi
İslamiyet biliyorum” demektedir. Bediüzzaman’ın “müsbet milliyet” dediği
husus da budur.

Bu nedenle Bediüzzaman “Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslamiyet, aklı
Kur’an ve imandır[2]demiştir. Ayrıca, “İslamiyet milliyeti her şeye kâfidir.
Din, dil bir ise millet birdir.” [3] “Bizim milletimiz de yalnız İslamiyet’tir. Zira
Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez, Laz en kuvvetli hakikatli revâtıb ve milliyetleri
İslamiyet’ten başka bir şey değildir.” [4] demektedir.

Peygamberimiz (asm) “Hepimiz Âdem’in çocuklarıyız, Âdem de topraktan
yaratılmıştır.” (Ebu Davud, Edep, 111) buyurmaktadır. Dil, din ve
etnik grup olarak insanların ayrılması ve aralarında haksız farklılıkların gözetilmesi
sonuçta düşmanlık, kin ve intikam duygularını tahrik eder. Bu da
toplumda sosyal barışı bozar.

Kişinin akrabalarını sevmesi Allah’ın emridir. Akrabalık ise imanla sübut
bulur. Nitekim Hz. Nuh’un (as) oğullarından biri iman etmez. Nuh (as)
oğlunun gemiye binmediğini görünce “Ya Rab! Şüphesiz bu oğlum benim
ehlimdendir, senin va’din haktır.” dedi. Yüce Allah buyurdu: “Ey Nuh! O senin
ehlin değildir. O salih olmayan amelin sahibidir. Hakkında bilgi sahibi
olmadığın bir şeyi benden isteme!” (Hud, 11:42–47)

Yüce Allah “ahirette insanların soylarına bakmaz; Allah katında en üstün
olan kötülüklerden ve günahlardan en çok sakınandır” (Müslim, Birr,
33) “Allah insanların suretlerine ve mallarına da bakmaz; fakat kalplerine
ve amellerine bakarak” (ibn-i Mace, Zühd, 9) onlar hakkında kararını verir.

Bütün bunlardan dolayı Bediüzzaman düşman kavramının suretini değiştirerek
“Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır. Bu üç düşmana
karşı sanat, marifet ve ittifak silahı ile cihat edeceğiz” demektedir.

1. Müsbet ve menfi milliyet:

1. Müsbet ve menfi milliyet:
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de “Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkek ve kadından
yarattık. Sonra bir birlerinizi tanıyasınız ve aranızdaki münasebeti kurasınız
diye sizi kabilelere ve milletlere ayırdık.” (Hucurat Suresi, 49:13) buyurmaktadır.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu ayetin tefsirini “Sizi
taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız
ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize
muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize
karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.” [5] ifadeleri
ile yapmıştır.

Teavün ve yardımlaşmayı da “Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara,
alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki, her
neferin muhtelif ve müteaddit münasebâtı ve o münasebâta göre vazifeleri
tanınsın, bilinsin-tâ, o ordunun efradları, düstur-u teâvün altında hakikî
bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri a’dânın hücumundan
masun kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekabet
etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine
hareket etsin değildir.

Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslâmiye büyük bir ordudur; kabâil ve
tavâife inkısam edilmiş. Fakat bin bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri
var: Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları
bir, vatanları bir-bir, bir, bir, binler kadar bir, bir… İşte bu kadar bir birler
uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabâil ve tavâife
inkısam, şu âyetin ilân ettiği gibi, teârüf içindir, teâvün içindir; tenâkür için
değil, tehâsum için değildir.” [6] demektedir.

1.1 Menfi Milliyet

Milliyet fikri bu zamanda çok ileri gitmiş. Herkes ailesini, akrabasını,
kabilesini, köyünü, şehrini ve memleketini sever. Bu sevgi ya müsbet veya
menfi tarzda olur. Avrupa zalimleri Müslümanların birlik ve dirliğini bozmak
ve parçalamak için bu fikri menfi bir surette uyandırmışlardır. Çünkü
bu fikir özellikle gençlerde bir nefsani zevki ve gafletten kaynaklanan bir
lezzeti uyandırır. Bu nedenle sosyal hayattaki gençlere “milliyet fikrini bırakınız”
denilmez. Ancak fikr-i milliyet ikiye ayrılır.

Birincisi zararlı, yıkıcı ve başkasına adavet ve düşmanlık duygularını
tahrik eden milliyet düşüncesidir. Bu da kargaşaya, düşmanlığa, çarpışmaya
ve anarşiye sebeptir. Bu nedenle peygamberimiz (asm) bu nevi milliyetçiliği
yasaklamıştır. “İslâm dini kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet
ve inanışları keser, kaldırır.” [7] Bir başka hadiste “Müslüman olduktan sonra
Kureyşli bir efendiyle Habeşli bir köle arasında bir fark yoktur.” (Ahmed b.
Hanbel, 2:488) “Üstünlük ancak takva iledir.” (Hucurat, 49:13) denilmektedir.

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de “Kâfirler, kalplerine cahiliyet taassubundan
ibaret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resulünün ve
mü’minlerin üzerine sükûnet ve emniyetini indirdi ve onlara takvâda ve
sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi.
Allah ise her şeyi hakkıyla bilir.” (Fetih Sûresi, 48:26) Bu ayet ve hadis
“Menfi milliyet” fikrini yasaklıyor.

“Menfi milliyet” kabilecilik anlamına da işaret etmektedir. Bu tür milliyetçilik
İslam dünyasında ilk olarak Emeviler döneminde görülmüştür.
Emeviler milliyet fikrini siyasete karıştırdıkları için İslam dünyasını küstürdüler,
kendileri de çok felaketler çektiler. Bu fikrin dünyadaki yansımaları I.
Dünya Savaşını netice vermiştir. Osmanlı’nın “Hürriyetin ilanı” döneminde
de milliyetçilik fikrinin yayılması ile Rum ve Ermeni kulüpleri kurularak Osmanlı’nın bölünmesine sebep oldu.

Milliyetçilik olarak da adlandırılan menfi milliyet fikri, milletini sevme
iddiası ile onların yanlışlarına sahip çıkarak, zulmüne ve haksızlıklarına taraftar
olması ve onlarla övünmesidir. Nitekim sahabelerden birisi peygamberimize
(asm) “Yâ Resulallah, kişinin kavmini, milletini sevmesi ırkçılık
sayılır mı?” diye sordu. Peygamberimiz (asm) “Hayır, sayılmaz. Lâkin ırkçılık,
kişinin kendi kavmine zulüm ve haksızlıkta yardımcı olmasıdır” (İbn-ü
Mâce, Fiten, 7) buyurarak gerçek sevgi ile haksızlık ve zulmü alkışlamayı
birbirinden ayırmıştır. Daha sonra “Irkçılığa çağıran bizden değildir, ırkçılık
için savaşan bizden değildir, ırkçılık davası üzere ölen bizden değildir”
(Müslim, İmare, 57) buyurarak Kur’an-ı Kerim’in “Hamiyet-i Cahiliye”
olarak isimlendirdiği ırkçılığı, milliyetçiliği ve kabileciliği yasaklamıştır.

1.2. Müsbet Milliyet

Menfi ve zararlı milliyet yerine ikame edilen müsbet milliyet, kişinin
dini ve inancı ile manevi değerlerle övünmesi ve bunların hayata geçmesi
için çalışmasıdır. Bu “müsbet milliyet”dir. Müsbet, mukaddes “İslamiyet
milliyeti” başka şeylere ihtiyaç bırakmaz. “İman kardeşliği” etrafında Müslümanların
aynı inanç ve manevi değerlerle, ahlâkî meziyetlerle övünmesi
faydalıdır, iyidir, barışa, huzura, yardımlaşmaya ve kalkınmaya sebeptir.

Müsbet milliyet düşüncesi sosyal hayatın ihtiyacından kaynaklanmaktadır.
Yardımlaşmaya, birlik ve beraberliğe sebeptir. Faydalı bir kuvvet temin
eder ve İslam kardeşliğini ve birliğini sağlar. Bu milliyet duygusunu
en güzel şekilde gösteren Türkler olmuştur. Türkler Abbasilerden itibaren
milliyetlerini İslamiyet’e kal’a yaparak Kur’ân-ı Hâkimin bayraktarı olarak
bütün cihana meydan okumuşlardır.

Müspet milliyette milletini değil, dinî değerleri öne çıkararak milliyeti
ona hizmetkâr etmek demektir. Nasıl ki Türkler Osmanlı zamanında
“İla-yı Kelimetullahı” esas maksat yaparak cihat etmişlerdir. Böylece Yüce
Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’de övdüğü “Allah öyle bir topluluk getirecektir
ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak
gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler.”
(Mâide Sûresi, 5:54.) ayetine uygun hareket etmişlerdir. Bu nedenle biz
Müslümanların Türkleri örnek alarak Avrupa’nın ve dinsiz münafıkların
milliyetçilik duygusunu bölünme, parçalanma ve düşmanlık duygularını
geliştirmek için değil, dini, ahlâki, manevi ve imani değerlere hizmet etme
şekline çevirmek gerekir.

İslam akrabayı sevmeyi ve öncelik tanımayı, hürmet etmeyi ve yardımlaşmayı
emrettiği için milliyetlerini ve milli değerlerini de korumuştur. Bu
nedenle Bediüzzaman “Müslüman olan Türkler Türklüklerini muhafaza
ederken Müslüman olmayanların (Macarlar ve Bulgarlar gibi) Türklüklerini
de kaybederek” asimile olduklarına dikkat çeker. [8] Hal böyle olunca Türklerin
bütün mefahiri İslamiyet’le ve İslam’a hizmetle olduğu için İslamiyet’i
bir tarafa bıraktığı zaman övünülecek hiçbir değeri kalmaz. Bu nedenle
Türkler İslamiyet’le, imanî ve İslamî değerlerle övünerek kendilerine bir kimlik ve saygınlık kazandırabilirler.

Bir insanın akrabasını, vatanını ve milletini sevmesi ve onlara hizmet etmesi
yasaklanmamış teşvik edilmiştir. Peygamberimiz (asm) “Vatan sevgisi
imandandır” (Aclunî, Keşfu’l-Hafa, 1:138) buyurmuştur. Mekke’den ayrılırken
“Ey Mekke! Ben seni çok seviyorum ama senin insanların beni rahat
bırakmadılar onun için senden ayrılıyorum” buyurarak mahzun bir şekilde
Mekke’den ayrıldı. Yüce Allah “Sana Kur’ân-ı Kerim’i inzal buyurup tebliğ
ve tilavetini farz kılan Allah şüphesiz seni Mekke’ye döndürecektir” (Kasas,
28:85) müjdesini vererek peygamberimizin (asm) gönlünü aldı.

Bediüzzaman sürgünlere ve zindanlara mahkûm edildiği ve her nevi vatandaşlık
haklarından mahrum bırakıldığı ve zulmedildiği halde “Madem
ben bu vatanın evladıyım, bu vatanın saadetine hizmet etmek benim için
farzdır” [9]
buyurarak vatan sevgisinin ve milliyet duygusunun en güzel örneğini
vermiştir.

2. İslamiyet’in İnsana Kazandırdığı Yüksek Değerler

İslamiyet vahiy ile Allah’ın insanlara öğretisidir. Hak ve hidayeti gösterir
ve ebedî bir hayatın saadetini netice verir. Amacı uhrevî olmakla beraber
dünyevî ciheti de vardır ve ahireti iyi olanın dünyası da iyi olur. Dünyaya
bakan cihetle de amacı nefsin gayr-i meşru arzularına gem vurarak,
heva ve hevesi gemleyerek ruhu maaliyata ve yüce gayelere sevk etmektir.
Hamiyet-i İslamiye ve İslam milliyeti açısından insana kazandırdığı meziyetleri
ise şöyle sıralamak mümkündür:

Birincisi:“Ölürsem şehidim, öldürürsem gaziyim” inancından gelen cesaret
ve hamiyettir. Bu inançla ölümün yüzüne gülmüş, hayatını ve bütün
dünyasını severek feda etmiş ve koca Avrupa’yı asırlarca titretmiştir. Bu
duyguyu hangi şey verebilir?

İkincisi:Avrupa ne zaman bu milletin yüzüne bir tokat vurmuşsa üç
yüz elli milyon Müslümanı ağlatmış ve yardımına koşturmuştur. En azından
dua ile manen destek olmuştur. Bu birlik (hilafetle değil, hilafetin ruhu
olan) iman ile sağlanabilir. İman kardeşliği ve İslami ve insani değerler tüm
inananları ve insanları bir araya getirerek mutlu ve müreffeh edebilir. Zira
“İslamiyet insaniyet-i kübrâdır.” [10]
Gerçek insanlıktır. Kur’an da o insanlığın
ışığı ve suyudur.

Üçüncüsü:Din milliyeti tüm insanları ve ömrün tüm dakikalarını kapsar
ve onlara teselli verir ve dertlerine deva olur. Sosyal hayatta insanlar;
çocuklar, gençler, ihtiyarlar, musibetzedeler, hastalar, zayıflar ve muttakiler
olmak üzere altı sınıftır. Bunlardan dünyaya ve milliyetçi fikirlere kapılanlar
genellikle gençlerdir. Diğerleri dertlerine çare ve sıkıntılarına teselli ve nur
isterler. Milletini sevmek ve onların maddî ve manevî teselli etmek ancak
imanla ve dinle, Allah inancı ve ahiret duygusu vermekle mümkündür. Millete
şefkat ve millet yolunda fedakarlık ancak manen onları teselli etmekledir. Millet sadece gençlerden ibaret değildir.

Bu nedenle millet-i İslamiye milliyetten çok daha ileridir, gereklidir ve
değerlidir.

3. Hamiyet-i İslamiye

İslam’ın yüce ahlakından birisi de “Hamiyet-i İslamiye”dir. Hamiyet,
gayret ve ideal anlamına gelmektedir. İslam’ı öğrenmek, imanda terakki
ve tekâmül etmek, salih amellerde yarışmak ve zamanını boş yere, oyun
ve eğlencelerle geçirmeden “dine, imana, Kur’ân’a ve insanların ahiret hayatına
hizmet” için gereken gayreti göstermek hamiyet-i İslamiye gereği
olduğu gibi Müslümanların dertleri ile ilgilenmek ve yardımcı olmak da
hamiyet-i İslamiye gereğidir. Peygamberimiz (asm) “Müslümanların derdini
dert edinmeyen onlardan değildir” (Taberani, Mecmau’l-Evsat, 1:151;
7:270) buyurur. Müslümanların derdini dert edinmek kişinin hamiyet ve
gayret sahibi olduğunu gösterir. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de Müslümanların
“İyilik ve takvada yardımlaşmalarını” (Maide, 5:2) bir başka ayette ise
“Hayırda yarışmalarını” (Bakara, 2:148) ister. Hayırda, iyilikte ve takvada
yarışmak öncelikli olarak insanların imanına ve ahiretine hizmet etmektir.
Sonrasında ise eğitimine, ahlakına ve ülkenin kalkınmasına hizmet etmektir.
İşte hamiyet-i İslamiye budur.

Hamiyet ve gayret fedakârlık duygusunun inkişafı ile ortaya çıkar. Müslümanların
geri kalmalarının ve perişan olmalarının sebebi himmet ve gayretlerini
kişisel menfaatleri elde etmeye odaklanmalarıdır. Şahsi menfaatlerini
ikinci plana atarak Müslümanların dertlerini dert edinmek ve hayırda
yarışmakla kişi himmet ve hamiyet sahibi olur. Hamiyet, himmetin ileri
ve kemal mertebesidir. Himmet ise gayretli olma halidir. “Ehl-i himmet”
“Uluvv-ü himmet” gibi kavramlarla kişinin yüksek ideal ve amaçlar peşinde
koştuğu ifade edilir.

Kur’ân-ı Kerim’de “hamiyet”, “hamiyet-i cahiliye” (Fetih, 48:26) tamlaması
olarak geçmektedir. Hamiyet-i cahiliye ise övülmek, kahramanlıklarını
göstermek ve şöhret için kavim ve kabilesini müdafaa etmek için gösterilen
üstün gayreti ve taassubu anlatmaktadır. Buna “Asabiyet-i cahiliye”
de denilmektedir. Asabiyet-i cahiliye “ırkçılık” anlamında olup kavim ve
kabilesini, milletini mutaassıbane müdafaa etmek anlamına gelmektedir.
Cahiliye adeti olarak kabul edilen bu durumu Peygamberimiz (asm) yasaklamıştır.
Çünkü “Asabiyet-i cahiliye birbirine tesanüt edip yardım eden
gaflet, dalalet, riya ve zulmetten mürekkep bir mâcundur. Bunun için milliyetçiler,
milliyeti mâbud ittihaz ediyorlar. Hamiyet-i İslamiye ise, nur-u
imandan in’ikâs edip dalgalanan bir ziyadır.” [11]

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ırkçılığın gaflet, dalalet, riya ve zulmetten
mürekkep bir macun olduğunu ve onu istimal edeni sarhoş ettiğini
ifade ederken, hamiyet-i İslâmiyeyi imandan kaynaklanan bir ışık olarak
tarif etmektedir. Hamiyet imandan kaynaklanırsa nur ve ziya olurken, ırkçılıktan
kaynaklanırsa zulmet şekline bürünmektedir.

Dinsiz felsefeden kaynaklanan ve fısk çamuruyla mülevves olan medeniyet riyaya şan ve şeref namını vermiş, insanları riyaya sevk etmektedir.
Hakikaten insanlar riyaya o derece alışmışlar ki, şahıslara yaptıkları gibi,
milletlere ve unsurlara riyayı teşmil ederek gazeteleri dellal, tarihleri de alkışçı
yapmışlardır. Bu yüzden ferdî ve şahsî hayatlar “hamiyet-i cahiliye”
unvanı altında milliyetçiliğe feda edilmektedir.” [12]
Böylece “millet için ferdin
hukuku nazara alınmaz” diyerek ferdi ve şahsi hayatlar feda edilmekte
ve pek çok haksızlık ve zulme sebep olunmaktadır.

Bediüzzaman imandan kaynaklanan hamiyeti “muhabbet, hürmet, merhametin
netice-i zaruriyesi” olarak tarif eder ve “nefret hamiyetin zıddıdır”
der. Hamiyetin en güzel ifadesi kişinin dini ve manevi değerleri için kendi
şahsi hayatını feda ederek “şehitlik” mertebesine ulaşmasıdır. [13] Kişi dini inançlara, manevi değerlere karşı muhabbet duyup hürmet ettiği ve milletine karşı şefkat hissi taşıdığı zaman “hamiyetli” bir insan olur.

Hamiyetli bir Müslüman merhamet gereği “Sen çalış ben yiyeyim” demeyeceği
gibi, “Başkası acından ölürse ölsün bana ne” diyemez. Böylece
faizcilik ve tefecilik gibi iktisadi yanlışlar içinde olmayacaktır. Hürmet
ve muhabbet gereği de “küçüklerini sevecek ve büyüklerine hürmet” edip
yardım edecektir. Bu nedenle peygamberimiz (asm) “Küçüklerine şefkat
göstermeyen, büyüklerine hürmet etmeyen bizden değildir” (Ebu Davud,
Edeb, 145) ferman etmişlerdir.

Sevgi ve muhabbetin olmadığı yerde himmetten ve hamiyetten bahsetmek
mümkün olmaz. Nitekim peygamberimiz (asm) “İman etmedikçe
cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de olgun mümin olamazsınız”
buyurur. (Müslim İman, 93) “Birbirini sevmede, birbirine acımada ve
birbirine şefkat göstermede müminler bir vücut gibidir. Vücudun bir uzvu
rahatsız olunca diğer uzuvları da ona ortak olur” (Riyazu’s- Salihin, 1:277)
buyurmuşlardır.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri “Kimin himmeti milleti ise o tek
başına bir millettir. Kimin himmeti yalnız nefsi ise o insan değil. Çünkü
insanın fıtratı medenidir. Ebna-yı cinsini mülahazaya mecburdur. Hayat-ı
içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir” [14] buyurarak himmet ve gayret
sahibi insanın şahsi menfaatinden fedakârlık ederek toplum için çalışan kişi
olduğunu belirtir.

Kişi şahsi menfaatini terk etmedikçe ne züht ve ne de himmet ve hamiyet
sahibi olamaz. Bediüzzaman “Zühdün manası terk-i menâfi-i şahsiyedir”
[15] “Menfaat-i şahsiyesine hasr-ı nazar eden insanlıktan çıkar, masum
olmayan cani bir hayvan olur” [16] demektedir.

Namusunu, şerefini, mukaddesatını koruyamamaktan dolayı utanmak
ve sıkılmak da hamiyetten kaynaklanmaktadır. Mukaddesatı, Kur’an
ve sünneti müdafaa ve muhafaza gayretine de hamiyet denir. İslam dini
“hamiyet-i cahiliye”yi yasaklamış, “hamiyet-i diniye”yi tavsiye etmiştir. Hamiyetin
dine ve millete bakan iki yönü vardır. Dine bakan yönü insanı ahrete
ve Allah rızasına yönlendirirken, millete bakan yönü ile de bireyi “vatan ve millet için” fedakârlığa ve gayrete sevk etmektedir. İslamiyet’in her ikisine
de sahip çıkarak teşvik ettiğini belirten Bediüzzaman “İslamiyet katında
din ve milliyet bizzat müttehittir. İtibarî, zahirî ve ârızî bir ayrılık var. Belki,
din milliyetin hayatı ve ruhudur. Hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye
esas olmalı, hamiyet-i milliye ona hâdim ve kuvvet ve kalası olmalı. [17] demektedir.

Dine dayanmayan ve Allah rızasını gözetmeyen bir hamiyet insanı ırkçılığa
götürürken, sadece ahrete yönelen ve dünyayı, milleti ve vatanı önemsemeyen
bir yaklaşım da taassuba, ülke için fedakârlıktan kaçınmaya, “neme
lazım” düşüncesi ile vurdumduymazlığa ve İslam milletinin zillet ve sefaletine
sebep olmaktadır.

Bediüzzaman hamiyet ve gayret için “ümit ve emel” sahibi olmak gerektiğini
ifade etmektedir. Onun zıddı yeistir ve “yeis aczden gelir. Yeis mani-i
her kemâldir. Hamiyet ise şiddet-i mevâniye karşı şiddetle mukavemet etmektir.
Çabuk ye’se ınkılab eden hamiyet hamiyet değildir” [18] der.

İnsanı dini bakımdan gayrete getiren cennet ve saadet-i ebediye ümididir.
Dünyada da gelişmeyi, terakki ve tekâmülü sağlayacak olan ve izzet
ve şerefle yaşamayı netice veren, İslam’ın ve Müslümanların diğer milletler
ve dinler karşısında izzetini artıran ve zillet ve sefaletten kurtaracak olan
“ümit ve emeldir.” Geleceğe ümitle bakmak ve gelecekten ümitli olmaktır.
İstibdadın eseri olan ümitsizlik, insandaki istidat ve kabiliyetleri söndürür
ve insanlık cevherini öldürür. Ümitsizlik insanı bencil ve tembel yapar. Her
türlü ahlaksızlığın temelinde ümitsizlik vardır. Bu ise Bediüzzaman’ın ifadesi
ile acizlikten ileri gelir. Ümitsizlik her gelişmeye manidir. Hamiyet ve
gayret ümitten nemalanır ve her nevi sıkıntıya göğüs germeyi, dini ve milleti
için her türlü fedakârlığı göze almayı netice verir. Himmet ve gayretin
büyümesi ile ahlak da o nisbette yücelir. İnsanı da şahsi menfaatini takip
eden şahıs olmaktan çıkarır ve ülkesi için çalışan vatandaşlar haline getirir.
Bunun için Bediüzzaman “Kimin himmeti milleti ise o kimse tek başına bir
millettir.” demektedir.

4. İnsanî ve İslamî Değerlerin Odak Noktası:
İslam Milliyeti:

İslam Milliyeti:
Millet kelimesi, Kur’anî anlamlandırmayla “din” ve “şeriat” kelimeleriyle
aynı anlamı dile getirir. Kelime ancak mecazi olarak belli bir toplumu
dile getirmek üzere kullanılabilir. Ama bu durumda da, doğal olarak bir
kabileyi, ırk ya da ulusu değil, gerçek anlamının belirlediği din ve şeriata
inanan, bağlanan insanların tümünü belirtir: Buna göre kelimenin türevi
olan milliyet, insanların kendisine bağlandığı din ve şeriatı ifade eder. Milliyet
ise, aynı din ve şeriata bağlılığın adıdır. İslam dinine inanan insanlar
İslam milletidir.

Oysa günümüzdeki yaygın kullanımında kelimeye, asli anlamı görmezden
gelinerek, “ulus” anlamı yüklenmekte ve büyük bir karışıklığa neden
olunmaktadır. Çünkü “ulus” belli bir inancı, din ve şeriatı değil; bir soydan gelen insanları belirtir. Bu nedenle, bir ulusa bağlığı temel alan anlayış ve
yaklaşımlar milliyet kelimesiyle değil, anlamına uygun biçimde ulusçuluk
ya da kavmiyetçilik kelimeleriyle isimlendirilebilir.

İslamiyet fıtrat dinidir. Fıtrat ise Allah nasıl yaratmış ve ne amaçla yaratmış
ise yaratılanı ve var olanı bu amaca yönlendirmek, Allah’ın insanlığa
bahşettiği akıl, irade ve diğer duyguları ile geliştirilmesi istediği ruhunu ve
kabiliyetlerini inkişaf ettirmek, cennete ve ebediyete layık olacak şekilde
terakki ve teâli ettirmektir.

İnsanı fıtratı değiştirmeden, kabiliyetleri bozmadan ve amacı dışına çıkarmadan
fıtrî halini koruyarak geliştirmek esastır. Bu nedenle hak din “fıtrat
dini” ve “fıtrî kabiliyetlerin gelişimini sağlayan” “hanif ” ve “tevhid dini”
olan İslam’dır. (Al-i İmran, 3:19) “Müslüman ve Hanif olmak” (Al-i İmran,
3:67; En’am, 6:162) “Millet-i İbrahimiyeden” olmak İslam’ı saf haliyle kabul
edip hayatına uygulamak demektir. Bu nedenle yüce Allah inananlara
“yüzünü hanif dinine çevir” (Nahl, 16:123; Rum, 30:30) buyurur.

Her insanın ve her milletin fıtri kabiliyetleri vardır. Fıtratı değiştiren ve
hürriyetleri kısıtlayan kültürler ve medeniyetlerdir. Allah peygamberini ve
dinini fıtratını olduğu gibi koruyan ve iman, ilim ve hakikatlerle müsbet
duygularını geliştirme imkânı bulamadığı için de menfi duygularını fıtrî
olarak geliştirmiş ve hayra yönlendirmemiş olan milletlere göndermiş, onları
din ile terbiye etmiş ve diğer milletlere de numune-i imtisal yapmıştır.

Yüce Allah Hz. İsa’yı (as) geleneklerini tam olarak oluşturmuş olan Yahudi
milletine gönderdi onları riyadan ve şirkten tevhide davet etti. Ancak
onlar dinlerini bozduğu gerekçesi ile Hz. Yahya (as) ve Zekeriya’yı (as) şehit
ettiler, Hz. İsa’yı (as) da öldürmeye teşebbüs ettiler. Yüce Allah Hz. İsa’yı
(as) onlara vermedi ve katına yükseltti. Yahudiler bununla kalmadılar, Hz.
İsa’nın (as) dinini tevhidden teslise çevirdiler. Havarileri de Roma putperest
kültürünün etkisinde kalarak Hristiyanlığın imanını sevgiye, ibadetini de
simgesel basit şeylere ve ikonalara irca ederek tahrif ettiler.

Yüce Allah ahir zaman peygamberini (asm) Çin, Hint, İran, Yunan ve
Mısır gibi medeni milletlerin içinden göndermemiştir. Hürriyetlerine sınır
konulmamış, fıtratlarını bozmamış, ancak yanlışa kanalize ederek fıtrî
olarak Allah’ın kendilerine verdiği cesaret, şecaat, cömertlik ve mertlik gibi
duygularını doğruluk yolunda değil, cehaletlerinden yanlışa yönlendirerek
mecralarını değiştirmiş olan ama riyakârlıkla bozmayan millete göndermiştir.
Devletin hukuk kuralları ile hürriyetlerini sınırlamayan, medeniyetin
fantezileri ile değiştirmeyen Arap milletine göndererek onların fıtratlarını
İslamiyet ile eğiterek “medeni milletlere muallim ve üstad” yapmıştır. Fıtratları
bozulmadığı için doğruya yönlendirilince içlerinden her sahada önderler
ve kahramanlar çıkmış ve “Asr-ı Saadet toplumu” meydana gelmiştir.

Emeviler ve Abbasiler zamanında diğer medeniyet ve kültürlerle tanışan
Araplar gerek İsrailiyat, gerekse Hint, İran ve Yunan felsefesinden ve
medeniyetlerinden etkilenmişlerdir. Daha sonra “devletin bekası ve toplumun
çıkarları namına (gerçekte idarecilerin çıkarlarını koruyan) yaptıkları
yasalarla hürriyetleri sınırlayarak İslam’ın fıtrî gelişmesini sekteye uğrattıkları
için hem fırak-ı dallenin ortaya çıkmasına hem de İslâmi gelişmenin
durmasına sebep olmuşlardır. Bunun üzerine yüce Allah İslamiyet’in imdadına hiçbir medeniyetten etkilenmeyen ve medeni bir millet olmayan,
göçebe olarak bozkırlarda ve çadırlarda yaşayan fıtrî cesaret ve hürriyete
sahip olan Türkleri gönderdi. Türkler hiçbir medeniyetten etkilenmedikleri
için medeniyetlerini doğrudan Kur’an üzerine kurdular, Kur’ân’ı ve
Sünnet’i esas alarak “Ehl-i Sünnet” çizgisini geliştirdiler ve “Fırak-ı Dallenin”
İslamiyet’i bozmasına ve İslam’ın yanlış anlaşılmasına mani oldular.
Bu nedenle İslamiyet’e hizmet ettiler ve Allah da onların devletini üç kıtaya
hâkim ve hükümran kıldı.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin talebelerini âlimlerden değil de
fıtratını riya, şöhret ve yanlış bilgilerle bozmamış olan ve safî bir kalb ve
zihne, akıl ve fıtrata sahip olanlardan seçmesi ve “iman hizmetini” onlar
üzerine bina etmesinin hikmeti de budur.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Münazarat’taki “hürriyet ve demokrasi”
“eğitim ve kalkınma” konularında fikirlerini İstanbul gibi o günkü
medeniyetin ve kültürlerin yoğrulduğu yerde matbuat imkânlarıyla ifade
etmiş, ancak zihni bulanan ve fıtratları bozulan, farklı mecralara yönelen
asker, ulema, umera dikkatlerini çekememiş ve kabul ettirememiştir. Bunun
üzerine doğuya yönelerek “rihlete’ş-şitai ve’s-sayf ” yaptığı bir seyahatle
fıtratını bozmamış olan Kürtlere ders vermiştir ve onların fıtratlarını esas
alarak Münazarat’taki hakikatleri bize anlatmıştır.

Bediüzzaman Münazarat’ı “Azametli Bahtsız Bir Kıt’anın, Şanlı Tali’siz
Bir Devletin, Değerli Sahipsiz Bir Kavmin Reçetesi” olarak niteler. Bediüzzaman
Münazarat’taki hedeflerin ilk uygulamasını Kürtler üzerinde
yapmıştır. Bu nedenle eserine “Ekrad Reçetesi” adını vermiştir. Yoksa ırkçıların
anladığı gibi salt Kürtlere yönelik bir reçete değildir. Bediüzzaman
bu nedenle “Şu eserlerden her birisi Kürt olduğu gibi, aynı halde Türk, aynı
vakitte Arap’tır. Güya her bir eser Arap abasını iktisâ ve Türk pantolonu
giymiş külahlı bir Kürt’tür” diyerek Asya’nın ve İslamiyet’in bahtını ve taliini
açacağını ifade ettiği fikirlerini öncelikli olarak Kürtlerle paylaşmıştır.

Günümüzde Kürtlerin uyanması ve hürriyet istemeleri elbette diğer
unsurların da dikkatini çekmektedir. Ancak bunun “demokrasi talebinden”
ötesinin doğru olmadığını da Bediüzzaman ders vermektedir. Anarşi
ve terör her zaman baskıyı ve istibdadı netice verir. Şiddete dayalı hak
talepleri de sonuçta haklardan mahrumiyete sebep olur. Bunun en güzel,
fıtrî ve mutedil yolu Bediüzzaman’ın Münazarat’ta dile getirdiği “eğitim,
kalkınma, demokrasi, hak ve özgürlüklerdir.” Bunlar da ancak demokratik
ve diplomatik yollarla kazanılır. Bunun usul ve metodu da Bediüzzaman’ın
Münazarat’ta belirlediği esaslar çerçevesinde olmalıdır.

Sonuç

Şu halde, Bediüzzaman’ın “Münazarat”ı, hem hamiyet-i diniye hem de
hamiyet-i milliye ürünüdür. İslamiyet milliyeti ile hamiyet ilişkisi yukarıda
izah edildiği şekilde kurulabilir. Günümüzde Kürt kimliği, Kürtlerin vatanperverlik
ve gayret duygularını geliştirirken Türk kimliği de Türklerin, Arap kimliği de Arapların hamiyet duygularını geliştirir. “İslamiyet milliyeti”
içinde Kürt, Türk ve Arap kimlikleri yerleştirilebilirse “İslamiyet” öne
çıkar. Böylece Bediüzzaman’ın dediği şekilde “Milliyetimiz bir vücuttur,
ruhu İslamiyet aklı ve Kur’an ve iman” olur.

Bunu sağlamanın yolu da “Önce meşrutiyet/demokrasi idaresi ve hürriyet
prensipleri” çerçevesinde bir araya gelebilmek ve şiddeti bir kenara bırakmaktır.
Devlet ve hükümet bu konuda ortak hareket etmediği ve Türkler
ve Kürtler yani her iki taraf ırkçılığı ve şiddeti bırakmadıkça ne hamiyetten
ne İslamiyet milliyetinden ve ne de demokratikleşme ve hürriyetten söz
edilemez.

Dipnotlar:

[1] Nursî, Said, Mektubat, Yeni Asya Neş. İst. 2000, s. 314

[2] Nursî, Said Münazarat, Yeni Asya Neş. İst. 2000, s. 99

[3] Nursî, Said, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neş. İst. 2000, s. 422

[4] Nursî, Said, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neş., İst. 2000, s. 97

[5] Nursî, Said, Mektubat, Yeni Asya Neş. 2000, s. 309-312

[6] age, s. 309

[7] Buharî, Ahkâm: 4, İmâra: 36, 37; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Tirmizî, Cihâd: 28, İlim: 16, Nesâî, Bey’a: 26; İbni
Mâce, Cihad: 39; Müsned, 4: 69, 70, 199, 204, 205, 5:381, 6:402, 403.

[8] Nursi Said, Mektubat, Yeni Asya Neş. İst. 2000, s. 312

[9] Nursî, Said, Emirdağ Lahikası,Yeni Asya Neş. İst. 2000 , s. 93

[10] Nursî, Said, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neş. İst. 2000 , s 40

[11] Nursî, Said, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neş. İst. 2000 , s. 205

[12] Age. s. 318

[13] Nursî, Said, Mektubat, Yeni Asya Neş. İst. 2000, s. 313

[14] Nursî, Said, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neş. İst. 2000, s. 151-152

[15] Nursî, Said, Eski Said Dönemi Eserleri, Münazarat, Yeni Asya Neş. 2012 s. 277

[16] Nursî, Said, Eski Said Dönemi Eserleri, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neş. 2012 s. 152

[17] age. s. 357

[18] Nursî, Said, Eski Said Dönemi Eserleri, Münazarat, Yeni Asya Neş. 2012 s. 214