Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulalı beri dindarlara,
özellikle de Risâle-i Nur hareketine husumetle baktığı bir vakıadır. Ancak adil
ve bağımsız Türk mahkemelerinin artık "kaziye-i muhkeme" haline gelmiş beraat
kararları, hadiseyi belli bir noktaya getirmişti. Gerçi bilhassa 12 Eylül
ihtilâlinden bu yana, bazı gayretkeş savcıların ve sıkıyönetim komutanlarının
keyfî tasarrufları sebebiyle yine zaman zaman münferid hadiseler oluyordu; ama
bunlar dahi mahkeme önüne çıkıldığında aynı neticeyi getiriyordu: beraat.

Dergimizin önceki yıllarda çıkan muhtelif sayılarında, devletin
Risâle-i Nur hadisesine bakışını değişik vesilelerle işlemeye çalışmıştık.
Konunun yeniden aktüelleşmesi üzerine, bu husustaki gelişmeleri bir defa daha
hatırlatmakta fayda görüyoruz. Bunun için de, biraz gerilere,1923’e dönelim ve
Bediüzzaman Said Nursî’nin 1923 sonrasındaki hayat seyrinden bazı kesitler
sunarak, bugüne gelişi kısaca özetlemeye çalışalım.

Bediüzzaman Mecliste

Tarih 19 Ocak 1923. İngiliz işgali altındaki İstanbul’da milli
mücadeleye destek veren çalışmalarıyla dikkatleri çeken Bediüzzaman Said Nursî,
Ankara’da yeni kurulan Meclisin ısrarlı davetleriyle Ankara’ya gelir ve resmi
bir "hoşâmedi" merasimiyle karşılanır. Yine o günlerde, milletvekillerine bir
beyanname dağıtır. O günlerde, Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundaki "İslâm
cumhuriyeti" vasfını korumaktadır. Meclis de bir "İslâm meclisidir." Ama bu
meclisteki birtakım farklı yönelişleri fark eden Bediüzzaman, beyannamesinde
önemli noktalara dikkat çeker. Çoğu peygamberlerin şarkta, filozofların da
garpta gelmesini "kader-i ezelînin bir remzi" olarak yorumlayıp, "şarkı ayağa
kaldıracak, din ve kalbdir; akıl ve felsefe değildir" der ve şu ikazı yapar:
"Mâdem şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa
sa’yiniz ya hebâen-mensûrâ gider [boşa gider], veya sathî kalır." Kezâ, Avrupa
medeniyetinin yırtılmaya yüz tuttuğu ve Kur’ân medeniyetinin doğmak üzere olduğu
bir zamanda, dine lâkayd bir tavırla "müsbet bir iş görülemeyeceğine" dikkat
çeker. lslâm dünyasında "inkilâpvari" bir iş görebilmek için, İslâmın
prensiplerine uymak gerektiğini söyleyerek, "Şu inkılâb-ı azîmin temel taşları
sağlam gerek" der.

Bediüzzaman-Mustafa Kemal tartışması

Bu beyanname, Meclisteki muhatapları üzerinde büyük tesir
meydana getirmiş olmalıdır ki, altmış milletvekili yeniden namaza başlar. Ama
rahatsız olan biri vardır: Mustafa Kemal Paşa. Reaksiyonunu şöyle ortaya koyar
Paşa: "Sizin gibi kahraman bir hoca bize lazımdır. Sizi, yüksek fikirlerinizden
istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri
yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz." Namaz, beyannamenin unsurlarından ve ihtiva
ettiği mesajlardan yalnızca biridir, ama tartışma nedense bu noktada
odaklaştırılır. Bu mecrada Bediüzzaman’ın Paşaya verdiği cevap işe şöyledir:

"Paşa! Paşa! İslâmiyette imandan sonra en yüksek hakikat,
namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur."

M. Kemal özür diliyor

Tartışma, Paşanın Bediüzzaman’dan özür dilemesiyle sona erer.
Akabinde, Bediüzzaman ve Paşa bir defa daha bir araya gelirler. Meclisin riyaset
odasında iki saat kadar konuşurlar. Bediüzzaman, milletvekillerine dağıttığı
beyannamedeki ikazlarını tekrarlar. tslâm düşmanlarına hoş görünmek için şeairi
tahrip etmenin, millete, vatana ve lslâm dünyasına büyük zararlar vereceğini;
eğer bir inkılâp yapmak gerekiyorsa, doğrudan Kur’ân’ın prensiplerine dayanmak
lâzım geldiğini anlatır. Bu görüşmede Bediüzzaman’ın verdiği bir temsili,
Mektubat isimli eserinden ayrıca iktibas ettiğimiz bölümde okuyabilirsiniz.

Görüşme sonrasında, Bediüzzaman Türkiye’nin yakın geleceğine
"hakim" olacak düşüncenin sahiplerindeki niyetler hakkındaki teşhislerini
kesinleştirir ve Ankara’dan ayrılarak Van’a gidip "mânevî cihad" hizmetinin
hazırlıklarına başlama kararını verir. Bu arada Mustafa Kemal kendisine
milletvekilliği, Diyanet âzalığı ve şark umum vaizliği gibi görevler teklif
eder. Bir köşk tahsisi de bu teklifler arasındadır. Maksadı, Bediüzzaman’dan
kendi niyet ve emelleri yolunda istifade sağlamaktır. Ama Bediüzzaman hepsini
reddeder ve Ankara’dan ayrılıp Van’da inzivaya çekilir.

Ve herşey ondan sonra başlar

Devlete hakim olanlar "eskiyi unutup yep yeni bir yolu tutmaya"
yönelirken, "eski"ye ait ne varsa tahrip edilir. En büyük hedef, dini tamamen ve
zorla silmek, yok etmektir. Eğitim başta olmak üzere bütün devlet düzeni buna
göre ayarlanır. Birbiri peşi sıra inkılâplar yapılır. Dinî hayatın dayanağı olan
müesseseler birer birer yıkılır. O müesseselere hayat veren kişiler sindirilir,
susturulur-ki bunlar, daha düne kadar vatanın düşmandan kurtarılması için
birlikte, omuz omuza mücadele verilen insanlardır.

Şeyh Said İsyanı

Bediüzzaman’da "eski"nin eri güçlü ve parlak isimlerinden biri
olarak, yeni rejimin belli başlı hedefleri arasındadır. Ilk önce, 1925’teki Şeyh
Said isyanını bahane ederek başlatılan sürgün kampanyası sırasında, Van’dan
alınarak Burdur’a getirilir. İsyanla hiçbir alâkası yoktur, hattâ karşı
çıkmıştır Bediüzzaman, ama maksat onu çevresinden koparmak, sürekli gözetim ve
takip altında tutarak pasif hale getirmektir. Halbuki "Dahilde kılıç çekilmez"
diyen Bediüzzaman, ikâmete mecbur tutulduğu yerlerde çok daha güçlü bir
mücadeleyi başlatacaktır. Devletle karşı karşıya gelmeden, kanunları ihlâl
etmeden, sadece iman ve fikir temelleri üzerinde yürütülen bir "mânevi cihad"dır
bu.

Bediüzzaman Burdur’da kısa bir süre kaldıktan sonra, ıssız bir
nahiye olan Barla’da ikamete mecbur tutulur. Bu arada manevî cihad hızlanarak
devam etmektedir. Risâleler birbiri peşi sıra sür’atle yazılır, çoğaltılır,
dağıtılır. Bediüzzaman sürekli takip ve gözetim altında durmaksızın yazar,
yazar, yazar… Ve yazdığı eserler, o zamanın şartlarında çok kısa süre için.de
bu hizmete sahip çıkan, sür’atle de genişleyen "Nur talebeleri" tarafından el
yazısıyla çoğaltılır. Bu yolla tam altı yüz bin risale yazılır.

Bütün risâleler "iman kurtarma" hedefi çerçevesinde
yazılmaktadır. Her bir risale, akıllardan ve kalblerden imanı silmeyi hedef alan
icraata cevaptır. Meselâ Allah inancını kaldırıp yerine tabiat fikrini koyma
gayretleri, Tabiat Risâlesi’ni getirir. Haşir inancının "çürütülmesi" için
felsefe derslerine ağırlık verilmesi kararlaştırılırken, Bediüzzaman Barla’da
Haşir Risâlesi’ni kaleme alır, bastırır ve dağıttırır.

Kitaba karsı silâh!

Böylece yıllar geçer. Risâle-i Nur Külliyatının temel eserleri
aşağı yukarı tamamlanır. Çığ gibi büyüyen bir Nur hareketi kendisini gösterir.
Ve başından beri hiç gevşetmediği takip ve tasarrudunun bu inkişala engel
olamadığını gören hükümet, 1935’te Bediüzzaman ve Nur talebelerini hedef alan
bir toplu tevkif harekâtı başlatır. İddialar "gizli cemiyet kurma, tarikatçılık,
rejim aleyhtarlığı, rejimin temel nizamlarını yıkmaya çalışmak" gibi, uzantıları
bugünlere gelen beylik suçlamalar etrafında dönüp dolaşmaktadır.

Bu harekât sırasında Bediüzzaman ve Isparta civarından toplanan
yüz yirmi talebesi, elleri kelepçeli olarak, kamyonlarla Eskişehir’e sevk
edilir. Harekât bizzat İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından yönetilmektedir.
Beraberinde jandarma genel komutanı ve tam teçhizatlı bir askeri kıt’a vardır.
Ayrıca, Isparta-Afyon yolu boyunca süvari askerleri yerleştirilmiştir. Tek parti
devrinin, kitabı silahla yok etme zihniyetinin tipik bir örneğidir bu harekât.

Diğer taraftan, masum ve kitaptan başka bir "silah"ları
bulunmayan insanları, isyancı terörist muamelesine tâbi tutup, ordu eliyle
hâpse tıkan hükümetin başbakanı İsmet İnönü, aynı tarihlerde bir şark seyahatine
çıkmıştır. Bediüzzaman’ı hedef alan harekâtın şarkta bir isyana yol açmasından
korkmaktadır hükümet…

İman-küfür mücadelesi

İthamların bahaneden ibaret olduğunu söyleyen Bediüzzaman,
kendilerine yapılan bu zulmün asıl sebebini, Eskişehir hapsinde okuduğu
müdafaasında şöyle anlatır:

"Kâinatta dinsizlik ile dindarlık, Âdem zamanından beri cereyan
edip geliyor ve kıyâmete kadar gidecektir. Bu meselemizin künhüne vakıf olan
herkes, bize olan bu hücumun doğrudan doğruya dinsizlik hesabına dindarlığa bir
taarruz olduğunu anlar."

Ve bu muameleyi yapan hükümeti muhatap olarak dahi kabul etmez
Bediüzzaman. Mecliste dağıttığı beyannamede dile getirdiği sosyolojik vakıayı
bir defa daha hatırlatır. Çoğu filozofların garpta ve Avrupa’da, peygamberlerin
de şarkta ve Asya’da geldiğini hatırlatarak, "kader-i ezelinin bir işâret ve
remzidir ki," der, "Asyâ da hakim, galip, din cereyanıdır." Sonra şöyle devam
eder: "Elbette, Asya’nın ileri kumandanı olan bu hükümet-i cumhuriye, Asya’nın
bu, fıtri hâsiyetinden ve madeninden istifade edecek. Ve bitarafane prensibini,
değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına temayül ettirecektir."

"Hükümet-i İslâmiye"

Onun düşünce ve tasavvurundaki genişlik ve derinlik içinde, bir
gün mutlaka son bulacak olan tek parti devrinin ve onun hakka değil, zulme
dayanan hükümetlerinin yeri bile yoktur. Ba yüzden Bediüzzaman yine Eskişehir
müdafaalarında sık sık "hükümet-i İslâmiye" tabirini kullanır. Elbette ki, bu
sıfatın sahibi, o günlerde yegâne işi Bediüzzaman’la, eserleriyle ve
talebeleriyle uğraşmak olan paşalar yönetimi değildir; bu milletin kendi
iradesiyle seçip iş başına getireceği hükümetlerdir.

Ama yine de Bediüzzaman, kendisine ve talebelerine bu eşi
görülmemiş haksızlıkları yapan hükümet erkânına hakkın, hukukun ne olduğunu
öğretmeye çalışır. İçişleri Balcanı Şükrü Kaya’ya mektup yazar meselâ. Bu mektubunda keyfî icraatların şahibi Şükrü Kaya’nın şahsını "Dahiliye Vekili
olan Şükrü Kaya Beye" şikâyet ederek, şahısların icraatlarıyla, o kişilerin o an
için ellerinde bulundurdukları makamların gereklerini hassasiyetle ayırır.
Bilhassa o dönemin hukuk dışı anlayış ve uygulamaları göz önünde
bulundurulduğunda, gerçekten değerli bir devlet ve hukuk felsefesinin
tezahürüdür bu ikazlar.

Tesettür düşmanlığı

Ve Bediüzzaman Eskişehir Mahkemesinde, Tesettür Risâlesi isimli
eserinde geçen tek bir cümle sebebiyle, on bir ay hapse mahkum edilir. O cümle
de şudur: "Merkez ve payitaht-ı hükümette, çarşı içinde, gündüzde, ahalinin
gözleri önünde, gayet âdi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir
adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde
olanların hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor!"

Güzellik yarışmalarının bizzat Mustafa Kemal’in himâye ve
teşvikleriyle organize edildiği; 19 Mayıs kıyafetleri, balolar, danslar, karma
eğitim yoluyla tesettüre fiilen savaş açıldığı; gazete ve dergilerin müstehcen
neşriyatta yarışa girdiği bir dönemde söylenen bu söz, gerçeğin tam ifadesi
olmasına rağmen, devrin yöneticilerinin fena halde gücüne gitmiş olmalıdır ki, Bediüzzaman’ın
mahkümiyetine gerekçe olarak gösterilir.

Haksız karara itiraz

Ne var ki, yeri göğü oynatırcasına yapılan tevkifata gerekçe
yapılan "Gizli cemiyet kuruyor, halkı hükümet aleyhine kışkırtıyor, dini
siyâsete alet ediyor, tarikatçılık yapıyor" gibi ithamların tekbir tanesi dahi
mahkeme kararında geçmemektedir. verilen cezanın dayanağı da "kanaat-i
vicdaniye"dir. Ve Bediüzzaman, mahkemenin bu kararına da itiraz eder. Hükmedilen
cezanın ancak kız kaçıranlara ve beygir hırsızlarına verilebileceğini; eğer
başlangıçtan beri kendilerine yapılan suçlamalar sabit ise ya idam
edilmeleri, veya yüz bir sene hapse mahkum edilmeleri gerektiğini söyler. Karar,
adalet tarihinde bir yüz karasıdır.

Yeni durak Kastamonu

Eskişehir hapsi sonrasında, Bediüzzaman Kastamonu’da ikamete
mecbur tutulur. Yine sürekli takip ve tarassut altında sekiz yılını bu vilâyette
getirir. Daha önce Barla’daki ikâıneti sırasında Isparta ve civarını aydınlatan
hizmeti, bu defa Karadeniz bölgesine yayılır. Bediüzzaman burada da eser
telifin.e ve neşrine durmaksızın devam eder. Bu arada, Isparta’daki
talebeleriyle sürekli ve dinamik bir irtibat içinde bulunur. Bu dönemde yazdığı
mektuplarda, Risâle-i Nur hizınetinin seyir ve inkişafı ile, bu zamanda takip
edilmesi gereken. hizmet metodu hakkında aydınlatıcı prensipler mevcuttur.

Ve Denizli operasyonu

Sekiz senelik "sükünet" devresinden sonra, 1943’te yeni bir
"operasyon"a ihtiyaç görür hükümet. Mâlûm iddiaların tekrarıyla Bediüzzaman ve
126 talebesi Denizli Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilir. Ama mahkeme ittifakla
beraat kararı verir. İdarî makamların ikinci büyük harekâtı, böylece, adalet
karşısında neticesiz kalmıştır.

Denizli hapsini, Bediüzzaman’ın Emirdağ hayatı takip eder.
Tabiî, yine sıkı takip altında. Ama hizmet durmaz. Eserler yayılmaya devam eder.
Bediüzzaman’ı Eskişehir hapsinde olmadık tazyiklere maruz bırakan Şükrü Kaya, bu
inkişafa bir türlü akıl erdiremediğini, yıllar sonra Cemal Kutay’la yaptığı bir
sohbette şöyle anlatacak ve enteresan bir itirafta bulunacaktır:

Şükrü Kaya’nın itirafı

"Hayret ettiğim bir nokta, Anadolu’nun ücra kasabalarında bu
kadar sıkı kontrol altında tutulan bir insanın, mutlak serbestlik ve
cazibelerle özlenir hale getirilen sahalarda elde edilemeyen alâkaya sahip
olabilnıesidir. İyi hatırlıyorum. Bir gün Necib Ali [Ankara İstiklâl Mahkemesi
Savcısı, CHP Genel Yönetim Kurulu üyesi ve partinin halkevleri ve basın
sorumlusu], bu kadar uğraşıp didinmeye rağmen halkevlerine Bediüzzanıan’ın
arkasından giden gençler kadar kalabalık toplayamadıklarından dertlenmişli."

Kimbilir, CHP yönetiminin Bediüzzaman’a olan kızgınlığının ana
sebeplerinden biri belki de budur. Bütün devlet imkânlarını kullanarak, "en

cazip" vasıtalara başvurarak gençliği dininden uzaklaştırma gayretlerinin
neticesiz kalmasına karşılık, tek başına bir manevi cihad başlatan
Bediüzzaman’ın hizmeti her geçen gün inkişaf etmelrtedir. [Ki, Prof. Dr. Şerif
Mardin, Amerika’da yayınlanan kitabında, Kemalist rejimin başarısızlığı ile
Bediüzzaman’ın başarısının ardındaki sırrın bazı ipuçlarını yakalamış
görünmektedir.]

Başarısızlığın hıncı bitmiyor

Derken, bir mahkeme safhası daha açılır Bediüzzaman’ın
hayatında: 1947’nin son ayında Afyon’a getirilir ve tevkif edilir. Yine "gizli
cemiyet kurma, halkı hükümet aleyhine çevirme, rejimi yıkmaya çalışma" gibi
ithamlarla, hakkında dâvâ açılır. Sonunun iyice yaklaştığını gören CHP
yönetimi, bu telâş içinde, elinden geleni ardına koymama gayretine düşmüştür.
Bu partinin içişleri bakanlarından Hilmi Uran’ın bir hatırası, İsmet İnönü’nün
Bediüzzaman’la ne kadar yakından. ilgilendiğini göstermesi bakımından çok
enteresandır. Tek parti devrinin son demlerini yaşadığı sıralarda Kökte
cereyan eden bir sohbette İnönü, çok partili siyasi hayatın karşılaşacağı
meselelerden bahsederken, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Serbest Fırkanın
âkıbetlerini "dinin siyasete alet edilmesi"ne bağlayarak, birden Hilmi Uran’a
dönüp sorar:

"Said-i Kürdî şimdi nerede, ne yapıyor?"

İsmet İnönü’nün tesbiti

Hilmi Uran, mahkemelerin devamlı beraat kararı verdiklerini
söyleyince güler İnönü ve şöyle der:

"Zeki adamdır. Divan-ı harblerden ve istiklâl mahkemelerinden
yakasını kurtarmasını bildi!"

Ve Afyon Mahkemesi de başlangıçta mahkûıniyet kararı verir, ama
Temyiz bu kararı bozar. Ne var ki, mahkeme işi sürüncemede bırakır. Neticede,
Bediüzzaman ve talebeleri, ilk karardaki mahkûmiyet süresini hapiste
tamamlayarak, mahkeme kararına dayanmayan bir "ceza"ya muhatap kılınırlar.

Daha sonra mahkeme, Risale-i Nur hakkındaki müsadere kararında
yine ısrar eder. Ama bu ısrar Temyizden tekrar geri döner. Sonunda Afyon
mahkemesi beraat kararı vermek zorunda kalır. Ne var ki, ancak 1956’da kesinlik
kazanacak bir karardır bu.

1950 seçimleri ve sonrası

Bu arada 1950 seçimleri yapılır. Bu seçimler karanlık bir devrin
üzerine perde çekerken, ülkeye yepyeni ümitler getirmiştir. Bediüzzaman’ın
hizmetinde de taptaze bir devir açmıştır. Gerçi eski devrin izlerini bir anda
silmek mümkün değildir ve nitekim Bediüzzaman 1950 sonrasında da mahkemelerle
uğraşmak zorunda bırakılır. Meselâ Gençlik Rehberi isimli eserini bastırması
sebebiyle 1952’de İstanbul Mahkemesinde yargılanır. Keza Samsun’da çıkan Büyük
Cihad gazetesinde yayınlanan bir yazısı için de mahkemeye verilir. Ama her
ikisinde de beraat eder. Nihayet, yıllardır sürüncemede bekletilen Afyon
Mahkemesi beraat kararının 1956’da Temyiz tasdikiyle kesinleşmesinden sonra,
Risâle-i Nur matbaalarda serbestçe neşredilmeye başlanır.

"Kahraman Demokratlar"

Bediüzzaman, ülkeye yıllardır hasretini çektiği hürriyet
havasını getirip nefes aldıran, semalarda yeniden ezan-ı Muhammedi’nin asli
şekliyle yankılanmasını sağlayan, okullara din derslerini getiren "kahraman
Demokratlar"a son derece sıcak bakmaktadır. "İslâm kahramanı" olarak
vasıflandırdığı Adnan Menderes’e özel selâmlar ve mektuplar göndermekte,
muvaffakiyeti için dua ettiğini bildirmektdir. Burada, talebelerinden ve DP
milletvekili merhum Tahsin Tola’nın bir hatırasını nakledelim.

Menderesin Risâle-i Nur’u neşir tesebbüsü

"Afyon Mahkemesinin beraatle neticelenmesi ve Temyizin beraat
kararını tasdiki üzerine, Üstad beni Adnan Menderes’e gönderdi Selâmlarını ve
Risâle-i Nur’un neşrini söylememizi istedi. Isparta milletvekili İrfan Aksu ile
birlikte rahmetli Adnan Menderes’e gittik. Üstadın selâmını tebliğ ettik. Adnan
Bey bu selâmı hürmetle aldı. Daha sonra Risâle-i Nur’un neşir meselesini
söyledim. ‘Nur’ların neşredilmesi hariçte, İslâm âleminin bu vatan ahalisine
kardeşlik ve alâkasını celbedecek. Dahilde ise, umumî bir hoşnutluk meydana
getirecek’ deyince, merhum Menderes hiç itiraz etmedi. ‘Tamam’ dedi, ‘sizi
vazifelendiriyorum. Hemen faaliyete geçin. Diyanet Riyasetine gidin, Eyüp Sabri
Efendi [Hayırlıoğlu] ile görüşün. Risâle-i Nur’u neşretsin.’"

Bunun gerçekleşmesi, o gün için mümkün olmadı. Ancak
Bediüzzaman’la Menderes arasındaki sıcak münasebet, ondan sonra da devam
etti—müzmin muhalefet partisi CHP’nin ve bir zamanların "milli şef"i İnönü’nün
bütün hırçınlığına rağren. İşte bir misali:

Menderes: "İnönü Bediüzzaman’dan niçin rahatsız oluyur?"

Bediüzzaman’ın, vefatına birkaç ay kala, 1959 Aralık’ın son
günlerinde çıktığı yurt gezisi, öteden beri onun hizmetlerini kıskançlıkla takip
eden İnönü’nün muhâlefet damarlarını iyice kabartmıştır. Sonrasını DP eski
milletvekili Gıyaseddin Emre’den dinleyelim:

"Üstad Ankara’ya geldiğinde (31 Aralık 1959) Beyrut Palas
Otelinde 22 numaralı odada kalıyordu. İsmet Paşa, Bediüzzaman’ın Ankara’ya
geldiğini duymuştu. Mecliste bir konuşma yaptı: ‘Siz şeriatı hortlatıyorsunuz,
irticaı hortlatıyorsunuz, Bediüzzaman’ı gezdiriyorsunuz’ diye. Sonra Adnan
Menderes bu iddialara şöyle cevap verdi: ‘Allah aşkına, Paşa niçin bu kadar
dinden, dindarlardan rahatsız oluyor? Öleceğini bilmiyor mu? Şimdiye kadar
kendisine ne zararları dokunmuş? Bütün hayatını dine vakfetmiş bir pîr-i fâniden
ne istiyor? Niçin eziyetinden, meşakkatinden hoşlanıyor? Niye bu kadar dine ve
dindarlara karşıdır? Anlayamıyorum."’

Ulaşmayan haber

Gıyaseddin Emre daha sonra, Üstadı ziyarete hazırlandığını ve
tam o sırada Menderes’in kendisini çağırdığını, yanına gittiğinde şunları
söylediğini anlatıyor: "Tazimatlarımı kendilerine arz et. Biliyorsunuz bu
adamların çıkardığı hadiseleri. Bu hengâmeler bitsin, ben bizzat seyahatlerine
devam etmesi için kendilerine haber gönderirim."

Ama ne yazık ki, Menderes bu haber-i gönderemedi. Bediüzzaman 23
Mart 1960’da Hakkın rahmetine kavuştu. Menderes de 27 Mayıs 1960’da, Halk
Partisinin ırkçılarla birleşerek tezgâhlâdığı bir ihtilâlin kurbanı oldu. Ve
Halk Partisi, birikmiş hıncını Yassıada’da aldı.

Yassıada’da "Nurcu Soruşturmaları"

Meselâ Yassıada dosyaları
arasında, "Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Ankara’yı teşrifleri sebebini devlet
ricaline bildirir mektuplarıdır" başlıklı mektubun da bulunduğu mektupta
Bediüzzaman’ın "Ankara’ya bu defa geldiğimin mühim bir sebebi, İslâmiyete ciddi
taraftar Dahiliye Vekili Namık Gedik’i görmek ve İslâmiyetin kahramanı olan
Adnan Beye ve Tevfik İleri gibi mühim zatlara bu hakikatı söylemektir" dediği;
ve bu mektubun Yassıada maznunları, bilhassa da "Demokrat iktidarının gericiliği
tutan ve teşvik edenleri arasında bulunmak"la itham edilen Milli Eğitim Bakanı
Tevfik lleri hakkında delil olarak kullanıldığı bilinmektedir. Yassıada
başsavcısı ise Bediüzzaman’ı, vefatından o kadar zaman geçtikten sonra, "irticaî
hareketleri ile bütün memlekette derin yaralar almış" olmakla itham etti.

Hakim mahkemede

27 Mayıs ihtilâlinin Nurculuk karşısındaki öfkesi bunlarla
dinmedi. 1952’deki Gençlik Rehberi Mahkemesinde Bediüzzaman’a beraat veren
mahkeme başkanı Nef i Demiroğlu, aradan sekiz yılı aşkın bir zaman geçtikten
sonra Yassıada’ya çıkarıldı ve hesaba çekildi. İhtilâlciler hakim Demiroğlu’nu
sanık sandalyesine oturtarak sordular: "Siz nasıl Said Nursi’yi beraat
ettirebilirsiniz?" Demiroğlu’nun cevabı şu oldu: "Evet, ben beraat ettirdim.
Çünkü hadisenin tahkikatını yaptım. Şahitlerin ifadelerini aldım. Ve vicdanî bir
kanaatle hükmümü verdim."

Adalet Bakanı Yürük; "Risâle-i Nur’da suç yok"

Bu, zulmü ve keyfîliği şiâr edinmiş tek parti kafasının, hukuk
ve adalet önünde nasıl da çaresiz kaldığını, çaresiz kaldıkça da nasıl
çılgınlaştığını gösteren hadiselerden sadece biridir. Ama bunlar dahi hakkın
zaferine engel olamayacaktır. Nitekim millet iradesini ayaklar altına alarak
gerçekleştirilen 27 Mayıs ihtilâlinin böylesi tasarrufları da tarihe kara birer
leke olarak geçerken, utanç verici Yassıada sorgulamalarının üzerinden iki yıl
bile geçmeden devrin Adalet Bakanı Abdülhak Kerrıal Yörük bir soru önergesi
üzerine Meclis kürsüsünden şunları söylemektedir:

"Muhterem arkadaşlarım! Risâle-i Nur Külliyatı adı altında
neşredilen eserlerin intişarı 1952 senesinde başlamış ve devam etmekte
bulunmuştur. Bu, Said Nursî’nin bazı kitaplarına verilen bir isimdir. Bu
eserlerin basılması ve okunması umumi olarak kanunen yasak edilmiş değildir.
Kütüphanelerimizde de bu mevzua dair kitaplar mevcuttur."

İnünü ve Demirel Nurculuğu tartışıyor

Diğer taraftan, başbakanlığı döneminde meseleyi es geçen İnönü,
1965’ten sonra değişmez kaderi olarak düştüğü muhalefet cephesinde, Nurculuğu
yine stratejisinin ana unsurlarından biri haline getirir. Bu defa yeni hedef,
Demokrat misyonun yeni temsilcisi olan AP ve lideri Süleyman Demirel’dir. 1966
ara seçimleri öncesinde İnönü ile Demirel arasında cereyan eden tartışmaların en
hararetli konusu Nurculuk olmuştur.

12 Mart’ın hedefi: Nurculuk

Ne var ki, millet iradesine bir türlü tahammül edemeyen güçlerin
hazımsızlığı devam etmektedir.12 Mart müdahalesinin "kahraman"larından, zamanın
Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un, 1971 Ocak’ında yapılan bir Milli
Güvenlik Kurulu toplantısına sunduğu rapor çok enteresandır. Bu raporunda
Batur, bilhassa, "din, din tutuculuğu, teokratik devlet kurma özlemleri ve buna
zemin hazırlayıcı faaliyetler-sayıları belli olmayan Kur’ân kursları, Nurculuk,
v.s. akımlar-bugünkü medenî yaşantısı ve ekonomik koşullar dolayısıyla
Türkiye’yi geriye götürmekten ve batırmaktan başka bir işe yaramaz" demektedir.
Bu sözlerden anlaşıldığı kadarıyla, 12 Mart’ın belli başlı hedefleri arasında
Nurculuk da vardır.

12 Mart’ın nasıl bir neticeye ulaştığı mâlum. Risâle-i Nur
hareketinin kaydettiği gelişmeler de. Bugün 12 Mart’ı hatırlayan bile yok; ama
Risâle-i Nur…

12 Eylül ve Nurculuk

İnönü’süz bir Türkiye’de Halk Partisi ruhunu, toplumdaki
gelişmeleri göz önünde bulundurarak farklı bir kılıkta ihya etmeyi hedef alan 12
Eylül harekâtı sonrasında nasıl bir manzara ile karşı karşıyayız. İhtilâl lideri
Kenan Evren’in, meydanlarda âyet ve hadislerle süsleyerek yaptığı konuşınalarda,
"Dinimizde Nurculuk, şuculuk, buculuk gibi ayrımlar yok" gibisinden diller
dökmesi, mücadelede bir taktik ve strateji değişikliğinin işâretiydi. Ama bu da
sökmedi. Evren vatandaşları ikna etmeyi başaramadı.

Ve 12 Eylül sonrasında da Risâle-i Nur hareketine gayretkeş
savcıların tacizleri oldu. Ama bunların hepsi her zaman olduğu gibi âdil Türk
mahkemelerinin kapısından geri döndü. Bu kararların dökünıünü yapacak
olursak: 1980’den bu yana çeşitli tarihlerde altı sıkıyönetim mahkemesinin, iki
DGM’nin, altı da adli mahkemenin verdiği aaı ve iade kararları var. Ayrıca, iki
sıkı yönetim savcılığı, iki DGM savcılığı, iki de adlî savcılık, rakipsizlik kararı
verdi.

Adalet Bakanları Nurculuğu tartışıyor

Bunlar arasında, İstanbul Basın Savcılığının 10 Aralık 1984’te
verdiği takipsizlik kararı, ilginç bir özellik taşıyor. Hikâyesi şöyle: Vaktiyle
Bediüzzaman ve Risâle-i Nur hakkında tamamıyla asılsız iddialara dayanan iğrenç
yayınlar yapan gazeteler, 12 Eylül sonrasında Risâle-i Nur’u "çağın tefsiri"
olarak vasıflandıran ilanlar yayınladılar sayfalarında. Bunun üzerine
Genelkurmay Başkanlığı 21 Mart 1984’te Adalet Bakanlığına başvurarak, bu
ilânların suç unsuru taşıyıp taşımadığının araştırılmasını istedi. Adalet
Balcanlığı 26 Mart 1984’te bu talebi İstanbul Basın Savcılığına iletti. Söz
konusu Risâle-i Nur eserlerini İstanbul Hukuk Fakültesi ceza hukuku öğretim
üyelerinden-Prof Dr. Erol Cihan, Prof. Dr. Kayıhan İçel ve Doç. Dr. Köksal
Bayraktar’dan-oluşan bir bilirkişi heyetine inceleten Savcılık, bu heyetten
gelen rapora istinaden, 20 Aralık 1984’te, eserler hakkında takipsizlik kararı
verdi. Daha sonra, 9 Mart 1985’te,12 Eylül hükümetinin Adalet Bakanı Rıfat
Beyazıt’ın, 19 Ocak 1985 tarihli Milliyet gazetesinde çıkan "Kararı siz verin"
başlıklı Risâle-i Nur ilânı üzerine hükümete sunduğu soru önergesine cevap veren
devrin Adalet Bakanı Necat Eldem, Risâle-i Nur’da bir suç unsuru bulunmadığının,
Savcılık araştırması neticesinde anlaşıldığını açıkladı..

Rıfat Beyazıt’ın ve emekli orgeneral Necdet Öztorun’un
itirafları

Bu cevap üzerine yeniden kürsüye gelen Rıfat Beyazıt şöyle dedi:
"Takipsizlik kararı verdiklerine göre, bu konuda birşey söyleyecek durumda
değilinı. Mahkemeden geçtiği için, bunun üzerinde tek bir söz söylemeye hakkım
yoktur."

Eski Kara Kuvvetleri Komutanı, emekli orgeneral Necdet
Öztorun’un itirafı da bu gelişmeyi noktalıyordu:

"Ben mahkeme kararı olmadan kitap toplatılmasına ve yasağına
karşıyım. Komutanlığım döneminde yasaklayabilseydim, Saidi Nursi’nin düpedüz,
laiklik aleyhtarı olan kitaplarını yasaklatırdım. Ama onları bile soruşturdum,
mahkemelerde aklanmış. Yapacağım birşey kalmadı."

Bediüzzaman’ın ideali: "Devlet Risâle-i Nur’a sahip çıksın"

Bediüzzaman’ın hayatı boyunca hasretini çektiği bir gelişmenin
son noktalarından birini işâretliyordu bu sözler. Ama onun idealindeki hedef çok
daha ilerilere uzanıyordu. Devletin Risâle-i Nur’a, bu topraklardan çıkan bir
iman ve tefekkür hazinesi olarak sahip çıkmasını istiyordu Bediüzzaman. Ve bu
dileğini, daha 1935’te, Eskişehir mahkemesinde yaptığı müdaafalarda dile
getirmiş ve sonraki yıllarda da her vesileyle tekrarlamıştı. Meselâ, Eskişehir
mahkemesi hakimlerine şöyle diyordu: "Risâle-i Nur tefsir olduğu haysiyetiyle,
Kur’ân-ı Hakîm ile bağlanmış. Kur’ân ise, küre-i arzı Arş’a bağlayan cazibe-i
umumiye gibi bir hakikat-ı cazibedardır. Asya’da hükmedenler, Kur’ân’ın
Risâle-i Nur gibi tefsirleriyle mübareze edemezler. Belki musalaha ederler,
ondan istifade ederler ve himâye ederler. … Kur’ân’ın hakikî bir tefsiri ve o
güneşin bir nuru ve onun bir memuru olan Risâle-i Nur, o vazife-i imaniyesini,
büznillâh, sadmelere uğratmayarak görecektir. Öyle ise, ehl-i dünya ve ehl-i
siyaset, onunla mübareze değil, belki ondan istifade etmeye pek çok
muhtaçtırlar."

Bu hakikatı, değişik kılıklarda ve değişik devirlerde ülkemize
hükmeden bazı "büyük kafa"lar anlamamış olabilirler. Bugün de anlamamakta ısrar
edenler olabilir. Ama anlayanlar var. İşte, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in,
Köprü’ye söyledikleri:

Demirel: "Bediüzzaman’ın tefsiri çok değerli"

"Çeşitli kaynaklardan Kur’ân’ı okudum, öğrenmeye çalıştım.
Ulaşabildiğim pek çok kaynağa baktım. Sadece merak saikasıyla, öğrenmek için
baktım. Bütün bunların içerisinde merhum Bediüzzaman’ın yapmış olduğu yorum
fevkalâde müstesna, çok değerli bir yer işgal eder. Benim anlayabildiğim
kadarıyla."

Ve aynı Demirel, sahte bir "milliyetçi muhafazakâr" maskesini
yüzüne takarak Halk Partisi zihniyetini yeniden hortlatmaya çalışan siyasi
kadronun devr-i iktidarında başlatılan utanç verici "mevlid soruşturması"
akabinde, düşünen insanlara şöyle seslendi:

Demirel: "Gelin Said Nursi’yi anlamayanlar, sevmeyenler…"

"Ben Said Nursî bir âlimdir diyorum. Said Nursi, Kur’ân’ın en
değerli müfessirlerinden biridir. Said Nursî âlim değildir diyenin alnını
karışlarım. Said Nursi’yi âlim olarak Türkiye’de birçok kimse kabul ediyor.
Dışarda kabul ediyor. Said Nursî ne demiş, ne yazmış; bilen var mı? Birtakım
insanlar Said Nursi’yi takip ediyorsa, herhalde körü körüne etmiyor. Yani, otuz
sene sonra 25-30 bin kişi bir mevlide gelip o hatıraya saygı gösteriyorsa, belki
bunun üzerinde durmak lazım. Ben bunu şimdi söylüyor değilim. Ben bunu otuz
senedir söylüyorum. 1966’da dünyanın lafını ettiler. Daha sonra da ettiler.
Onların hepsine cevap verdim. Bir santim geri çekilmeyiz inandığımız şeylerden.
Gelin, Said Nursî’yi sevmeyenler, anlamayanlar, alâkadar olmak istemeyenler!
Olabilir. Ama bunu düşmanlığa çevirmenin de bir mânâsı yok. Aydın gönüllere ve
aydın kafalara hitap ediyorum. Hiç bilmeden, neyin ne olduğunu anlamadan peşin
hükümle meselenin üstüne varmaya gerek yoktur."

Nereden… nereye…