(Makelemizde konuyu, İslâm öncesi inançlarda mabuda nisbet
edilen isimler, Kur’ân ve sünnette Allah’a nisbet edilen isimler, Allah’ın
isimlerinin tevkifiliği (izne bağlı oluşu), tasnifi, isimlerin tecellileri,
benlik ve Esmâ-ı Hüsna ilişkisi ve isimlerin keyfiyyeti çerçevesinde ele
alacağız.)

Giriş:

I – Kaynaklar:

Esmâ-ı Hüsna konusunda bir çok İslâm âlimi eser yazmıştır.
Bunların ilklerinden sayılan İbn Cerir et-Taberî (v.310/923) ve Ebu Zeyd
el-Belhi’dir. (v.322/934). Taberî’nin Esma-ı Hüsna hakkındaki eseri günümüze
kadar gelmiş bulunmakla birlikte, İbn Nedim’in bahsettiği Ebu Zeyd elBelhi’nin
eserine rastlayamıyoruz.1 Görüşlerini er-Razi’den öğreniyoruz. Razi
Esmâ-ı Hüsna ile ilgili risalesinde yer yer el-Belhî’den nakiller yapmaktadır.
El-Beyhakî’nin (458/1066) El-Esma ve’s-Sıfat adlı eseri Esmâ-ı Hüsnayı hadis
literatürü açısından anlatmaktadır. Daha sonra gelen İmam Gazzalî’nin (505/1111)
"El-Maksadu’l-esnâ Şerhu’l-Esmai’l-lahi’lHüsna adlı eserini görmekteyiz. Burada
isimler hakkında bazı ön bilgiler verilmekte, kısaca isim-müsemma tartışmasına
girilmektedir. İmam Gazali bu eserinde 99 ismi tek tek anlatmaktadır. Yorumlar
yapmakta ve kulun ondan istifade yönünü açıklamaktadır. Fahruddin er-Razi’nin
(606/1210) Levâmiu’l-Beyyinat Şerhu Esmai’l-lahi Teala ve’s-Sıfat, adlı eseri
Taha Abdurrauf Sa’d tarafından tahkik edilerek basılmıştır. Eserde tıpkı
Gazali’de olduğu gibi isimler üzerinde yorumlar yapılmaktadır. O da 99 ismi alıp
izah etmektedir. Brockalmann’ın kaydettiğine göre Yemenli âlim et-Temimi’nin
(v.765/1363) Esmau’llahi’l-hüsna adlı bir eseri bulunmakta ve Leiden
Kütüphasinde 2098 numarada kayıtlı bulunmaktadır.2 Son dönem
alimlerinden Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur külliyatının muhtelif
yerlerinde, özellikle "el-İsmu’l-A’zam" adıyla Arapça olarak basılan eserinde
Allah’ın isimleri üzerinde genişçe durmaktadır.3 Suad Yıldırım’ın
Kur’ân’da Uluhiyet, Veli Ulutürk’ün Kur’ân-ı Kerim Allah’ı nasıl tanıtıyor?,
Metin Yurdagür’un Allah’ın Sıfatları Esmau’lHüsnâ, Mısırlı yazar eş-Şerbasi’nin
iki ciltlik Mevsuatu Lehu’l-Esmau’l-Hüsna adlı eserleri bu konuda son dönemde
yapılan ciddi ve ilmi vasıflı çalışmalardır. Ali Osman Tatlısu’nun Esmâu’l-Hüsna
Şerhi adlı eseri va’z niteliğini taşıyan bir çalışmadır.

II – Zat-ı ulubiyet ve Ona isimlerin nisbeti:

Bilinmesi gereken ilk şey, varlıkların yaratıcısı hakkındaki
bilgidir. Yani varlıkların var olmalarında Onun müessir olduğunu bilmektir.4
Razi’ye göre ilk vacib bilgi Esmâ-ı Hüsna ile ilgili bilgidir. Şöyle diyor: "İlk
bilinmesi gereken, O’nun müessir olduğunu, Kadir olduğunu, fiillerinin sağlam ve
muhkem olmasından dolayı âlim olduğunu, varlıkları muayyen şekil ve vasıflarla
tahsisinden Mürid olduğunu bilmektir. Sonra Alim, Mürid, Kadir olduğundan Hayat
sahibi (Hayy) olduğunu anlarız."5

Bir şeyin var olması bir ismi taşımasını kendiliğinden
gerektirir. İnsanlığın kuralı böyle devam etmiştir. isim sadece bir ferdi,
hemcinslerinden ayıran bir etiketten ibâret değildir. Varlık ve şahsiyetle
alâkalı bir özellik taşımaktadır. İsim kimisine göre yükseklik anlamındaki
"sümüvv"den, bazılarına göre de alâmet manasındaki "simet"ten gelmektedir.
Kâinatın yaratıcısının da elbette ismi, hatta isimleri bulunmalıdır. İsim beşeri
idrake sığmayan aşkın uluhiyet ile, duyu ve akıl dünyasında yaşayan insan
arasında bir bağ kurma vesilesidir. Kul uluhiyetle olan irtibatını isim
vasıtasıyla sağlar.6

Bir tanrı tanıyan her din ve telâkkinin belli başlı özelliği,
inandığı tanrının özelliklerini açık ve seçik kavramaya çalışmak olmuştur. Zira
isim olmadığı takdirde, müsemma tanınmaz. İnsanlar, yaratıcı, kurtarıcı, yardım
edici gibi özelliklerini bilmek ve onun karşısında kutsal bir korku ve hürmet
duymak için tanrının adını bilmek istemişlerdir. Hindliler "Vişnu", Yunanlılar
"Ouranus", İbraniler ise "Yahve" demişlerdir. Kur’ân-ı Kerim ise yüce
yaratıcıyı, bütün isimleri içinde cem’eden lafza-i celal olan "Allah" ismiyle
anmıştır. Zikrettiği bu ve diğer İlâhi isimler vesilesiyle insan, hayatının her
safhasında uluhiyet ile bir bağ kurma imkânına kavuşur. Za’fiyle Kavî ismine,
acziyle Kadir ismine müracaat eder. Hastalığında Şafi ismiyle bağlantı kurar.
Her bir isim Cenab-ı Allah’a bakmamıza yardımcı olan birer penceredir. Ancak
insan, o isimlerin müsemmasının hakikatını, kendi kabiliyeti miktarınca tanır.
Onun için Allah hakkındaki marifetler eşit değildir. Peygamberlerin, meleklerin,
velilerin marifetlerinin dereceleri değişmektedir. İsim ve sıfatlarını çok veya
az bilmekle bu marifet değişir. Allah’ın "alim ve kadir" olduğunu genel olarak
bilen biri ile onun ayetlerinin harikalarını, yerin ve göğün melekütunu müşahade
eden, ruh ve cesetlerin yaratılışını; bedi ve garib sanatlarını görenin
marifetleri aynı değildir.

Gazalî, bu hususu daha iyi aydınlatmak için İmam Şafiî’yi misal
göstermektedir: Şafiî’yi kapıcısı da tanır, öğrencisi olan el-Müzenî’de (v.
264/878). Elbette el-Müzenî’nin onu tanıması ile kapıcının onu tanıması aynı
değildir.7 Onun için biri "Ben Allah’ı tanıyorum." dese doğru olduğu
gibi, "Tanımıyorum" dese de doğrudur. Güzel yazılmış bir yazıyı akıllı bir
insana göstersen ve desen ki "Sen bu yazıyı yazanı biliyor musun?" O da "Hayır,
bilmiyorum" dese, doğrudur. Zira gerçekten yazarını tanımıyor. "Evet, biliyorum"
dese yine doğrudur. Zira biliyor ki yazanı insandır, güç sahibidir, vucudunda
kan vardır, görür, işitir, eli düzgündür, yazmayı bilir.8 Bunu şöyle
de ifade edebiliriz: Bir kitap, katibinin bazı kabiliyetlerine, ilmi seviyesine
delalet etmektedir. Biz o kitaba bakarak kâtibi hakkında bilgi ediniyoruz, Ancak
bu bilgimizin eksikliğinden şüphe yoktur. İşte bu kâinat da büyük bir kitaptır.
Biz kâinata bakarak, Yaratıcısı hakkında fikir sahibi oluyor, Esmâ-ı Hüsnayı
öğreniyoruz. O "Alim"dir, zira herşeyi bilgiyle yaratmıştır. O "Adl"dir, zira
herşeyi ölçüyle ve yerli yerinde yaratmıştır. Bu bilgimiz yine oldukça eksiktir.
Bunun için olsa gerektir ki meşhur mütasavvıf Cüneydî Bağdadî, "Allah’tan başka
Allah’ı bilen yoktur" demiş. Üçüncü asrın sufilerinden Zinnûn-i Misrî (Sevban b.
ibrahim) (v.245/859) vefatından önce "Tek arzum, ölmeden önce bir lahza olsun
Onu tanımaktır" arzusunda bulunmuştur.

İnsan, Cenab-ı Allah’ın isimlerinden ve sıfatlarından mümkün
olanlarla müttasıf olmaya, onlarla ahlâklanmaya, güzellikleriyle süslenmeye
gayret gösterir, Esma-ı Hüsnayı bu şekilde kavrarsa, Allah’a yakın ve meleklere
arkadaş olur.9 Zira kul, Esma-ı Hüsnanın mânâlarıyla ahlâklandığı
sürece manen kemale ulaşır. "O manalardan hissesi olmayan, sadece lafzını duyan,
lugavi tefsirini bilenin derecesi düşük, nasibi azdır. Zira yalnız lafzı
duyabilmek hayvanlarla müşterek bir vasıftır. Sadece sübutunu itikad etmek de
çocukların da yaptığı iştir."10

Razi’ye (606/1149) göre ismin vazedilmesinin gayesi, vazedilen
isimle hitap sırasında o müsemmaya işaret etmektir.11 İsim işaret
ettiği varlığın gerçekliği oranında değer taşır. Hergün içiçe sistemler halinde
olağanüstü bir ahenk sergileyen tabiat sahnesinde kudretinin binbir tecellisi
gözlenen ilâhî isimler, âciz yaratılmışlara insan eliyle yontulmuş putlara
verilse bile, bunların bir değeri ve fonksiyonu olmayacak, kuru bir isimden
ibaret kalacaktır.

İsim ve müsemmanın aynılığı ve gayrılığı meselesi bir hayli
tartışılmıştır. Bizce bu tartışmanın ciddî bir faydası yoktur. Bu bakımdan biz
sözkonusu tartışmaya girmeyeceğiz. Yalnız İmam Gazali’nin bir cevabıyla iktifa
edeceğiz. Bazıları isim ve müsemmânın aynı olduğunu söylemişlerdir. Gazali’ye
göre bu görüşü savunanlar, ciddî bir hataya düşmüşlerdir. Zira müsemmanın
mefhumu ismin mefhumu değildir. İsim delâlet eden bir lafız iken, müsemma
medlüldur, kendisine delâlet edilendir, lafız da olmayabilir. İsim için "Nedir?"
sorulurken, müsemma için "Kimdir?" sorusu sorulur. Güzel bir Türke Hindu ismi
verilirse, ismi çirkin, müsemması güzel olur. İsim mecaz olabilir, müsemma mecaz
olamaz.13

Şöyle bir mantık zincirini kurabiliyoruz: Cenab-ı Hakkın
fiilleriyle ortaya koymuş olduğu eserleri, nasıl onun güzel isimlerine delalet
ediyorsa, bu isimler de Cenab-ı Hakkın herbiri bir kemâl ifade eden sıfatlarına
delalet eder. Sıfatlar da zâta delalet eder. İnsan, Cenab-ı Hakkın bütün
fiillerini bilemez. "Allah’ın fiillerini ne kadar geniş bilirse, isimlerini de o
kadar geniş bilmiş olur"14 şeklindeki İmam-ı Gazali’nin hükmünü de bu
mantık açısından mutalaa edebiliriz.

Allah’ın zatının birliğine rağmen, çokça isimlerinin bulunması
bir misalle açıklayan Ahmed b. Hanbel (241/855), kök, dal, yaprak, lif vb.
hususiyetleriyle hurma ağacına bir tek ismin verildiğini, hepsine birden hurma
ağacı denildiğini misal verir.15

Esma-ı Hüsnayı ve onların müsemmalarını kavramanın zorluğu
şuradan ileri gelmektedir: Biz aklımızla aklımızı yaratanını bulmaya
çalışıyoruz, masanın marangozu bulmaya çalışmasından az farkımız var. Gazali’nin
ifadesiyle ulaşılması güç, idrak edilmesi çok zordur. Çünkü o en uzak ve en
zirvededir. Öyle ki insanlar hayrete düşerler. Beşeri kuvvetin haddi midir ki,
araştırma, inceleme, teftişle rububiyet sıfatlarının hakikatını idrâk etsin.
Yarasaların gözü güneşin ışığına dayanabilir mi?".16 Ancak yukarıda
da işaret ettiğimiz gibi tam idrak edemezsek de fikir edinmek, bir nebzecik
olsun onu tanımak maksadıyla, Kur’ân-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde işaret
edildiği kadarıyla bilmeye çalışacağız. Yeryüzünün en mükemmel varlığı insan
olduğuna göre bunu anlayabilecek tek varlık varsa o da insan olmalıdır.

III – İslam Öncesi İnançlarına Tanrının İsimleri:

A. İlkel Kavimlerde:

"Şüphenin tamamen dışında olan bir şey varsa o da, kâinatı
yaratan ve boşalttığı yağmurlarla yeryüzünü bereketli kılan semavi ve ilahi bir
varlığa olan inancın, hemen hemen evrensel olduğudur"17 şeklindeki
Mircae Eliade’ın görüşüne katılmamak mümkün değildir. En ilkel toplumlarda dahi
bu duygu vardır. Bu toplumların yüce tanrısı, genellikle yükseklik ifade eden
adlarla anılmaktadır: "gökyüzünün sahibi" gibi. Mesela Maorilerin yüce
tanrısının adı Iho’dur; Iho, "yüksek, yukarıda" anlamını taşır. Ahposo
zencilerinin yüce tanrısı Uwoluwo "yukarıda olan, yukarı bölgeler" anlamına
gelmektedir. Ateg Toprağı’nda yaşayan Selk’nam’larda tanrının adı "gökyüzünde
Oturan" anlamında Paluga’dır. Andamanlıların yüce varlığı da gökyüzünde
oturmaktadır. Rüzgâr onun nefesi, fırtına onun öfkesinin işaretidir. Köle
Kıyısında yaşayan Yorubalar’ın tanrılarının adı Olurum, yani "Gökyüzün
sahibi"’dir.18 Bu gökyüzü ile bağlantılı olan yücelik daha uygar olan
toplumlarda da vardır. Mesela Mircea Eliade’ın da belirttiğine göre, yüce
tanrının Moğolcası tengri’dir ve "gökyüzü" anlamına gelmektedir. Çincesi "Tien"
hem "gökyüzü" hem de "gökyüzü tanrısı" manasındadır. Sümercesi dingir, "göksel
kutsallık" anlamındadır. Babilcede anu, aynı şekilde gökyüzü kavramını ifade
eder. Bununla birlikte gök tanrısı, gökyüzü ile özdeşleştirilmemiştir, çünkü tüm
evrenin yaratıcısı olan tanrı aynı zamanda gökyüzünü de yaratmıştır ve bu
nedenden ötürü "yaratıcı", "muktedir," "efendi," "reis," "baba," vb. isimlerle
adlandırılmaktadır.19 Avustralya’nın güneydoğusundaki ilkel kabileler
üzerine yapılan son çalışmalar, onların yüce varlığı (Kamunun Babası) insanların
davranışlarını gözleyendir. Orta Avustralya’daki Atnatuların inandıkları tanrı
lutufkâr ve ezelidir.20 Eski Mısırlılarda tanrı "Herşeyi yaratan,
dehrin sahibi, ilmi sınırsız, görünmeyen, duaları kabul eden" ulu bir varlıktır.21
Eski Hind inancının kutsal metinlerinde mesela kutsal kitaplardan Rig Veda’da
belirtildiğine göre tanrının eşi ve benzeri yoktur, en yüce ve en yetkin sıfatar
onundur. Eski İran’da tanrı Ahura Mazda yüce ve tek olup, maddî bir varlık
değildir. Rahim ve âlim, her yerde hazır ve nazırdır, değişmeye tâbi değildir.
Eski Yunanda da tanrı ölümsüzdür. Ölümsüzlük sağlayan gıdalarla beslenir.22

B. Yahudilikte:

Yahudilerde mabuda nisbet edilen isimler ve sıfatların büyük bir
kısmı İslâmdaki uluhiyet anlayışıyla parallelik arz etmektedir. Ancak şu kadar
var ki onlarda, "antropomorfizm" yaygın olarak bulunmaktadır. Onların tanrısının
asıl adı Yahova’dır. Mahlukata benziyor. Eski Ahitte yer aldığına göre tanrıya
nisbet edilen bazı vasıflar ve isimleri şöyle ifade edebiliriz: Tanrı alimdir,
yerde ve gökte meydana gelen hadiseleri, insanın hareketlerini, hatta
düşüncelerini bilir.23 Adil ve Hakimdir, haksızlık etmez.24
Azizdir.25 Azab verendir, gazabını boşaltır.26 Herşeyi
yapandır, herşeyi takdir edendir.27 Aşkın bir varlıktır, onu kimse
göremez.28 Kendisini çağıranlara yakındır.29 Bir’dir.
Ezeli ve Ebedidir.30 Kadir’dir.31 Merhamet sahibidir.32
Yerin ve göğün yaratıcısıdır.33

B. Hıristiyanlıkta Tanrının İsimleri:

Hıristiyanlıkta geçerli kabul edilen tanrının isimleri de
Kur’ân’daki isimlerle birçok açıdan parallelik arz eder. Onlar zaten Eski
Ahitteki isimleri de aynen kabul etmektedir. Çünkü onlar için de Eski Ahit
muteberdir. Yeni Ahid’e göre tanrı yakındır.34 Tektir.35
Nurdur.36 Merhamet ve muhabbet sahibidir.37 Herşeye
kadirdir.38 Adil ve Hakim’dir.39 Kuddüstür.40
Herşeyi işitir ve görür.41 Gökte taht üzerine oturur.42
Herşeyi önceden takdir etmiştir.43

IV – Kur’ân-ı Kerim’de Esmâ-ı Hüsna:

Kur’ân-ı Kerim’de var olan, kemâl sıfatlarına sahip, Hallak ve
Faal, kâinatta, geçmişte, hal-ı hazırda ve gelecekte kudretini gösteren bir
uluhiyet kavramı işlenmektedir. Yaratanın adı "Allah"tır. "Onun benzeri hiçbir
şey yoktur. O, işitendir, görendir."44 "Hibir şey ona denk değildir".45
"En yüce sıfat Onundur".46

Allah’ın güzel isimlerini ifade eden "el-Esmâu’l-Hüsnâ" terkibi
Kur’ân’da dört yerde geçmektedir: "Güzel isimler Allah’ın’dır. Ona, o isimlerle
duâ edin," "İster Allah’a, ister Rahman’a duâ edin, hangisiyle dua ederseniz
edin, Güzel isimler Onundur."48 "Allah’tan başka ilâh yoktur. Güzel
isimler Onundur"49 "O yaratandır, yoktan var edendir, şekil verendir,
Güzel isimler Onundur"50 mealindeki âyetlerde Cenab-ı Allah’ın güzel
isimleri bulunduğu vurguyla belirtilmektedir. "En güzel, en yüksek mânâlara
delalet eden en güzel isimler hep Onundur".51

Bu isimlere "Neden hüsnâ denilmiştir?" sorusuna cevaben
Fahreddin-i Razî şöyle demektedir: "Vahdaniyet, celâl, izzet, ihsan, hiçbir şeye
benzemeyiş gibi güzel mânâları ifade ettiği için bu isimlere en güzel manasında
"hüsna" denilmiştir.52

Kur’ân-ı Kerim’de Allah’a nisbet edilen isimlerin sayısı
konusunda net bir şey söylemek mümkün değildir. Çünkü bazıları fiili vasıtlarını
da saymışlardır. Bazıları ise sadece isimleri saymıştır. İsimleri sayanlar
bunları doksan dokuz olarak tesbit etmiş, bir kısmı daha da artırmıştır.
El-Kureşi’ye göre çeşitli kelime kalıplarıyla Allah’ın zatına nisbet edilen
kavramların sayısı 313 kadardır.53 Buna göre Cenab-ı Allah’ın
Kur’ân-ı Kerim’deki isimleri bu rakamı bulmaktadır. Diğer bazı yazarlar bunun
288’ini kadarını zikretmişlerdir.54 Cenab-ı Allah, isimlerinin yüce
tutulmasını emretmektedir. Sabah akşam adının anılmasını, yadedilmesini ister.55

Cenab-ı Allah kendi vasıflarını kendisi bizzat koymuştur. "Onun
kendisine lâyık, rahmeti, kendisine lâyık muhabbeti, kendisine lâyık gazabı
vardır. İnsanların vasıflarına ve isimlerine benzemez. Kalb rikkati olarak
tanımlanabilecek olan beşerî rahmet, Allah’a yakışmaz. Psikolojik etkenlerden,
teessürlerden, meyillerden uzak olmayan bizim irademiz Allah’a yakışmaz".56

Cenab-ı Allah kendisini tanıtırken, insanların diliyle onlara
hitap etmiştir. Mesela Kur’ân-ı Kerim’de "Allah, sabredenlerle beraberdir"
derken, zatî bir beraberlik kastetmemiştir. Kendisine uygun olan isim ve
sıfatları Kur’an’da zikretmiş, insanların anlayacağı bir şekilde Kendisini
tanıtmıştr.

V – Sünnette Esma-ı Hüsna:

Allah’ın güzel isimleriyle ilgili mustakil hadisler çok fazla
değildir. Ancak Onun isimlerinin geçtiği hadisler çoktur. "Allah" lafz-ı celâli
iki yüz kadar hadiste geçtiği tesbit edilmiştir. Diğer isimler de muhtelif
vesilelerle hadislerde geçmektedir. Ancak müstakil olarak Esma-ı Hüsna’dan
bahseden bir tek hadis biliyoruz: O da Ebu Hureyre’den farklı senet zinciriyle
gelen rivayettir. Ebu Hureyre’nin meşhur hadisinde belirtildiğine göre Cenab-ı
Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları ezberlerse Cennete girer. Başka
bir rivayette "Kim bunları sayarsa Cennete girer" denilmektedir. Hadisi kütüb-i
sitteden Buharî, Müslim, Tirmizi, İbn Mace kaydetmişlerdir. Ancak Tirmizi ve İbn
Mace’nin rivayetlerinde 99 ismin tamamı sayılmaktadır. Buhari ve Müslim’in
rivayetlerinde ise sadece onları sayanın veya ezberleyenin Cennete gireceği
belirtilmekte ve bu isimlerin neler olduğu hakkında bilgi verilmemektedir.57
Ancak Tirmizi ve İbn Mace’nin de saydıkları doksan dokuz isim aynı değildir.
Birinde olup da öbüründe olmayan isimler vardır. Hadiste zikredilen isimler, çok
azı müstesna, Kur’ân’da geçen isimlerdir. Sadece Reşid ve Sabur isimleri
Kur’ân’da geçmemekle birlikte hadiste zikredilmiştir. Tirmizî’nin rivayet ettiği
hadiste geçen isimler şunlardır: "Allah, Rahman, Rahim, el-Melik, el-Kuddus,
es-Selâm, el-Mü’min, el-Muheymin, el-Aziz, el-Cebbar, el-Mütekebbir, el-Halık,
el-Bari, el-Musavvir, el-Gaffar, el-Kahhar, el-Vahhab, er-Rezzak, el-Fettah,
el-Alim, el-Kabid, el-Basit, el-Hafıd, er-Rafi, el-Muizz, el-Müzill, es-Semi’,
el-Ba’sîr, el-Hakem, elAdl, el-Latif, el-Habir, el-Halim, el-Azim, el-Ğafur,
eş-Şekur, el-Aliyy, el-Kebir, elHafiz, el-Mukît, el-Hasîb, el-Celîl, el-Kerîm,
er-Rakib, el-Mucîb, el-Vasi, el-Hakîm, el-Vedud, el-Mecid, el-Bais, eş-Şehid,
el-Hakk, el-Vekil, el-Kavî, el-Metin, el-Veliyy, el-Hamid, el-Muhsi, el-Mübdi’,
el-Mu’id, el-Muhy, el-Mümit, el-Hayy, el-Kayyûm, el-Vacid, el-Macid, el-Vahid,
el-Ahad, es-Samed. el-Kadir, el-Muktedir, el-Mukaddim, el-Muahhir, elEvvel,
el-Ahir, ez-Zahir, el-Batin, el-Valî, el-Muteali, el-Berr, et-Tevvab, el-Müntakim,
el-Afuvv, er-Rauf, Malikü-l-mülk, Zü’l-Celâl ve’l-İkram, el-Muksıt, el-Câmi’,
el-Ğaniyy, el-Muğni, el-Mani’, ed-Darr, en-Nâfi’, en-Nûr, el-Hâdi, el-Bedi’,
el-Baki, el-Vâris, er-Reşid es-Sabür."

Doksan dokuz ismi sayan hadis hakkında yorumlar yapılmıştır. Ebu
Zeyd el-Belhî’nin "Böyle mücmel ve izahsız olarak Resulullah, doksan dokuz ismi
saymamıştır" gerekçesiyle hadisin zayıflığı konusundaki görüşüne, Razî
katılmamaktadır. Ona göre bu isimler arasında İsm-i Azam saklanmış olabilir.
"Resulullah icmal etmiştir. Nitekim Allah Kadir Gecesini Ramazan’da, salat-ı
vustayı namazlarda, rızasını taatlerde, gazabını masiyetlerde, velilerini
insanlarda, ölüm ve kıyamet vakitlerini saklamıştır. Bu da böyle olabilir."58
Hadiste tenkit edilen bir hususta "Allah’ın bazı isimleri bazısından daha büyük
olduğu hususunda ittifak olduğu halde, hadiste başlangıçta bu tertibe riayet
edilmiş, Allah ve Rahman isimleriyle başlanmışsa da daha sonra bu tertip takib
edilmemiştir." Razi her ne kadar hadisi savunuyorsa da azamiyet noktasındaki bu
tertibin olmayışını bir za’f işareti olarak kabul ediyor. Ancak Ebu Hureyre’nin
hadisinde zikredilen isimlerin çoğunu Kur’ân ve sahih hadis beyan etmiştir. Akıl
da hepsinin muhtevasının Allah hakkında sabit olduğunu kabul ediyor. Râzi’ye
göre evla olan hadisi kabul etmektir.60

Doksan dokuz ismi sayanın Cennete gireceği meselesi de tartışma
konusu olmuştur. Ebu Zeyd. el-Belhî buna itiraz etmiştir. "Cenab-ı Allah Cenneti
nefis ve malı harcama karşılığında şart koşmuştur. "Allah mü’minlerden nefis ve
mallarını, karşılığında Cennet vermek üzere, satın aldı." buyurulmaktadır.
Cennet için iman ve salih amel gerekir. Nasıl olur da bir insan kısa zaman
içinde sayabileceği birkaç ismi saymakla cennete girebilir?"61 Buna
karşı hadiste geçen saymaktan maksat sadece saymak olmadığı, bunları toplamak,
araştırmak, okumak, mânâlarını anlamak ve o mânâlarla ahlâklanmak olduğu
şeklinde cevaz verilmektedir. Nitekim Gazalî, Esmâ-ı Hüsna’yı anlatırken,
kulların hangi isimden hangi hisseyi alması gerektiği meselesine dikkat
çekmektedir.62

VI – Allah’ın İsimlerinin Tevkîfîliği:

Yukarıda zikrettiğiıniz hadis-i şerifte 99 rakamının yer alması,
isimlerin bunlardan ibaret olup olmadığı, bu hadisin sınırlayıcılığı tartışma
konusu olmuştur. Yine buradaki isim sıralamasından anlaşıldığına göre, rastgele
Allah’a isim isnadında bulunulamaz. Bu konuda Ehl-i Sünnet ekolunden Eş’ariler
bunun tevkifi (izne bağlı) olduğunu savunmuşlardır. Yani, Allah Kendi isimlerini
Kendisi koyar. Naslarda varid olmayan bir ismi başkası ona isnad edemez.
Ebu’l-Hasan el-Eş’arî aynen şöyle demektedir: "Allah’ın isimleri konusunda bize
yetki verilmemiştir. Allah ve Resûlü tarafından açıklanmayan, Kendisi veya
manası üzerinde ümmetin icmaı olmayan bir ismi Allah’a nisbet edemeyiz."63
Eş’ariyye ekolünün önemli isimlerinden el-Bakıllanî farklı düşünmektedir. Razi
bu konudaki görüşleri şöyle özetlemektedir: "Eş’ariler tevkifîdir diyor.
Mu’tezile ve Kerramiye’ye göre akıl, o mânânın Allah hakkında sahih olduğunu
kabul ediyorsa, o lafzın zikredilmesi câizdir. Bakıllanî de bu görüştedir.
Gazali’ye göre isimler tevkifidir, sıfatlar tevkıfî değildir. Razi’ye göre
tercih edilen görüş de son olarak zikrettiği İmam Gazali’nin görüşüdür.64
Her ikisine göre "isim" ile "vasıf" farklıdır. Nassla sabit olmayan bir ismi
Allah’a nisbet etmek caiz değildir. Gazalî onu şöyle yorumlamaktadır: "Tesmiyede
ismin vazedilmesi var. Bir velayeti gerektirir. Baba çocuğuna isim verir. Velisi
değilsek bir insana isim veremeyiz. Vasıf ise bir durumu haber vermektir.
Cenab-ı Allah hakkında söylenen vasıf doğru ise sakıncası yoktur. Ona nakıs bir
vasıf isnad edemeyiz, medih ve celal sıfatlarıyla dua ederiz. Dolayısıyla
uluhiyete ters düşmeyen, bir kavramla onu vasıflandırmak mümkündür.65

Ancak her sıfat da nisbet edilmez. Allah’a nisbet edilen
sıfatların doğru (hak) olmaları gerektiği gibi, ta’zim ve edebe de uygun
olmalıdır. Razi’nin ifadesiyle "Ey maymunun yaratıcısı, ey domuzun yaratıcısı,
ey kaplumbağanın yaratıcısı denilmez, ey yerlerin ve göklerin yaratıcısı
denilir."66 Bununla birlikte, kanaatimizce günümüzde ilmin
ilerlemesiyle küçük yaratıkların, sanat itibariyle büyük ve haşmetli
varlıklardan geri kalmadıklarının ortaya çıkması sebebiyle, hakaret niyetini
taşımadan, içindeki sanatı nazara vererek "Ey sineğin yaratıcısı" denilebilir.
Çünkü sinek sanatta filden üstün değilse de, geri de değildir. Dolayısıyla bir
kötü ifadeyi çağrıştırmadığı sürece mahlukattaki san’at mucizeliğini nazara
vererek Yaratıcıyı onunla anabiliriz. Razi’ye göre "Cenab-ı Allah’a emniyet ve
güven veren anlamında mü’min denilebilir, ancak korku veren anlamında muhavvif
denilemez, çünkü nas yoktur. Halbuki korkuyu da veren odur."67

Her millet kendi diliyle Allah’ı anabilir mi?

Allah’a nisbet edilen lafızlar hatalı şeyleri ifade etmemelidir.
Nass olduğu için Allah’a "Alim" diyebiliriz. Fakat "arif, fakih, bilgili,
anlayışlı, akıllı, tabib, zeki" diyemeyiz. Hatta "arif" kelimesi, herşeyi bilen
değil de, bazı şeyleri bilen anlamındadır. Bu gibi tabirler bazı hatalı şeyleri
hatıra getirdiği için yasaklanmıştır.68 Bazan da nassta varid
olmadığı halde, icma deliliyle kabul edilmiştir. Meselâ "Hüda" ve "Tanrı" gibi.
Yanlış bir çağrışım meydana getirmediği için İranlıların "Hüda", Türklerin
"Tanrı" demeleri ümmetçe engellenmemiştir. Halbuki bu konuda şer’i izin varid
olmamıştır. Delile göre bunun caiz olmaması gerekirdi. Ancak caizliği konusunda
icma vardır.69 Böylece Fahreddin er-Razî, İranlıların "Hüda"
kelimelerinde, Türklerin "Tanrı" kelimelerinde bir mahzur görmemektedir. Ancak
bizzat kendi kelamında kendisini Allah lafzıyla andığından, hakiki manada hiçbir
lafız "Allah" lafzı yerine geçmesi değildir. Bununla birlikte Esmâ-ı Hüsna’yı
bir dile inhisar ettirmeyen görüşler de vardır. "Her milletin tek tanrıyı ifade
etmek için kullanabileceği farklı ifadeler olabilir."70 Kendi dilinde
en güzel nasıl ifade edebiliyorsa öylece ifade etmelidir. Biz de bu kanaatteyiz.

Hadiste geçen doksan dokuz sayısına gelince: Hemen ifade edeyim
ki, bu rakam sınırlamayı ifade etmez, Allah’ın bundan başka isimleri yoktur
anlamına gelmez. Ebu Hüreyre’nin diğer rivayetinde farklı isimlerin gelmesi,
bütün isimlerin buna münhasır olmadığını göstermektedir. Hatta her iki rivayette
olmayan, fakat Kur’ân-ı Kerim’de olan isimler vardır. Mevlâ, Nasır, Galib, Rab
gibi.71 Hatta Ebu Hüreyre’nin iki rivayeti dahi farklılık arz
etmektedir. Birinde olup da diğerinde olmayan isimleri eklediğimizde toplam 124
isim olur ki bu da isimlerin doksan dokuzdan ibaret olmadığını gösterir. Ayrıca
Resülullahın bir münacatında Allah’a ait isimlerin bilinme derecelerini sayarken
sonuncu derece olarak "Yahud gayb ilminde bırakıp, Kendin için tercih ettiğin
isimlerinle Sana yalvarıyorum" demek suretiyle bilmediği İlâhî isimlerin de
bulunduğuna işaret etmiştir.72

Sınırlamayı ifade etmediği halde neden doksan dokuz rakamı
özellikle vurgulanmıştır? Razi buna şöyle cevap vermektedir: "İki sebebi vardır:
a) Bu isimler diğerlerinden daha büyük ve azametli olduğu için, b) Hadiste geçen
ilk cümle tam değildir. Yani "Allah’ın doksan dokuz ismi vardır" demekle cümle
bitmiyor. Cümlenin tamamı şöyledir: "Kim Allah’ın doksan dokuz ismini sayarsa
Cennet’e girer." Bu demek değildir ki ondan başka ismi yoktur."73
Bazıları da bunun kesret için olabileceğine işaret etmişlerdir. Araplarda
yetmiş, yetmişyedi, doksan yedi gibi tabirler kesret için zikredilmektedir.74
Ancak bu görüşün mesnedi kuvvetli değildir, çünkü doksan dokuz rakamının kesrete
delalet etmek için zikredildiğine dair bir nakle rastlamamaktayız. Gazalî’nin
naklettiği bir görüşe göre ise, kulun manevi düşmanlarına karşı yalnız doksan
dokuz ismi bilmesinin kafi gelebileceğini ifade etmek içindir.75

VII – İsimlerin Tasnifi:

Allah’ın isimlerini kesin hatlarla birbirinden ayırmak ve tam
bir taksimata tabi tutmak mümkün değildir. Çünkü içiçe daireler gibi isimleri de
birbirine mütedahildir, birbiriyle irtıbatlıdır. Buna rağmen bir derece de olsa
bazı âlimler Esmâ-ı Hüsna’yı taksime tabi tutmuşlardır. Allah’ın bazı isimleri
"müzdevice"dir. Yani tek başına kullanılmazlar. Mesela el-Muizz-el-Müzill,
el-Hafıd-er-Rafi, el-Kabıd ve el-Basıt gibi.76 Bazı isimlerin de
mânâları birbiririe yakındır. Mesela Gafur ve Gaffar gibi. İmam Gazali bunları
aynı kabul etmiyor. "Müteradif isim yoktur" diyor. Alim, ilmi ifade ederken,
Habîr batıni bilgilere vukufiyetini ifade eder.77 Bazı yazarlar
isimleri Allah’ın zatiyle, rızık ve ihsanlarla, rahmet, af ve gufranla, Allah’ın
ilmiyle, azametiyle, kudretiyle, hesap-hüküm ve adaletle ve son olarak Nur oluşu
ile ilgili isimler olmak üzere dokuz kısma ayırmışlardır. Buna rağmen tam bir
ayırım sözkonusu değildir. Yani ilmiyle ilgili olan aynı zamanda azametiyle de
ilgilidir.78 El-Halimi (v.403/1012) isimleri beş gruba ayırır: (1)
Varlığını, (2) Birliğini, (3)Yaratıcılığını, (4) Benzersiz oluşunu ve (5)
Kâinatı yönettiğini anlatan isimler.79 İmam Gazali ise (v.05/1111)
isimleri zât ve sıfatlarla irtibatları bakımından on gruba ayırır, her grup için
örnek isimleri zikreder.80 Bekir Topaloğlu’nun yaptığı bir tasnife
göre ise Allah’ın isimleri dört kısma ayrılır: a) Zatî isimler: Allah, Hak,
el-Evvel, el-Ahir, el-Baki, el-Varis, es-Samed, el-Kuddüs gibi isimler,
b) Kâinatı ilgilendiren isimler: Halık, el-Bari’, el-Mübdi, el-Muid, el-Muhyî,
el-Mümit, c) Tabiatın idare edilişiyle ilgili isimler: Maliku’lmülk, el-Melik,
el-Kayyum, el-Vali, elMuheymin, el-Hafiz gibi, d) İnsanı ilgilendiren isimler:
Adl, Hakem, Fettah, Afuvv, Gafur, Tevvab, Halim, Mucib, Hasib, Vehhab, Vedüd
gibi isimler örnek verilebilir.81 Görüldüğü gibi isimleri kesin
olarak birbirinden ayırmak mümkün değildir. Nitekim bir isim hem tabiatla, hem
insanla, hem yaratılışla, hem varlığı ve birliği ile alakalı olabilir. "Kâinatın
herbir âleminde, herbir taifesinde, Esmâ-ı Hüsnadan bir ismin ünvanı tecelli
eder. O isim o dairede hakimdir. Başka isimler orada Ona tabidirler, belki Onun
zımnında bulunurlar."82 Dolayısıyla bu tasnifler çok kaba çizgilerle
ifade edilebilecek birer tasnif olarak kabul edilebilir.

İsm-i A’zam: İsimlerin taksimatı yapılırken bir de Allah’ın
"İsm-i Azam"ından bahsetmek gerekmektedir. Bir rivayete göre bir zat
Resûlullahın yanında şöyle bir duada bulunmuştur: "Allah’ım, şehadet ettiğim şu
hususlar sebebiyle senden taleb ediyorum: Sen kendisinden başka ilah olmayan
Allah’sın, Birsin, Samed’sin, doğurmadın, doğmadın, bir eşin, bir benzerin
yoktur." Bu duâyı işiten Resulullah şöyle buyurmuştur: "Nefsimi kudret elinde
tutan Zâta yemin olsun, bu kimse Allah’tan İsm-i Azam’ı adına talepte bulundu.
Şunu bilin ki kim ism-i Azamla dua ederse Allah ona icabet eder. Kim onunla
talepte bulunursa Allah ona dilediğini mutlaka verir."83 Bu hadisten
İsm-i Azam’ın İhlas Sûresi içerisinde olduğu anlaşılmaktadır.84

Ancak Razî gibi bazı âlimler İsm-i Azam’ın muayyen ve belirli
bir isim olmadığı kanaatindedirler. Kulun rabbini, istiğrak halinde fikir ve
aklını bütün masivadan çeker, öylece Rabbini hangi isimle zikrederse işte o
İsm-i Azamdır. Hatta her ismin bir azamiyet noktası vardır. Ebu Yezid el-Bistami
de aynı şekilde "Kalbini masivadan arındırdıktan sonra hangi isimle dua edersen,
o isim İsm-i Azamdır"der.85 Bediüzzaman’ın ise bu konuda şöyle bir
tesbiti vardır: "İsm-i Azam herkes için bir olmaz." Buna göre Hz. Ali hakkında
tecelli eden ism-i Azam ile İmam-ı Azam Ebu Hanife hakkında tecelli eden İsm-i
Azam aynı değildir. Hz. Ali hakkındaki İsm-i Azam "Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem,
Adl, Kuddûs" şeklinde altı isimdir. İmam Azam hakkında tecelli eden İsm-i Azam
ise "Hakem ve Adl"dir.86

VIII – Esma-ı Hüsnânın Okunması:

A. Kainattaki tecellileri:

Kâinat ve içindeki sanat eserleri Cenab-ı Allah’ın isimlerinin
tecelli ettiği yerlerdir. Tecelli tecelli edeni gösterir. Fakat bu Onu zâtında
olduğu gibi değil, bir anlamda izhar eder. Zira tecelli, tecelliye mazhar olanın
takati nisbetinde olur. Tıpkı güneşin aksinin bir cam parçasında olduğu gibi, o
yansıma bize güneş hakkında bilgi verir. Ancak güneşin mahiyetini tam anlamıyla
anlatmaz. İmam Rabbani’nin ifadesiyle "Mümkün varlıkta bir hayal varsa, Vacib
zatın hayatına bir ayna olmuştur. Bir ilim varsa, o yüce zâtın ilmine aynadır.
Eğer onda bir kudret varsa, o yüce zâtın kudretine bir aynadır."87

"İşte şu kusursuz futursuz,
88

Bak, bir kusur görebilir misin?" sırrına mazhar olan şu âsâr-ı meşhude-i âlem,
şu mevcudat muntazam-ı kâinatta olan sanat ise, bilmüşahede bir müessir-i
zi’l-iktidarın kemâl-i efaline delalet eder. O kemal-i efal ise bilbedahe o
fail-i zülcelalin, kemal-i esmasına delalet eder."89

İmam Gazalî isimleri izah ederken, insanların da ondan alacağı
hissenin de ne olacağını anlatmakta ve önemine işaret etmektedir. Bütün isimler
ve tecellileri insana birşeyler ifade etmeye yöneliktir. İlâhî kelâmın muhatabı,
mukaddes emanetin taşıyıcısı ve sorumluluk yüklenen yegane varlık olan insandır.
Sebeb ve sonuç ilişkisini, eser ve sanatkâr münasebetini anlayabilecek
kapasitede yaratılmıştır. Biz Mimar Sinan’ı Selimiye ve Süleymaniye ile tanırız.
Sanatkârın eserlerinde gördüğümüz güzellik ve mükemmelik, Onun büyüklüğü
hakkında bize fikir vermektedir. Eserde gördüğümüz özelliklerden yola çıkarak
takib ettiğimiz mantık silsilesi, karşımıza sanatkârın manevi bir portresini
çıkarır. İdeal bir insan düşünelim ki değişik isim ve ünvanlara sahip olsun. Bu
kimse mesleğinde zirveye erişmiş bir mühendis olsun. Bunun yanında öğretim
üyeliği yapsın, roman yazsın, hüsn-ü hat sahibi olsun, ney üflesin, nadide çiçek
yetiştirsin, bütün bu mesleklerde son derece maharet ve mükemmelik sahibi olsun.
Farklı vasıfları icabı temasta bulunduğu farklı insanlar onu farklı farklı
anlatacaklardır. Ama hepsi de onun mükemmel olduğunu söyleyeceklerdir. Onun
mükemmel olduğunda ittifak ettikleri halde, herbiri onun ayrı ayrı yönü
hakkında bilgi sahibi olduğu için sadece onu, o yönüyle mükemmel olarak
bilecektir. Onun çok yakınında olanlar ise, bütün mükemmel yönleriyle tanırlar.

Aslında biz de dahil bütün kâinat o isimlerin manâlarını
göstermektedir. "Nereye yüzünüzü çevirirseniz Allah oradadır" âyetinde de
açıklandığı gibi, her varlık o isimlerin manâsını dile getirir. Yoksa bu âyeti
tam bir panteist gibi izah etmek zorundasınız, gördüğünüz herşey Allah’tır
diyeceksiniz.

Bir varlıkta birçok isim tecelli etmektedir. Güzel bir çiçek
Lâtif, Kerim, Mussavvir, Munazzım, Vedûd, Rahim ve Mün’im gibi yüzlerce ismi
bize gösterir." İşte Cennet bir çiçektir. Huri taifesi dahi bir çiçektir. Rûy-i
zemin dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Sema da bir çiçektir; yıldızlar
o çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır. Güneş de bir çiçektir. Ziyasındaki yedi rengi o
çiçeğin nakışlı boyalarıdır."91 Başka bir ifadeyle denizler
dalgalarıyla onun azamet ifade eden Celil ve Cebbar isimlerini haykırırken,
rızka muhtaç zayıf ve çaresiz yavrular da Onun Rahman ve Rahim isimlerini
terennüm etmektedir.92

Razî Allah’ın isimlerinin okunması konusunda şöyle diyor:
"Mahlukatın sırlarında öylesine bir tefekkür ki, sayesinde her bir atom gayb
âlemine karşı açılmış parlak bir ayna haline gelir. Kişi akıl gözüyle baktığında
celâl alemini görür." Bunu, sınırı olmayan bir makam olarak vasıflandırır,
sahili olmayan bir denize benzetir.93 Diğer bir ifadesinde ise şöyle
diyor: "Eğer mukarrebîn melekler, peygamberler, Cennet ve Cehennem sâkinleri
Allah’ın celâlini ve kibriyâsının izahını başlangıclarından ebede kadar
anlatmakla meşgul olsalar, sonra anlattıklarını anlatmadıklarıyla
karşılaştırsalar görecekler ki, anlatılanların anlatılmayanlara nisbeti yokluğun
varlığa nisbeti gibidir. Çünkü anlattıkları sonludur. Anlatmadıkları ise
sonsuzdur".94

Adl, Kuddus, Kayyum, Ferd, Rahman ve Rahim, gibi isimlerin insan
tarafından nasıl okunabileceğine meşhur kelâmcıların bunları nasıl
yorumladıklarına bir göz gezdirelim:

Adl: Kendisinden adl fiilinin zahir olduğu zât. Bu ismi tam
kavrayabilmek için meleküt âleminin en yüksek mertebesinden tutun maddenin en
küçük parçasına kadar bilmek ve kuşatmak gerekir. Rububiyetin güzelliği ve
yaratıklardaki nizam, insanı hayrete düşürecek vasıftadır. Allah, gerek maddi ve
gerekse manevî olan herşeyi yerli yerine koymuştur. Dünya, su, hava, yıldızlar
bir tertip, bir nizam ile yaratılmış olup Adl ismini göstermektedir. Bu izahtan
sonra Gazali kendi tabiriyle "daha amiyane" bir ifade kullanmak istiyor ve şöyle
diyor: "İnsan, bedenine bakmalı. Kemik, et ve cilt. Bu tertibi tersine çevirsek
düzen bozulur. İnsanın elini, ayağını, gözünü, kulağını, burnunu en uygun
şekilde yerleştirmesi Adl isminin tezahürüdür. Göz en uygun yere konulmuştur.
Ensede, kafanın ortasında, ayakta veya elde olsaydı, uygunsuz ve tehlikelere
maruz kalırdı. Burun alında olsaydı ne kadar gayesiz ve çirkin olurdu. Güneş de
böyledir. Herşey yerli yerine konulmuştur. Bu ismin izahı ciltleri gerektirir."
İmam Gazali’ye göre insanın bu isimden hissesi ise şehvet ve gazab duygusunu
akıl ve dinin emrine vermesidir. Aksini yaparsa zülmetmiş olur. Zira kendisine
verilen duyguları yerli yerinde kullanmamış olur.95

Ayrıca kainattaki bu müvazene ve denge Adl isminin bir
tecellisidir. Bu denge olmasaydı, yalnızca bir balık bin yumurtacık ile, bir
haşhaş bitkisi yirmi bin tohum ile o dengeyi öylesine bozacaktı ki, bir senede
belki bir günde alt üst olurdu. Deniz kokuşur, hava zararlı gazlarla dolar,
yeryüzü bir mezbeleye, bir bataklığa dönüşecekti. Diğer taraftan insan ve hayvan
bedenindeki hücrelerin faaliyeti, kandaki al ve ak yuvarların dengeli çoğalması,
atomların rastgele hareket etmeyişi, hayvan ve bitkilerin ölüm ve doğumlarındaki
dengenin sağlanması, güneş ve gezegenler arasındaki ahengin devamı öylesine ince
bir ölçü ile yapılır ki, insan aklı hiçbir yerde hakiki olarak hiçbir israf,
hiçbir abes göremez. Bediüzzaman’ın ifadesiyle "Ziya güneşi gösterdiği gibi, bir
tek Zat-ı Adl ve Rahim’i gösteriyor." Işık güneşe ne kadar delalet ediyorsa
bunlar da Allah’ın "Adl" ismine o oranda delâlet etmektedir.96

Rahman ve Rahim: Bu isimler Cenab-ı Allah’ın kullara karşı
şefkatli olduğunu ifade etmektedir. Gazali bu isimlerin yorumunda dört merhaleyi
zikretmektedir: (1) Kullarını icat etmekle, (2) hidayet ve saadet vesilesini
vermekle, (3)ahirette mutlu kılmakla, (4) cemalini görmeyi nasib etmekle
kullarına lütufta bulunmuştur. İnsan ve hayvanlardaki bütün annelerin
yavrularına gösterdiği şefkat Onun rahmetinin küçük bir tecellisinden ibarettir.
Burada Gazalî şer problemine girer ve "Bu kadar şefkatli ve merhametli olduğu
halde şerrin varlığına nasıl müsaade etmiştir?" sorusuna şöyle cevap verir:
"Umumi faydalar düşünüldüğü için şerre müsaade edilmiştir. Allah, hayrı bizzat
hayır olduğu için irade etmiş, şerri de hayır yönü itibariyle irade etmiştir.
Çocuğun annesi, şefkatinden dolayı çocuğa hacamat (Bugünkü tabirle aşı)
yapılmasını istemez. Çünkü çocuk biraz acı duyacaktır. Babası ise hacamat
yaptırır. Sağlık açısından gerekli. olduğu için. Küçük bir şer için büyük hayır
terkedilmez.97

Verilen bütün nimetler Onun rahmetinin eserleridir. Rızka muhtaç
olanları yaratan ve onlara rızıklarını ulaştıran Odur. İmanı Gazalî bu meseleyi
anlatırken Hatem-i Asam’dan (v.237 h) bir mesele anlatmaktadır: Biri Hatem’e
sormuş, "nereden yiyorsun?" Hatem "Onun hazinesinden" diye cevap vermiş. Soran
kişi "O sana gökten ekmek mi indiriyor?" diye sorunca, Hatem şöyle cevap vermiş:
"Eğer yeryüzünü yaratmasaydı, gökten indirirdi."98 Eğer onun rahmet
hazinesinden gelmeseydi, şimdi on beş bin liraya aldığımız bir kilo elmayı,
onbeş milyara alamazdık.

Ferd: Bu ismin cilvesinden bahsedilirken kainat, yeryüzü ve
insandaki tecellisine dikkat çekilmektedir. Ferd. ismi kainata bir damga
vurmaktadır. "Kâinatı parçalanmayı kabul etmez bir küll" haline getirmektedir.
Bütün kâinatı yaratamayan hiçbir parçasına sahip olamaz. Bir unsurun dizginini
tutan, hepsinin dizginini tutandır. Aynı şekilde yeryüzüne bir ferdiyet
damgasını vurmaktadır. Bütün canlıları bütün fertleriyle idare etmeyen ve
hepsini birden göremeyen bir zat, hiçbirisini icad edemez. İki yüz bin hayvanın
yanısıra, iki yüz bin bitki türünün ayrı ayrı şekilleri, ayrı ayrı rızıkları,
ayrı ayrı cihazları hiçbir karışıklığa meydan verilmeden yaratılmaları Ferd
isminin bir cilvesidir. İnsandaki tecellisi ise insanın yüzüne vurulan ve onu
diğer bütün insanlardan ayıran manevi bir damgadır. Hz. Adem’den kıyamete kadar
gelmiş ve gelecek bütün insanları bir anda göremeyen, herbirinin yüzüne onu
diğerlerinden ayıran bir özellik koyamayan kimse insanın yaratıcısı olamaz.
Temel organlarda benzediği halde, hiçbir insanın diğerinin tıpkısı olmaması
Ferd isminin cilvesiyle izah edilmektedir.99

Kayyum: Cenab-ı Allah kendi kendine kâfidir. Başkasına muhtaç
değildir. Varlığının devamı için başkasının vucuduna ihtiyacı yoktur. Mutlak
manada Kendisiyle kaimdir. Her varlığın devamı Onunladır. Herşey Onun ile
kaimdir.100 Şu kâinattaki gök cisimlerinin deveranları, devamları
Kayyum isminin tecellisidir. "Eğer o cilve-i Kayyumiyet bir dakikada yüzünü
çevirse, bir kısmı küre-i arzdan bin defa büyük milyonlarla küreler, sonsuz feza
boşluğunda dağılacak, birbirine çarpacaktır."101 Hatta canlı ve
cansız bütün varlıkların vücudundaki zerreler ve hücrelerin dayanışma içerisinde
bulunmaları, dağılmaktan korunmaları Kayyumiyet isminin tecellisiyle izah
edilmektedir. Yani atomların birbirlerini çekme kabiliyeti Kayyumiyetin bir
eseridir.

Kuddus: İmam Gazali "Kuddus" ismini anlatırken şöyle diyor:
"Duyguların algıladığı her vasıftan münezzehtir. Ayıp ve kusurdan tenzihi dahi
ona nisbet etmek edebe aykırı sayılır. Allah kulların kemâl zannetiği
vasıflardan da münezzehtir."102 Kuddûs isminin yorumunda Bediüzzaman,
kâinattaki temizliği nazara vermektedir. Yeryüzünün, bulutların, yağmurun,
sineğin, kargaların, kurtların, solucanların, karıncaların, böceklerin, insan
vucudundaki al ve ak yuvarların hepsi Kuddus isminin cilvesine mazhar olarak
hareket ettiklerini ve temizlik görevlerini yerine getirdiklerini anlatmaktadır.
"Bu kâinat ve bu küre-i arz daim işler büyük bir fabrika, her vakit dolar
boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve
misafirhaneler, müzehrefatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyor,
bulaşıyor, ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok
dikkatle bakılmazsa ve süpürülüp temizlenmezse, içinde durulmaz." Halbuki ölen
yıldızların ve meteor taşlarının enkazlarından tutun, ölen hayvanların leşlerine
kadar herşey mukemmel bir temizliğe tabi tutulmaktadır. "Demek bu kâinat
fabrikası, Kuddüs ismimin büyük tecellisine mazhardır."103 İnsan
maddi ve manevî yönlerini temizlemekle Kuddûs ismine bir mazhariyet kazanmış
olur.

Gazali şöyle diyor: "Kuddûs ismine mazhariyet, ilmini hayvanî
hallerden, iradesini beşerî ve şehevani hazlardan temizlemesidir. İlmiyle ezeli
meselelere yaklaşacak. İradesi ile Allah’ı isteyecek. Tek bir zevki ve şevki
olacak o da Allah’ı bulmak. Gazali burada gerçekten ağır bir tabir de
kullanıyor: "Kimin himmeti midesine giren şey ise kıymeti de ondan çıkan şey
kadardır."104

B. "Benlik" ve Esma-ı Hüsnâ:

"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; hepsi de
yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi."105
Burada zikredilen emanet meselesinde farklı yorumlarla birlikte esasında "benlik
şuuru"dur. Allah’ı sormak ve öğrenmek için ne lazımsa Cenab-ı Allah insana
vermiştir. Akıl, beş duyu, konuşma ve anlama kabiliyeti ve bilhassa âyette de
ifade edildiği üzere emanet taşıyıcığılı, yani "ene" adıyla bilinen benlik
duygusunu Cenab-ı Allah insana vermiştir. Bediüzzaman şöyle diyor: "Sani-i
Hakim, insanın eline emanet olarak, rububiyetinin sıfat ve şuunatının
hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işârât ve nümuneleri câmi bir ene
vermiştir. Ta ki o ene bir vahid-i kiyasî olup, evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı
uluhiyet bilinsin. Fakat vahid-i kıyasi, bir mevcud-u hakiki olmak lâzım değil.
Belki hendesedeki farazi hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vahid-i kıyasi
teşkil edebilir. Ilim ve tahakkukla hakiki vücudu lazım değildir." Cenab-ı
Allah’ın isim ve sıfatlarının bilinmesi neden "enaniyet"e bağlı olduğu
şeklindeki bir soruyu şöyle cevap vermektedir: "Çünkü mutlak ve muhit bir şeyin
hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve
bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Ne vakit
hakiki veya vehmi bir karanlık ile bir hat çekilse, o vakit bilinir. işte
Cenab-ı Hakkın ilim ve kudret, Hakim ve Rahim gibi sıfat ve esması muhit,
hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve
hissolunmaz. Öyle ise hakiki nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî
bir haddi çizmek lazım geliyor."106

Ene, başka bir ifadeyle, "benlik şuuru," insanın elinde bir
anahtardır. Gazalî marifet-i İlâhiyyenin yolunu anlatırken şöyle diyor: "Bunun
yolu, (Onun sıfatlarını) nefislerimizden bildiklerimizi benzetmektir. Kadir,
âlim, diri, konuşan olduğumuzu anladığımızda, bunları Allah’ın vasıfları olarak
duysak onu kavramaya çalışırız. Yoksa balı hiç tatmamış bir adama balın
lezzetini anlatmak gibi olur. Ama şekerin lezzetini bilen bir adama balın
lezzetini de ona benzetsen zihninde bir lezzet kavramı oluşacağından bir derece
anlar. Aksi takdirde Allah’ı anlamak için kendisinin ilah olması lazım."107

"Ene," Allah’ın isimlerini anlamaya, keşfetmeye yarayan bir
cihazdır. "Yeteri kadar gelişmiş bir insanın muhayyilesi, kâinattaki atomları
tek tek saymaya ihtiyaç duymaksızın, bir takım ilmî hesaplamalarla 79 sıfırlı
bir rakamı kullanabilir; yahut kâinatın büyüklüğünü anlamak için galaksi
kümelerini tek tek ziyaret etmeyi aklından geçirmeden, ışık yılı ölçü olarak
kullanabilir.

İnsanın, Allah’ın sıfat ve isimlerini anlaması için daha
mücerred zihne muhtaçtır. Çünkü kâinatın atomları da, genişliği de sınırlıdır.
Ancak Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatları her türlü sınırın ötesindedir. Yukarıda
zikrettiğimiz ayette de ifade edildiği gibi hiçbir benzeri olmayışı da, isim ve
sıfatlarının anlaşılmasını büsbütün zorlaştırmaktadır. İşte burada "ene" devreye
girmektedir. Kendi sınırlı kabiliyetlerimizle sonsuz isim ve sıfatlarını bir
nebze anlamaya çalışacağız. "Sobam evimi nasıl ısıtıyorsa, güneş de dünyayı öyle
ısıtıyor." Azıcık kudretimle, onun galaksileri döndüren sonsuz kudretini, azıcık
ilmimle onun herşeyi kuşatan sonsuz ilmini kavramaya çalışacağım. Onun
mahiyetini belki de hiç anlamayacağız, ama onun sonsuzluğunda şüphe etmeyeceğiz.
Çünkü elimizde "ene" isimli ölçü aletimiz vardır. Tıpkı güneşin yüzündeki
sıcaklığın Kelvin ölçeğine göre 15 milyon derece olduğunu biliyoruz, fakat belki
de insanlık olarak biz bunu hiçbir zaman tecrübe edemeyeceğiz. Bu konudaki
acizliğimiz bu kesin bilgimizi zedelemeyecektir.108

Biz "ene" anahtarıyla onun isimlerini kavramaya çalışacağız, ama
O, hiçbir varlığa benzemez. "Mümkün alemdeki bütün varlık onun eseridir. Kişinin
rahim, sabûr, şekûr olması ona benzerliği gerektirmez. Semi’, basir, alîm,
kadir, hay ve fail gibi."109 İnsanda sınırlı bir ilmin, Cenab-ı
Allah’ta ise sonsuz bir ilmin bulunması benzerliği gerektirmez. İmam Gazali "At
ne kadar zeki olursa olsun, insana benzemez" diyor.110 Ayrıca nasıl
ki bir insan hocasının ilminden istifade eder, ancak hocasının ilmi talebeye
geçmediği gibi, kul da Allah’ın isimlerine mazhar olur, onların mânâlarıyla
ahlâklanır, ancak onlar insana geçmez, kula uluhiyet isnad edilemez.111
Tetabuk yönünden de kulların isimlerine benzemez. Zira bazan bir insanın ismi
"Alim" olur, Fakat kendisi cahil olur. Adı "Adil" olur, fakat kendisi zalim
olur. Oysa Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatları tam tetabuk halindedir.112

IX. İsimlerin Keyfiyyeti:

Zâtın keyfiyeti malum olmadığı gibi, sıfatın keyfiyeti de malum
değildir.113 Dolayısıyla ismin keyfiyye’tini de tam olarak bilemeyiz.
Gazalî’nin bu konuda çok derin ve kıymetli bir izahı vardır. Şöyle diyor: "Yüce
Allah’ın Celâl ve Kibriyasında bir sıfatı vardır ki yaratma ve ibda ondan gelir.
Bu sıfat lûgat koyucularının bakışlarının fark edemeyeceği kadar yüce olduğu
için, dil uzmanları o sıfat-ı Celâlî’yi, mahiyetine ve hakikatının hususiyetine
delalet edecek bir ibare ile ifade edemez. Nasıl etsin ki; onun aşkınlığından ve
lûgat koyucularının akıllarının bakışı, onun tecellilerini fark edemeyecek kadar
aşağı olmasından dolayı âlemde onu ifade edecek ibare yoktur. Nitekim yarasanın
bakışlarının güneşi görmemesi, güneşteki kapalılıktan değil, kendi gözündeki
kusurdandır. Böyle olunca gözleri o sıfatın celalini fark etmek üzere açılanlar,
lisanlarla konuşanlar onun hakikatlarının çok zayıf bazı yönlerini anlatacak
ibareler istiare ettiler. Onu anlatabilmek için "Kadir" ismini zikrettiler. Bu
tabirler, zikrettiğimiz mefhumların hakikatlarını anlatmaktan acizdir."114

Nitekim İmam Matüridi de buna benzer bir görüş ortaya koyar. Ona
göre "Allah’ın isimleri Onun zâtıdır. Onlarla adlandırılır: er-Rahman gibi.
Bizim Onu tavsif etmemiz veya isim vermemiz, zorunlu olarak gücümüz ve ifade
kabiliyetimiz nisbetindedir. Çünkü bu hususta başvuracağımız şey görülen âlemde
bildiğimiz durumlardır. Bu ise lafız olarak müşabeheti gerektirir. Hulâsa, biz
nihai imkânımızı kullanarak, zaruret dolayısıyla bu isimleri kullanıyoruz.
Mahluklarla lafzi benzerlik olmasına rağmen, biz onu her hususta benzerlikten
tenzih ettiğimizden, bunlarla Allah’ı adlandırmak mümkündür. Allah’a verdiğimiz
isimler, Onu insan anlayışına yaklaştıran ibarelerdir, gerçekte Allah’ın
isimleri değildirler."115 Bundan anlaşılıyor ki Allah’ın isimleri
gerçek anlamıyla kavranamaz. O isimleri bilmekle sadece semboller hakkında bilgi
sahibi olmaktayız. Bir Zât ki "Nur"a nur vermiş, insan onun yarattığı nuru daha
tam kavramamışken, Onun ismi olan nuru nasıl kavrayabilir? Ancak şuurlu bir
varlıktır. O halde ona düşen görev Esma-ı Nüsna’nın tecellillerini bulup
onlardan istifade etmek, yaratıcıyı daha iyi kavramaya çalışmaktır.

SONUÇ:

Varlıklar arasında Esma-ı Hüsna’yı anlayacak, kavrayacak
kapasitede yaratılan insan, Allah’ın fiillerini ne kadar bilirse, isimlerini de o
kadar tanır. Kanaatimizce, bu isimler Yaratıcıyı bize tanıtmaya vesiledir. Biz
zaten Onun zatını tam olarak kavramaktan aciziz. Ancak, isimleri, Onunn hakkında
bize bir fikir vermektedir. Dolayısıyla biz kâinattaki sanat eserlerinde
tefekkür edebilir, nassların desteğiyle Yaratıcının vasıflarını, isimlerini
anlamaya çalışabiliriz. Bu husus evrensel bir mesele olduğu için bütün dinlerde,
inançlarda yüce tanrının yücelik ifade eden vasıflarına, isimlerine
rastlamaktayız. Yüce tanrının yücelik sıfatları ve isimleri beşeriyetteki
uluhiyet kavramının ortak bir özelliğidir. Nitekim ilkel kavimlerden tutun da
daha sonraki din mensuplarına kadar, Yahudilik ve Hıristiyanların da yüce
tanrıya hep yüce isimler verdiğini görmekteyiz. Kur’ân-ı Kerim’de "Allah"
ismiyle anılan yüce yaratıcı, ayrıca üç yüzü aşkın isimle yadedilmektedir.
Hadiste doksan dokuz ismiyle anılmakla birlikte, Onun isimlerinin bundan çok
daha fazla olduğunda şüphe yoktur. Bizce doksan dokuz isimle ilgili hadis
sınırlayıcı değildir.

Kanaatimizce isimler tevkifi değildir. Ancak edebe uygun olması,
medih ve azamet ifade etmesi şarttır. Zaten, nasslarda gelmediği halde
fiillerinden isim çıkarmak suretiyle Ona isim isnadında bulunmakta medih ve
azamet ifade etmek şartıyla bir mahzur görülmemektedir. Şühpesiz umumi ifadeler
kullanmak onun şanına daha çok yaraşır. "Yer ve gökte ne varsa herşeyin
yaratıcısı" gibi tabirler onun azametini daha güzel ifade eder.

Her millet kendi diliyle Onu en güzel ifadelerle anabilir.
Allah’ın isimlerini kesin hatlarla birbirinden ayırıp taksim etmek mümkün
değildir. Çünkü hepsi birbiriyle irtıbatlıdır. Yapılan bütün tasnifler eksiktir.
isimlerin tasnifinde onları birbirinden ayırmak değil, aralarındaki incelikleri
dikkate alarak incelemek gerekir.

İnsan kendisine bakarak Yaratıcıyı bulabilir. "Kendini tanıyan,
Rabbini tanır" sözünden hareketle diyebiliriz ki, insandaki benlik şuuru,
Yaratıcıyı tanımada son derece mühim bir anahtar rolû oynamaktadır. Ancak burada
"benlik" bir ölçü birimi olmalıdır. Sınırlı oluşumuzla sınırsızı bir derece
kavrayabiliriz. Burada deney şartı aranmaz. Çünkü teknik imkânsızlıklarımız
sebebiyle tecrübe edemediğimiz birçok şey var ki, elimizdeki ölçü aletleriyle
onlar hakkında kesin kanaat sahibi oluyoruz-güneşin yüzeyindeki sıcaklığı
tecrübe edemediğimiz gibi. Oysa yüzeyindeki yüksek sıcaklık dercesinde şüphemiz
yoktur.

Dipnotlar

1. İbn Nedim, el-Fihrist, s. 153, Beyrut 1988. Brockalmann,
el-Belhi’den bahsetmekte ancak bu eserinden söz etmez. (bk. GAL, 1, 229; Supp.
I, 408.)

2. Brockalmann, Supp, II, 225.

3. bk. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 298-348, Almanya
baskısı, 1994.

4. bk. Fahruddin er-Razî, Levami’l-Beyyinat, s. 79.

5. a.g.e., s. 80.

6. Suad Yıldırım, Kur’an’da Uluhiyet, s. 41, 44, İstanbul,
1987.

7. Ebu Hamid el-Gazzalî, El-Maksadu’l-esnâ, Kahire, 1980.

8. a.g.e., s. 49.

9. a.g.e., s. 45-6.

10. a.g.e., s. 45.

11. Fahreddin er-Razî, Levami’l-Beyyinat Şehru Esmâi’l-İlahi
Teala ve’s-Sıfat, s. 22-5, nşr: Taha Abdurrauf Sa’d, Kahire, 1967.

12. Bekir Topaloğlu, "Allah", DİA, II, 482, İstanbul, 1992.

13. Ebu Hamid el-Gazzalî, El-Maksadu’l-Esna, s. 31.

14. a.g.e., s. 91.

15. Suad Yıldırım, Kur’ân’da Uluhiyet, s. 56, (Ahmed b.
Hanbel, er-Reddu ala’zanadika, s. 91-2, nşr. A. S.en-Neşşar, İskenderiye,
1971’den.)

16. Gazzalî, a.g.e., s. 23.

17. S. Yıldırım. a.g.e., s. 4.

18. Mircea Eliade, Kutsal ve Dindışı, çev.: Mehmet Ali
Kılıçbay, s. 98, Ankara, 1991.

19. a.g.e., s. 99; krş. el-Eş’arî, Makalatu’l-İslâmiyyin, s.
209, Beyrut, 1952.

20. Bekir Topaloğlu, "Allah", DİA, II, 472.

21. Bekir Topaloğlu, a. md., (ERE, VI, 275’ten)

22. Bekir Topaloğlu, a. md., a. y.

23. Mezmurlar, 139:1-2.

24. Tesniye, 32:4.

25. İşaya, 6:3.

26. Hezekiel, 20:33.

27. Amos, 1:4; Çıkış, 4:11; Süleyman’ın Meselleri, 3:5.

28. Çıkış, 33:20.

29. Mezmurlar, 145:18.

30. İşaya, 41:4.

31. Tekvin, 17:1-2.

32. Mezmur, 136.

33. Tekvin, 1:1.

34. Resullerin İşleri, 17:27-28.

35. Markos, 12:29.

36. I. Timoteosa, 6:12.

37. I. Yuhanna, 4:6.

38. Vahiy, 11:17.

39. Romalılar, 2:5.

40. Matta, 6:9.

41. Matta, 6:4.

42. Vahiy, 4:2.

43. I. Pierre, 1:2. (Eski ve Yeni Ahit’teki uluhiyet
anlayışı konusunda geniş bilgi için bk. Suad Yıldırım, Kur’an’da Uluhiyet, s.
1-22.)

44. Şura, 11.

45. İhlas, 4.

46. Rum, 27.

47. A’raf, 180.

48. İsra, 110.

49. Taha, 8.

50. Haşr, 24.

51. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, VII, 4877,
İstanbul, 1979.

52. er-Razî, Levami’l-Beyyinat, s. 47.

53. el-Kureyşi, el-Cevahiru’l-Mudiyye, I, 22-23.

54. Eş-Şerbasî, Mevsuatu Lehu’l-Esmau’l-Hüsna, I-II, Beyrut,
1987-148.

55. İnsan, 25.

56. Suad Yıldırım, Kur’an’da Uluhiyet, s. 25.

57. Buhari, Tevhid, 12; Müslim, Zikr, 5-6; Daavat, 82; İbn
Mace, Dua, 10.

58. Razi, a.g.e., s. 73-4.

59. Razi, a.g.e., s. 80.

60. a. y.

61. Razî, a.g.e., s. 81.

62. Gazzalî, el-Maksadu’l-Esnâ, s.65-8.

63. el-Eşarî, Kitabu’l-Luma, s. 10, Nşr. Richard McCarthy,
Beyrut, 1953.

64. Razî, Levamî, s. 36.

65. Gazzalî, a.g.e., s. 155-6; Razî, a.g.e., s. 36-37.

66. Razî, a.g.e., s. 38.

67. Gazzalî, a.g.e., s. 69.

68. Razî, a.g.e., s. 36.

69. Razî, a.g.e., s. 39.

70. Veli Ulutürk, a.g.e., s. 88.

71. Gazzalî, a.g.e., s. 147. Kur’an-ı Kerim’de olup da
hadiste geçmeyen isimler için bk. Metin Yurdagür, Allah’ın Sıfatları, s. 139,
İstanbul, 1984.

72. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I:291, 456.

73. Razî, a.g.e., s. 74.

74. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor?,
s. 88, (Muhammed el-Medenî, Allah fi’l-Kur’ani’l-Kerim, Mecelletü’l-ezher, 32:8,
s. 812’den.)

75. Gazzalî, a.g.e., s. 150.

76. İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, II:141,
İstanbul, 1339-1341.

77. Gazzalî, el-Maksad, s. 41.

78. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor? s.
82-156, İzmir, 1985.

79. el-Halimî, Ebu Abdillah el-Hüseyin, el-Minhac fi
şu’bi’l-iman, I:187-209, Kahire, 1400/1979.

80. Gazzalî, el-Maksad el-Esna, s. 140-1.

81. Bekir Topaloğlu, "Allah," DİA, II:484-5.

82. Bediüzzaman, Sözler, s. 301, Almanya baskısı, 1993.

83. Tirmizî, Daavat, 65; Ebu Dâvud, Salat, 358.

84. İsm-i Azam konusundaki diğer rivayetler için bk.
Tirmizî, Daavat, 109; Neseî, Sahv, 57.

85. Razî, Levami, s. 89, 97, 100; Gazzalî, el-Maksad, 151;
B. Said Nursî, Lem’alar, s.

86. Bediüzzaman S. Nursî, Lem’alar, s. 330, İstanbul, 1986.

87. İmam Rabbanî, Mektubat, II:124, İstanbul, 1977.

88. el-Mülk, 4.

89. Bediüzzaman S. Nursi, Sözler, s. 283-4, İstanbul, 1986.

90. Bakara, 115.

91. Bediüzzaman, a.g.e., s. 587 vd.

92. Bediüzzaman, a.g.e., s. 301. (Almanya baskısı, 1993.)

93. Razî, Levamî, s. 48.

94. Razî, a.g.e., s. 42-3.

95. Gazzalî, el-Maksad el-Esnâ, s. 92.

96. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 308.

97. Gazzalî, a.g.e., s. 62-3.

98. Gazzalî, a.g.e., s. 79-80.

99. Bediüzzaman, Lem’alar, s. 318-9.

100. Gazzalî, el-Maksad el-Esnâ, s. 117.

101. Bediüzzaman, Lem’alar, s. 344.

102. Gazzalî, el-Maksad, s. 65.

103. Bediüzzaman, a.g.e., s.304-5.

104. Gazzalî, el-Maksad, s. 65-6.

105. Azhab, 72.

106. Bediüzzaman, Sözler, s. 503.

107. Gazzalî, el-Maksad, s. 48.

108. Ümit Şimşek, "Risale-i Nur’dan Esmâ Parıltıları", İslâm
Düşüncesinin Yeniden Yapılanması ve Bediüzzaman Sempozyumu, s. 205, İstanbul,
1992.

109. Gazzalî, el-Maksad el-Esnâ, s. 48.

110. a.y.

111. Gazzalî, el-Maksad, 131.

112. Suad Yıldırım, Kur’an’da Uluhiyet, s. 48.

113. İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, I:103.

114. Gazzalî, İhyau Ulumi’d-dîn, IV:76, Kahire, ts.

115. Matüridî, Kitabu’t-Tevhid, (nşr, Fethullah Huleyf),
93-4, İstanbul, 1979.