Ruhumda büyük bir boşluk hissederek okuyacak kitap ararken,
Risâle-i Nur’u okuduğum zaman, elimde olmayarak ondan ayrılamadım. Kalbimdeki
bütün ihtiyacı, Risâle-i Nur eserlerinin karşıladığını hissettim. İlmî ve imanî
şüphelerden kurtaran akli ve imanî ispatları ondan buldum. Böylelikle,
vesveselerin verdiği sıkıntılardan kurtuldum. Bu hakikatlerden anladım ki,
Risâle-i Nur, bu asrın insanları olan bizler için yazdırılmıştır. Ahlâk, edep ve
terbiye gibi yüksek meziyetlere sahip olmak lâzımdır. İman hakikatları Risâle-i
Nur’da gayet kuvvetli deliller-ve açık misallerle anlatıldığı için, okudukça
imanım kuvvetlenmiştir."

"Bundan önce sorumsuz, gelişi güzel, geçici zevklere bağlı bir
hayat sürüyordum. Ne yapsam canım sıkılırdı. Zevk almak için bütün Avrupa’yı
gezdim, fakat bir huzur bulamadım. Herşey kötü gözüküyordu bana. Özellikle son
günlerde can sıkıntısından kendimi asacak hale geldim. Bir Pazar çarşıda
gezerken eski kitaplar satan bir dükkânda bir dergi gözüme ilişti: Nur: The
Light. Hemen satın aldım. Evde incelemeye başladım. İslâmiyetten hiç haberim
yoktu. Tam zarnanında imdâdıma geldiniz. tlk önce Said Nursi’yi tanımak için o
gûn Tarihçe-i Hayat’ı hemen okudum. lçimde garip ‘birşeyler oluyordu sanki,
anlayamıyordum. Saadet yoluna ilk adımı atmıştım. Hemen bütün risaleleri aldım.
İslâm güneşinin ışıkları Nur risaleleri üzerinden kalbimi aydınlatmaya başladı.
Felâh buldum. Kalbimde güller açtı. Yaşamaktan sevinçliydim. içimdeki sevinci,
ah, bir bilseniz… Anlatamam ifadelerle."

"Bir Yaratıcı, hayatın bir gayesi olmalı, diye düşünürdüm.
Mânâsız, eğlenceden ibaret bir hayaz tatmin edici değildi. Üniversitede iken
Risâle-i Nur tercümelerini tanıdım. Allah’ın lütfu ile, bu eserleri okuduğumda,
tercümesinden Kur’ân-ı Kerim okumaya başladığımda, herşeyin daha bir tutarlılık
kazandığını gördüm. Ben, dinsiz maziye sahip bir Batılı olarak, Kâinat
Yaratıcısını Bediüzzaman’ın eserlerinden öğrendim."

Bu ifadeler, Risâle-i Nur okuyarak hayatına istikamet veren yüz
binlerden yalnızca üçüne ait. Birincisi, sonradan Bediüzzaman’ın yakın
hizmetinde bulunan Zübeyir Gündüzalp’in, ikincisi, Türkiye’den bir üniversite
öğrencisinin, üçüncüsü de Meryem Weld isimli bir İngilizin intibaları. Daha
bunlar gibi yüzbinlerce, milyonlarca insan var ki, Kur’ân’ın çağa seslenen
mesajını dile getiren Risâle-i Nur’la imanlarını kurtarmışlar.

İman kurtarmak. Risâle-i Nur Külliyatı’nın yazarı Bediüzzaman
Said Nursi’nin 23 Mart 1960’ta noktalanan 87 yıllık hayatının en büyük ideali. O
İslâm dünyasının çeşitli fikir akımlarıyla çalkandığı, geçmiş asırlara şekil
veren düşünce sistemlerinin artık ihtiyaçlara cevap veremediğinin anlaşıldığı
bir zamanda, bu ideali "Zaman, iman kurtarmak zamanıdır" cümlesiyle
formülleştirmiş ve bütün hayatını bu ideale adamıştı. Son yıllarında gazeteci
Eşref Edip’e verdiği bir beyanatta şöyle diyordu:

"Dünya, büyük bir mânevi buhran geçiriyor. Manevî temelleri
sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi
gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi
çarelerle karşı koyacak? Garb’ın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş bâtıl
formülleriyle mi? Yoksa islâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük
kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz.
Onun için, ben yalnız iman..üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.

"Risâle-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni,
skolastik bataklığı içine saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben,
bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hâzır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta
en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif eyledim.
Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak
vermem. Ben cemiyetin iç hayatını, manevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm
ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği Tevhid ve iman esası üzerine işliyorum
ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur."

Gerçekten de, Bediüzzaman’ın çile ve mücadele ile geçen
bereketli ömrünün en değerli semeresi olan 6000 sayfalık Risâlei Nur Külliyatı
incelendiği zaman, baştan sona iman esasları üzerinde durduğu görülür. Risâle-i
Nur’da insanın neden inanmak zorunda olduğu, tatminkâr izahlarla açıklanır.
İmanın ve inançsızlığın neticeleri gözler önüne serilir. Bütün güzel hasletlerin
imandan kaynaklandığı, buna karşılık, anarşi ve sefahat başta olmak üzere bütün
kötülüklerinin inançsızlıktan doğduğu anlatılır. Allah’ın varlığı ve birliği,
ahiret hayatı, ölümün hakikatı, dünyadaki hayatın mânâsı, peygamberlerin
misyonu, İlahi kitapların ve bilhassa Kur’ân’ın insanlığa getirdiği mesajlar,
varlık âleminde İlâhî bir program olarak hüküm süren Kaderin hakikatı,
delillerle ve ikna edici bir üslûpla izah edilir. İslâmiyet ve Kur’ân
esaslarıyla, ilmî gelişmeler arasında hiçbir çelişme olmadığı, aksine aralarında
tam bir mutabakat mevcut olduğu ispatlanır. İslâmiyet, çağın gelişmeleri
ışığında, temel kaynaklara bağlı kalmak ve herhangi bir tavize meydan vermemek
kaydıyla, yeniden yorumlanır. Kısaca, Mehmed Âkif’in "Asrın idrakine
söyletmeliyiz İslâmı" şeklinde dile’getirdiği hasret, Risâle-i Nur’da tam
mânâsıyla tahakkuk eder.

Nasıl? Risâle-i Nur’da iman hakikatları çağın anlayışına hitap
eden bir vuzuh ve berraklıkla ispat edilmiştir. Allah’ın varlık ve birliği
hakkındaki en doyurucu izah ve ispatları, Tabiat Risâlesi’nde, "Yirminci
Mektup’ta, Yirmi ikinci Söz"de, "Otuz Üçüncü Söz"de, Ayetü’I-Kübra’da bulmak
mümkündür. Bu ve diğer eserlerde Allah’a iman hakikatı, bütün boyutlarıyla,
aklı, kalbi ve insanın bütün duygularını doyuracak bir şekilde izah
edilmektedir.

Öldükten sonra dirilme ve ahiret esası, Haşir Risalesi’nde ve
"Yirmi Dokuzuncu Söz"de, akli ve mantıkî delillere dayandırılarak izah
edilmektedir. Ahiret inancı, geçmiş asırlarda ekser filozofları ve bilhassa
İslâm mütefekkirlerini en çok meşgul eden konulardan biridir. Müslüman fikir
adamları bütün gayretlerine rağmen, haşir hakikatını, aklı tam tatmin edecek
delillerle ispat etmeyi başaramamışlardır. Hatta Ibni Sina gibi "dâhi" kabul
edilen bir filozof, bu meseledeki aczini itiraf etmekten kendisini alamamış ve
"Haşir naklî bir meseledir, akıl bu yolda gidemez" demiştir. Oysa Risâle-i
Nur’da bu hakikat en inandırıcı delillerle ispat edilmiştir. Nasıl ispat
edildiğini görmek için, bilhassa yukarıda bahsedilen risaleleri dikkatle okumak
lazımdır.

"Peygamberlere ve kitaplara iman" esaslarının en tatminkâr
izahları da yine Risâle-i Nur’da mevcuttur. Peygamberlik hakikatı, sosyolojik
boyutlarını da ihmal etmeyen bir üslupla, İşaratü’1-İ’caz’da, "On Dokuzuncu Söz"
ve "On Dokuzuncu Mektup"ta işlenmiştir. Aynı bahislerde "kitaplara iman"
esasının da delillerini bulmak mümkündür. Ayrıca, Kur’ân’ın mucizeliğini ispat
etmek için yazılan "Yirmi Beşinci Söz" ve bir benzeri daha yazılmayan
işârâtü’1-İ’caz" tefsiri bir bütün olarak, bu alanda eşsiz birer kaynak
durumundadırlar.

Meleklerin varlığı ve gördükleri vazifeler, "Yirmi Dokuzuncu
Söz"ün birinci bölümünde, herkesin anlayabileceği bir dil ve üslupla
açıklanmıştır. Kezâ Meyve Risâlesi’nin "On Birinci Mesele"si de, melekler
hakkında başka hiçbir yerde bulunmayan değerli bilgi ve açıklamaları ihtiva
etmektedir.

İlim adamlarını ve filozofları en fazla meşgul eden meselelerden
biri olan Kader hakikatı, "Yirmi Altıncı Söz"de vuzuha kavuşturulmuştur.
Sâdeddin Taftazânî gibi, islâm dünyasının yetiştirdiği en büyük âlimlerden
birinin, kırk sayfalık bir izahla ancak âlim seviyesindeki kimselere
anlatabildiği bir Kader hakikatı, bu bahiste iki sayfa içinde herkesin
anlayabileceği bir şekilde açıklanmıştır.

İnsan niçin yaratılmıştır? Hayatın sırrı nedir? İnsanın
mukadderatını ve dünyadaki yaşayışını yakından ilgilendiren bu can alıcı sorular
en tatminkâr cevaplarını yine Risâle-i Nur’da bulmuştur. Küçük Sözler, "On
Birinci Söz," "Yirmi Üçüncü Söz," "Otuz Ikinci Söz," "Yirminci Mektup"un birinci
bölümü gibi risaleler başta olmak üzere, Risâle-i Nur’un birçok bahsinde,
insanın yaratılış gayesi ve dünyadaki vazifeleri, doyurucu izahlarla
anlatılmıştır.

Kâinatta niçin bitmek tükenmek bilmeyen bir faaliyet vardır?
Neden atomlar ve yıldızlar durmaksızın hareket etmektedirler? Her an etrafımızda
cereyan eden yıkılış ve yapılışların hikmeti nedir? Bu ve benzeri soruların
cevapları, "Yirmi Dördüncü Mektup," "Yirmi Dokuzuncu Söz", "Otuzuncu Söz" gibi
risalelerde verilmiş ve kâinatta devam eden sürekli değişmenin hikmet ve sırları
açıklanmıştır.

Daha bunlar gibi yüzlerce iman hakikatı, Risâle-i Nur’un
sayfalarında izaha kavuşturulmuştur. Ayrıca Risâle-i Nur’da imanın insana
kazandırdığı değerler ışığında, çağın meselelerini, ferdî hayattan başlayarak,
aileye, cemiyete, devlete ve bütün insanlığa ulaşan daireler içinde çözümleyecek
çareler de gösterilmiştir. İmanın insana, bütün varlıklara ve özellikle de
insanlara kardeş nazarıyla bakmasını netice verecek bir anlayış kazandırdığı
dile getirilmiş; bu anlayışın doğurduğu güzel hasletlerin yaygınlık kazanması
halinde bütün yeryüzünün bir "sulh-u umumî" içinde, mesut bir hayatın yaşandığı,
bahtiyar bir belde haline gelebileceğine dikkat çekilmişti. Kur’ân medeniyetinin
hak, fazilet, Allah rızasının esas tutulması, yardımlaşma, cemiyet tabakaları
arasında kardeşane irtibat ve nefsi dizginleyip insanı olgunlaştırma
prensipleri üzerine kuracağını belirten Bediüzzaman, bütün bunların da ancak
"tahkikî iman" olarak vasıflandırılan, ilme, araştırmaya dayalı imanla
gerçekleşebileceğini nazara vermiştir. Bu bakımdandır ki, imanın canlı tutulması
ve kuvvetlendirilmesi, herşeyin üzerinde bir önem kazanmıştır. Çünkü maddeci
felsefenin, imanı hedef alan saldırıları, özellikle bu çağda yoğunlaşmıştır.

Bediüzzaman bunu şöyle ifade eder:

"Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalâletler ve küfr-ü
inâdîden gelen temerrüd [inkâr ve isyanda inat], bu zamana nisbeten pek az idi.
Onun için, eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri [gösterdikleri
deliller], o zamarilarda tam kâfi olurdu. Küfr-ü meşkûku [şüpheye dayanan
inkârı] çabuk izale ederlerdi. Allah’a iman umumî olduğundan, Allah’ı
tanıttırmakla ve cehennem azabını ihtar etmekle, çokları sefahetlerden,
dalâletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise… Eski zamanda bir memlekette bir
kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide, fen ve
ilim ile dalâlete girip inat ve temerrüd ile hakaik-i imana [iman hakikatlerine]
karşı çıkana nisbeten, şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mütemerrid inatçılar,
firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalâletleriyle hakaik-i
imaniyeye karşı muâraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı atom bombası
gibi-bu dünyada onların temellerini parça parça edecek-bir hakikat-ı kudsiye
lâzımdır ki, onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin."

Böyle bir vasatta imanın muhafaza ve kurtarma çalışmalarının
önemini, Zübeyir Gündüzalp şöyle izah eder:

"İmanın rükünlerinden birisinde hâsıl olacak bir şüphe ve inkâr,
dinin teferruatında yapılan lâkaydlıktan pekçok defa daha felâketli ve
zararlıdır. Bunun içindir ki, şimdi en mühim iş, taklidî imanı tahkikî imana
çevirerek imanı kuvvetlendirmektir. İmanı takviye etmektir. İmanı kurtarmaktır.
Herşeyden ziyade imanın esasatıyla meşgul olmak, kat’î bir zaruret ve mübrem bir
ihtiyaç, hattâ mecburiyet haline gelmiştir. Bu, Türkiye’de olduğu gibi, umum
İslâm dünyasında da böyledir.

"Evet, temelleri yıpratılmış bir binanın odalarını tamir ve
tezyine çalışmak, o binanın yıkılmaması için ne derece bir fayda temin
edebilir? Köklerinin çürütülmesine çabalanan bir ağacın kurumaması için, dal
ve yapraklarını ilaçlayarak tedbir almaya çalışmak, o ağacın hayatına bir fayda
verebilir mi?

İnsan, saray gibi bir binadır; temelleri erkân-ı imaniyedir
[İmanın esaslarıdır). İnsan bir şeceredir [ağaçtır]; kökü esasat-ı imaniyedir.
İmanın rükünlerinden en mühimmi, iman-ı Billâhdır, Allah’a imandır. Sonra
nübüvvet ve haşirdir [peygamberlik ve öldükten sonra dirilme inancıdır. Bunun
için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim, iman ilmidir. İlimlerin
esası, ilimlerin şahı ve padişahı iman ilmidir."

İşte, Bediüzzaman bunun içindir ki, programını "herşeyden evvel,
felsefeyi ve maddiyyun [maddecilik] fikrini tam susturacak bir tarzda imanı
kurtarmak" esası üzerine bina etti. "En birinci vazifesi ve en yüksek mesleği
olan imanı kurtarmak ve imanı, tahkikî bir surette umuma ders vermeli, hattâ
avamın da imanını tahkiki yapmak" şeklinde özetlediği bu vazife, ona Prof. Dr. Şerif Mardin’in deyişiyle, bilhassa 1920’lerden sonra üstlendiği "imanın
ehemmiyetini işleyen cihanşümûl bir irşad adamlığı" vasfını kazandırdı. Ve yine
buna bağlı olarak Bediüzzaman, tanınmış muhtedi Amerikalı yazar Meryem
Cemile’nin de belirttiği şekilde, "diğer çağdaş Müslüman liderler gibi,

cihanşümûl bir siyasî, içtimaî, iktisadî nizam’ için muhtemel plânlar çizmekle
vakit harcamadı." Çünkü, yine Meryem Cemile’nin ifade ettiği gibi, "İçtimai
hayattaki bozukluk, ecnebi eğitim sisteminin kabulü ve ana-babaları, masum ve
müdafaasız çocukları koruyamaz hale getiren zararlı neşriyat sebebiyle, bugün
dünyanın hiçbir yerinde değil bir İslâmî devlet, islâmî bir millet veya cemiyet,
hattâ tamamıyla İslâmi bir aile topluluğu bile mevcut değildi. Müslüman
gençliğinin ekseriyetinin dini tatbik etmediği, tersine, Batılığı tenkitsiz,
körcesine ve muhterisane benimsemiş olduğu bir zamanda `Islâm dünyası,’
`Müslüman blok’ veya `Islâm birliği’nden bahsetmek mânâsızdı. işte Bediüzzaman,
böyle bir atmosferde fiili siyasete girmenin abesle iştigal olduğunu fark
edebilecek bir kavrayışa ve ileri görüşe sahipti… Bediüzzaman, günümüz
insanının manevi ve ahlâki bir uyanışa olan şiddetli ihtiyacından haberdardı. O
biliyordu ki, İslâm gençliğine herşeyden. önce lazım olan şey, maddeci görüşten
manevî bir hayat görüşüne dönüşten ibarettir. İşte bu gayeye hasredilen Risâle-i
Nur, iktidardakiler tarafından bastırılan veya kendiliğinden tesirsiz hale gelen
diğer İslâmi cereyanlardan farklı olarak ve Cenâb-ı Hakkın yardımıyla, müessir
bir başarı kazanmıştır."

Risâle-i Nur’un muhteva, öz, metod ve tarz balcımından haiz
olduğu orijinallik, her geçen gün daha fazla sayıda insanı kendisine cezbetmeye
devam etınektedir. Bu hakikatı perçinleyen beyanlardan biri de, Risâle-i Nur’u
tanıdıktan sonra İslâmi öz benliğine kavuşan Cezayirli bir öğrenciden geldi. Bu
öğrenci Köprü’ye gönderdiği bir yazı ile, Risâle-i Nur hakkındaki intibalarını
şöyle anlatmıştı.

"Ben kimim? Neredeyim? Nereden gelip nereye gidiyorum? Varlığın
mânâsı nedir? Dünya nedir? Bunlar, her insanın kendi kendisine sorduğu
suallerdir. Öğrenme arzusu samimidir ve zaten ne, nerede, niçin ve nasıl
kelimeleri, bilgisizliğin ifadesidir; bu itibarla da cevaplandırılmalârı için,
bir rehber ihtiyacına işaret ederler. Bütün bu soruların cevapları, kâinatın her
tarafına yayılmış sayısız `işaretleri’ okuyup anlamakla bulunabilir. İşte
Risâle-i Nur, böyle soruları düşündürüp, cevaplarını araştırmaya yönelten bir
günlük veya not defteridir. Onun rehberliği şu gerçeğin anlaşılmasıyla başlar
ki, Risâle-i Nur müellifi bütün varlığıyla güçsüz ve bağımlı iken, varlık
âlemini dolaşmış ve herşeyin, tıpkı kendisi gibi, Bağımsız ve Sınırsız Bir
Varlığa bağlı ve dolayısıyla Onu gösteren bir işaretçi olduğunu müşahade
etmiştir. Risâle-i Nur, onun yaratılış âleminde yaptığı yolculuğu anlattığı
seyahatnamesi ve düşünmeye yöneltmek istediği diğer yolcular için bir el
kitabıdır. Yolculuğunuzda nasıl hareket etmemiz, yanımıza neler almamız ve
neleri araştırmamız gerektiğini tarif etmekte; konaklama yerlerini işaret
etmekte; yolda gördüğümüz çeşitli manzaraları nasıl değerlendireceğimizi
açıklamakta; yolculuk esnasında karşılaşacağımız varlıkların ve yerlerin
lisanlarını ve âdetlerini anlamamıza yardımcı olmakta; seyahatimizin daha rahat
gelmesi için neleri geride bırakmamız gerektiğini söylemekte ve hepsinden
önemlisi, yolculuğun belli bir istikameti olduğunu ve yolda karşılaştığımız
herşeyin o istikamete işaret ettiğini hatırlatmaktadır.

"Risâle-i Nur cihanşümûl bir cazibeye sahiptir. Çünkü yukarıda
geçen sualleri cevaplandırmamıza yardımcı olmaktadır. Yaratıcıya henüz
inanmayanlar için, Risâle-i Nur imanın başlangıç noktasıdır; ona, cevabını
aradığı soruları gösterir. Yaratıcıyı tanıdıkları inancında olanlara Risâle-i
Nur, imanlarını devamlı olarak kontrol etmelerini hatırlatır. Biz Allah’a
inandığımız için mi Müslümanız, yoksa Müslüman olduğumuz için mi Allah’a
inanıyoruz? İnanç herşeyin önünde gelir ve herhangi bir meselenin berrak bir
şekilde tahlil edilip anlaşılması, ancak iman esaslarının aydınlığında
mümkündür. Said Nursi eserlerinde üst yapılar’ı, yâni

İslâmın, politika,
ekonomi vs. ile anlaşılmasını esas alan bir yaklaşınıdan kaçınır. Esaslar
hakkında sağlam bir imana sahip olmanın önemi üzerinde ısrarla durur. Halbuki
birçok Müslüman yazar İslâmı, ahlâkî, sosyal, ekonomik ve siyasî meseleler
hakkındaki doktrinleriyle takdim etme ve bunu yaparken, inanmak istemeyenlerin
mefhum ve tabirlerini kullanarak İslâmı yabancılara hoş gösterme teşebbüsünden
ve taklitten öteye gitmeyen taklitçi entellektüel ve anlaşılmaz bir dil kullanma
temayülündedir. Said Nursi bunu yapmaz. İmanın ne olduğunu ve varlık âle minin
nasıl oleunması gerektiğini anlatır, ama İslâmla diğer inanç sistemleri arasında
mukayese yoluna gitmez. Zira böyle bir mukayese mânâsızdır.

"Risâle-i Nur’un bir başka çarpıcı yönü, herkesi kendisine çeken
cazibesidir. Bediüzzaman’ın mücadele ettiği problemler, bütün insanların yüz
yüze olduğu problemlerdir. Eserleri tek bir grup, yer veya zamana tahsis
edilemez. Gerçi onun hitaplarının hususî bir kültürel temel ve anlaşışa sahip
olanlarca daha çabuk kavrandığı bir gerçektir ve bu husus gözden uzak
tutulmanıalıdır, ama biraz daha derinliğine bakınca onun, kendi varlığı hakkında
düşünmek isteyen herkese hitap ettiği hemen ortaya çıkar. Risâlelerde mezhep
ihtilâflarından bahsedilmez; fıkıh ve fer’î hadis meseleleri de tâlidir.
Bediüzzaman işe temelden başlar ve tabandan tavana doğru çalışır. Eserlerinden
Fıkan netice şudur ki, Bediüzzaman diğer bütün düşüncelerin temeli olarak imanın
önemini çok iyi kavramıştır. Çağdaş yazarların çoğu İslâm hakkında vazarken ya
ona hücum etmelete, veya dışa bakan yönlerinin-meselâ âdil hükûmet sisteminin
y·alıut üstün ahlâk kâidelerinin-mükemmelliği üzerinde durarak islâmı müdafaa
etmektedirler. Devamlı olarak ‘İslâm devleti’nden, devrimden, İslâm cezâ
kanunlarına dönülmesinden, faizsiz bankacılık uygulanmasından, vs.
bahsedildiğini işitmekteyiz. Sanki insanın en büyük hastalığı olan, Allah’ı
inkâr ve nefsi mâbud edinmenin mucizevi ilaçları bunlarmış gibi… Said Nursî
bize, önce kenmizi değiştirip reforma tâbi tutarak işe başlamamız gerektiğini,
ancak ondan sonra başkalarını da aynı şeyi yapmaya çağırmayı ümit
edebileceğimizi öğretmektedir."