Âlemlerin Rabbine hamd, peygamber ve resullerin sonuncusu olan
Hz. Muhammed’e (a.s.m.), Onun bütün âile fertleri ve Sahabîlerine salât ve selâm
olsun.

Ben, büyük Üstad, sarsılmaz mücâhid, önder müceddid Bediüzzaman Said
Nursi hakkında değişik vesîlelerle kısa makâlaler yazdım. Bu, o büyük zâtın,
Hicrî on dördüncü asrın başından beri kindar düşman ve sözde Müslüman olanların
eliyle büyük musibet ve felâketlere sürüklenen İslâm ümmetinin elem ve
üzüntülerini kalbinde hissetmesi ve bunu gidermeye çalışması karşısında
kendisine duyduğum derin sevginin bir ifâdesidir.

Bu mütevâzi yazılardan
maksadım, Arap okuyuculara, bu büyük âlimin karşı konulmaz gayretlerini bir
nebze olsun tanıtmaktır. Tâ ki, mânevî açı dan bu zifiri karanlık asrımızda,
onun mübârek dâvâsını anlayarak, onu müceddid önderler, gerçek mücâhidler ve
ilmiyle âmil âlimler arasında konulması gereken yere yerleştirsinler.

Gerçekten
de, Üstad Nursi’nin imânı, fikri, dâvâsı ve hareketinin üzerindeki örtüyü
kaldırmak için araştırmacıların gayretlerine ihtiyaç vardır. Çünkü bu yönleriyle
o, büyük, şümûllü ve derin bir özelliğe sahiptir. Onun hayatı, hadd-i zâtında
bir üzüntüler ve sıkıntılar silsilesinden ibârettir. Yüksek dağların bile
kaldıramayacakları sıkıntılara katlanmıştır. Bu da onun Rabbânî terbiyesine,
derin imânına, kuvvetli şahsiyetine, hârika zekâsına ihlâslı azmine, sağlam
cihâdına, asil zühdüne, durmadan tazelenen ümidine ve bütün bunların bir sonucu
olan tevâzuuna en açık delildir.

Onun dâvâsının temelini, sâfi bir îman teşkil
etmektedir. Söz konusu îmânın çerçevesi, Allah’ın Kitabı ve Resulünün Sünnetinde
yer alan kesin ilâhî vahiyle çizilmiştir, Sarsılmaz delillerden örülü sağlam bir
mânevî kaledeki bu îman bambaşka bir îmandır. İslâm düşmanlarıyla mücâdele
ortamının bir gereği sanıp felsefi fikirleri İlâhi vahiyle karıştıran bir kısım
kelâm âlimlerinin yaptığı gibi, kısır beşerî içtihatlar bu zâtın imânına el
uzatamamış ve lekeleyememiştir. Buradan hareketle diyebiliriz ki, o, tartışmasız
bir şekilde çağımızın gerçek bir kelâm âlimidir. Kur’ân’ın özünü kendisine
hareket noktası almış, oradan da ruhların derinliklerine ve dış dünyaya doğru
uzanmıştır. Bunu yaparken güzel bir şekilde kâinattaki İlâhî kânunlarla da
irtibatını devam ettirmiştir. Bu metoduyla o, "Allah göklerin ve yerin
nûrudur…" âyet-i kerîmesinden kâinata yayılan mârifet-i İlâhiyeyi gözler önüne
serdikçe, akılları rahatlatıyor, kalblere taht kuruyor, rûhu bir mânevi lezzete
gark ediyor.

Bu zâtın fikri ise, hayret verici dengeliliği, üstün elastikiyeti
ve âhenkli kapsamlılığıyla başlı başına bir araştırma konusudur. Düşüncesi,
prensip olarak yapıcılığı esas alır ve yıkıcılıktan uzak durur. Kökü itibâriyle
îmânından beslenir, prensiplerini Rabbinin dîninden alır, detaylarını varlık
âlemi hakkındaki bilgisinden elde eder, dal ve budakları da hayatın her yönüne
uzanır.

O, kâinat hakkındaki şümûllü doktrinini açıklar, medeniyetler arasındaki
farkları ortaya koyar, düşmanlarını teşhis eder. Allah’ın güzel isimlerinden bir
ve âhenkli bir kevni yapı vücuda getirir. Müslümanın kâinat, hayat, toplum ve
insana bakış açısını belirler. Günümüz çağdaş insanını öldürücü bir gurbetten ve
hayatı baştan başa dolduran İlâhi rahmetin eserlerinden uzak yaşamaktan
kurtarır. Hayatın değerlerini, dağınık ve kopuk bir biçimde değil, bir bütün
hâlinde ve toplu olarak ele alır. Çünkü bu, zerreden galaksilere kadar hükmünü
icrâ eden kevnî nizâmı görmek için zarûridir. Böyle bakılmadığı zaman hayat
dökülür, darmadağın olur. Böylesi olumsuz bir değişiklik, varlık âlemine karşı
şeytâni bakış açısını temsil eder. Böylece, âyet-i kerîmenin bize naklettiği,
şeytanın şu sözü gerçekleşmiş olur: "Onlara emredeceğim, Allah’ın yaratışını
değiştirecekler." (Nisâ Süresi,1.19.)

Onun dâvâsı ise, asil ve birlestirici bir
dâvâdır. Onun çağrısında lıer türlüsüyle "asabiyyete" yer yoktur, tefrika
sözkonusu değildir. Bu dâvâyı temsil eden şefkatli eller, bütün Müslümanlara
uzanır. Kalblerindeki îmânı harekete geçirmeye gayret eder. Gönüllere sevgi
tohumlarını eker. Kimseye dil uzatmak yoktur. Hayırdan başkası konuşulmaz. Bir
akli gayretin ürünü olan şahsî görüşlere hakaret bulunmaz. Ne fertler ve ne de
cemaatler yaralanmaz. Husümetler uyandırılmaz. Geçmişte cereyan etmiş münakaşa
ve mücadelelere dönülmez. Geçmişle iftihar edilir, hazır kucaklanır ve geleceğe
hazır olunur. Bütün ehl-i îman için birtek cephe açılır; maddi ve mânevî
silahları birtek millet olan küfür ehline yöneltilir. Durup dinlenmeden çalışma
esas alınır; serserilik ve gevezeliğe iltifat edilmez. Tevâzu ve açıklık baş
tâcı edilir; kibir, ikiyüzlülük ve başkalarına tepeden bakma yadırganır.

Hareketi ise, zeki bir aklın hareketidir. Üstad hüsn-ü tedbiri esas alır. İçinde
bulunduğu aşamayı iyice kavrar. Asrının tabiatını idrak eder. İmkânlar dahilinde
güzel planlar çizer. Bununla, sosyal hareketler hakkındaki İlâhî âdetleri
gözeterek, şümûllü, fakat sakin, tedrici ve müsbet değiştiriciliği hedef alır.
Ümmeti aslî kimliğine yeniden döndürmeye, bağımsız bir şahsiyet kazandırmaya ve
sadece Allah’a kul olarak yaşatmaya çalışır. Müslümanları sefâhet sarhoşluğundan
fazîlet aydınlığına çıkarmaya, ona hayatın rûhu olan kuvvetli imânı zerk etmeye
gayret eder; izzetinin kaynağı olan dininin esaslarına yeniden dönmeye ve âlemin
muallimliğini bir kere daha üstlenmeye dâvet eder.

Evet, onun hayatı birbirini
izleyen değişik merhalelere göre, Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said şeklinde
devrelere ayrılabilir. Fakat hu devrelerin arkasında sadece birtek Said vardır.
Bu Said hiçbir zaınan değişmemiş ve o yüce kâıneti, izzetli rûhu, İslâma
şümûllü bakışı ve aksak medeniyetin hastalıklarını tedavi ediciliğiyle hep aynı
kalmıştır.

O, Rahmânî siyâsete en geniş kapısından girmek için şeytânî
siyâsetten Allah’a sığınmıştır. O, uzlete çekilmiştir; ama sırf ayrı yaşamış
olmak için değil, insanların ruhlarını ihtizâza getirerek, kalblerini
yumuşatarak, onları yeniden İslâmi bir şekle sokmak, izzet dolu bir yapıya
kavuşturmak ve kulluklarını putlardan Allah’a çevirmek için.

Acaba takdir-i
İlâhi, eski Said’in o heyecanlı hayatına devam ederek, Yeni Said döneminde de
topluluklara karışmasinı, yayın organlarında yazılar yazmasını, meclislere
girmesini, fikir ve siyâset adamlarıyla bir araya gelmesini irâde etseydi, bu
yollara baş vurmadan ulaştığı neticeden fazlasına ulaşabilir miydi? Ben öyle
inanıyorum ki, şu anda elde ettiği netice, ulaşılması mümkün olan en hızlı, en
derin ve en etkili neticedir.

Risâle-i Nur aynasında Yeni Said’i
incelediğimizde, görüyoruz ki, o, hakikatte tam bir meydan kumandanı, coşkun bir
mücâhid, eşsiz bir siyâsetçi, kavrayışlı bir mütefekkir, zekî bir planlayıcı ve
günlük hayatın akışıyla alâkasını sürdüren ve onu fıtrata uygun bir mecrâya sevk
etmeye çalışan bir kimse olarak görürüz.

Onun durgunluğu, aslında hareket,
uzleti başkaldırı, birşey yapmaz görünmesi düşmanın plânlarını etkisiz kılma,
kendisine getirilen kayıtlar cevvaliyet, hastalığı sıhhat, hapsi Allah’ın yoluna
çağrı, sürgünü ise medreseydi…

O, mütevâzi sepetini elinde tutuyor, fakat
bütün bir hayatı kafasında taşıyordu. işte, düşmanlarının kendisinden duydukları
korkunun sırrı burada yatıyordu. Onlar, onun neyi hedeflediğini, ne yaptığını ve
nelerin plânını çizdiğini çok iyi biliyorlardı. Yine onlar, patlamaya hazır
büyük bir volkanın karşısında bulunduklarını, infilak edecek bu volkanın, bütün
plânlarını altüst edeceğini, dolaplarını başlarına getireceğini,
propogandalarını etkisiz hale getireceğini, uykularını kaçıracağını, bâtıl
tanrılarını yıkacağını ve şer odaklarını dağıtacağını anlıyorlardı.

Düşmanları,
onu anlamada ne kadar zeki iseler, varlığını ortadan kaldırma ve onu etkisiz
bırakma konusunda o kadar gabi idiler. Çünkü, bunda meşiet-i İlâhiyenin sırrı ve
bu mazlum ümmete olan merhameti saklıydı. Nursî yaşayacak ve ekinleri kurutan
bir kış mevsiminden sonra yemyeşil bitkiler çıkacak ve parlak bir baharı
kucaklamak için her renkten güller ve çiçekler açacaktı. Bu baharın esintileri,
kuru ağaçlara, durgun tomurcuklara, hazin vadilere ve ölü şehirlerin sokaklarına
değecek ve İslâmın baharında her taraf yeniden yeşilliklerle donanacaktı.

Kısaca, Risâle-i Nur’u derinlemesine okuyan bir kimse tam olarak anlayacaktır
ki, Üstad hergün kendi kendisini yenilemiştir. Fikri bir gün olsun durgunluğa
girmemiştir. Aksine, avını tâkip eden arslan misâli, ileriye bir adım daha atmak
için hep münâsip anlar kollamıştır.

Bu noktadan hareketle deriz ki, bu büyük
önder şahsiyeti geçmişin müzesine kaldırmamak, sözlerindeki zâhiri ifâdelere ve
dediklerinin zamâni ve mekâni çerçevesine sıkışmamak, ona karşı emânet ve
vefânın gereğidir. Aksine, zamanın değiştiği, Allah’ın izniyle hayır kapılarının
açıldığı ve İslâmi uyanışın gözle görüldüğü günümüzde, Üstad aramızda şu anda
yaşasaydı diyebileceklerini, dediklerinin arasında arayıp bulmak gerekir. Çünkü,
o zamanlar henüz erken olduğu için, bâzı şeyleri kinâye yollu ve üstü kapalı bir
biçimde söylemiş olabilir. Şimdi artık, o tür kinâye, mecaz, ta’riz, gizleme ve
uzaktan işarette bulunmaların o şekilde kalmasına ihtiyaç yoktur. Dolayısıyla
bugün onlar okunduğunda daha iyi anlaşılacaktır.

Diyebilirsiniz ki, "Üstad bugün
hayatta olsaydı, yeni bir konuyla ilgili olarak ne diyebileceğini nasıl
kestirebiliriz?" Buna cevap olarak derim ki, onun çok veciz ifâdelerinin
aralığından bakarak ve bizzat kullandığı söz ve kelimelerden bunu sezebiliriz.
Bu ifâdelerin devamlı ileri hedefler gösteren ve mânevî bir baharın gelişini
müjdeleyen işaretlerinden çıkarabiliriz. Evet, o, her sene bütün rûhuyla
kucakladığı ve âdetâ âşık olduğu baharlar gibi, büyük bir mânevi baharın gelişi
için zemin hazırlıyordu; o ölmez ve nurlu sözleri, hep bu büyük baharı
gösteriyordu. Gaflet uykusuna dalmış, Lozan ve benzeri yerlerde îmânının elinden
alınması, kültürünün yok edilmesi, hayat düsturunun değiştirilmesi ve yeniden
toparlanmasının da engellenmesi için plânlar yapılmış bir ümmetin imânını
kurtarmak için çalışıyordu.

Konuyu özetlerken, Nur Talebesi kardeşlerime şu
samimi duygularımı iletmek isterim: Nur Talebeleri olarak Üstâdın hizmet
metodunu kendi hayatımıza adapte etmeliyiz. Teceddüt, gelişme ve büyümeye var
gücümüzle çalışmalıyız. Böyle yapmakla ancak o mübeccel Üstâdımızın talebeliğine
lâyık olabiliriz. Bu da çok ince bir tanzim, derin bir tedbir, geniş bir
anlayış, zeki bir değerlendirme ve selîm bir idrakle Üstad Nursî’nin vefâtından
sonra islâm dünyasında ortaya çıkan değişiklikleri ele almakla olur. Üstad,
ancak bu şekilde aramızda yaşatılabilir. Problemlerimizin çözümünü bununla
kendisinden isteyebiliriz. Böyle davrandığımız takdirde, karşılaştığımız yeni
bir konu hakkında, "Şimdi bunun hakkında ne diyorsunuz, ey Aziz Üstad.?" diye
sorduğumuzda, onun nurlu ve ebedî risâlelerinin değişik yerlerinden açık
cevaplar ânında yetişecektir. Evet, çünkü, o büyük mütefekkir, eserlerini
yalnızca belli bir dönem için kaleme almamıştır. Bilakis, o, Kıyâmete kadar
bizim tek rehber ve hüccetimiz olan Kur’ân ve Resûlullâh’ın Sünneti gölgesinde
yaşamış ve Hz. Peygamberin başını çektiği nürânî kâfileyi takip etmiştir.
Eserleri ölmezliğini Kur’ân’a, Sünnete ayinedarlığından alır.

Değerli kardeşimiz
ihsan Kasım Salihi, Allah’ın tevfîkiyle, dün ve bugün İslâm düşüncesinin en
büyük önderlerinden olan Üstâdımıza karşı bir vefa borcu olarak, büyük meşakkat
ve engellere rağmen, Risâlei Nur’u tercüme edip, Arap âleminin istifadesine
sunmadan önce, bu konuda pek birşey bilmiyorduk. Allah kendisine her iki cihanda
büyük mükâfatlar ihsan eylesin. Allah Teâla, Üstâdımız Said Nursi’ye rahmet
eylesin, mükâfatını bol eylesin, makâmını daha da yüceltsin. Onu enbiyâ,
sıddîkin, şühedâ ve sâlihin kâfilesine ilhak eylesin. Bunlar ne güzel
arkadaştır!

Bizim son duâmız şudur: "Alemlerin. Rabbi olan Allah’a hamd olsun."