Konuya başlamadan önce bu çalışmada izleyeceğimiz plânı
sunalım: İslâmi dirilişin tarihsel sürecinin genel olarak çözümlenmesi
bağlamında tarihin itici güçleri olan "öncü azınlık" kurumunun İbn-i Haldun,
Hegel ve Toynbee gibi düşünürlerin düşünce sistemlerindeki karşılıkları ve Bediüzzaman’da bu kuruma tekabül eden "müceddid" ve "Şakirtleri"nin ortaya çıkma,
gelişme ve zaman içinde değişme süreçleri. Bu anlamda Halk İslâmı-Esnaf
İslâmı- Seçkinci İslâmı (Müçtehid İslâmı anlamında) kategorilerine denk düşen
süreçlerin kısaca incelenmesi; bu arada "Risâle-i Nur" hareketinin ümmet
ölçeğinde fonksiyon veya fonksiyonlarının "tecdit" bağlamında
değerlendirilmesi; Bediüzzaman’ın aşılıp aşılamayacağı probleminin ele alınması;
aynı şekilde bir değerli araştırmacımızın "Çatışmacı İslâm", "Uyumlu
İslâm" ve
"Aşma" çözümlemesi ile ilgili kısa bir değerlendirme.

İslâm tarihi geriden bir
kuşbakışı ile incelendiğinde gelişim sürecinin doğrusal bir düzlem üzerinde
değil, aksine bir salınım şeklinde olduğu görülür. "Fazilet Dönemi" diyebileceğimiz
dönem ile "Çöküntü ve Bozgunculuk Dönemi" diyebileceğimiz
dönem arasında İslâm toplumu sürekli salınır. Sözü edilen dönemlerde toplumsal
sosyo-ekonomik formasyon da dönemlere paralel olarak değişir ve farklı
nitelikler alır. Toplumun içinde bulunduğu sosyo-ekonomik formasyon; birey,
toplum ve genel olarak ümmetin bizzat kendi nefsinden başlayıp tüm kozmik
anlayış ve kavrayışına kadar her alanda değişerek, yepyeni bir paradigma ile
buluşması süreci olarak tanımlanabilir. Bu yeni paradigmayı "İ’la-ı
Kelimetullah" kavramıyla ifade etmemiz mümkündür. "İ’la-ı Kelimetullah’ın en
belirgin kriterinin de "İzzet-i İslamiyye"nin maksimum seviyede
gerçekleştirilmesi süreci olduğu söylenebilir. İzzet-i İslâmiyye’nin maksimum
düzeyde gerçekleştirilmesi ise kâinatta cari olan sünnetullah kanunlarına göre
başta ileri derecede atılım gücüne sahip bir fertler topluluğundan oluşan
sağlıklı ve dinamik bir toplum, yüksek düzeyde savunma sistemleri ve önemli bir
ekonomik güçle olabilir.

Burada cevaplanması gereken sorular şunlardır: yüksek düzeyde
atılım gücüne sahip bireyler nasıl ortaya çıkmaktadır? Sözkonusu bireylerin
diğer bireylerden farkları nelerden ibarettir? Bu bireyler veya bireyler
topluluğunun birbiriyle ilişkileri ve zaman içindeki değişme ve dönüşme
eğilimleri nedir? Bu yüksek enerji sahibi bireyler nasıl oluyor da zamanla
dinamizmini yitirmekte ve normalleşmektedirler? Bu arada başka sorular da
sorabiliriz: yüksek enerji yüklü bireylerin hedefleri nelerdir? Hedeflerine
karşı nasıl bir istek ve arzu taşımaktadırlar? Bu arzu ve isteğin şiddet düzeyi
nasıldır? Bütün benliklerini saran bu arzu ve isteklerini nasıl ve hangi
ortamlarda elde etmektedirler? Bu birey veya bireyler topluluğunun harekete
geçirdiği toplumun etkinlik düzeyi nedir. Genelde tarihin yapılması ve
inşaasında özelde de İslâm tarihinin şekillenmesinde bu sürecin yeri nedir?

Aslında yukarıda sıraladığımız soruların cevaplarının şimdiye
kadar yapılan çalışmaları da dikkate alarak verilmeye çalışılması bir çok
kördüğümü de çözecek niteliktedir. Bu çözümleme Batı uygarlığının temel
dinamiklerini belirlememizi mümkün kılacağı gibi tarihte şahit olunan İslâmi
diriliş ve çöküşlerin nedenlerinin de anlaşılmasına imkân sağlayacaktır.

Tarihi yapan dinamikleri merak edip araştıran birçok düşünür
olayı çeşitli boyutlarıyla geniş ölçüde aydınlatmışlardır. Bunlardan burada
özellikle ibn-i Haldun’u, Hegel’i, Weber’i, Toynbee’yi, Marx’ı ve Bediüzzaman’ı
zikretmek zorundayız. İlginçtir ki, gerek zaman ve mekân, gerekse referans
kaynakları bakımından birbirinden son derece farklı olan bu düşünürler tarihi
yapan güçlerin niteliği konusunda ciddi bir kesişme ve örtüşme içerisindedirler.
Düşünürlerin geliştirdiği tezleri konumuzla ilişkisi ölçeğinde kısaca ele
alalım:

Burada ilk olarak tüm tezlerin odaklandığı noktayı belirleyelim:
gerek fizikî ve sosyal-siyasal çevrenin dayatması ve tasallutu, gerek "aklın
hilesi"nin kandırması, gerek üretim araçlarının zorlaması yoluyla olsun çeşitli
neden ve faktörden dolayı insan soyunun belli bir kısmı ileri derecede bir
"özlem" ile donanarak belli hedefleri elde etmek amacıyla organize olmakta ve o
hedefe doğru bütün varlığıyla abanmaktadır. Bu "öncü güç" sanki bir doğa gücü et
kinliğinde önündeki tüm engelleri aşarak büyük ölçekli dönüşüm ve devrimleri
gerçekleştirmektedir. Benim "öncü azınlık" dediğim olgu her düşünürde farklı
kavramlarla ifâde edilmektedir. Aşağıda ilk olarak İbn-i Haldun’un konuyla
ilgili yaklaşımı üzerinde duracağız.

İbn-i Haldun’un "Asabiye"si

İbn-i Haldun’un tezinde tarihi yapan güç "asabiye" gücüdür.
Asabiye gücünün İbn-i Haldun’un teorileri setinde ayrı bir yeri ve önemi vardır.
Aşağı yukarı toplumsal değişmenin ve tarihi seyrin esas dinamiğini asabiyet
oluşturur.

Burada ilk olarak asabiyetin anlamı, kaynağı, amacı ve çözülme
sürecini kısaca inceleyelim.

"Asabiye" Kavramının Anlamı

Düşünürün yaklaşımlarından hareketle asabiyeyi; sürekli düşman
ve doğal çevrenin tehdit ve tasallutu altında bulunan ve akrabalık bağı ile
birbirine bağlı insanların her an biribirinin yardımına hazır ve amade bir
organizasyon şeklinde manevî olarak teşkilatlanmaları olayı olarak
tanımlayabiliriz. Özellikle çöl hayatının dayatmaları karşısında bireyin bu
dayatmaya karşı geliştirdiği yüksek düzeyli bir dayanışma ve birlik şuurudur.
Bekleneceği gibi çöl yaşantısı "bana dokunmayan yılan…" yaklaşımının asgari
düzeyde yaşandığı bir hayat tarzıdır. Fert her an ya fizikî çevreden ya da
sosyal siyasal çevreden yönelebilecek bir tehdit ve dayatma karşısında
bulunmaktadır. Tehdidin şiddet düzeyi son derece yüksek ve etkisi de kalıcıdır.
Aynı şekilde tehdidin yaygınlık mesafesi sadece belli çevre ve insanlara değil,
toplumun hemen hepsini kapsar niteliktedir. Bu açıdan topluma yönelen tehdidin
toplumun hemen hepsini etkileyeceği ve meydana getireceği yıkımın çok derin ve
kalıcı olacağından toplum fertleri tehdide karşı tüm varlıklarıyla tavır
almaktadır; aksi durumda toplumun yaşama şansı kalmayacaktır. Toplum fertleri
bu inanç içinde organize olmaktadır.

"Yardımlaşma ve birbirini korumaya hizmet eden nesep
şecerelerinin çöllerin ve sahraların ıssız köşelerine çekilerek ibtidai bir
hayat yaşayan Araplar ve onların benzerleri olan kavimler arasında muhafaza
edilmesi, onların zor geçinmelerinden ve darlık içinde yaşamalarından ve
yurtlarının ekonomik durumundan ileri gelmiştir ki, zaruret ve ihtiyaç onları bu
tarzda yaşamayla mecbur etmiştir" (Mukaddime, c.1)

Sosyal ve siyasal çevreden yönelen sürekli ve etkili tehdit,
toplumunun daha dinamik ve uyanık olmasını sağlamakta; bu ortamda bütünleşip
kenetlenen toplum daha ileri toplumsal yörüngelere sıçrayabilme kapasitesine
sahip olabilmektedir.

Asabiyetin Kaynağı: Akrabalık

İbn-i Haldun asabiyet teorisini insanların psikolojik yapısından
hareketle geliştirir. Ona göre hısım ve akrabalık, insanlar arası yardımlaşma ve
dayanışma duygularının gelişmesine neden olur. Bu yolla birbirlerini daha fazla
kollar ve gözetler hale gelir. Düşünür akrabalık ve hısımlığın bu konudaki
fonksiyonunu açık ve net olarak ifade eder: "… hısımlık ve akrabalık bağı az
bir kısmı müstesna olmak üzere-insanlarda tabii ve yaradılıştan gelen bir
haslettir. Herhangi bir zulme uğradığı veyahut bir felâkete maruz bulunduğu
zaman diğerleri kendilerinde bir yakınlık ve hakirlik duyar, akrabalarının
başına gelen bir felâkete engel olmak isterler." (Mukaddime, c.1 )

İbn-i Haldun’a göre asabiyenin amacı, devlet kurmaktır. Aslında
düşünürün devlet kavramından anladığı basit ve ilkel bir organizasyon değil,
aksine bünyesinde artı-değerin yaratıldığı, işbölümünün arttığı, kentleşmenin ve
kozmopolitleşmenin yoğunlaştığı, merkez kent-kırsal çevre arasında uzmanlaşmanın
geliştiği, lüks ve konfora dayalı müreffeh hayatın yaygınlaştığı bir toplumsal
yapıdır. Dolayısıyla İbn-i Haldun’un teorisinde asabiye son derece önemli bir
dinamik niteliğindedir.

Düşünüre göre asabiyeden devlete uzanan süreç şöyle işler:
hammadde olarak çok sayıda uruğ ve soyun bulunduğu bir çevrede; uruğ ve
soylardan en güçlüsü ve en organize olanı gücüne dayanarak diğer boy ve uruğları
dize getirerek kendine bağımlı hale getirir ve egemenlik alanını genişleterek
siyasi ve ekonomik sınır ve kaynaklarını arttırır ve son derece gelişmiş bir
devlet kurar.

Burada önemli olan başka bir nokta asabiye üyelerinin sahip
olduğu dinamizmin kaynağıdır.

Asabiyeden devlete giderken organizasyon içinde yer alan
fertlerin devlete yönelen duygu ve "özlemleri" çok yüksektir. Hatta devletin
kurulması için feda edemeyecekleri hiçbir şeyleri yoktur. Bütün benlikleriyle bu
yolda seferber olmuşlar; adeta devlet için herşeyi göze alabilecek bir
pozisyondadırlar. Sözkonusu nitelikleri düşünürden izleyelim:

"… din onları menfaat ve maslahatlarında basiretle düşünmeye
sevk eder, amaç ve hedefleri bir … maksatlarına ulaşmalarına kimse engel
olamaz, çünkü bunlar bu amaca ulaşmak için ölümü göze almışlardır." (Muaddime,
c. 1)

Asabiyede en çarpıcı nitelik devlet kurma amacı uğruna canlarını
feda edebilme niteliğidir. Bunları bu yoldan kimse engelleyemez. Devlet
konusunda öyle bir arzuyla donanmışlardır ki., bu arzu bütün benliklerini sarmış
ve tüm duygularını adeta esir almıştır. Burada başka önemli bir nokta ortaya
çıkmaktadır. Düşünüre göre asabiyeyi belli arzu ve isteklerle donatan ve onları
belli hedefler etrafında organize eden "din"dir. Din, asabiye üyeleri
arasındaki basit ve kısır çekişmeleri ortadan kaldırmakta, en öncelikliden
başlamak üzere amaçlarını sıralamalarını sağlamakta ve tüm asabiye üyelerini
belli bir çizgide eşitlemektedir.

Burada başka bir nokta asabiyenin başarılarıdır. Gerçekten ileri
bir kavrayışla İbn-i Haldun asabiyenin yüksek dinamizmiyle başdöndürücü
başarılar elde edeceğini görmüştür. Asabiyenin yüksek dinamizmi sonucu ortaya
çıkabilecek olan yeni gelişmeleri düşünürün düşünce setinden hareketle şöyle
özetleyebiliriz: güçlü asabiye kendi içlerinden çıkardıkları şefin etrafında
kenetlenerek civarındaki kabileleri egemenliği altına alıp siyasi ve ekonomik
sınırlarını genişletirler. Sınırların gelişmesi ekonomik ve beşeri kaynakların
daha etkin kullanımını mümkün kılar. Sınırların birleşmesinden önce belli
kaynaklarda "nisbi bolluk"a sahip, fakat diğer kaynaklarda yetersiz olan
asabiyeler "kaynak tamlaması" sürecine girer ve kaynakları bütünleştirerek daha
verimli ve etkin kullanmaya başlarlar. Doğal ve beşeri kaynakların
birleştirilmesi ekonomide uzmanlaşma ve işbölümünü arttırır. Toplumda
uzmanlaşmanın artmasına bağlı olarak daha önce sadece "öztüketim"e yönelik
üretinı yerini geniş ölçüde piyasa için üretime terkeder. Aynı zamanda ekonomide
parasallaşma ve ticarileşme eğilimleri artar. Ticarileşmenin sonucu olarak
uzmanlaşına ve işbölümü yaygınlaşır. İşbölümünün yaygınlaşması ve
derinleşmesine bağlı olarak toplumda artı ürün sözkonusu olur. İnsanlar
tükettiklerinin üzerinde üretmeye başlarlar. Bu aşamada piyasa çeşitlenir,
talep artar, piyasada dolanan para miktarı artar, sanayi ve tarım ürünleri
miktarı artar, dolayısıyla ekonomide refah düzeyi yükselir. Refah düzeyinin
artması ve yapısallaşması genellikle "mirasyedi" kesimin konfor ve lüks yaşantı
içine girmesine neden olur.

Bu aşamadan sonra siyasi hayattaki gelişmeler de önemlidir.
Toplumsal hayatın karmaşıklaşması ve dürüstlükten ziyade niteliğe ve beceriye
önem verir olması, asabiye üyelerinin siyasal hayattan tecrit edilmeleri
sonucunu doğurur. Kurumların yaşayabilmeleri kahraman ve faziletli asabiye
üyelerine değil, bilgi ve beceri sahibi yüksek teknokrat ve bürokratların
varlığına bağlıdır. Oysa bunlar ahlâk ve faziletten yoksun kadrolardır.
Yöneticinin çevresi bu tip kadrolarla sarılır ve toplumsal projeler ve
politikalar bu kadro tarafından belirlenir ve yürürlüğe konur. Toplumsal hayata
geniş ölçüde değerden arınmış kadroların hâkim olması sosyal hayatın yozlaşması
ve profanlaşması sürecini hızlandırır. Sınırların artması buraları koruyacak
askerî bürokrasinin artmasına; kamu hizmetlerinin artması da sivil
bürokrasinin artmasına ortam hazırlar. Kamu harcamalarının artması doğal olarak
kamu gelirlerinin arttırılmasını da gündeme getirir. Bu konuda ilk akla
gelebilecek politika aracı, vergilerin arttırılmasıdır. Bu aşamada yoğun olarak
vergi oran ve çeşitlerinin artması sözkonusu olur. Toplanan kamu fonlarının çoğu
asker ve sivil bürokrasinin konfor ve lükse yönelik ihtiyaçlarının
karşılanmasına tahsis edilmesi toplum fertlerinin devlete olan ilişkilerinin
"soğuması" hatta devlete karşı yabancılaşmasına neden olur. Bu sürecin zamanla
iyice yaygınlaşması ve derinleşmesi toplum karşısında yönetimin meşruiyetini.
kaybetmesine yol açar. Toplumda ciddi bir "meşruiyet krizi" ortaya çıkar. Öte
yandan vergi oran ve çeşitlerinin sürekli arttırılması üreticilerin üretim ve
yatırım şevklerini kıracağından üretimde azalmalar olur. Genel olarak ekonomik
ve ticari hayat daralmaya başlar. Refah düzeyi düşer. Yönetici seçkinler
konforlu yaşantılarını sürdürmek için üretici kesime yüklendikçe yüklenirler.
Artık toplumla yönetim arasında sadece bir soğukluk değil aynı zamanda korkunç
bir nefret de vardır. İbn-i Haldun’a göre bu ortama gelindikten sonra ya toplum
kendi içinden çıkaracağı bir liderin etrafında tekrar kenetlenerek devlete
başkaldırır, yönetimi devirir; ya da başka bir asabiye savaş yoluyla devleti ele
geçirerek yeni bir devlet kurar.

Hegel’in "Büyük Adamlar"ı

İbn-i Haldun’un asabiyesinin fonksiyonlarını Hegelyen
yaklaşımda Büyük Adamlar görür. Hegel’e göre tarihin itici gücü belli
nitelikleri olan Büyük Adamlar’dır. Konumuzla ilgili Hegelyen tezi kısaca
özetleyelim:

Hegel’e göre "Aklın Hilesi"nin kışkırttığı "tutku"lar bireylerin
iradelerinden doğarlar. Toplumu oluşturan bireyler ise homojen ve eşit tepki ve
enerji sahibi değildir. Aksine farklı farklı nitelik ve eylem gücüne
sahiptirler. Hegel, bireyleri birbiriyle bağlantılı dört ayrı tarihsel
kategoriyle sınıflandırır: Yurttaş, Kişi, Kahraman ve Kurban. Yurttaş
geleneksel ahlâka bağlıdır. Yurttaşın eyleminin belirleyicisi toplum iradesidir.
Yurttaş "öznel varoluşu"nu henüz kavrayamamıştır. Hegel’e göre "onun ne kişisel,
ne de evrensel özgürlük bilinci vardır." Hegel’in Yurttaş’ı Bediüzzaman’ın
"avam"ına denk düşer. Bu kategoriye Ernest Gellner’in Halk İslâmı’nın dahil
edilmesi de mümkündür.

Hegel’in "Kişi"si, toplumun ahlâkını aşan, öznellikle temellenen
bir ahlâka dayanarak faaliyet gösteren bireydir. Öznel özgürlük ancak kişide
ortaya çıkabilir. Kişinin ahlâkı bağımlı değildir; ahlâk kişisel özgürlük
bilinci tarafından belirlenir. Kişi, Ruh’ idesinin bilincinde olduğunu kapalı
biçimde fark eder, yurttaşın duruk, gelenekçi ahlâkının ötesine geçer. Hegel’in
"Kişi"si İslâm toplumları kategorisinde benim "Esnaf İslâmı" dediğim kategoriye
denk düşebilir.

Hegel’e göre yukarıdaki iki kategori tarihin inşa ve
şekillenmesi bakımından önemli değildir. Tarihi yapan unsurlar diğer iki unsur
olan Kahraman ve Kurbanlardır. "Kahraman tarihin kesin sonucuna ulaşan bir aktör
ve tarihin başarılı bir oyuncusudur. Bütün öteki insanlar gibi özel kazanç ve
çıkarları için harekete geçen kahramanın eylemleri aynı zamanda dünya "Tin’inin"
iradesiyle uyumluluk gösterir." Kahramanın kendi özel istek ve iradesinin içine
dünya tarihinin daha büyük sorunlarının da girdiğini görürüz. Anlaşıldığına göre
Kahraman sadece basit ve sıradan arzular peşinde değil, aynı zamanda dünya
ölçeğinde olaylar ve eylemlerin de peşindedir.

Toynbee’nin "yaratıcı azınlığı", İbn-i Haldun’un "asabiye"si;
Hegel’de "kahraman" olarak belirir. Ancak Hegel "kahraman"a farklı kaynak ve
fonksiyon yükler. Hegel’e göre tarihin kahramanları pratik ve politik
insanlardır; "onlar ne filozoftur, ne de sanatçı." Onların herhangi bir tarih
anlayışları yoktur. "Ancak zamanında yapılacak olana ve ihtiyaç duyulana ilişkin
bir iç görüşleri bulunur." Hegel’e göre onların en belirgin özellikleri "kan ve
inançlarına dayanarak eyleme geçme yüreklilikleridir" (G.W.F. Hegel, Seçilmiş
Parçalar, s. 106.)

Hegel’in kahramanları bir düşünce ve sanat adamından ziyade
ileri derecede bir eylem adamıdır. İşin kötü tarafı, eylem gücünü "kan" ve
"inançlarından" almalarıdır. Daha sonra göreceğimiz gibi gerek "kan"ları gerekse
"inanç"ları onlara hiç de "iyi" şeyler yaptırmayacaktır. Zaten Hegel, peşinen
itiraf eder: "Bunların doğal gücü adalet ve ahlakın onlara zorla kabul
ettireceği sınırlamalardan hiç birisine saygı göstermemelerinden ve bu doğal
itilerin, insanları yapmacık ve sıkıcı disipline, kişiliği sınırlayan yasa ve
ahlâk emirlerine oranla daha içten, doğrudan doğruya etkilemelerinden
gelmektedir." (K. Popper, c. II, s. 73). Hatta bunlar Hegel’e göre "Bu tür
insanlar başka büyük hatta kutsal çıkarlara karşı saygısızca davranabilirler…
Ne var ki, böylesine güçlü bir iradenin birçok suçsuz çiçeği ayaklar altına
alması, yoluna çıkan birçok şeyi ezip geçmesi kaçınılmazdır" (K. Popper, c. 11,
73). "Suçsuz çiçeklerin ayak altında çiğnenmesi" zaten beklenen bir sonuçtur.
Bir tarafta doğal haliyle hiç bir engel ve sınır tanımadan boşanan duygular;
diğer tarafta "Kutsal çıkarlara dahi saygısızca davranabilen" "Kahramanlar"ın
yaşadığı bir gezegende "Suçsuz çiçeklerin ezilmesi" zorunlu olarak
kaçınılmazdır. Ve bu "suçsuz çiçeklerin ezilmesi" olayını hem Hengel’in tarih
boyunca dedeleri, hem de torunları binler, yüzbinler defa isbatlanmıştır. Her
Allahın günü de isbatlamaya devam etmektedirler. Adeta Batı tarihi tepeden
tırnağa "suçsuz çiçeklerin ezilmesi" tarihidir.

Hegel Kahramanları anlatmaya devam eder: "Onlar çağlarının
gereklerini bilirler, toplumlarının isteklerine karşı karşılık vermeyi
arzularlar ve bunları doyurmak içinde ortaya atılırlar."

Hegel’in "kahraman"ları Caesar, Napoleon ve Büyük İskender gibi
şahsiyetlerdir. Düşünüre göre bunlar zamanlarının ihtiyaçlarına cevap verdiler,
dünya tarihini kesin eylemleriyle biçimlendirdiler. Napoleon’un Jena
sokaklarından geçişini izledikten sonra Hegel, çalışma odasına çekildi ve "bugün
Dünya Tin’ini at üstünde giderken gördüm" diye yazdı. Oysa Napoleon "aklın
hilesi"nin kullandığı bir araçtı, özgürlüğün kendi bilincine varmasının aracı.
(Seçilmiş Parçalar, s. 107).

Hegel’e göre Kahraman ya da dünyaca ünlü bireylerin kişisel
mutlulukları yoktur; bunlar mutluluklarını toplum için feda etmişlerdir. Onların
yazgılarına bakacak olursak, onların mutlu olmadıklarını görürüz. Onlar "dingin
bir sevinç duymadılar, bütün hayatları uğraşmak ve zahmet çekmekle geçti"
karakterleri ise üstün tutkularından başka bir şey değildi. Onlar amaçlarına
ulaşınca içi boşalmış bir kabuğa benzerler. Erken ölürler, İskender gibi;
öldürürler, Caesar gibi; St. Helen’e sürülürler, Napoleon gibi" (Seçilmiş
Parçalar, s. 107).

Dördüncü sınıfta yer alan "Kurban"a gelince, o yalnız özel
arzuların ve eğilimlerin alanında hareket eder. Yurttaşın geleneksel ahlâkına
ilgi duymaz; aynı şekilde kişinin özel ahlâkıyla kahramanın evrensel özgürlüğü
ilerletmesiyle de ilgilenmez. "O kendi özel durumuna dönmüştür. Amacı özel
başarı ve mutluluktur." Bu tip hakkında Hegel iyi şey söylemez: "Elbette bu
tipin tarihsel bir önemi yoktur. Bir bakıma tarih onsuz ilerler; ama bir bakıma
da tutkunun sağladığı tüm malzemeyi aklın hilesinin kullanması gerektiğinden
"kurban"da tarihin bir parçası olur. "Son tahlilde Tin, Kurban’ı da Kahraman’ı
da kullanır" Hegel’e göre bu sürecin mantıklı bir açıklaması vardır: "Hem
kahramanın, hem de kurbanın harcamalarının bir anlamı vardır. Kurban çağının ve
kahramanının kurbanıdır. Kahraman ise Dünya Tin’inin kurbanıdır" (Seçilmiş
Parçalar, s. 107).

Burada Hegelyen yaklaşımda tarihi yapan Büyüle Adamlar olgusunu
kısaca gördükten sonra yaklaşımın daha iyi anlaşılabilmesi için aynı yaklaşıma
göre tarihin amacının da bilinmesinde fayda vardır.

Hegel’e göre tarihin amacı "Ruh"un özgürlük olarak kendini
gerçekleştirmesidir. "Özgürlük" kavramı düşünürde çok değişik anlamlar ifade
eder. Hegel’e göre "özgürlüğün özgürlük olarak daha içsel bir kavram olmasına
karşılık, araçları, tarihte de göze çarptığı gibi dışsal ve görünümsel olarak
ortaya çıkar." (Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi, s. 17). Hegel’in ifadesinden
anlaşıldığına göre "özgürlük" olayını bizzat kendi yapısından değil de
sonuçlarıyla anlamamız mümkündür. Hegel’e göre tarihin özgürlüğe doğru hareketi
aynı zamanda Tanrının dünya için tasarladığı amaçla da örtüşür, hatta onunla
aynileşir… "Tanrının dünyada öngördüğü eylem Ruh’un kendini
gerçekleştirmesi eylemidir." Burada Hegel dinsel mitosları felsefi kategorilere
dönüştürüyor ve dünya tarihi boyunca çekilen ıstırapları ve yapılan özverileri
kavramsal olarak haklı çıkarmaya çalışıyor. Düşünüre göre, Ruh’un erişeceği tek
nesne ve hedef yine kendisidir. Bu sonuç dünya tarihi oluşumunun sürekli
amacıdır ve "dünyadaki tapınakların geniş mihrabına yatırılıp kesilen kurbanlar
bunun uğrunadır." Kendini gerçekleşmiş olarak gören tek hedef budur. Bu son
hedef Tanrının dünya için amacıdır.

Hegel’e göre Ruh’un kendini gerçekleştirmesi, yani "özgürlük"
düzeyine ulaşması için bazı araçlar vardır. Bu araçlar olmadan tarihin hareketi
anlamsız kalacaktır.

Hegel’e göre Ruh’un kendini gerçekleştirmesi sürecinde çeşitli
araçlar devreye girer: Bunlar "tutku" ve "tutku"nun taşıyıcıları olan "Büyük
Adamlar"dır. Hegel, Ruh’u, mümkün varlığından gerçekleşmeye doğru yönelten gücün
kaynağının tutku olduğunu belirtir. Tutku en geniş anlamda insan eylemidir. Bu
konuya Hegel şöyle yaklaşır:

"Yasaların, ilkelerin kendiliklerinden yaşama ve geçerli olma
güçleri yoktur. Onları devinime geçiren, onlara varlık veren insanoğlunun
gereksemesi, güdüsü, eğilimi, tutkusudur." (Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi,
s. 16.)

Gerçekten Düşünür burada önemli bir tabiat kanununu
yakalamıştır. Tarihte yaşanan tüm önemli devrim ve dönüşümlerin, büyük ölçekli
hareketlerin gerisinde ileri derecede bir "özlem"in yattığı kesindir. Hatta bu
özlem aşk derecesine çıkmadıkça devrim ve dönüşümler nefessiz ve moda
yüzeyselliğinde kalacaktır.

Bu konuda Hegel devam ederek: "Böylece etkinlik gösteren
kişilerin ilgisi olmadan hiçbir şeyin ortaya çıkmadığını söylemiş oluyoruz.
İnsandaki tüm bireylik, sahip olduğu ve olabileceği bütün başka ilgiler ve
erekleri bir yana atarak, damarlarındaki bütün istekle kendini bir nesneye
kattığı ve bu erekte bütün gerekseme ve güçlerini yoğunlaştırdığı zaman bu
ilgiyi "tutku" adını verecek olursak, o zaman dünyada hiç bir şeyin tutku
olmadan getirilmemiş olduğunu söylememiz gerekir" der.

Hegel’e göre, "tutku olmadan dünyada hiçbir büyük iş
yapılmamıştır." Tarihin araçları ya da malzemesi insanların tutkuları ve
çıkarlarıdır. "Tin (Ruh), bunları kendi amacına ulaşmak için kullanır. (Seçilmiş
Parçalar, s. 105.)

Eğilimleri ve tutkularıyla eyleme geçen bireyler dünya tarihini
oluşturan enerji kaynağıdırlar. İlginçtir ki, Hegel’in felsefesindeki benzer
fonksiyonları Mc. Cıelland’ta "şevk ve arzu"; Schiller’de "aşk"; Bediüzzaman’da
"şiddetli ihtiyaç" veya "incizap" kavramları yerine getirmektedir.

Anlaşıldığına göre "tutku" Büyük Adaın’da belli hedeflere
yönelmiş aşırı istek veya kendi ifademizle "aşk derece’sin.e çıkmış özlem"dir.
Nitekim Hegel, Büyük Adam’ın niteliklerini anlatırken, onların belli amaçlar
için nasıl "yanıp tutuştuğundan, o amaçların deli divanesi olduğu"ndan sözeder.
Öyle ki, Büyük Adam kendini o amaç için "kurban" etmeye her zaman hazırdır.
Hegel, "irade ve benliğin tüm enerjisi bunların gerçekleştirilmesine
yönelmiştir" diyerek, Büyük Adam’ın nasıl kendini o hedefe adadığını vurgular.

Her türlü ahlâki ve dini kayıtlar ve sınırlamalardan soyutlanan
bir düşmanlık duygusunun tutku halinde ortaya çıkmasının sonucu dünyanın ateşe
verilmesi olacaktır elbette. Bu ortamda her türlü despotizme, tiranlığa, talan
ve zulme zemin hazırlanacak ve sonucu yıkım olacaktır. En iyisi doğal halde
boşanmış tutkunun trajik sonuçlarını Hegel’in kendisinden dinleyelim:

"Tutkuların buy oyununu seyrettiğimizde, şiddetlerinin
ürünlerini ve yalnızca tutkuların değil, ama aynı zamanda hatta özellikle iyi
niyetlerin, doğru amaçların çevresinde toplanan mantıksızlığın doğurduğu
sonuçları, tarih içinde gözönünde bulundurduğumuzda kötülüğe, kötüye, insan
zekâsının kurmuş olduğu en ileri krallıkların yıkılışına, bireylerin anlatılmaz
perişanlık ve acılarına en derin acımayla baktığımızda, içimiz bu geçicilik
karşısında üzüntüyle dolar; bu yıkılış yalnızca doğanın eseri olmayıp, tersine
isteğinin ürünü olduğundan, bu tutku oyununun seyri. daha da çok ahlâki üzüntü
verir ve eğer varsa içimizdeki iyi Tin başkaldırır." (A.g.e., s. 14). Bu
perişanlık, zulüm, bozgun ve tahrip karşısında Hegel’e göre artık yapılacak bir
şey yoktur. İnsanda-varsa iyi Tin isyan etse de sonunda geriye çekilip şöyle
düşünmek zorunda: "… olan olmuş, alın yazısı böyleymiş, değiştirilebilecek
hiçbir şey yok" diyerek geçmiş için üzülmenin, saçını başını yolmanın gereksiz
ve faydasızlığını düşünerek derhal yaşadığımız güne döner" … etkinliğimizi
buyuran amaç ve ilgilerimizin huzuruna, hatta sakin kıyıda durup, güven içinde,
uzaktaki karma karışık yıkıntı yığınını hazla seyreden bencilliğe döneriz" …
İnsanlığın geçmişinin ne muhteşem tasviri… Ve gelecekte Batı uygarlığı
tarafından "Büyük üstadını" doğru çıkarırcasına ortaya konacak olan yıkım,
tahrip, tedhiş, katliam ve gözyaşının riyasız "safiyane" müjdecisi…" Fakat
tarihe, halkların mutluluğu, devletlerin bilgeliği ve bireylerin erdemleri
kurban edilen bir mezbaha gözüyle baktığımızda bile, bu dev gibi kurbanların
kime ya da neye, hangi amaca kurban edildikleri sorusu zihnimizi kurcalar" …
Bu konuda da ileri geri konuşmaya, gerekli gereksiz düşünmeye hiç luzüm yoktur
Hegel’e göre. Bütün bu olaylar "Tözsel Yazgı"nın bir sonucudur:" .. bizde
melankolik duygular ve düşünceler uyandıran o tüyler ürpertici olaylar
tablosunu; Dünya Tarihinin Tözsel yazgısını…" (a.g.e., s. 14-15)

"Tözsel Yazgı" böyle emrediyorsa insanların yapacakları hiçbir
şey yoktur. Hegel’in ilahiyatçı izleyicileri de yaklaşık benzer konuya parmak
basar: Meselâ Gogarten bu konuda şöyle der: "İnsan bütün olarak ilk günahın
etkisi altındadır… Hıristiyan olan ancak günah içinde yaşayabileceğini
bilir… Bundan dolayı kendini önemsiz ahlâksal kılıkırk yarmalardan uzak
tutar… Ahlâklaştırılmış bir Hıristiyanlık sonuna dek Hıristiyanlıktan ayrılmış
bir Hıristiyanlıktır… Tanrı bu dünyayı sonlu bir dünya olarak yaratmıştır,
onun mahvolması mukadderdir. Öyleyse kadere uygun olarak yerin dibine batsın…
Onu daha iyi yapmak, "daha yüksek bir ahlâk" yaratmak isteyenler Tanrıya karşı
zavallı bir isyana girişmişlerdir. Cennet umudu Tanrının lutfuna erişmişlerin
mutluluğunu beklemek demek değildir; itaat ve savaş yoldaşlığı demektir." "Eğer
Tanrı, insana cehenhemin dibine gitmesini söylerse, o zaman onun yeminli kulu cehenhemin dibine gider… Eğer Tanrı, insanın alnına ezeli olarak acı
çekmesini yazmışsa buna da tahammül etmek gerektir… Kader olsa olsa zaferin
başka bir adıdır. Bu Tanrının talep ettiği zaferdir…" (K. Popper, c. II, 75).

Ontolojik ve kozmik cephelerinden soyutlanan ve sadece madde
cephesine indirgenen bir tarih kavrayışı bundan daha çarpıcı olamaz herhalde.

Özetlersek; Hegel’in Büyük Adamları’nın niteliği ve fonksiyonu
şekli anlamda Asabiye’ye benzemekte fakat içerik ve ortaya koyduğu sonuçlar
anlamında birbirine benzememektedir. Doğal olarak Hegel özellikle Batı
toplumlarının tarihini doğru ve derinden kavramıştır denilebilir. Bu tarih
peygamberî sınırlamalar ve kayıtlardan arınmış bir tarihtir. İnsanın egosunda
saklı olan tüm vahşi duyguların tutkuya dönüşerek doğal şekilde boşanması sonucu
oluşan olaylar, Hegel’in de doğru şekilde okuduğu gibi boydan boya tarihi
"erdemli eylemlerin" ve "iyi niyetlerin" sürekli doğrandığı bir
"mezbaha"ya dönüştürmüştür. Büyük Adamların tarihi hareketleri esnasında ayaklarının
altında sonsuz sayıda "masum çiçekler" ezilmiş ve yokolmuştur. Başka bir
nazarla Batı tarihi "masum çiçeklerin" "Büyük Adamları"n ayakları altında
ezilmesi tarihidir. İlginç olan nokta 21. yy’a girerken bile sözkonusu tarihi
sürecinin hala devam etmesidir.

Toynbee’nin "Yaratıcı Azınlık"ı

Ünlü düşünür Arnold Toynbee de diğer düşünürler gibi tarilıi
inşa eden ve uygarlığı kuran gücün toplumun belli bir kesimini oluşturan
"Yaratıcı Azınlık" olduğunu ileri sürer. Toynbee’nin tezindeki "Yaratıcı
Azınlık"ın niteliği, toplumsal rolü, zaman içinde etkinliğini kaybetmesi ve
"Egemen Azınlık"a dönüşmesi-süreçlerini kısaca inceleyelim:

Toynbee, genel olarak medeniyetlerin ortaya çıkması, büyümesi,
karşılaşması ve yıkılması süreçlerini inceler. Ona göre bir toplumda medeniyetin
ortaya çıkabilmesi için gerek sosyal-siyasal çevrenin, gerekse fiziki çevrenin
insana "meydan okur" nitelikte olması gerekir. İnsan da bu meydan okumaya her
defasında "cevap vererek" medeniyetin gelişmesi ve büyümesini sağlar. Çevreden
yönelen meydan okumaya cevap verebilen kesim de toplumun ancak çok sınırlı bir
bölümünü oluşturan "yaratıcı azınlıktır"tır.

Toynbbe’ye göre içinde doğdukları toplumların büyümesini
sağlayan bireyler "insanüstü"dürler. Çünkü kendilerini denetlemede üstün bir
yere erişerek ender bulunan bir kendini belirleme kudreti gösterebilmişlerdir.
Bunlar Bergson’un diliyle "hayatî atılım"ın yönünü sezebilmiş insanlardır;
"istekleri… (hayatî atılımın" damgasını insanlığın bütününe vurmak
ve-kendilerinin de bilincinde oldukları bir çelişki yoluyla-özünde yaratılmış
bir şey olan bir türlü yaratıcı bir çabaya çevirme; tanımı gereği bir duraklama
olan şeyi harekete dönüştürmek olan imtiyazlı insanlardır." (Tarih Bilinci, c.
I., s. 150).

Toynbee, "yaratıcı azınlık" konusunda "kendini-belirleme"
olgusuna aşırı vurgu yapar. Sanki bu kategori daha sonra inceleyeceğimiz
Bediüzzaman’daki "ehl-i tahkik" kategorisine denk düşer. Ancak bu kesim sadece
düşünce üretme eylemiyle sınırlı kalmaz, aynı zamanda ileri derecede bir
faaliyetin de içinde yer alır. "Yaratıcı kişilik insan kardeşlerini kendi derin
görüşüne çekerek onları değiştirmenin içsel zorunluğunu bir etki olarak duyar."
Düşünüre göre "yaratıcı azınlık" Hegelyen anlamda sadece politika sınıfından
oluşmaz aynı zamanda İsa gibi bir peygamber ya da Buda gibi bir dini mistik veya
Lenin ya da Gandi gibi bir siyasi önder olabilir.

"Bir uygarlığın büyümesi yaratıcı bir azınlığın elindedir. Bu
seçkinler yalnızca toplumlarının karşısına çıkan meydan okumaları başarıyla
savuşturmakla değil, aynı zamanda yaratıcı olmayan insanlar çoğunluğunu da
kendileriyle birlikte sürüklemekle yükümlüdürler. Assis’li Aziz Franciz başka
ruhlara "sıçrayan yalımdan çıkmış ışık" gibi bir esinleme iletebilen yaratıcı
kişiliği temsil eder." (Tarih Bilinci, c. II, s.156.)

Toynbee’nin düşünce sistemindeki "yaratıcı olmayan insanlar
çoğunluğu" hem Hegelyen felsefedeki kişi ya da Yurttaş’a, hem de
Bediüzzaman’daki "avam" veya "ehl-i taklid"e karşılıktır.

Düşünüre göre uygarlığı harekete geçiren temel dinamik "yaratıcı
azınlık" olsa da sadece bunların düşünce ve eylemleri yeterli değildir. Bunların
arkasında diğer kesimlerinin de yer alması gerekir: "Uygarlığın izlediği yol
"az kişinin bulduğu; hayata giden" dar yol değildir. Gerçi bu yolu bulanlar bir
uygarlığı harekete geçiren ve onu ileri götüren yaratıcı. kişilerdir. Ama onlar
da üzerlerinden bütün safraları atıp alın yazıları olan yarışa tek başlarına
giremezler. Çünkü onlar, "toplumsal hayvan"dırlar. Ve dolayısıyla insan
kardeşlerini yanlarına almaksızın tek başlarına yürüyüp gidemezler; ve insan
soyunun her toplumda ezici çoğunluğu meydana getiren yaratıcı olmayan neferleri
göz açıp kapayıncaya kadar kitle halinde değiştirilemez." (Tarih Bilinci, c.1,
s. 156-7.) Bu satırlarda ilginç bir toplumsal tesbit görülmektedir. "İnsan
soyunun ezici çoğunluğunun yaratıcı-olmayan" bireylerden oluştuğu tesbiti. Aynı
olguya Bediüzzaman’da değinmekte ve toplumun yüzde sekseninin "ehl-i taklid"
olduğunu ileri sürmektedir.

"Yaratıcı" bireylerin yüksek enerjileri ile sarsılan ve
dengesini kaybeden toplumsal düzen zamanla sözkonusu birey veya bireylerin arzu
ve özlemleri istikametinde yeni bir "yörünge"ye oturur. Bu yolla "yaratıcı
birey"in görüşü, veya geliştirdiği paradigma toplumun pratiği haline gelerek
denge yeniden kurulur; yani mikrokozmozdaki "yaratıcı değişim", makrokozmozdaki
adaptasyon değişimiyle karşılığını bulur. Toynbee’nin ifadesiyle: "hareket
dinamik bir şekilde sürekli değişimler dizisinden geçerek ilerler,
bütünleşmeden farklılaşmaya ve sonra, gene hikayenin sonu demek olmayan yeni
bütünleşme ve farklılaşmalara yol açarak, büyüme gerçek bir büyüme olur" (Tarih
Bilinci, c. I, s. 178.)

"Yaratıcı Azınlık"ta Çözülme

"Yaratıcı Azınlık" çevresinden yönelen tehdit ve meydan
okumalara karşı anlamlı cevaplar vererek meydan okumayı savuşturabilirse
uygarlığın büyümesi devam edebilir. Aksi durumda uygarlığın büyümesi
"durdurulur." Ancak meydan okumalar sadece dışsal değildir. Bireyler dışsal
meydan okumalara kargı başarılı cevaplar verebilirlerken içsel meydan okumalara
cevap veremeyebilirler. "İnsanoğlunun dışsal çevresini denetlemesini ve
fethetmesini sağlayan teknik ustalık, ruhuna içerden musallat olan meydan
okumaları cevaplandırmayı başaramazsa onu yok olmaya da mahkum edebilir…
Gerçek büyüme makrokozmoz alandan mikrokozmoz alana doğru sürekli bir vurgu
değişikliği, enerji aktarımı ve eylem alanı değişikliği gerektirir. Bu yeni
areneda meydan okumalara karşı zafer kazanan tepkiler dışsal bir engeli yenme
biçiminde değil, kendini dalıa iyi dile getirme biçiminde ortaya çıkar." (Tarih
Bilinci, c. I, s. 150.)

Toynbee’ye göre "Yaratıcı. bir insanın bir başarıdan sonra içine
düşeceği edilgin sapma, cennete vardığını hayal ederek küreklere yaslanıp
dinlenmek ve bir zamanla·kendini sıkıntıya soktuğu için şimdi "ebediyyen mutlu
yaşamak" hakkını elde ettiğini sanmaktır." İşte bu tavır devam etmekte olan
meydan okumalara cevap verememe tavrıdır. Hem büyümenin durması, hem de
toplumda "yaratıcı eylemler"in son bulmasıdır. "Dünkü galip budalalığın bu
derecesine varmışsa zaman yerinde durmadığına göre son seferinde çok i.yi işine
yarayan hareketleri mekanik bir biçimde tekrarlayarak karşısına yeniden çıkacak
meydan okumaları da böylelikle savuşturabileceğini sanır. Bu edilgenliğe düşen
yaratıcı bireyin durdurulmuş toplumla aynı anlama geldiği açıktır. Çünkü bu
toplum da çevresiyle o kadar eksiksiz bir eş denge içindedir ki, çevrenin
efendisi olacak yerde kölesi olur. Çevre değişmeden böyle durduğu sürece,
durdurulmuş toplum da aynı durumu sürdürebilir, ama çevre değişmeye başlar
başlamaz felaket çanları çalar. Kendi eserlerinin büyüsünden kurtulamayan
yaratıcı bir birey, ya da azınlığın yazgısı da tıpkı böyledir." (Tarih Bilinci,
s. 184.)

Bediüzzaman’ın "Müceddid"leri

Bediüzzaman da düşünce sisteminde gerek İbn-i Haldun gibi
Doğulu, gerekse Hegel, Weber ve Toynbee gibi Batılı düşünürlerin düşünce
setlerinde önemli bir yeri teşkil eden "öncü azınlık" kurumuna yer vermiş;
toplumsal değişme hatta yani medeniyete ulaşma sürecini hu kurumla izah
etmiştir. Doğal olarak düşünürün düşünce sistemindeki "öncü azınlık" kurumunun
ortaya çıkışı, kaynağı, işleyiş tarzı, amacı, çözülme süreci diğer
düşünürlerinkine göre farklı dinamiklere bağlıdır. Burada Bediüzzaman’ın tezini
"Tecdid" çerçevesinde kısaca inceleyelim.

Konuya başlarken bir noktayı belirtmek yararlı olacaktır:
Bedüizzaman yukarda sıraladığımız kurumları veya süreçleri anlatırken olaya
meselâ Toynbee tarzında bir yöntemle yaklaşmaz. Belki uslûbu veya metodolojisi
daha fazla İbn-i Haldun ve Hegel’e yakındır. Sosyoloji, psikoloji, politika,
ahlâk, kültür, din, estetik, tarih gibi çok sayıda olaydan söz ederken bu gibi
konulara satır aralarında değinir. Beklendiği gibi bu konulara aşırı vurgu da
yapmaz. Çünkü bu tip konular Bediüzzaman gibi insanlar için. "tali", belki de
"fantazi" konulardır. Bunlar amaç sıralamasında çok gerilere düşer. Daha sonra
göreceğimiz gibi Bediüzzaman konumundaki şahsiyetler son derece akılcı ve
rasyonel tarzda belli hedef ve amaç belirler ve bu "hayati" amacı
gerçekleştirebilmek için bütün benliğiyle yüklenirler. Bununla birlikte bu tip
"komple" şahsiyetlerin bir ömür boyu geliştirdikleri düşünce sistemi ve
"Külliyat"ları içinde son derece ilginç bilimsel yaklaşımları bulmak da
mümkündür.

Burada Bediüzzaman’la ilgili başka bir noktayı vurgulamak
gerekir: Bediüzzaman’ın özellikle tarih felsefesi, siyaset felsefesi, bilim
felsefesi, hatta din felsefesi ile ilgili yaklaşımlarını hakettiği boyutta
kavrayabilmek için başta İbn-i Haldun olmak üzere Hegel’in, Weber’in, Marx’ın
Smith’in genel felsefi doktrinlerini bilmek gerekir. Bediüzzaman, doğrudan bu
düşünürlerin düşünce sistemlerini hedef alan, onları eleştiren, çürüten ve
tasdik eden düşünceler geliştirir. Bediüzzaman adeta hiç ara vermeden elindeki
silahıyla Batı’da bir yerlere kurşun yağdırırken, genellikle o hedeflerin neler
olduğu "şakirtler" tarafından pek bilinmez. İlginçtir, merak da edilmez. Kabul
etmeli ki, o yerlerin bilinmesi oldukça yüksek düzeyli zihinsel performans
isteyen son derece meşakkatli bir faaliyettir.

Öte yandan bunca zaman geçmesine rağmen Bediüzzaman’ın ne
"bilgi"li aydın kesimimiz, ne de "hikmet"li "ilim" kesimimiz tarafından
anlaşılamaması, aydınımızın Batı’yı bilmemesi ve Bediüzzaman gibi onlarca son
derece "marjinal" birine kafa yormanın lüks sayılması; "hikmet"li kesimimizin
ise bu tip konularla ilgilenmeye henüz yeni bağlamasına bağlanabilir. Özellikle
"hikmet"li kesimimizin. Hegel ve Weber gibi Batı’lı dehalarla ilgilenmeye
başlaması zorunlu olarak Bediüzzaman’ı da gündemlerine almalarını sağlayacaktır.

Bu konuda başka önemli bir nokta Bediüzzaman’ın yorumcularının
henüz ortaya çıkmamış olmasıdır. Kanaatımca Bediüzzaman ancak dev yorumcuların
ortaya çıkmasından sonra anlaşılacaktır. Tarihin bir cilvesi olarak Bediüzzaman
benzeri şahsiyetler kendilerinden çok sonra gelen yorumcuları tarafından
günyüzüne çıkartılmışlardır. Karl Marx, Hegel’i yeniden yorumlamasa idi
Hegel tarihe karışacaktı. Aynı şekilde Marx’ı yorumlayan Engels, Rosa Lüxemburg,
Maksime Rodinson gibi dev düşünürler olmasa idi Marx da anlaşılmazlar
kervanına katılacaktı. Öyle anlaşılıyor ki, önümüzdeki dönemlerde "Küçük
Bediüzzaman"lar, Bediüzzaman’ı (tabii ki Risale-i Nur’ları) uluslararası tüm
düşünce birikimlerini de dikkate alarak yeniden yorumlayıp düşünce dünyamıza
büyük bir zenginlik getireceklerdir. Aşağıda Seçkinci. İslâmı incelenirken
değinileceği gibi gelecek on yıllar hayatın her alanına ilişkin yorum ve
içtihad yapabilecek "nıüçtehid"ler üreten yıllar olacaktır. Bu konuyu
noktalarken şunu da belirteyim ki; Bediüzzaman’ın "aşılması" değil,
"anlaşılması" safhasına yeni giriyoruz. Bediüzzaman benzeri şahsiyetler kolay
anlaşılan ve kolay aşılan şahsiyetler değildir. Hayretle görüyoruz ki, bugün
düşünce dünyasına Hegel hâkimdir. Maddeci varyantını Marx ve Marxist düşünürler;
idealist ve maneviyatçı varyantını da Weber ve Weberci düşünürler
sürdürmektedirler. Henüz Hegel aşılamamıştır. Yirmibirinci yüzyıla girerken dahi
Fukuyama gibi bir düşünür "Tarihin Sonu" ile ilgili dügüncesini Hegelyen tarih
tezine dayandırmak zorunda kalmaktadır. Bediüzzaman’ın da anlaşılmadan "aşılan"
bir deha olmayacağı inancındayım. Çünkü ne tarih ne de "kader"in böyle bir
"lüks"e izin verecek kadar savurgan olmadıklarına inanıyorum.

Bediüzzaman’da "Tasallut"un Verimliliği

Bediüzzaman İslâm toplumlarının tarihi yeniden dirilişlerinin
belirleyici dinamiği olan "tecdid" sürecini, "tasallut" olgusuyla açıklar. Bir
kerre düşünüre göre İslâm toplumlarının tarihi bir düzlem üzerinde gelişen geri
dönüşsüz lineer bir süreç değil; aksine bir "girdap"ı andıran inişli
çıkışlı bir
""salınım" şeklindedir. İslâm toplumları tarihi, genel eğilim olarak
bizim
"fazilet safhası" dediğimiz safhadan "çöküntü" safhasına; çöküntü safhasından da
fazilet safhasına iner çıkar. Çöküntü safhasında ümmetin sosyal-siyasal çevresi
ileri derecede bir tasallut içerisinde bulunur. Burada "tasallut" ve toplumsal
hayattaki rolünü Bediüzzaman’ın düşüncelerine dayanarak kısaca özetleyelim:

İleri derecede aksiyon ve atılıma sahip bir öncü azınlığın
ortaya çıkabilmesi için "Mikro Çevre"nin "fazilet" enjekte edici nitelikte
olmasına karşılık; "Makro Çevre"nin "tasallut" halinde bulunması gerekir. Burada
"tasallut" öncü azınlığı sıkboğaz eden her türlü karar, eylem ve kurumu ifade
eder. Yani öyle bir Makro Gevre bulunur ki, bu çevrede dizayn edilen ve
dayatılan hayat tepeden tırnağa yoz ve leş bir hayattır. İktisadi hayatta;
israf, talan, sömürü ve gasp; sosyal hayatta; güçsüzleri köleleştirme, ırksal
üstünlük taslayıp, diğer ırkları asimile etme veya bu mümkün değilse yok etme,
kadınları "metalaştırıp" pazarlama; güçsüz kitleleri baskı ve zulüm altına alma;
kültürel ve ahlaki hayatta, sömürü talan ve şehvet gibi herşeyi mübah sayıp tüm
toplumsal ve ahlakî mekanizmaları belli kesimlerin arzuları istikametinde dizayn
etme şeklinde ortaya çıkar. Bu yaklaşıma göre başta "müceddid" ve onun
çevresinde yer alan "Şalcirtler"deki (Bundan böyle müceddid ve kadrosuna "öncü
azınlık diyeceğim) potansiyel enerjinin ortaya Fıkma nisbeti Makro Çevre’nin
yozlaşma düzeyindeki şiddete bağlıdır. Makro Çevre’deki yozlaşma ne ölçüde
derin ve yaygınsa "öncü azınlık"taki tepki ve aksiyon da o oranda şiddetli ve
kapsamlı olur. Doğal olarak öncü azınlığın geliştirdiği hayat tarzı da makro
Fevrenin veya "bozguncular" diyebileceğimiz kesimin yaşamakta olduğu hayat
tarzından tepeden tırnağa farklı olacaktır. Öncü azınlık sadece farklı bir
hayat tarzı tercih etmekle kalmayacak, aynı zamanda yepyeni bir dünya kurmak
için "özlem"le yüklü olacaktır.

"Tecdid" Hareketinin Birinci Aşaması: İman Kurtarma

Bediüzzaman’a göre ümmetin çöküntüye yuvarlandığı ve
sosyo-kültürel çevrenin ümmete aşırı dayatmalarda bulunduğu dönemlerde ümmetin
içinden belli bir azınlık "tecdit" çevresinde buluşarak çevreden yönelen meydan
okumalara karşı anlamlı cevaplar verirler. Aslında bu süreç "mikro çevre"nin
"makro çevre" ile çatışma sürecidir. Bütün mekanizmalar ve kurumlar "makro
çevre"nin elinde olsa da yüksek bir dinamizm ve enerji gücüne sahip
bulunduklarından sonunda galip gelecek "mikro çevre" olacaktır. "Tecdit çevresi"
de diyebileceğimiz "mikro çevre"nin nihai hedefi ise "İ’la-ı Kelimetullah"tır.
Bugünkü jargonla yepyeni bir uygarlık düzeyini ifade eden İ’la-ı Kelimetullah
safhası birbiri arkası gelen "tecdid" hareketleri ile elde edilir. Başka bir
çalışmada İ’la-ı Kelimetullah safhasını incelediğimizden burada fazla üzerinde
durmayacağız. Burada ilk olarak İ’la-ı Kelimetullah safhasına giden süreçlerden
"tecdid" safhalarını, arkasından da bu süreçleri esas belirleyici dinamikleri
olan "öncü azınlık" olgusunun bu süreçlere denk gelen aşamalarını izleyeceğiz.
Burada hemen vurgulayalım ki, üzerinde çalıştığımız alan son derece "izafi" bir
alandır. Tartışmaya, eleştirmeye ve redde açık bir alandır. Tartışmasız kabul
edilmesi gereken "Mutlak" alan değildir.

Bediüzzaman’a göre ümmet "çöküntü" safhasından "fazilet" veya
aynı anlama gelen i’la-ı Kelimetullah safhasına giderken tamamen kâinatta cari
olan sosyal. ve siyasal kanunlara uygun hareket eder. Yoksa bir mucize eli ile
"çöküntü"den zirveye bir hamlede fırlatılmaz. Ümmeti çöküntüden kurtarmakla
görevli "müceddid"in ilgi odağı ise çöküntünün niteliğine göre değişir. Ancak
genel olarak şöyle bir sıralama ve kademelenme olur: birinci safhada ümmet
"resmi zorunlu bozgunculuk dönemi" diyebileceğimiz safhada doğrudan tüm inanç ve
itikat payandalarını kaybedeceğinden yoğun bir "iman buhranı"na tutulmuş olur.
Bu safhada gelen ve son derece "kudsi" görevle görevli bulunan müceddid ilgi
odağına "imanı kurtarma" misyonunu yerleştirir. Aksi durumda "kudsi şahsın" abes
veya fantaziyle iştigali söz konusu olurdu. Konuyu çağımız ekseninde
Bediüzzaman’dan özetleyelim: "… alem-i insaniyyette ve islâmiyette üç muazzam
mesele" vardır; bunlar: İman, Şeriat ve Hayat"tır. Bunların içinden "… en
muazzamı, iman olduğundan, bu hakaik-ı imaniyye ve Kuraniyye başka cereyanlara,
başka kuvvetlere tabi ve alet edilmemek… en kudsî ve en büyük vazife olan
imanı kurtarmak hizmetini tam yerine getirmek için Risale-i Nur’un has ve sadık
talebeleri gayet şiddeti nefretle siyasetten kaçıyorlar." (Kastamonu Lahikası).
Bediüzzaman çöküntü döneminden fazilet dönemine giden süreci, "İman, Şeriat,
Hayat" safhaları olarak değerlendiriyor. Bunların ilk ve en önemli safhanın ise,
iman salhası olduğunu vurguluyor. Ona göre;

"Hakaik-i imaniyye herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksat
olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak…" gerekmektedir.
Çünkü "… imansız cennete gidilmez, fakat tasavvufsuz cennete giden yoktur.
Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir,
hakaik-ı imaniyye gıdadır." (Mektubat). O zaman, imanın za’fa uğradığı bir
ortamda müceddid ve "şakirtler"inin en önemli ve öncelikli görevi imanı
kurtarma olmalıdır. Bediüzzaman devam eder: "… ben tahmin ediyorum ki; eğer
şeyh Abdülkadir-i Geylani (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbani
(r.a,) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-ı
imaniyyenin ve akaid-i İslâmiyyenin takviyesine sarfedeceklerdi." (Mektubat,
Risâlelerde gennellikle basını tarihi tutmadığından kaynaklarda sayfa numarası
verilmeyecektir.) Üstad’a göre gerçi ümmet daha önceki asırlarda da "çöküntü"
dönemi yaşamıştı. Ancak o dönemlerdeki çöküntünün niteliği farklıydı. O
dönemlerde çöküntünün kaynağı "cehalet" idi ve "cehalet"ten kaynaklanan "çöküntü
felsefesi" doğrudan iman esaslarına yönelmemişti. Fakat şimdi "dalalet", "fen ve
felsefeden" gelmekte ve doğrudan "inkar-ı uluhiyyet"e yönelmektedir.
Dolayısıyla "fen ve felsefeden" kaynaklanan saldırılara karşı mücadele de o
nisbette zordur. Öte yandan bu asırdaki sosyal ve kültürel cereyan ve felsefeler
insanlığın manevi ve kültürel dünyasını geniş ölçüde tahrip etmiştir. Başta
iman ve imana dayalı değerler sistemi maddeci felsefenin ağır bombardımanına
maruz kalmıştır. Bu cereyanlardan Müslümanlar da payını almış ve geniş ölçüde
değerler sistemini kaybetmiştir. Bediüzzaman’a göre çağımızda özellikle Batı’dan
gelen maddeci ve materyalist felsefenin tüm insanlığı ve bu arada kendi
insanımızı derinden etkilemesi ve doğrudan imana saldırmasıyla bütün insanlık
yoğun bir bunalım içine girmiştir. Bu zamanda en önemli görev insanlığı bu
mânevî bunalımdan kurtarmaktır. Aynı şekilde burjuvazi değer yargılarının hakim
güçler tarafından reklâm, propaganda ve doğrudan dayatma yoluyla maddi hayatın
aşırı ölçüde vurgulanması ve bütün duyguların "hazcı" ve "egosantrist"
duyguların esiri yapılması insanlığı geçmiş çağlarda görülmeyen derin bir
kültürel parçalanma ve çöküntüye sürüklemiştir. Bu olguyu "namuslu" Batı’lı
bilim adamları da kabul etmekte, hatta bu duruma isyan etmekteler. Batı’nın en
önde gelen siyasi düşünürlerinden Isaiah Berlin NPQ dergisine verdiği bir
mülakatta: "Seksen iki yaşındayım ve neredeyse bütün bir yüzyılı yaşadım. Bunun
Avrupa’nın geçirdiği en kötü yüzyıl olduğunda en ufak bir kuşkum yok."

"Uygarlığımıza bundan daha zararlı bir dönem olmamıştır. Hayatım
boyunca, tarihin bütün dönemlerinde, hatta Hunlar zamanında bile yaşananlardan
daha korkunç şeylere tanık oldum" diyerek çağa lanet yağdırır. Aynı olayı
toplumlar bazında Bediüzzaman da vurgular:

"Kafile-i beşer bir yolculuktur. Şu zamanda Kur’ân’ın nuruyla
gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves (pis) ve ufunetli bir çamur
içinde kafile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı, selâmetli bir yolda gider,
bir kısmı, mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı
vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri; o ufunetli pis, Famurlu bataklık içinde
karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi sarhoşluk sebebiyle o pis çamuru misk-ü amber
zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor, düşerek kalkarak gider…" ve sonunda
boğulur" Yüzde sekseni ise; bataklığı anlar, ufunetli ve pis olduğunu hisseder:
fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar… (Mektubat).

Bediüzzaman, tasvir edilen çöküntüden ümmetin hatta genel olarak
insanlığın kurtarılabilmesi için iki yol ve metodun bulunduğunu; bunlardan
birinin "topuz"la kafalarına vura vura yüzde yirmilik sarhoşları ayıltmak;
ikincisi ise "bir nur göstererek" yolunu şaşırmış yüzde sekseni "doğru yola"
götürmektir.

"Ben bakıyorum ki, yirmiye karşı seksen adam elinde topuz
tutuyor. Halbuki o biçâre ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur
gösterilmiyor. Gösterilse de; bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için
emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam "acaba beni nurla celb edip topuzla dövmek mi
istiyor?" diye telaş eder. Hem de bazan arızalarla topuz kırıldığı vakit nur
dahi uçar veya söner." (Mektubat). Bediüzzaman "iki eli olduğunu, yüz eli de
olsa "hepsiyle nur tutacağını" topuz tutmayacağını, çünkü bu zamanda topuza
değil, nura ihtiyacın olduğunu ısrarla vurgular.

Bediüzzaman asrın birey bazında kültürel çöküntüsünü tahlil
etmeye devam eder:

"… bu asrın bir hassası şudur ki; nasıl bir uzv-u insani
hastalansa, yaralansa sair aza vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar;
öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı, zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı
insaniyyede derc edilen bir cihaz-ı insaniyye çok esbab ile yaralanmış, sair
letaifi kendisiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini
onlara unutturmaya çalışıyor." (Kastamonu Lahikası.)

"Hem nasıl ki, sefihane ve sarhoşane şaşaalı bir eğlence bulunsa
çocuklar ve serseriler gibi büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture
hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakiki vazifelerini tatil ederek, iştirak
ediyorlar; öyle de bu asırda hayat-ı insaniye hususen hayat-ı içtimaiyesi öyle
dehşetli, fakat cazibeli, elim, fakat meraklı bir vaziyet almış ki; insanın
ulvi latifelerini, kalp ve aklını, nefs-i emmaresinin arkasına" takıp "pervane
gibi o fitne ateşlerinin" içine atıyor. (Kastamonu Lahikası.)

Bediüzzaman’a göre böyle kültürel bir ortamda kitlelerin
(Müslümanlar bazında) "sahih" İslâmla buluşabilmelerini sağlayabilmek için maddi
ve manevî hiçbir şeyi âlet ve basamak yapmadan doğrudan doğruya Kur’ân
hakikatlarını tebliğ etmek gerekir. "Kur’ânımız yeryüzünde cemaatsız kalırsa
cenneti de istemem" sözü bu anlamda söylenmiş olmalıdır. Gerçekten de
Bediüzzaman yazdığı eserler ve koca bir ömrümü son derece aktif olarak iman ve
Kur’ân hakikatlerinin tebliğine tahsis etmiştir. Toynbee’nin deyişiyle vurguyu
"makrokozmoz"dan "mikrokozmoz"a kaydırmıştır. Seçilen stratejinin de ne
kadar
anlamlı. ve önemli olduğunu vurgular:

"Risale-i Nur yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir
etmiyor; belki külli bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde
taşları bulunan bir muhit kalayı tamir ediyor; ve yalnız hususî bir kalbi ve has
bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen,
müfsit aletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumi ve efkâr-ı ammeyi; ve
umumun, bahusus avam-ı mümininin istinadgahları olan İslâmî esaslar, cereyanlar
ve şeairlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumiyi … Kur’ânı’ın
ve imanın ilaçları ile tedavi etmeye çalışıyor. Elbette böyle lrüllî ve dehşetli
rahnelere ve yaralara hakkalyakîn derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler,
cihazlar ve bin tiryak hasiyetinde mücerrep ilaçlar, lıadsiz edviyeler bulunmak
gerektir ki…" (Kastamonu Lahikası) sosyal hastalık tedavi edilebilsin.

Gerçekten de "Risale-i Nur" eksenindeki "tecdid" hareketinin
"öncü azınlık"ı kelimenin tam anlamıyla bütün himmet, gayret ve enerjisini,
"Kur’ân hazinesinde imal edilen ilaçlar"la hem "hususî kalplerin" ve "has
vicdanlar"ın, hem de "umumi kalplerin" ve "umumi vicdanların" tedavisine
sarfetmiştir.

Boydan boya geçen 70 yıl "has kalplerin" ıslahı için onbinlerin
seferber olduğu alabildiğine şanlı ve "kudsi" bir dönem olmuştur. Bu dönemde
"Şakirtler" başdöndürücü faaliyet ve gayretlerle bir taraftan "imanı
kurtarmışlar", bir taraftan da bir çok önemli "Şeairi" ihya etmişlerdir. İman
kurtarına süreci eski hızında olmasa da devam etmektedir ve edecektir. Çünkü
"tahkiki iman"a her zaman ve mekanda ihtiyaç vardır.

"Tecdid" Hareketinin İkinci Aşaması; Şeriat Safhası

Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi "mesele" iman kurtarma ile
bitmemekte bunu daha ileri safhalar izlemektedir. İman safhasından sonra gelen
safha "Şeriat" safhasıdır. Şeriatı; İ’la-ı Kelimetullah safhasına giderken
gerekli toplumsal kurumların inşaası süreci olarak tanımlayabiliriz. Başka
bir anlamda Şeriat; toplumsal hayatın tepeden tırnağa Allah’ın (c.c.)
istekleri istikametinde dizayn edilmesidir. Bu bakımdan bu safha bir önceki
döneme göre daha değişik bir faaliyeti gerektirir.

Bediüzzaman’ın öngörülerinden de anlaşılacağı gibi bu safhada
genel toplumsal organizasyon. alanında ciddi bir "paradigma devrimi"
gerçekleşecektir. Böyle bir devrim için de bir "müceddid"e ihtiyaç vardır. Bir
önceki salhada gelen müceddid nasıl "iman kurtarma" alanında büyük bir paradigma
devrimi gerçekleştirdi ise bu safhada da toplumsal hayatı yeniden inşa alanında
yeni bir paradigma devrimi gerçekleşebilir.

"… evet bu zaman(da); hem iman ve din için; hem hayat-ı
içtimai ve Şeriat için, hem hukuk-u amme ve siyaset-i İslâmiyye için gayet
ehemmiyetli birer Müceddid ister." Bunların "en ehemmiyetlisi (ise) hakaik-ı
imaniyyeyi muhafaza" konumundaki "tecdid" vazifesidir. "Şeriat ve hayat-ı
içtinaiyye ve siyasiyye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü ve dördüncü
dairede kalır… fakat efkâr-ı ammede hayatperest insanların nazarında zahiren
geniş ve hakimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiyye-i İslâmiyye ve
siyaset-i diniyye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için o adese ile
(ve) o nokta-i nazardan bakıyorlar…" (Kastamonu Lahikası.)

"Hem bu üç vazife(nin) birden bir şahısta yahut cemaatte bu
zamanda bulunması ve mükemmel (olarak)" fonksiyonunu yerine getirmesi sosyal
kanunlara uygun değildir. (Kastamonu Lahikası).

Kâinatta cari olan sosyal kanunlara uygun olarak bu üç vazife
belli bir sıraya konularak ifa edilecektir. Hakaik-ı imaniyye vazifesi tam
olarak yerine getirildikten sonra sıra Şeriat ve siyaset-i İslâmiyye
vazifelerininin ifa edilmesine gelecektir. Şeriat ve siyaset-i İslâmiyye
alanındaki "tecdid" faaliyeti yine Sünnetullah’a uygun olarak bir önceki
"tecdid" faaliyeti ile organik ve düşünce bağı içinde olacaktır. Şeriat
faaliyetlerini yürütecek ve gerekli müesseseleri inşa edecek kadro yine iman
hizmetini ifa eden kadro olacaktır. Aynı şekilde toplumsal hayatın üzerine
dayandığı genel ilkeler de bu kadronun elinde hazır olarak mevcuttur. İlginçtir
ki, Bediüzzaman, hayatının bir bölümünde "tecdid" sürecinin ikinci aşamasını
yaşamış, sanki o sürecin plan ve programını erken bir zamanda hazırlamıştır. Ona
göre toplumsal organizasyonun temel ilkeleri "… hayatı, Hak’tır, kalbi
Marifet’tir, lisanı Muhabbet’tir ve aklı Kânun’dur…" (Münazarat)

Şeriat safhasında gerek fert ve toplum, gerekse ulus ve
uluslararası organizasyonlar için yüksek mekanizmalar ve sistemler
gerekeceğinden "öncü azınlık" benim Esnaf İslâmı dediğim kesimden Seçkinci
İslâmı’na doğru kayma eğilimi gösterecektir. Burada "öncü azınlık"ın Esnaf
İslamı’ndan Seçkinci İslamı’na kayması ve bunun Şeriat safhası bakımından
sonuçlarını kısaca inceleyelim: ülkemiz ekseninde Esnaf İslâmı’nı başka bir
çalışmada kısaca çözümlemeye çalıştık. Fakat burada çok kısaca hatırlatırsak;
Esnaf İslâmı gerek maddi, gerekse bedeni açıdan "iman kurtarma" faaliyetlerine
aktif olarak katılan ve çoğunluğunu orta sınıf esnafı ve tüccarının, küçük
bürokrasi memurlarının, ilk, orta ve kısmen de yüksek okul hocalarının
oluşturduğu bir kesimi temsil eder. Faliyetlerinin en önemli sonuçlarından biri
toplumu imansızlık hastalığından kurtarmaksa diğeri de Seçkinci İslâmı’nın
yetişmesine zemin hazırlamaktır. Ancak Esnaf İslâmı gerek kapasite gerekse
uzmanlık açısından Şeriat safhasında ihtiyaç duyulan yüksek zihinsel
performansa sahip olmadığından bu safhada toplumsal hayattaki rolü nisbi olarak
geriler. Bu gelişmeye bağlı olarak hayatta bir "feyiz" ve "coşku" kaybı
sözkonusu olur. Bir önceki dönemdeki "coşkulu ritüeller" bu safhada yerini soğuk
uzmanlık toplantılarına terk eder. Zorunlu olarak bu safhanın aktörleri ve
mimarları şahsında son derece başarılı "müçtehid" derecesinde bilgi ve niteliğe
sahip olan bilim ve düşünce adamlarıdır.

Toplumsal hayat iman safhasından şeriat safhasına çevrilirken
zorunlu olarak beraberinde zihin ve düşünce açısından yüksek performansa sahip
kadroları da getirir. Aslında genel toplumsal satha ile Seçkinci kadro arâsında
tek taraflı bir belirleme değil, tersine karşılıklı etkileşim vardır. Seçkinci
İslâmı arttıkça şeriat yaygınlaşır ve derinleşir; Şeriat derinleşip
yapısallaştıkça Seçkinci İslâmı artar ve etkinleşir.

Yukarıda Seçkinci İslâmı’nın Esnaf İslâmı fideliğinde
yetiştiğini ifâde etmiştik. Gerçekten de Esnaf İslâmı’nın bütün himmeti böyle
bir kadronun yetiştirilmesine yöneliktir. Dolayısıyla Şeriat safhasının
mimarları da Esnaf İslâmı’nın "cemaatı"ndan çıkacaktır. Çünkü Seçkinci
İslamı’nın gerek mesleki formasyon açısından birikimleri, gerekse takva,
samimiyet, sebat, şefkat, hüda ve rıza açısından iç donanımları son derece
önemli ve belirleyicidir. Bu kadro "hüda-i nabit" gibi gelişigüzel yetişemez.
Son derece iyi tahkim edilmiş bir "background"a sahip olmaları gerekir.

Burada genel İslâm tarihinin yöneliş ve eğilimlerinden de
yararlanarak Seçkinci İslâmı’nın ağırlıklı vasıflarının nelerden ibaret
olacağını öngörebiliriz:

Seçkinci İslâmı’nın en belirgin vasfı fikir ve düşüncede
alabildiğine hür olmalarıdır. Üzerinde çalıştığı alanın son derece "nisbî" ve
"izafi" bir alan olduğu bilinciyle "mutlak" alanların dışındaki her konuyu
derinliğine tartışır, değerlendirir ve eleştirir. "Rezervasyonları" son derece
sınırlı olduğundan zihin dünyalarında hiç bir "tabu"ları yoktur. Aynı şekilde
onlara düşünce ve düşünceyi ifâde etme konusunda sınır oluşturacak "normatif"
ilişkilerden de oldukça arınmışlardır. Hür düşünmelerini engelleyecek hiçbir
sınırlayıcıya değer vermezler ve takmazlar. Bu kesimin böyle bir konuma
ulaşmaları belki zaman alacak, Esnaf İslamı’nın belli bir süre "mesleğimizin
esasına ihanet ediyorsunuz" suçlamasına maruz kalacaklar, ancak bu safhanın
zorunlu olduğu şartı olduğundan "hür düşünce" konusunda. Seçkinci
İslâmı’nı
hiçbir güç sınırlandıramayacaktır. Seçkinci İslâmı’nın özgür düşünceli niteliğin
sonucu ise oldukça "devrimci" olabilir. Her türlü "sahih; İslâm"a uymayan
gelenek, yaklaşım tarzı ve davranış biçimi Seçkinci İslâmı’nın yoğun düşünce
bombardımanı karşısında savrulup gidecektir.

Bir diğer özellilrleri, madde, makam ve mansıb bağımlılığı gibi
beşeri zaafları aşmış olmalarıdır. Bu kesimin içinde bulunduğu sosyal pozisyon
onlara yüksek bir statü, iyi bir gelir ve servet düzeyi sağlayacak
niteliktedir. Bu açıdan zihinsel ve eylemsel alanda "rezerv" oluşturabilecek
"statü" ve "maddi" bağımlılıktan arınmış olacaklardır.
İleride de değinileceği
gibi, madde ve makama karşı içlerinde bir "tutku"ları olmayınca geliştirecekleri
düşünce sistem ve mekanizmaları da o ölçüde "beşerî" eğilimlerden oldukça
arınmış olacaktır. Doğal olarak, burada ifade etmek istediğimiz nokta; Seçkinci
kadronun madde ve makama karşı "tapacak" ölçüde bağımlı olmamasıdır, yoksa her
insanın kalbinde madde ve makama karşı sempati hissi mevcuttur. Ancak bu his
onlarda asgari düzeye inmiş ve bağlayıcı olmaktan uzaklaşmıştır.

Başka bir nitelikleri, "içe doğru inşa" dediğimiz iç dünyalarını
"Peygamberi" vasıflarla imar etmiş olmalarıdır. "İçe doğru inşa" sürecinin en
belirgin niteliği Seçkinci İslâmı’nın bütün hedeflerinin "Rıza-i İlahi" olması,
bunun dışında başka bir amaç gütmemeleridir. Bu iç donanıma sahip olabilmeleri de
"geri plânları"nın iman ve Kur’ân hizmeti ile tahkim edilmiş olmasıdır.

Seçkinci İslâmı’nın en baskın niteliklerinden biri de
sahalarında yüksek birer "müçtehid" olmalarıdır. Artık bu safhada toplumsal
hayat, içinden "müçtehid" üretecek kıvama gelmiş demektir. Bir önceki dönem inşa
edilen kurumlarda yetişen "müçtehid"ler hayatın her dalında faaliyet göstermekte
Allah’ın (c.c.) rızasına uygun mekanizmalar geliştirmeye çalışmaktadırlar. Sanki
"öncü azınlık"ın genlerine kodlanmış olan "araştırma-geliştirme" şevk ve
"özlemi" bu safhada iyice canlanır, ülke adetsa tepeden tırnağa bir labaratuvara
döner.

Şimdilerde yüksek bir şevk ve "özlem"le açılan
"college"lerimizin, genleri araştırma geliştirme şevkiyle kodlanmış
öğrencilerinin bu "özlem"lerinin giderek bir tufana dönüşeceğini
bekliyorum.
Doğal olarak şimdilerdeki amaç "bakın biz de yapabiliyoruz" olsa da Seçkinci.
İslâmı’nın bilim ve "marifet" alanında geliştirecekleri yüksek düşünce
setleriyle bunun süratle değişeceğine ve gerçek mecrasına gireceğine inanıyorum.
Bu arada bizlerin bu sürece katkılarımızın neler olabileceğini de irdeleyelim.
Öyle anlaşılıyor ki, Seçkinci İslâmı’nın yüksek müçtehidleri ülkemizin "döküntü"
üniversitelerinden çıkacaktır. Toprağa atılan "nur tohumları"nın ucunda
"çatlayacak gibi" kimyasal değişiklikler sezinleniyor. Ama, ha çatladı, ha
çatlayacak aşamasında değiliz henüz. Bu amaçla süreçleri karıştırarak "çok acul"
davranıp "çatışmacı islâm", "Uyumlu İslâm" kategorisinde "Aşma" sürecini Esnaf
İslâmı’ndan beklemenin doğru olmadığı inancındayım. "Hikmet" sahibi
araştırmacının da katkılarıyla "Aşma" sürecini gerçekleştirecek kadro geleceğin
Seçkinci İslâmı olacaktır.

Bizim katkımız ne olabilire gelince; bana göre ilk yapılması
gereken iş "yıllarca sabah namazından sonra yatmak mekruhtur diye kitap okumak"
zorunda kalan veya yıllarca "teheccüd"ü ihmal etmeyen gençlerin en seçkinlerini
kendi dalları ile ilgili branşlarda doktora yapmaya teşvik etmektir. Özellikle
sosyal bilim alanında Doğu ve Batı’nın birikimini bunların kullanımına
sunabilmek amacıyla; İbn-i Haldun’dan lmam-ı Gazali’ye, İmam-ı Yusuf’tan İbn-i
Teymiye’ye tüm Doğulu düşünürlerin; aynı şekilde Hegel’den Marx’a, Weber’den
Popper’e tüm Batı’lı düşünürlerin eserlerini tercüme ederek veya ettirerek
gençlerin emrine sunmaktır. Belli bir konuda günde ortalama on saat çalışabilen
ve sürekli düşünebilen bir doktora öğrencisi 15-20 yıl içinde hayatın belli
alanlarında yüksek uzmanlık performansıyla içtihad yapabilme kapasitesine
ulaşacaktır.

Geliştirilecek mekanizmalar toplumun ihtiyaçları ve öncü azınlık’ın
özlemleri tarafından belirlenecektir. Şeriat döneminin sosyal, siyasal, hukukî,
askerî, bilimsel ve evrensel sistemlerinin nasıl olacağını şimdiden kestirmenin
imkanı yoktur. Ancak genel ilkelerini bilebiliriz. Bu ilkeler de Kur’ân’dan
alınan ilkelerdir: Bunlar; Adalet, hikmet, iffet, şefkat, marifet, fazilet,
hürriyet… gibi ilkelerdir. Ayrıca bu ilkelerden ne anlamak gerektiği de yine
Seçkinci İslâmı’nın idrak ve kavrayış kapasitesine bağlı olacaktır. Genel olarak
insanlığın ulaştığı bilgi ve kültür birikimi, toplumların zihniyet ve ontolojik
kavrayış şekilleri de doğal olarak geliştirilecek mekanizmaları derinden
etkileyecektir.

Bu dönemde; üretim ve tüketimde "hikmet, iktisat ve kudsiyet";
bölüşümde "adalet" "şefkat" ve "tesanüd"; toplumsal ve ferdî ilişkilerde
"iffet", "muhabbet" ve "uhuvvet"; bilim ve eğitimde "marifet" ilkeleri hakim
prensiptir.

"Hikmet"; bugünkü iktisadi ifadesiyle verimli bir üretim yapısını
ifade eder. En az girdiyle en çok hasılanın elde edilmesini öngörür. Kaynak
israfından şiddetle kaçınma amaçlanır.

Burada şunu söylemek mümkün: Ekonomide
sermaye/hasıla oranı ne ölçüde düşüyorsa, o ekonomi tabiat kanunlarına ve İslâmi
iktisat prensiplerine o ölçüde yaklaşıyor; ne ölçüde yükseliyorsa ekonomi gerek
tabiat kanunlarından, gerekse İslâm iktisat prensibinden o ölçüde uzaklaşıyor
demektir. Dolayısıyla Şeriat döneminde "hikmet" prensibi esas prensip olarak
algılanır ve özenle uygulamaya çalışır.

Bu dönemin bir diğer hakim prensibi
adalettir. Adalet; toplumsal hayatın tüm boyutlarında sözkonusu olan bir
ilkedir. Hatta adalet bu safhanın en belirgin ve baskın niteliğidir. Bu prensip
İslâm toplumlarını diğer toplumlardan ayıran ve farklılaştıran en önemli
vasıftır. Belki de bu dönemin olmazsa olmaz şartlarından biridir. Adalet;
sosyal, siyasal ve iktisadi hayatın tam ve eksiksiz olarak "hakkaniyet" üzerine
dizayn edilmesidir. Genel anlamda sosyo-ekonomik hayatta hiçbir ırkın, dinin ve
en önemlisi sınıfın imtiyaz ve ayrıcalığa sahip olmamasıdır. İnsana "Allah’ın
halifesi" nitelikleri gözönünde bulundurularak yaklaşılmasıdır. Toplumda ne
zengin ve aristokrat kesimin, ne de bürokrat ve yönetici kesimin, hakim
olamaması; bütün yapılanmaların bu yönde gerçekleştirilmesidir.

Adaletin diğer
bir gerçekleşme alanı gelir bölüşümü sürecidir. Adalet prensibi, bölüşüm
aşamasında güçsüz, çaresiz ve zayıf olanların ilk plânda gözetilmesi, dikkate
alınması, onların asgari bir gelir seviyesine çıkarılmasını gerektirir. Tarihte
şahit olduğumuz iki Şeriat ve Fazilet döneminde henüz meta üretimi veya genel
olarak artıdeğer üretimi çok fazla sözkonusu olmadığından gelir bölüşümü
problemi günümüzdeki kadar ciddi bir ağırlık ve öneme sahip olmamıştı. Sözkonusu
iki dönemde de ne sermayenin aşırı yoğunlaşması ve sanayi devrimi, ne "yedek
sanayi ordusu" olarak adlandırılan işsizlik, ne büyük ölçekli çok uluslu şirket
ve tröstler; ne de kısa bir zamanda milyarlarca dolar kazançların ve kayıpların
yaşandığı mali sektörler gelişmişti. Bununla birlikte sözü edilen dönemlerde
olabilir en iyi gelir veya servet bölüşümü gerçekleştirilmiş; Batı’da şahit olunduğu anlamda ne feodalizm ne de onu izleyen kapitalizm
süreçleri yaşanmıştır.

Ancak gelir dağılımı bundan sonra önem kazanma
eğilimindedir. Gelecek şeriat dönemlerde Seçkinci İslâmı en optimum dağıtım ve
bölüşüm mekanizmalarını geliştirecek insanlığa "adalet" "şefkat" ve
"hakkaniyet"e dayalı bir toplumsal sistemini yeniden gösterecektir.

Bir diğer
prensip "kudsiyet" prensibidir. Bu prensip İslâmın ekolojik niteliğini vurgular.
Hatta, kudsiyet prensibi ekoloji kavramından daha geniş bir boyuta sahiptir.
Üretim ve tüketim aşamalarında genel olarak ekolojik çevreyi ve eko-sistemi
tahrip etmeyecek bir ekonomik sisteme sahip olmaktır. Kâinata sömürülecek bir
obje olarak değil de, "müşfik bir anne" veya Allah’ın bir harika sanat eseri
olarak bakmak, ilişkileri bu bakış açısıyla belirlemek kudsiyet prensibinin
temel niteliğidir.

Diğer bir prensip "Marifet" prensibidir. Marifet; bilim ve
teknolojide ve genel olarak eğitim-öğretimde Yaratıcıyı daha yakından tanıma ve
Onun rızasını kazanacak yol ve yöntemleri belirlemeye çalışma faaliyeti olarak
tanımlanabilir. Bilim ve teknolojinin amaç veya amaçları Allah’ın rızası
dairesinde nasıl yaşanabiliri araştırmaktır. Şeriat salhasının toplumu bilgi ve
marifet toplumudur. Bu safhada herşey bilgiye dayanır. Bütün düşünce ve
eğilimler gücünü bilgiden alır.

Toplum tepeden tırnağa bilgi ve bilim kurumları
etrafında dizayn edilmiştir. Sözkonusu toplumda ekonomik, sosyal, siyasal,
kültürel, dini ve ahlâki hayat, hevayla, temayüllerle, gelenek ve göreneklerle
belli ideolojik saplantılarla, tabularla değil, aksine sahasında uzmanlaşmış
kadrolar, belli bir hiyerarşiye göre kademelenmiş çok sayıda bilim adamı ve
müçtehidler tarafından yoğun çalışmalar sonucu ortaya konan bilimsel ilkeler
doğrultusunda düzenlenir.

Aynı zamanda bu dönem yoğun bir "tefekkür" ve düşünme
dönemidir. Hayat son derece dinamik, üretilen düşünce ve bilimler taze olduğu
için toplumda bu düşüncelere karşı büyük bir rağbet ve temayül vardır. Hiç bir
düşünce eskiyecek kadar zaman aşımına uğramamıştır. Hatta arka arkaya bir yeni
düşünce ve bilgi sağnağı sözkonusudur. Bu yeni yaklaşımlarla toplum hayretten
hayrete sürüklenmekte, kendine, sistemine olan güveni artmaktadır. Dolayısıyla,
her yeni yorum, her yeni buluşfertlerin marifet kapasitelerinin daha da
gelişmesine, kâinatla ve İlâhi tecellilerle daha da bütünleşmesine neden
olmaktadır. Toplumun genel olarak gündemi marifet unsurları tarafından
belirlendiğinden adeta toplumsal hayatın tüm organları bir üniversite kürsüsü
gibi fertlere marifet ve irfanenjekte etmektedirler. Bilgisizliği, yüzeyselliği,
taklidi, sahteliği, çağrıştıran her fikir ve düşünce toplum vicdanı tarafından
dışlanmakta hatta alay konusu olmakta; hele şarlatanlara hiçbir yer bulunmamak
tadır.

SONUÇ

İslâm toplumlarının tarihi diriliş sürecinin en önemli
dinamiklerinden biri "tecdid" hareketidir. Ümmetin "fesad"a ve "çöküntü"ye gidip
sahih İslâmdan uzaklaşmasıyla toplumda yeni bir süreç başlamakta bu ortamda
yeniden dirilişin dinamikleri oluşmaktadır. Çöküntü veya "fesat"tan fazilet veya
İ’la-ı Kelimetullah safhasına geçerken "fesad"ın niteliğine bağlı olarak
genellikle arka arkaya üç tecdid süreci yaşanmaktadır. Bunlar; İman, Şeriat ve
Hayat süreçleridir. Bu süreçleri her biri için ayrı bir "müceddid" bulunur.
Müceddid’in kadrosunu teşkil eden "şakirtler" veya "öncü azınlıkta"ta ise kendi
içinde Esnaf İslâm ve Seçkinci İslâmı (Müçtehid İslâmı) kademelenmesi olur. İman
Kurtarma döneminde genellikle Esnaf İslâmı hâkim olurken Şeriat döneminde
Seçkinci İslâmı-Müçhid İslâmı ağır basar. Ancak Esnaf İslâm ile Seçkinci İslâmı
arasında hem düşünce bağı, hem de organik bağ vardır. Seçkinci İslâmı genellikle
Esnaf İslâmı’nın neslinden yetişir. Zaten Seçkinci İslâmı’na-Müçtehid. İslâmı’na
ortam hazırlayan Esnaf İslâmı’dır. Esnaf İslâmı döneminin özellikle ilk evreleri
son derece zor ve çetin evrelerdir. Bu dönemde Makro Çevre’nin meydan okuması ve tasallutunun şiddeti çok yüksektir. Ancak "boğucu"
düzeyde değildir. Makro çevre "tecdid" hareketini önleyebilmek için her türlü
sürgün, zindan, idam ve tahribi yürürlüğe koyar. Tecdid çevresinin bu tasalluta
karşı "cevap"ları da ona göre anlamlı ve "şanlı" olur. Gerçekten de bu süreçler
içinde en kudsi ve en feyizli olan süreç iman kurtarma sürecinin ilk
evreleridir. Bu evrede tecdid’in çevresinde yer alan Halk İslâmı’nın üst, Esnaf
İslâmı’nın alt ve orta kademelerindeki "şakirtler" inanılmaz bir cezbe ve coşku
içindedir. Jandarmaya hissettirmemek için gömme dolapta eliyle risale yazarak
çoğaltan Isparta’lı köylünün; Sadullah Ağabey’den İhlas Risâlesi’ni veya
Kurdoğlu Ağabey’den ODTÜ’deki bir talebeye iman hakikatlerinin nasıl
anlatıldığını dinleyen Divazlı Fehmi Hoca (rahmetullahi aleyh), Hallağa (r.a.),
Keya (r.a. babam) ve Behçet Onbaşı’nın; veya Gölcük’te ulu çınarın altında
Kutlular Ağabey’den "hayat-ı içtimai ve siyasi" sohbeti dinleyen Tire
Cemaatı’nın aldığı feyz ve içinde bulunduğu coşkunun başka bir dönemde
bulunamayacağı inancındayım.

Şeriat döneminin faaliyetleri ise daha fazla yüksek
zihin ve düşünce faaliyetleri olacaktır. Hayatın her alanına ilişkin çalışma
yapan çok sayıda müçtehid hem kendi toplumu hem de genel olarak ümmet ve hatta
insanlık için ekonomik, siyasi, kültürel, dini, sosyal ve ekolojik mekanizmalar
geliştirmekte; fıtrata uygun teknolojiler üretmektedir. Bu yüksek düzeyli zihin
fırtınasından sonra "Hayat" safhası başlar. Burada bu safha üzerinde
durulmayacaktır.

Yararlanılan Kaynaklar

Arnold Toynbee, Tarih Bilinci, ter.:
Murat Belge, Betaş Yayınları, İstanbul,1978.

Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu
Lahikası, Ankara,1958.

Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, Yeni Asya Yayınları,
İstanbul,1991.

Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, İstanbul,1959.

Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, tarihsiz.

G.W.F. Hegel, Batı’da Siyasal
Düşünceler Tarihi, der. Mete Tuncay, c. III, Teori Yayınları, Ankara,1985.

G.W.F. Hegel, Seçilmiş Parçalar, c. Nejat Bozkurt, Remzi Kitabevi,1986.

İbn-i
Haldun, Mukaddime, c: Z. Kadiri Ugan, MEB Yayınları, İstanbul,1991, c.I.

Karl
Popper, Açık Toplum ve Düşmanları, c. II, (ter. Mete Tuncay), Remzi Kitabevi,
Istanbul, 1989.