The Disease of Dissention

Toplumu sarsan ve bireyleri birbirine düşman yapan önemli unsurların
başında “tefrika” gelir. İhtilaf gerekçelerini incelediğimiz zaman “yapay” bir
takım bahanelerin arkasına sığınıldığını müşahede ederiz.

Bu bahaneler şu şekilde sıralanabilir:

1-IRKÇILIK: HASTALIĞIN TEŞHİSİ

“Kişinin mensubu bulunduğu kavmi üstün ve ayrıcalıklı görme” şeklinde
özetlenebilecek bu hastalığın doğurduğu sıkıntılar da şöylece özetlenebilir:

a) Bu his, toplumun önemli dinamiklerinden olan “adalet” anlayışını
zedeler. Çünkü, bu duyguya sahip insanın başlıca özelliği–haklı/haksız–
yandaşını kayırmaktır. Böyle birisinden adalet ve insaf beklemek hayalden
öteye gitmez.

b) Bu his, sosyal bağları koparır; çünkü kin, hased ve düşmanlık bu
ortamın dikkat çeken virüsleridir.

c) Bu duygunun egemen olduğu ortamda vahşet ve zulüm söz sahibidir.
Zira, burada şefkat, merhamet ve mürüvvetten söz edilemez.

d) Bu hissin hükümferma olduğu alanlarda fesat, kibir ve enaniyet
vardır; çünkü bu duygunun başlıca özelliği başkasını yutmakla hayat
sürdürmektir. Hatta denilebilir ki, pek çok fitne ve fesadın arka planında bu
zalimane duygu vardır. Örneğin; İkinci Dünya savaşının patlak vermesine
ve milyonlarca insanın vahşice katledilmesine sebebiyet veren unsurların başında Hitler Almanyasının “üstün ırk nazariyesi” geldiği göz önünde bulundurulacak olursa bu hissin felâketi daha rahat anlaşılır. Buna İtalya’da Mussolini’nin binlerce insanı imha etmesi, Avrupa ve Amerika’da siyahilere
tarih boyu zulmün ve ayrımcılığın reva görülmesi ilâve edilecek olursa meselenin vahameti daha rahat anlaşılır.

Özetle ifade edilecek olursa insandaki ulvî hisleri zedeleyen bu
hastalığın anlayışında tevazu yerine gurur, sevgi yerine kin, yardımlaşma
yerine çarpışma ve hak yerine kuvvet hâkimdir. Böylece; hamiyet duyguları
köreldiğinden muhayyel efsane ve mitolojilerden medet umma durumuna
düşülür.

B-ÇÖZÜM YOLLARI:

1-Irkçılığın ilk temsilcisi:Şeytanî olan bu tefrika düşüncesinin
ilk temsilcisinin yine şeytan olması gerçekten dikkat çekici değil midir?
Bilindiği gibi yüce Allah Hz. Âdem’i (as) yaratır ve meleklerin ona secde
etmelerini ister. Bütün melekler secde ederler. Ama melekler arasında
bulunan şeytan secde etmez. Allah’ın: “Emrettiğim halde secde etmene
engel nedir?” sorusuna şöyle cevap verir:

“Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise topraktan yarattın.”

2-Aslında bütün insanlar kardeştir:<Hz. Nuh’a (as) "ikinci Âdem" de
derler. Bazıları, şu an dünyadaki bütün insan ırklarının Hz. Nuh'un (as)
üç oğlu olan "Ham, Sam ve Yafes"ten geldiğini söylerler. Bunun sebebi,
onun zamanında meydana gelen tufanda inkârcı insanların toptan helâk
edilmeleri ve sonraki insan nesillerinin Hz. Nuh (as) ve onunla beraber
gemiye binenlerden gelmesidir. Aslında biraz daha geriye gittiğimizde
karşımıza Hz. Âdem (as) ve Hz. Havva çıkar, bütün insanlar ve ırklar
bunlara dayanır. Bu açıdan baktığımızda, bütün insanları aynı ana-babadan
gelen akrabalar olarak görmek mümkündür. Kur'ân bunu şöyle bildirir:

“Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizi tanımanız
için, sizi milletlere, kabilelere böldük. Şüphesiz Allah katında en şerefliniz, en
takva sahibi olanınızdır.”

Nitekim Hz. Peygamber, İslâm toplumunda yer alan bütün insanlar
arasında barış ve kardeşlik bağlarını sağlamlaştırmaya çalışmıştır. Bu husus
âyet-i kerimelere şöyle yansımaktadır:

‘De ki: Ey kitap ehli! Geliniz, sizinle aramızdaki birleşeceğimiz bir kelime
üzerinde toplanalım. Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’ndan başka
mabud tanımayalım. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; Allah’ı bırakıp da
bazımız bazımızı mabud edinmesin.’

De ki: Allah’ ve bize indirilen Kur’ân‘a, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakup’a
ve Yakup oğullarına inzal olunanlara Musa, İsa ve bütün peygamberlere rableri
tarafından verilene iman ettik. Onları birbirinden ayırt etmeyiz. Biz yalnız
Allah’a boyun eğmiş kullarız.’

Şu halde Hz. Peygamber’in daveti bütün insanların tek bir ümmet
olmaları esasına dayanıyordu. Kısacası beşeriyetin kardeşliğini hedefliyor;
fırka ve kabileleri, beyaz, siyah, sarı ırkları, galib ile mağlubu ayırt etmeksizin,
arazi ve memleket farkı gözetmeksizin bütün insanları kardeşliğe davet
ediyordu. Birbirine zulüm ve haksızlık işlemekten menediyordu. Çünkü ‘beşerî kardeşlik’ fikrini bir fener olarak tutuyordu. Müminler, harp
karanlıklarında onun ışığında gidiyorlardı. Dolayısıyla İslâmî fetihlerin
yağmalama gibi bir amacı yoktu.

Nitekim İslâm memleketlerinde bulunan ecnebiler ehl-i zimmet
olup Müslümanlara verilen haklar onlara da verilmiştir. Binaenaleyh
Müslümanların zimmilere şefkat ve merhametle muamele etmeleri gerektiği
gibi zimmilerin de bu kardeşliğin icaplarına riayet etmeleri gerekir.

3- İslâm kardeşliği:Aynı anne ve babadan doğanlara veya ortak
değerlere sahip olan kişilere ‘kardeş’ denir. Arapçada ‘ah’ olarak ifade edilen
bu kavramın ‘ihve’ ve ‘ihvan’ şeklinde çoğulu bulunmaktadır.

‘Kardeş’ denildiğinde akla genellikle aynı anneden ve babadan dünyaya
gelen kişiler gelmektedir. Bunun dışında, ayrıca aynı dine veya dünya
görüşüne mensup olmayı ifade eden ‘akide kardeşliği’ söz konusudur.

İslâm dininde kardeşlik, bütünüyle akide temeline dayanmaktadır.
Yukarıda ‘kardeş’ kelimesinin karşılığı olan ‘ah’ kelimesinin ’ihve’ ve ‘ihvan’
şeklinde olduğunu belirtmiştik. İşte ‘ihve’ genelde nesep kardeşliği için;
‘ihvan’ ise görüş ve din kardeşliği ya da yakın arkadaş ve dostlar için kullanılır.
Bu arada İslâm kardeşliğinin temelini belirten ve belgeleyen ve ‘inneme’lmu’minune
ihvetun’=’müminler ancak kardeştir’ şeklinde başlayan âyet-i
kerimede ‘ihve’ kelimesinin tercih edilmesi gerçekten dikkat çekicidir. Öte
yandan aynı ifadelerde iman ve kardeşliğin yan yana getirilmesi; maddî
hayatın devamını sağlayan diğer bir kelimenin omuz omuza vermesi çok
anlamlıdır. Kısacası, müminlerin tümü ebedî hayatı mucip olan bir asla, bir
imana mensup bulunmaktadırlar.

Buna göre ancak iman bağıyla bir araya gelenler kardeş olarak kabul
edilmektedirler. Şu halde yeryüzünün neresinde bulunursa bulunsunlar,
hangi dili konuşuyor olurlarsa olsunlar veya hangi renge sahip bulunuyorlarsa
bulunsunlar, hangi kavme mensup olurlarsa olsunlar bütün müminler,
kelimenin tam anlamıyla birbirinin kardeşidirler. Başka bir deyimle, mümin
gönülleri en sağlam ve esaslı bir biçimde birbirine bağlayan bağ iman ve
takva esasından kaynaklanan kardeşlik bağıdır:

‘Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir topluluk bulamazsın ki, onlar
Allah’a ve Resulüne karşı başkaldıran kimselerle bir sevgi ve dostluk bağı
kurmuş olsunlar: bunlar ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse
kendi aşiretleri olsun’ ayeti ile; ‘Ey iman edenler, eğer imana karşı küfrü sevip
tercih ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin’
ayeti bu
bağın önemini çok net bir biçimde ortaya koymaktadırlar.

Şu halde:

Kardeşler, karşılıklı sevgi ve saygı beslemelidirler. Nitekim Hz.
Peygamber şöyle buyurmaktadır:

‘Kişi kardeşini sevince sevdiğini ona bildirsin.’

Kardeşler, anne ve babalarını üzmeyecek şekilde birlik ve beraberlik
içinde olmalıdırlar. Maddi çıkarlar yüzünden birbirlerine düşmanlık
yapmamalıdırlar.

Şan şöhret, makam ve servet gibi şeyler kıskançlık sebebi olmamalıdır.

Aradaki ihtilâf noktalarını, zora başvurmadan, birbirlerinin fikirlerine
saygı duyarak ve konuşup anlaşarak halletmelidirler.

Bir müminin, diğer mümine her halükârda yardımcı olması gerekir.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:

‘Bir kimse, bir din kardeşinin ihtiyacını yerine getirirse Allah da ona yardım
eder, Bir kimse, Müslüman kardeşinin sıkıntısını giderirse Allah da ona mukabil
kıyamet gününün kederlerinden birini giderir.’

Bir mümin diğerin ayıbını örter; kusurunu yüzüne çarpmaz çünkü Hz.
Peygamber’in deyimiyle:‘Bir kimse, bir din kardeşinin ayıbını örterse, Allah
da kıyamette onun ayıbını örter.’

Kişi, kendisi için istediğini kardeşi içinde istemelidir. Çünkü Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur:

“Sizden biriniz, kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe tam
anlamıyla iman etmiş sayılmaz.”

“Siz mümin olmadıkça Cennet’e giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe
de mümin olamazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey
söyleyeyim mi: Aranızda selâmı yayın.”

Kardeşlerin karşılıklı kin, haset ve kıskançlıktan uzak durmaları gerekir.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:“Birbirinize buğz etmeyiniz,
birbirinizi kıskanmayınız, birbirinize arka çevirip alakanızı kesmeyiniz; ey
Allah’ın kulları, hepiniz kardeş olun. Bir Müslüman’ın bir Müslüman kardeşini
üç günden ziyade terk ve ihmal edip selâm vermemesi helal olmaz.”

“Cennet kapıları Pazartesi ve Perşembe günleri açılır: Allah’a şirk koşmayan
her kul için mağfiret olunur. Yalnız kendisiyle kardeşi arasında buğz ve adalet
bulunan kimse müstesnadır. Meleklere hitaben: ‘siz bunları birbirleriyle sulh
oluncaya kadar tehir ediniz. Evet bunları, yekdiğeri ile barışıp sevinceye kadar
bırakınız’, buyurulur”

Akide ve takva temelinde birbirleriyle selamlaşmaları gerekir:

“Mümin erkek ve kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder,
kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Allah ve
Resulüne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği kimseler bunlar.
Allah Aziz ve Hâkimdir.

Hz. Peygamber, “Şeytan, artık Arap Yarımadası’nda, kendisine ibadet
edilmesinden ümitsizliğe düştü, ancak aranızda anarşi çıkarmaktan ümidini
kesmedi” derken, en veciz ifadeleriyle bu hususa işaret buyurmaktadırlar.

Yukarıdaki hususlar göz önünde bulundurulduğunda şu noktalar
vurgulanabilir:

1-Kişi mesleğini hak bildiği vakit ‘ Mesleğim haktır veya daha güzeldir’
demeye hakkı var. Fakat ‘yalnız hak benim mesleğimdir’ demeye hakkı
yoktur. Farklılarımızın birer zenginlik olduğu ve yüce Allah’ın azametine
delil ettiğini düşünerek karşılıklı saygı tahammül içerisinde olmamız
gerekir. Kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket ederken başka mesleklere
karşı düşmanlık etmemeli ve başkalarının değerini düşürmeye yönelik söz
ve davranışlardan kaçınarak başkalarının fikrine, ilmine müdahale etmemeli
ve onlarla meşgul olmamalıyız.

2-Kişinin her söylediğinin hak olması gerekir. Fakat her hakkı
söylemenin kendisine ait bir hak olmadığını da bilmesi zorunludur.

3-Düşmanlık yapmak isteniyorsa kişinin kendi kalbindeki düşmanlığa
düşmanlık etmesi gerekir.

4-Yapılan tüm amellerde İlâhî rıza esas alınmalı. Çünkü: eğer O razı
olursa bütün dünya küsse ehemmiyeti yok.

5-Kardeşlerin birbirleri üzerine üstünlük taslamamaları gerekir. Çünkü
yüce Allah buyuruyor ki:

“Ey insanlar biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Tanışabilmeniz için
sizleri asıllara kabilelere ayırdık. Allah’tan en çok korkanınız kim ise, işte Allah
katında en büyüğünüz odur.”

6-Unutma ki, sen ve kardeşin, Hâlık’ınız bir, Mâlik’iniz bir, Mâbud’unuz
bir, Râzıkınız bir-bir, bir, bine kadar bir, bir… Hem Peygamberiniz bir, dininiz
bir, kıbleniz bir-bir, bir, yüze kadar bir, bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir,
memleketiniz bir-ona kadar bir, bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi,
vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri
birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları hâlde, şikak ve nifâka,
kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız
şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak,
ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı
bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf
olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.

7-Daima olumlu, yapıcı ve onarıcı hareket edilmelidir. Gösterilen tavır,
sevdirici, çekici, kazandırıcı ve hak yoluna ikna edici olmalıdır.

8-İslâm dairesi içinde olan her Müslüman’ın hatasıyla, sevabıyla, hangi
tarikat ya da cemaatte olursa olsun görülen kusurlar sebebi ile ona karşı
düşman bir vaziyet alınmamalıdır. Yanlış olarak görülen şeyler karşısında
güzel bir üslup uyarıcı olunmalı. Fakat bu meselelerin, işin ehli olmayan
kimselerin diline düşürülmemesine özen gösterilmelidir.

9-İman, İslâm, hak ve hakikat yolunda olan kimselerle anlaşmanın fikir
birliğine varmanın yani ittifak etmenin İslâmiyet’in izzetinden olduğu
düşünülmelidir.

2-BÖLGECİLİK-AŞİRETÇİLİK:

Cahiliyeden kalma önemli hastalıklardan bir tanesi de–hatta aynı
ırktan olmalarına rağmen -bir kısım insanların kendi bölge ya da
aşiretlerini “farklı” ve “ayrıcalıklı” görmeleridir. Bu hastalık beraberinde
kan davalarından tutunuz da bölgesel çatışmalara varıncaya kadar, pek çok
müessif neticeyi doğurmuştur.

3-MEZHEPÇİLİK:Mezhep, din olmayıp dinimizi rahat yaşamamıza
katkı sağlayan önemli bir kurumdur. Çeşitli kesimler tarafından gündeme
getirilen konulardan biri de “mezhep” meselesidir. Mezhep meselesi bir
taraftan İslâm’da bir ayrılık unsuru gibi gösterilmeye çalışılırken, diğer
taraftan bir takım demagojilerle saf zihinler bulandırılmak istenmektedir.
Meselenin üzerine biraz eğildiğimiz zaman mezheplerin bir ihtiyaçtan
doğduğu, hiç bir zaman ihtilâf unsuru olmadığı anlaşılacaktır.

Birden fazla mezhebin meydana gelmesi, nazari prensiplerin mezhep
imamlarınca farklı anlaşılmasından ileri gelmiştir.

Meselâ Hz. Peygamber (asm) Efendimiz namaz kılarken mübarek
alınlarına taş batar ve alınları kanar. Hz. Ayşe (r.a.) validemiz, taşı Peygamber Efendimizin alnından alarak yere atarlar. Peygamber Efendimiz yeniden
abdest alarak namazlarını kılarlar. Hanefî mezhebi imamı, İmam Azam
Ebu Hanife Hazretleri ile Şafiî mezhebi imamı, İmam Şafiî Hazretleri
abdesti bozan meseleleri ele alırken bu meseleyi değerlendirirler. İmam-ı
Azam Hazretleri, “Peygamber Efendimizin alnına batan taş kan çıkardığı
için efendimiz abdest almıştır” hükmüne varırken; İmam-ı Şafiî abdestin
bozulmasını Hz. Ayşe (r.a.) validemizin Peygamber Efendimizin alnına
dokunmasına bağlamıştır. Böylece Hanefî mezhebinde az bir kan abdesti
bozan sebeplerden biri olurken, Şafiî mezhebinde kadının temasıyla abdestin
bozulması kaide olarak benimsenmiştir. Görüldüğü gibi her iki hüküm de
doğrudur ve haklı bir gerekçeye dayanmaktadır. Peygamber Efendimize
kadar itikadî noktalarda aynı olan şeriatlar teferruat kısımlarında değişerek
gelmiş, hatta bir asırda ayrı ayrı kavimlere ayrı şeriatlar gönderilmiştir.
Ancak Peygamber Efendimizle birlikte daha başka şeriatlara ihtiyaç
kalmamış ve onun dini bütün asırlara kâfi gelmiştir. Fakat teferruat
meselelerde bir takım mezheplere ihtiyaç kalmıştır. Hak mezheplerin
imamları bu vazifeyi hakkıyla yerine getirmişler ve insanoğlunun bütün
ihtiyaçlarına cevap vermişlerdir. Peygamber Efendimiz bir mucize olarak
bu imamların geleceklerini ve büyük bir vazife yapacaklarını daha bunlar
gelmeden haber vermiş ve bu mümtaz şahsiyetler de yapmış oldukları
hizmetlerle Resulullah Efendimizi fiilen tasdik etmişlerdir…

ve inkâr etmemişlerdir. Ayrıca bir mezhep tesis etmek niyetiyle ortaya
iddialı bir şekilde çıkmamışlar, daha sonra bir araya toplanarak bir mezhep
haline getirilen içtihatlarını zaman ve ihtiyaç anında ortaya koymuşlardır.

Ancak, hiçbir gerekçe bir mezhebi diğer bir mezhebe; bir anlayış ve
yaklaşımı başka bir anlayış ve yaklaşıma üstün tutmaya makul sebep olamaz.
Fakat üzülerek ifade edelim ki, bazen gerek amelî, gerekse itikadî anlamda
var olan mezhep mensup ve müntesipleri arasında öyle trajikomik hadiseler
meydana gelmiş ve gelmektedir ki, misalleri oldukça fazladır. Bazen de
bu zaafı bilen düşmanlar bu farklılığı nazara vererek aynı safta yer alan
müminler arasında derin uçurumlar meydana getirebilmişlerdir. Bazen bu
Şafiilik-Hanefilik bağlamında; bazen Sünnilik-Alevilik çerçevesinde öyle
fitneler ortaya atılmıştır ki, yakın tarihimizdeki pek çok üzücü hadise buna
şahittir.

4-KÖYLÜ(CÜ)LÜK-ŞEHİRLİ(Cİ)LİK:

İnsanları farklı vadilere sürükleyen önemli etkenlerden bir tanesi de bir
nevi kültür farklılığı olarak ortaya çıkan köylü-şehirli ayırımıdır. Kendisini
daha “akıllı” ve “zeki” olarak gören şehirli, her fırsatta köylüsüne tepeden
bakmayı bir alışkanlık haline getirmiş; bin bir zahmet elde ürününü “ölü”
fiyata almayı ve onu “kandırmayı” marifet saymış ve nice mağduriyetlerin
yaşanmasına sebebiyet vermiştir. Diğer taraftan köylü de kendisini daha
“civanmert” ve “cesaretli” görerek karşı atak yapmayı denemiştir.

5-GRUPÇULUK:

Müslümanların fıtrat ve yapılarına uygun bir şekilde–tıpkı ordunun farklı
kuvvetleri gibi–değişik topluluklar halinde hizmet sürdürmeleri son derece normal bir sosyal realitedir. Hatta bu toplulukların farklı hizmet alanlarında
tefevvuk etmeleri kadar tabiî bir şey olamaz. Meselâ, bir topluluğun yurt içi
ve yurt dışı eğitim, medya ve organizasyonlar konusunda son derece başarılı
olması; bir diğerinin Kur’ân öğreticiliğinde mahir olması; başka birisinin
farklı alanlarda maharet kesbetmesi, bir başkasının neşriyat sahasında önde
olması ve bunların birbirinin başarısını kıskanmadan–hatta gerektiğinde
müşterek bazı projeler yürütebilmeleri–ve birbirlerini takviye etmeleri din
hizmeti adına güzel bir kazanımdır. Fakat, maalesef bazen yaralayıcı bir
takım fevri hareketlerin bazı kesimlerden zuhuru sağlıklı kalb ve vicdanı
rahatsız edebilmektedir.

6-ERKEK-KADIN AYIRIMI:

Cahiliye döneminin “erkek evlâtla övünme” hastalığının bir mirası
olarak toplumumuzun günümüzdeki önemli hastalıklardan bir tanesi de
erkek-kadın ayırımıdır. Bazen aile içi şiddete, bazen kızların eğitimden
mahrum bırakılma talihsizliğine, bazen de çok eşliliğe ve zulme sebebiyet
veren bu illet, tedaviyi beklemektedir.

İslâm’da insan olmaları bakımından, erkekle kadın arasında herhangi bir
fark yoktur. Yani, temel hak ve sorumluluklar açısından kadının konumu
erkekten farklı değildir.

Ayrıca, kadın, yaratılış itibariyle erkeğe göre ikinci derecede bir değere
sahip olan bir varlık değildir. Kur’ân-ı Kerim’de, farklı fizyolojik ve
psikolojik yapıya sahip olan kadın ve erkekten biri diğerinden daha üstün
veya ikisi birbirine eşit tutulmak yerine, birbirinin tamamlayıcısı kabul
edilmiştir. Asla, kadın ikinci sınıf varlık değildir.

Kur’ân-ı Kerim’in ‘Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer
elbisesiniz.’ şeklindeki ifadeleri de erkek ve kadının insan olarak birbirlerine
olan ihtiyaçlarına açık bir şekilde dikkat çekmektedir.

Hz. Peygamberin; kadınlardan ayrıca biat alması ve bu hâdisenin
Kur’ân-ı Kerim’de açıkça yer alması, İslâm’a göre kadın iradesinin
bağımsızlığını göstermektedir.

İslâm’a göre, bir insan olarak erkeğe tanınan temel insan hakları kadına
da tanınmıştır. Buna göre hayat hakkı, mülkiyet ve tasarruf hakkı, kanun
önünde eşitlik ve adaletle muamele görme hakkı, mesken dokunulmazlığı,
şeref ve onurun korunması, inanç ve düşünce hürriyeti, evlenme ve aile
kurma hakkı, özel hayatın gizliliği ve dokunulmazlığı, geçim teminatı gibi
temel haklar bakımından kadınla erkek arasında fark yoktur.

İslâm’ın ilk yıllarında kadının her zaman hayatın içinde olduğu
bilinmektedir. Kadınlar camiye gelirler, Peygamberimizin huzurunda
oturur; belki bugün bile kadınların sormaya cesaret edemeyecekleri kendi
özel durumlarıyla ilgili konuları hiç çekinmeden sorarlardı. Camide
ibadetlerini yaparlar, Peygamberimizin konuşmalarını dinlerlerdi.

Bu uygulama daha sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Nitekim
Hz. Ömer bir hutbesinde kadınlara verilen mehrin yüksek oranlarda
tutulduğunu, bunun miktarının azaltılması gerektiğini söylediğinde,
mescitte bulunan kadınlardan birinin ayağa kalkıp; ‘Allah’ın bize vermiş
olduğu hakkı sen bizden alamazsın. Çünkü bu, Kur’an’da bulunan bir hükümdür’ diye itiraz ettiği, Hz. Ömer’in de bu itiraz karşısında ‘Allah’a
şükürler olsun, benim halkımın arasında yanlışımı düzeltecek böyle
kadınlar var’ dediği tarihî kaynaklarda kayıtlıdır. Diğer taraftan yine Hz.
Ömer döneminde ‘Hisbe’ denilen görevin, yani pazarlardaki düzen ve
ahengi kontrol işlerinin bugünkü anlamda bir nevi ‘zabıta’ hizmetlerinin
kadına verildiği tarihî bir vakıadır.

Kur’ân’da nisa/kadınlar isimli bir surenin varlığı, cennetin bir kadın
olarak anaların ayaklarının altına serilmesi; hatta peygamber olması için
bile engel görülmemesi İslâm’ın kadına verdiği değeri gösterir.

Günümüzde kadının ikinci sınıf insan olarak değerlendirilmesi, töre,
âdet ve göreneklere kurban edilmesi, geleneklerin din gibi algılanması
sonucu kadının zulüm ve haksızlığa uğraması cahiliyeye dönüş arzularından
başka bir şey değildir.

Sonuç olarak şunu vurgulamak gerekir: İslâm dinine göre insan insana
eşittir. Bu anlayışta kadın-erkek ayırımı kesinlikle söz konusu değildir.

Tefrika illetinin söz konusu edildiği bir atmosferi Bediüzzaman’ın bir
asırdan fazla bir zaman önceki bir feryadına kulak asmak yerinde olacaktır:

’Şireta Bediüzzeman Mela Seidê Kurdi’’ diye başlayan makale şöyle:

“Ey Gelî Kurdan! Îttîfaqê de quwet, îttihadê de heyat, di biratîyê de
seadet, hukûmetê de selamet heye. Kapika îttihadê û şirîta muhebbetê qewî
bigrin, da we ji belayê xelas ke. Qenc guhê xwe bidinê, ezê tiştekî ji we re
bibêjim:

Hun bizanin ku sê cewherê me hene; hifza xwe ji me dixwazin. Yek
İslâmiyet e; ku hezar hezar xûna şehîdan buhayê wê dane. Ê duduyan
insaniyete; ku lazime em xwe nezera xelqê de bi xizmeta ‘eqlî, ciwanmêranî
û insaniyeti xwe nîşanî dunê bidin.

Ê sisîyan millîyeta me ye, ku meziyetê da me; ê berê ku bi qencîya xwe
sax in, em bi karê xwe, bi hifza millîyeta xwe, ruhê wan qebra wan de şad
bikin. Piştî wê, sê dijminê me hene, me xerab dikin:

Yek feqîrtî ye; Çil hezar hemmalê Îstenbolê delîlê wê ye. Ê duduyan
cehalet û bêxwendinî ye; ku hezar ji me da yek “qazete” nikarin bixwînin
delîla wê ye. Ê sisîyan dijminî û îxtilaf e; ku ev ‘edawet, quweta me wunda
dike, me jî musteheqî terbîyê dike û hukûmet jî ji bêînsafîya xwe zulm li me
dikir. Ku we ev seh kir, bizanin çara me ev e; ku em sê şûrê elmas bi dest
xwe bigrin, ta ku em hersê cewherê xwe ji dest xwe nekin û hersê dijminê
xwe ser xwe rakin.

Û şûrê ‘ewil: Me’rîfet û xwendine.Ê duduyan: Îttifaq û muhebbeta millî
ye.Ê sisîyan: Însanê bi nefsa xwe şuxla xwe bike û mîna sefîlan ji qudreta
xelkê hêvî neke û pişta xwe nedetê. Û wesîyeta paşî: Xwendin, xwendin,
xwendin… Desthevgirtin, desthevgirtin, desthevgirtin… Mela Seid

Yani:

‘’Ey Kürt halkı! İttifakta kuvvet, ittihatta hayat, kardeşlikte saadet,
hükümette selâmet vardır. İttihat bağını ve muhabbet şeridini sağlam tutun.
Tâ ki sizi belâdan kurtarsın. İyi kulak verin, size bir şey söyleyeceğim:

Biliniz ki, üç cevherimiz vardır; bizden muhafazalarını isterler. Birincisi
İslamiyet’tir ki, binler ve binlerce şehidin kanları ona paha ve bedel olmuştur.
İkincisi insaniyettir ki, halkın nazarında akıllıca hizmetlerle yiğitliğimizi ve insanlığımızı dünyaya gösterelim.

Üçüncüsü milliyetimizdir ki, bize üstün meziyetler vermiştir. Bizden
öncekiler iyilikleri ile yaşıyorlar. Biz kendi gayretimizle milliyetimizi
muhafaza ederek onların ruhunu kabirlerinde şad etmeliyiz. Bunun
ardından, bizim üç düşmanımız var; bizi harap ediyorlar.

Biri fakirliktir. İstanbul’daki kırk bin hamal bunun delilidir. İkincisi,
cehalet ve okumamışlıktır ki, içimizden binde bir kişinin bile gazete
okuyamayışı, bunun bir delilidir. Üçüncüsü, düşmanlık ve ihtilaftır ki,
bu dâhili düşmanlık, kuvvetimizi kaybettiriyor, bizi terbiyeye müstahak
kılıyor ve hükümet de, insafsızlığından bize zulmediyor. Siz eğer bunları
işittiyseniz, biliniz bizim yegâne çaremiz şudur ki:

Biz, üç elmas kılıncı elimize alalım. Tâ ki bu üç cevherimizi elimizden
çıkarmış olmayalım; bu üç düşmanı üstümüzden atalım. Birincisi adalet,
maarif ve okuma kılıcıdır. İkincisi, ittifak ve millî muhabbettir. Üçüncüsü,
herkes kendi işini bizzat kendisi yapsın, sefiller gibi başkasının kudretinden
ümit beklemesin ve sırtını hiçbir vasiye dayamasın. Son olarak da: Okumak,
okumak, okumak!.. El ele vermek, el ele vermek, el ele vermek!”

Bu çok önemli tavsiyeler, o zamanın kargaşası içinde yerine getirilmedi.
Aradan yüz yıldan fazla bir zaman geçti. Bugün geriye dönüp baktığımızda
değişen çok fazla bir şey olmadığını üzülerek müşahede ediyoruz.

O zaman zararın neresinden dönülürse kardır. Kürtler bugün de bu
üç güzel meziyete sahip çıkar ve üç elmas kılıncı ellerine alırlarsa, üç
tane dehşetli düşmanı bu elmas kılınç ile yok etmeyi becerebilirlerse,
problemler bir bir çözülecek ve geleceğe ümitle bakma şansını yeniden elde
edebileceklerdir.

KAYNAKÇA:

Abdurrahman Azam, Ebedi Risalet, İstanbul, 1980. .

Ahmed b. Hanbel, el-Musned, Kahire, 1313. .

Bilmen, Ömer Nasuhi, Tefsir, İstanbul, 1982. .

Buhari, Ebu Abdillah, Muhammed b. İsmail, el-Camiu’s-Sahih, İstanbul, 1980. .

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1992. .

Eren, Şadi, “Irkçılık Üzerine Kısa Bir Değerlendirme”, Köprü, Bahar 2007, Sayı 98. .

Ersoy, M. Akif, Kur’an Tefsiri, İstanbul, 1975. .

Ersoy, M. Akif, Safahat, İstanbul, 2000. .

Gazzali, Ebu Hamid, Muhammed b. Muhammed, İhyau ulum’id-din, Kahire, Tarihsiz. .

İbn Kesir, Ebu’l-Fida, İsmail, b. Ömer, Tefsiru’l-Kurani’l-Azim, Beyrut, 1966. .

İbn Mace, Ebu Abdillah, Muhammed b. Yezid, es-Sunen, İstanbul, 1980. .

İbn Manzur, Cemalu’d-din Muhammed b. Mukrim, Lisanü’l- Arab, Beyrut, 1955. .

Firuzbadi, Mecidu’d-din, Muhammed b. Yakub, Kamusu’l- Muhit, Beyrut, 1955. .

Kırkıncı, Mehmed, Irkçı Bölücülüğe Karşı İslam’da Birlik, İstanbul, 2006. .

Ahmed Muhtar Umar ve diğerleri, el- Mucemu’l- Arabi el- Esasi, Tunus, 1989. .

Müslim, Ebu’l-Husayn, Muslim b. El-Haccac, Sahihu Muslim, Kahire, 1375. .

Nevevi, Muhyiddin, Riyadu’s-salihin (Tercüme: Kıvamuddin Burslan, H. Hüsnü Erdem), Ankara,
Tarihsiz. .

Nursi, Bediüzzaman, Mektubat, İstanbul, 1993. .

Tirmizi, Ebu İsa Muhammed, Sunenu’t-Tirmizi, Kahire 1385. .

Zebidi, Zeynu’d-din, Ahmed b. Ahmed, Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, (Tercüme: Kamil
Miras) Ankara, 1981.