Approaches to Nationalism From Ontological,
Psychological and Sociological Points of View

Bütün varlıklar hakikat mertebesinde şeffaftır ve atmosferde yayın halinde
olan yayına ve hedefine ulaşmamış telefon sinyaline benzer. Bütün
varlıklar hakikatinde şeffaftır, görünür hale gelme sürecinde teşahhus kazanırlar.
Şeffafiyetten teşahhusat noktasına geçiş bir tür nefis kazanma ya
da nefisleşme sürecidir. Bu süreç zerrelerden kürelere her varlık için işlediği
gibi sosyal yapılar için de geçerlidir. Hakikatinde şeffaf olan her toplum bir
nefis kazanarak kristalize olur ya da görünür hale gelir. Nihayetinde millet
olur. Millet olmanın gereği olan ortak duygular bu nefisleşme sürecinin bir
gereğidir ve toplumun genelinde hissedilen bu duygu toplumu ortak bir nefis
haline dönüştürür ve özünde milliyetçilik kavramının karşılığı olmalıdır.

Milliyetçilik bir yönü ile sosyal bir kavram olmakla beraber daha önemli
yönü ile psikolojik bir kavramdır ve insan olma gerçeğinin önemli duygularından
biridir. Bazı kavramlar yaşantımızın seyri içinde zihnimizde
kendilerine bir yer hazırlarlar ve fıtrî gelişim içinde nasıl oluştukları konusu
pek bizi ilgilendirmez. Bu tip kavramların iç alemimizde oluşturduğu
manaları çoğu zaman kelimelere de dökemeyiz. Ama bizde bir şeyler ifade
ettiğinin, hayatımızın bir parçası olduğunun farkındayızdır. Milliyetçilik de
bu kategoride ele alınması gereken kavramlardan biri olmalı. “Kendilerini
birleştiren dil ve kültür bağlarından dolayı ulusal bir topluluk oluşturmaları
gerektiğinin bilincine vararak bağımsız bir devlet kurmak isteyen kişilerin
yarattığı siyasî hareket” ya da “ulusal çıkarların, ulusu oluşturan sınıf ve grupların veya diğer devletlerin çıkarlarından daha önce geldiğini ileri
süren siyasî kuram”1 şeklinde bir sözlük tanımı fertlerde milliyetçilik psikolojisini
anlamak yolunda bir başlangıç noktası teşkil edebilir.

Tarifin birinci kısmında dil ve kültür bağları ve bu bağların bir araya
getirdiği fertlerin oluşturduğu topluluk “millet” olarak ortaya çıkmaktadır.
Aslında bu bağları elde etmiş fertler bir araya gelmezler; bir aradaki fertlerde
oluşan bu bağlar nesilden nesile taşınır. Yaşadığı toplulukta düşünebilen,
idrak edebilen bir çağa gelmiş her fert kendini bu bağlarla bezenmiş
bir halde bulur. Yani, çevreyi algılayabilecek çağa geldiğinde artık fertleri
arasında sıkı bağlar oluşmuş bir bütünün parçasıdır. Aile içinde anne, baba
ve kardeşler ile, okulda arkadaşlar arasında kurulan bağlarla gözünü açan,
daha sonra aynı şehirde yaşıyor, aynı toprakları paylaşıyor ve aynı dili konuşuyor
olmanın ve aynı kültürden ve aynı türden varlıklar olmanın ördüğü
ağ ile çepeçevre sarılmış olarak bulur kendini. Bu ağdır kişiyi boşlukta
tutan, ruhuna destek olan ve sonsuz kâinat boşluğunun dehşet saçan gök
cisimlerinin ve ezici çarklar gibi dönen olayların açtığı acziyet ve fakirlik
yaralarının merhemi. Kişi, acizliğini ve fakirliğini hissettikten sonra, kendisini
tutunmuş vaziyette bulduğu bu bağları devam ettirmek artık ihtiyaç
haline gelmiştir. Artık çıkarlarının farkındadır ve ilişkiler bir anlamda çıkar
ilişkisine dönüşüvermiştir. Şahsî çıkarlarını, ulusal çıkarlar hâline dönüştürmek
kişinin kendisini daha güçlü hissetmesini sağlar ve olaylar karşısında
dayanma gücünün arttığını düşünür. Peki, bu duygu nereden kaynaklanır
ve nasıl gelişir. Psikonalitik yaklaşımı Erich Fromm şöyle ortaya koyuyor;
“Freud’un en verimli, en geniş kapsamlı bulgularından biri de narsisizm kavramıdır.
Freud kendisi de bu kavramı en önemli bulgularından biri saymış,
psikoz “narsisist nevroz” sevgi, hadım edilme korkusu, kıskançlık, sadizm
gibi önemli olgularla, ezilen sınıfların yöneticilerine boyun eğmeye hazır
olmaları gibi kitlesel olguların anlaşılmasında bu kavramdan yararlanmıştır.
Bu bölümde ben Freud’un düşünce çizgisini izleyerek narsisizmin ulusçuluk,
ulusal nefret, savaşın ve yıkıcılığın ruhsal dürtüleri konusundaki rolünü
incelemek istiyorum.2 “Kişinin kendi benliğini sevmesi, kendisine hayran
olması, libidonun cinsel nesne olarak kendi bedenine yatırım yaptığı ruhsal
sapma”3 şeklinde anlamlandırılan narsisizm, aslında insan yaratılışında var
ve onu doğruya ulaştıracak yolda itici güçlerden biri olan kuvve-i şeheviyenin
psikonalitik dille ifadesinden başka bir şey değildir. “Menfaatleri
cezb ve celb için” insana verilen ve “tagayyür, inkılap ve felaketlere maruz
ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için”4 verilmiş
üç kuvvetten biri olan kuvve-i şeheviyye-i behimiyye. İşte bu kuvveye
dayalı bir milliyetçilik izahında Erich Fromm başka sahalarda bunun pek
çok örneğini ortaya koymuş olan Freud’un yaklaşımı ile yola çıkıyor. “Freud
şu temel fikrini hiçbir zaman değiştirmemiştir. İnsan ilk durumunda,
erken bebeklik çağında, dış dünyayla henüz ilişki kurmadığı narsisizm “birincil
narsisizm” durumundadır, sonra normal gelişmesi sırasında çocuğun
dış dünyayla (libidoyla ilgili) ilişkilerinin çapı ve yoğunluğu artmaya başlar; ama insan birçok durumlarda (bunların en ağır olanı deliliktir.) libido bağlılığını
nesnelerden soyutlayıp kendi egosuna yöneltir. “İkincil narsisizm”
Ne var kì, normal gelişme durumunda bile insan, hayatı boyunca bir ölçüde
narsisist kalabilir”5

İnsan fıtratındaki bu gelişmenin seyri psikonalitik deyimle “normal” bir
kişide narsisizmin gelişmesi Freud’un fikirleri doğrultusunda Erich Fromm
tarafından şöyle özetlenir: “Ana rahmindeki cenin mutlak bir narsisizmden,
kendine yeterli narsisizmden değişen dış dünyanın algılanmasına, nesnelerin
keşfedilmesine doğru bir adım atarız”6 der. Bebeğin dıştaki nesneleri
kendi başlarına “ben olmayan” nesneler olarak algılayabilmesi aylar sürer.
Narsisizmine indirilen darbelerle, dış dünyayı ve bu dünyanın yasalarını
gittikçe daha çok tanıyarak insan “ister istemez” başlangıçtaki narsisizmini
“nesne sevgisi”ne dönüştürür. “Ama” der Freud, “insan, dışta libidosuna nesne
bulsa da her zaman bir õlçüde narsisist kalır.”7 Gerçekten de bireyin gelişmesi,
Freud’un deyişiyle mutlak narsisizmden nesnel düşünme ve nesne
sevgisi geliştirme yetisine doğru bir evrimdir; bununla birlikte bu yeti belirli
sınırları aşmaz, “normal”, “olgun” kişi narsisizmini bütünüyle yok edemese
de toplumca onaylanan en az duruma indirebilmiş kişidir. Freud’un
bu gözlemi gündelik yaşam deneyleriyle de doğrulanır. Öyle anlaşılıyor ki
her insanda, her türlü çözülme çabasına karşı direnen narsisist bir çekirdek
kalır.”8 Bu konteks içinde kullanılan narsisizm terimini bir Müslüman’ın
iç alemini şekillendiren dürtülerden, “nefs-i emmare” ya da kısaca “nefis”
kavramı içinde toplananlara karşılık olarak değerlendirebiliriz. Devamlı
kötülükleri emreden bu nefsin de ruhun gelişme seyri içinde terbiyeye ihtiyacı
vardır. Olgun kişi, yani kâmil insan olma yolunda nefis öldürülmeye ya
da terbiye edilmeye ihtiyaç duyar. İşte kişilerdeki bu kavram, onların teşkil
ettiği toplumu da etkileyecek ve toplumun şahs-ı manevisinin oluşumunda
top yekun bu duyguların birer yeri olacaktır. Yani psikoloji, sosyolojinin
oluşmasında bir temel taşıdır. Bu noktadan hareketle Erich Fromm “toplumsal
narsisizm” kavramını ortaya atmakta ve şöyle îzah etmektedir.” Aşağıdaki
tartışmanın özü kişisel narsisizmin topluluk narsisizmine dönüşmesi
olacaktır. Topluluk narsisizminin toplumsal işlevinin bireysel narsisizmin
biyolojik işlevine koşut olduğunu belirterek başlayabiliriz işe. Varlığını sürdürmek
isteyen örgütlü bir topluluk açısından üyelerin narsisist enerjiyle
yüklenmesi gereklidir. Topluluğun ayakta kalabilmesi, topluluk üyelerinin
buna kendi yaşamları ölçüsünde giderek yaşamlarından çok önem vermesiyle
sağlanır; dahası, o topluluğun üyeleri kendi topluluklarının öteki
topluluklardan daha erdemli, daha üstün olduğuna inandırmalıdırlar. Bu
tür narsisist birikim olmazsa, topluluğun ayakta kalmasını sağlayan gerekli
enerji ya da topluluk uğruna yapılan özveriler büyük ölçüde azalır.”9

Bu duygunun insan bedeninin biyolojik ve ruhî devamlılığını sağlamasına
benzer şekilde toplum içinde bir benlik duygusunun toplumun ayakta
kalmasına gerekli olduğu ancak bunun belirli ölçüler dahilinde normal olduğu ve belli bir seviyenin üzerinde patolojik olduğunu söyleyen Fromm,
Bediüzzaman’ın şu sözlerini doğruluyor: “Tagayyür, inkılap ve felaketlere
mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskan edilen ruhun yaşayabilmesi için
üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin birincisi, menfaatleri celb ve cezb
için kuvve-i şeheviyye-i behimiyye… ikincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i
sebuiyye-i gadabiyye… üçüncüsü, nef ’ ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden
temyiz için kuvve-i akliyye-i melekiyyedir. Lakin, insandaki bu kuvvelere
şeriatça bir had ve nihayet tayin edilmiş ise de, fıtraten tayin edilmemiş
olduğundan, bu kuvvetlerin her birisi “tefrit, vasat, ifrat” namiyle üç mertebeye
ayrılırlar. Mesela: Kuvve-i şeheviyyenin tefrit mertebesi humuddur ki,
ne helale ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur
ki, namusları ve ırzları pâyimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise
iffettir ki; helaline şehveti var, harama yoktur.

İhtar: Kuvve-i şeheviyenin; yemek, içmek uyumak ve konuşmak gibi
füruatında da şu üç mertebenin yeri vardır.”10

Ferdî plandaki bu özellikleri topluma yansıtmak için yine Fromm’un
cümlelerini kullanalım: “Topluluk narsisizmini yaratan öğeler arasında
bireysel narsisizmle ilgili olarak ele aldığımız benzer olguları bulabiliriz.
Burada da narsisizmin tehlikesiz ve hastalıklı türleri arasında ayrım gözetebiliriz.
Topluluk narsisizminin nesnesi herhangi bir şeyin başarılmasıysa
yukarıda incelenen diyalektik süreç aynıyla yer alır. Yaratıcı bir şey başarma
gereksinmesi topluluk tekbenciliğinin yarattığı dar çemberin kırılmasını,
ilginin başarılmak istenen amaca yöneltilmesini zorunlu kılar. (Bir topluluğun
amaçladığı başarı, toprak ele geçirmekse gerçekten üretici bir çabanın
getirdiği yararlı etki büyük ölçüde yok olacaktır) Öte yandan topluluk narsisizminin
nesnesi topluluğun kendisi, görkemliliği, geçmişteki başarıları,
üyelerinin bedensel sağlamlığıysa o zaman yukarıda sözü edilen karşıt eğilimler
gelişemeyecek, narsisist eğitimle bunun getirdiği tehlikeler gittikçe
artacaktır. Elbette gerçek hayatta bu iki öğe çoğu zaman birbirine karışmış
olarak görülür.

Topluluk narsisizminin şimdiye dek ele almadığımız başka bir toplumsal
işlevi daha vardır. Bir toplum, üyelerinin çoğunu ya da büyük bir kesimini
yeterince besleyemiyorsa, toplumsal huzursuzluğu önleyebilmek için
hastalıklı bir narsisizmle doyum sağlamak zorundadır onlara. Ekonomik
ve kültürel açıdan yoksul olan insanlar için o topluluğun bir üyesi olmanın
verdiği narsisist kıvanç tek ve çoğu zaman çok etkili bir doyum kaynağıdır.
Hayat kendilerine “ilginç” bir şey getirmediği, ilgilerini geliştirecek
imkânları sağlayamadığı için bu insanlar aşırı bir narsisizm geliştirebilirler.
Bu olgunun en iyi örnekleri son yıllarda Hitler Almanyasında bugün de
Amerika’nın Güney’inde görülen ırksal narsisizmdir. Her iki örnekte de
ırksal üstünlük duygusunun özü aşağı-orta sınıftan kaynaklanmıştır. Durum
bugün de aynıdır; Almanya gibi Amerika’nın Güneyi’nde de ekonomik
ve kültürel açıdan gelişmemiş (köhnemiş, can çekişen bir toplumun
kalıntıları olduğu için) hiçbir gerçekçi gelişme umudu kalmamış olan bu
geri kalmış sınıfın bir tek doyum yolu vardır: Kendini dünyada en büyük hayranlık toplayan topluluk sayarak, aşağı ırk olarak damgalanan bir ırksal
gruba üstünlük taslayarak kendi imgesini şişirmek. Bu geri kalmış toplulukların
üyeleri şu duygular içindedir: “Yoksul ve kültürsüz olsam da önemli
bir kişiyim ben, çünkü bugüne dek dünyanın gördüğü en üst topluluğunun
üyesiyim”11 Aynı noktaya Bediüzzaman da şöyle işaret ediyor: “Hem fikr-i
milliyette bir zevk-i nefsâni var, gafletkârane bir lezzet var; şeametli bir
kuvvet var. Onun için şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara,
“Fikr-i milliyeti bırakınız!” denilmez. Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir
kısmı menfìdir, şeametlidir, zararlıdır: başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine
adavetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise muhâsamet ve keşmekeşe
sebeptir.”12

“Topluluk narsizmini görebilmek bireysel narsisizmi görebilmekten
daha zordu. Birisinin çıkıp da başkalarına şunları söylediğini düşünelim:
“Ben” (ve benim ailem) dünyanın en üstün insanlarıyız; bizden temiz, bizden
zeki, bizden iyi, bizden dürüst insan yoktur; öteki insanların hepsi pis,
aptal, ahlaksız ve sorumsuzdur.” Pek çok kimisi bu insanın kaba, dengesiz,
giderek deli olduğunu düşünecektir. Oysa bağnaz bir konuşmacı, kitlenin
karşısına çıkıp da “Ben” ve “benim ailem” yerine ulus (ya da ırk, din, siyasal
parti vb.) koyarak bir konuşma yaparsa ülkesini, Tanrı’yı vb.yi seven bir
insan olarak övülecek, değerli bulunacaktır. Öte yandan başka uluslardan ve
başka dinlerden olanlar hor görüldükleri için böyle bir konuşmaya kızacaklardır.
Yüceltilen toplum ipinde her bireyin kişisel narsisizmi doğrulanacak,
milyonlarca kişinin paylaştığı bu yargılar akla uygunmuş gibi görünecektir.
(Halkın çoğunluğunun akla uygun olarak kabul ettiği şey halkın tümünün
değilse bile büyük bir kesimin kabul ettiği bir şeydir: pek çok insanın
gözünde “akla uygunluk” yargısını akıl değil toplumun onayı belirler.) Bir
bütün olarak topluluk, varlığını sürdürebilmek için narsisizme ihtiyaç duyduğu
sürece topluluk narsisist tutumlarını arttıracak, bu tutumları özellikle
gayet haklı ve erdemli tutumlar olarak gösterecektir.

Narsisist tutumun yayıldığı toplumun yapısı ve boyutları tarih boyunca
değişiklikler göstermiştir. İlkel kabile ya da boylarda yalnızca birkaç yüz üye
vardır; burada insan henüz “bireyliği”ni kazanmamıştır; kendi topluluğuna,
henüz koparılmamış olan “ilkel bağlar”la”,13 kan bağlarıyla bağlıdır. Bu nedenle
boya olan narsisist bağlılık, üyelerin boy dışında duygusal bir varlık
geliştirememelerinden dolayı çok güçlüdür.

İnsan ırkının gelişmesinde toplumsallaşmanın gittikçe arttığını görebiliriz;
kan bağlılığına dayanan ilk küçük topluluklar zamanla ortak bir dile,
ortak bir toplumsal düzene ve ortak bir inanca dayanan daha büyük topluluklara
dönüşmüşlerdir. Topluluğun çapının büyümesi ille de narsisizmin
hastalıklı niteliklerinin azalması anlamına gelmez.”14 Yukarıda geçen kısımlardan
da anlaşılacağı üzere, menfi milliyetin menfiliği başkalarına karşı
düşmanlık üzerine kurulmuş olmasından kaynaklanır. Bu ise iyi ilişkilerle
ancak ayakta durabilecek olan insanlık âlemine önemli zararlar verir. İslam
alemi içinde “ene” üzerine bina edilmiş bir menfì milliyet anlayışının verdiği zararları Bediüzzaman şöyle dile getirir: “Emeviler, bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felaketler çektiler. Hem Avrupa milletleri, şu asırda
unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için Fransız ve Alman’ın çok şeâmetli
ebedî adavetlerinden başka, Harb-i Umumideki hadisat-ı müdhişe dahi,
menfi milliyetin nev’i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi. Hem bizde
ibtida-i hürriyete Babil kal’asının harabiyeti zamanında ‘tebelbül-ü akvam’
tabir edilen ‘teşâub-u akvam’ ve o teşâub sebebiyle dağılmaları gibi menfi
milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pek çok “kulüpler” namında
sebeb-i tefrika-i kulüp, muhtelif mülteciler cemiyetleri teşekkül etti. Ve
onlardan şimdiye kadar ecnebilerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların
halleri, menfi milliyetin zararını gösterdi. Şimdi ise, en ziyade birbirine
muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü
altında ezilen anasır ve kabail-i İslamiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine
yabani bakmak ve birbirini düşman telakki etme, öyle bir felakettir ki, tarif
edilmez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip,
sineğin ısırmasına mukabele etmek gibi bir divanelikle; büyük ejderhalar
hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları
bir zamanda, onlara ehemmiyet vermeyip, belki manen onlara yardım edip,
menfi unsuriyet fikriyle Şark vilayetlerindeki vatandaşlara veya Cenup tarafındaki
dindaşlara adavet besleyip, onlara karşı cephe almak, çok zararları
ve mehâliki ile beraber; o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki,
onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur’an nuru var; İslamiyet ziyası
gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur.”15

Fertlerden oluştuğu için, toplum kendi şahs-ı manevisinde onların ruhlarının
mozaiği olacak ve bu karışımın neticesinde genel hatlar ortaya çıkacaktır.
Bir ferdin ruh yapısını şekillendiren kuvve-i şeheviyye, kuvve-i gadabiyye
ve kuvve-i akliyye mertebelerinden geçen hat, toplum yaşantısında da
önem kazanacak ve o toplumu oluşturan fertlerin hatları bir araya geldiğinde
toplum için de bir ruh hali ortaya çıkacaktır ve toplum organik bir özellik
kazanacaktır, ki bunu Bediüzzaman, “Küremiz hayvana benziyor” sözüyle
ifade eder. Teilhard de Chardin dünyada insan ruhlarının şekillendirdiği
bir atmosferi “noosfer” şeklinde adlandırırken bu atmosferde ortaya çıkan
toplum özelliklerini şu şekilde anlatır: “Biyolojik mekanizması gözden geçirildiğinde
uygarlık (uygarlıktan, toplumsal organlaşmanın tamamlanmış
halini değil bu organlaşmayı doğurucu süreci anlıyoruz), bir zoolojik gruba
(insan) yayılmış zoolojik türleşmeden başka bir şey değildir. Bu türleşmede,
özel bir etki (psişizmin etkisi) sistematik açısından o zaman kadar ihmal
edilebilir derecede kaldığı halde, birdenbire soyun dallanmasında egemen
bir pay üstlenmiştir. Aynı şeye başka bir planda örnek: Gerçekten uzun
zamandan beri iyi bildiğimiz gibi (mesela Böcekler, Kuşlar, Kemirgenler)
birçok hayvan için sınıflandırma özelliği sayılmıştır. Şu halde bu “psikolojik
türler” kavramını neden daha ileri götürerek çok ve çok şekilli “insan
kolektif birimlerini” tarihin akışı içinde doğmuş doğal gruplar saymayalım?
Kültürün ve ırkın birlikte etkileri ile, düşünce ve özgürlük alanlarında doğmuş bu kolektif birimler herhangi bir geviş getirici ve yırtıcı grubunu gruplandırmada yaptığımız kadar meşrû ve doğal bir gruplandırma sayılamaz mı? Yalnız şu farkla ki, burada ruhsal etkiler, fizyoloji ve morfolojinin
payından daha egemen bir pay üstleniyorlar. O zamana kadar bilinmeyen
veya nadir olan tiplerdeki bazı özellikler ve davranış özgürlükleri, canlı
güçlerin etkileşmelerinde kendilerini belirtmektedirler. Bunların birincisi,
eski kromozomal kalıtımın “eğitimsel kalıtım” eklenerek çiftleşmesidir. Birey
dışı olan bu kalıtım sebebiyle “kazanılmışın korunması ve biriktirilmesi Biyogenez’de birinci derecede bir önem kazanır.

Kabileler, uluslar ve büyük devletlerin ve nihayet çağdaş devletin (bazı
ek faktörlerle birlikte) hayvan türlerinden kaynaklanan mekanizmayı sürdürdüğü
görüşü açısından bakıldığında, insanlık tarihi, soyoluş (filogenez)
yasalarını incelemeye açık bir seçim alanı haline gelmektedir. Bunun üç
sebebi (dayanağı) vardır. Yakınlık veya “içsellik” nedenleri en başta gelir.
Çünkü bu dayanağı oluşturan evrimsel fenomenler son birkaç yılda iç basıncını
arttırmakla kalmayıp, son deneyimlerimizde de devam etmektedir.
İkinci dayanak, açıklık, netlik dayanağıdır. Noosferin yayıldığı süre içinde
Noosfer’in bazı lifleri, özel bir kültür kompleksinin kuvvetli ve parlak boyasını
almış olduğundan, bunları izlemek ve çözümlemek, herhangi bir zoolojik
grubun sadece anatomik öğelerini izlemekten daha kolaydır. O kadar ki,
paleontolojinin ortogenez ve farklılaşmanın büyük yasaları üzerinde ortaya
koyduğu gerçekleri ayrıntılarına kadar belirlemek ve doğrulamak istiyorsak
uygarlıkların biyolojisi üzerine eğilmek uygun olur.”16
Yine, farklılaşmaların da toplum gruplarını oluşturma üzerinde etkilerini
organik bir yaklaşımla değerlendiren yazar şöyle devam ediyor: “Toplumsallaşma
ile canlılaşma arasında bulunan ve yapay olduğu halde bugün de
(alışkanlık veya gelenekle) varlığı sürdürülen engel kaldırıldığında, insanlık
macerasının görünürdeki düzensizliği altından berrak şekilde, temel yalınlık
belirecektir. Yüzlerce halkın, ortaya çıkması, güçler, çatışmalar, birbirinin
yerine geçmeler… yani bir çok şekilli ve alacalı kaynaşma, canlı şekillerin
eseri ve hep aynı, sonu gelmeyen dallanma olayının uygarlık ortamında da
devam etmesi olamaz mı?

Başlangıçta büyük ırkların bir tek yumağı, Pleitosen Çağı’nda belirmişti.
Bunlar, beyaz, siyah ve mongoloid ırklardır. Daha sonra bu ilk etnikkültürel
demetten yeniden, periyodik ve “nabazanlar” halinde yeni pullar oluşmuş,
yeni çizgiler ıraksak olarak ayrılmaya başlamışlardır. Bunların davranışı
herhangi bir zoolojik pul veya çizgiye tamamen benzemektedir. Tarih ufkunda
bazı illetlerin birden belirmesinin, yer etmesinin ve (nasıl doğduğu
aynı şekilde bilinmeyen) komşu bir çizgiye nöbet devrederek silinmesinin
dayanakları hep aynıdır.”17

Bu, toplum olaylarını ve tarihî gelişmeleri de insan iradesinin dışında
cereyan ediyor olarak ele alan çarpıcı bir yaklaşımdır. Belki dünyayı da aynı
şekilde… Kâinatı küçültünce insana ve insanı büyütünce kâinata benziyor
olarak ortaya koyan cümlelerin sırlarını çözmeye doğru atılmış bir büyük
adım.

Neticede insanın ve toplumun yapısında milliyetçilik duygusu vardır.
Bunu inkâr etmek veya ortadan kaldırmaya çalışmak gerçekten uzaklaşmak
olur. O halde yapılması gereken bu duyguyu veriliş maksadına uygun ve
müsbet yöne kanalize ederek kullanmaktır. Bu noktada, yukarıdaki bilgiler
ışığında daha farklı yönleri ile anlaşılacağına inandığım şu cümleler büyük
önem kazanmaktadır: “Hürriyetin başında, Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati
münasebetiyle vilâyât-ı Şarkiye namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde
iki mektepli mütefennin arkadaşla bir mübahese oldu. Benden
sual ettiler ki; ‘Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli,
daha lazım?’ O zaman dedim: “Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda
din ve milliyet bizzat müttehittir. İtibarî, zahirî, arızî bir ayrılık var. Belki
din, milliyetin hayatı, ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı
zaman; hamiyet-i diniye, avam ve havassa şamil oluyor. Hamiyet-i milliye,
yüzden birisine, yani menâfi-i şahsiyetini millete feda edene has kalır. Öyle
ise, hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye
ona hadim ve kuvvet ve kal’ası olmalı. Hususan biz Şarklılar, Garplılar
gibi değiliz. İçimizde kalplere hakim hiss-i dinîdir. Kader-i Ezeli ekser enbiyayı
Şarkta göndermesi işaret ediyor ki, yalnız hiss-i dinî Şark’ı uyandırır,
terakkiye sevk eder. Asr-ı Saadet ve Tabiîn, bunun bir bürhan-ı kat’isidir.”

“Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet
vermek lâzım geldiğini soran bu şimendifer denilen medrese-i seyyarede
ders arkadaşlarım! Ve şimdi, zamanın şimendiferinde istikbal tarafına
bizimle beraber giden bütün mektepliler! Size de derim ki:

“Hamiyet-i diniye ve İslamiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamıyla
mezcolmuş ve kâbil-i tefrik olamaz bir hale, gelmiş. Hamiyet-i İslamiye, en
kuvvetli ve metin ve Arştan gelmiş bir zincir-i nûrânîdir. Kırılmaz ve kopmaz
bir urvetü’lvüskâdır. Tahrip edilmez, mağlup olmaz bir kudsî kal’adır.”
dediğim vakit, o iki münevver mektep muallimleri bana dediler: “Delilin
nedir? Bu büyük davaya büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lâzım.
Delil nedir?”

Birden şimendiferimiz tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, pencereden
baktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği
yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim.

“İşte bu çocuk lisan-ı haliyle sualimize tam cevap veriyor. Benim bedelime
o masum çocuk bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. İşte lisan-ı
haliyle bu gelecek hakikati der:

Bakınız, bu dabbetü’l arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla
ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada geçeceği yolda bir metre
yakınlıkta o çocuk duruyor. Dabbetü’l arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümü
ile bağırarak tehdit ediyor. “Bana rastgelenlerin vay haline” dediği
halde, o masum yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir
cesaret ve kahramanlıklı beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu
dabbetü’l arzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: “Ey
şimendifer! Sen ra’d ve gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın!”

Sebat ve metânetinin lisan-ı haliyle güya der: “Ey şimendifer, sen bir nizamın
esirisin. Senin gemin, senin dizginin seni gezdirenin elindedir. Senin
bana tecavüz etmen haddin değil. Beni istibdadın altına alamazsın. Haydi yoluna git, kumandanının izniyle yolundan geç!

İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra gelenlere çalışan
kardeşlerim! Bu masum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî ve Herkül-ü
Yunanî o acip kahramanlıklarıyla beraber tayy-ı zaman ederek, o çocuk
yerinde burada bulunduklarını farz ediniz. Onların zamanında şimendifer
olmadığı için, elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları
olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü
gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde birden çıkan şimendiferin
dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına
karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar!.. O harika
cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız, nasıl bir dabbetü’l arzın
tehdidine karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare
bulamıyorlar. Çünkü onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri
için, mutî bir merkep zannetmiyorlar. Belki gayet müthiş, parçalayıcı,
vagon cesametinde yirmi aslanı arkasına takmış bir nevî aslan tevehhüm
ederler.

Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte
altı yaşına girmeyen bu çocuğa o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet
veren, ve çok mertebede onların fevkinde bir emniyet ve korkmamak haletini
veren: O masumun kalbinde hakikatin bir çekirdeği olan şimendiferin
intizamına ve dizginini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı
bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabıyla gezdirmesine olan itikâdı
ve itmi’nânı ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını
vehme esir eden, onların onun kumandanını bilmemek ve intizamına inanmamak
olan-cahilâne itikatsızlıklarıdır”18

Sonuç olarak milliyetçiliğin temelde varlık âleminin genel işleyişinin
bir uzantısı olduğunu fark etmek ve özünde eşyanın şekillenişinde yer alan
temel bir kavram olduğunu görmek gerekir. Bu hakikati ile toplumların şekillenmesi
ve kabilelerin oluşmasının zeminidir. Bu noktada varlığını kabul
etmemiz gereken bir kavramdır. Ancak bu hakikat iradenin alanına girdiğinde
toplumun üstünlüğü davasının, kolektif benlik ve üstünlük davasının
zemini olabilir. Bu da milliyetçilik açısından ciddi bir zemin kaymasıdır. Bu
ise esasında toplumların tanışıp kaynaşması için ilahi bir hikmetle vücuda
getirilen bir hakikatin yaratılış maksadının tam aksine savaşların, dünyayı
paylaşma arayışlarının zemini olması sonucunu doğuracaktır.

Dipnotlar:

1. Dictionnaire Larousse, Milliyet Yay. İst. 1994,

2. Daha geniş bilgi için bkz. Erich Fromm, Sevginin ve Şiddetin Kaynağı, Panel Yayınları, İst. 1994, s.60.

3. Dictionnaire Larousse, Milliyet Yay. İst. 1994

4. Said Nursî, İşârâtü’l-İcâz, Yeni Asya Neş., İst. 2000, s.24.

5. Freud, Totem and Taboo, Cilt XIII, s.88-89.

6. Freud, Group Psychology, Cilt XVIII, s.130

7. Freud, Totem and Taboo, Cilt XVIII, s.80.

8. Erich Fromm, a.g.e., s.62.

9. Erich Fromm, a.g.e., s.76-77.

10. Said Nursî, İşârâtü’l-İcâz, Yeni Asya Neş., İst. 2000, s.24.

11. Erich Fromm, a.g.e., s.76-77-78.

12. Said Nursî, Mektubat, Yeni Asya Neş., İst. 2000, s.298.

13. Bkz. “Escape from Freedom”da Erich Fromm’un ilkel bağları incelemesi.

14. Erich FROMM, a.g.e., s.78-79.

15. Said Nursî, Mektubat, Yeni Asya Neş., İst. 2000, s.299

16. Teilhard de Chardin, İnsanın Tabiattaki Yeri, İşaret Yayınları, İst. 1990 , s.75-76.

17. Age. s. 76

18. Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, İst. 2000, s. 72-75