Eski Harb-i Umûmiden evvel ve evâilinde, bir vâkıâ-i sâdıkada
görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ,
müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O
dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır.

Dedim: "Ana korkma; Cenâb-ı
Hakkın emridir. O Rahîm’dir ve Hakîm’dir."

Birden, o hâlette iken baktım ki,
mühim bir zât banâ âmirâne diyor ki: "İ’câz-ı Kur’ân’ı beyân et."

Uyandım,
anladım ki bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılâptan sonra, Kur’ân
etrâfındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya, Kur’ân, kendi kendini müdâfaa
edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; i’câzı, onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu
i’câzın bir nevini şu zamanda izhârına, haddimin fevkınde olarak, benim gibi bir
adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.

Barla Lahikası, s. 9.

Risâle-i
Nur doğrudan doğruya Kur’ân’ın bâhir bir bürhânı ve kuvvetli bir tefsiri ve
parlak bir lem’a-i i’câz-ı mânevisi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir
şuâı ve mâden-i ilm-i hakîkatten mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i
mâneviyesidir.

Şuâlar, s. 577.

Lillâhilhamd, Risâle-i Nur, bu asrı, belki
gelen istikbâli tenvir edebilir bir mu’cize-i Kur’âniye olduğunu çok tecrübeler
ve vâkıalar ile körlere de göstermiş.

Kastamonu Lahikası, s. 6.

Risâle-i
Nur’un kitapları birbirine tercih edilmez. Herbirinin, kendi makâmında riyâseti
var ve bu zamanı tenvir eden bir mu’cize-i mâneviye-i Kur’âniyedir.

Evet, bu
asrın ehemmiyetli ve mânevî ve ilmî bir mürşidi olan Risâle-i Nur, heyet-i
mecmuası, sâir şahsî büyük mürşidler gibi kendine muvâfık ve hakikat-i ilmiyeye
münâsip olarak, birkaç nevîde ve bilhassa hakâik-ı îmâniyenin izhârında,
intişârında azîm kerâmetleri olduğu gibi, üç kerâmet-i zâhiresi bulunan
Mu’cizât-ı Ahmediye, Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz ve Âyetü’l-Kübrâ gibi
risâleleri dahi, herbiri kendine mahsus kerâmetleri bulunduğunu çok emâreler ve
vâkıalar bana katî bir kanaat vermiş. Hattâ sekerâtta bulunan talebelerine
imânını kurtarmak için bir mürşid gibi yetiştiğine müteaddit vâkıalar şüphe
bırakmıyor-Bir saat tefekkür, bir sene ibâdet-i nâfile hükmünde, bir misâli
Nurun Hizb-i Ekberi’dir diye müşâhede ettim ve kanaat getirdim.

Kastamonu
Lâhikası, s. 9.

Risâle-i Nur, tarîkat değil, hakîkattir; ây’ât-ı Kur’âniyeden
tereşşuh eden bir nurdur. Ne Şarkın ulûmundan ve ne de Garbın fünûnundan alınmış
değil, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın bu zamana mahsus bir i’câz-ı mânevîsidir;
menfaat-i şahsiye yoktur.

Kastamonu Lâhikası, s. 150.

Risâle-i Nur sâir
telifât gibi, ulûm ve fünundan ve haşka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka
me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstâdı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Telif
olduğu vakit hiçbir kitap müellifin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya
Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’ânîden ve âyâtının nücümundan,
yıldızlarından iniyor, nüzûl ediyor.

Sikke-i Tasdîk-ı Gaybi, s. 79

Hem,
yazılan eserler, risâleler-ekseriyet-i mutlakası-hariçten hiçbir sebep
gelmeyerek, rûhumdan tevellüd eden bir hâcete binâen âni ve def’î olarak ihsan
edilmiş. Sonra bâzı dostlarıma gösterdiğim vakit, demişler: "Şu zamanın
yaralarına devâdır." İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anladım ki, tam
şu zamândaki ihtiyaca muvâfık ve derde lâyık bir ilâç hükmüne geçiyor.

Mektûbât, s. 363.

Esrâr-ı Kur’âniyeye âit yazılan Sözler, şu zamanın
yaralarına en münâsip bir ilâç, bir merhem ve zulümâtın tehâcümâtına mâruz
heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için
en doğru bir rehber olduğu itikâdındayım. Bilirsiniz ki; eğer dalâlet cehâletten
gelse, izâlesi kolaydır. Fakat, dalâlet fenden ve ilimden gelse, izâlesi
müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan, ancak
binden biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar,
hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenâb-ı Hak şu zamanda,
i’câz-ı Kur’ân’ın mânevî lemeâtından olan mâlûm Sözler’i, şu dalâlet zındıkasına
bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım.

Mektûbât, s. 27

Kur’ân-ı Hakîmin
sırr-ı i’câzıyla hakîki bir tefsiri olan Risâle-i Nur, bu dünyada bir mânevi
Cehennemi, dalâlette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada mânevî bir Cennet
bulunduğunu ispat ediyor ve gü nahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin
içinde mânevî elim elemleri gösterip hasenât ve güzel hasletlerde ve hakâik-ı
şeriatın amelinde Cennet lezâizi gibi mânevi lezzetler. bulunduğunu ispat
ediyor. Sefâhet ehlini ve dalâlete düşenleri o cihetleaklı başında
olanlarını-kurtarıyor.

Âyetü’l-Kübrâ, s. 192

"Neden, senin Kur’ân’dan yazdığın
Sözler’de bir kuvvet, bir tesir var? Ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde
nâdiren bulunur. Bâzan bir satırda, bir sayfa kadar kuvvet var; bir sayfada bir
kitap kadar tesir bulunuyor."

Elcevap: Güzel bir cevaptır. Şeref, i’câzı
Kur’ân’a âit olduğundan ve bana âit olmadığından, bilâpervâ derim: Ekseriyet
itibâriyle öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir; teslim
değil., imanda mârifet değil, şehâdettir, şuhuddur; taklit değil, tahkîktir;
iltizam değil, iz’andır; tasavvuf değil, hakikattir; dâvâ değil, dâvâ içinde
bürhandır.

Şu sırrın hikmeti budur ki:

Eski zamanda, esâsât-ı imâniye mahfuzdu,
teslim kavi idi. Teferruâtta, âriflerin mârifetleri delilsiz de olsa,
beyânâtları makbul idi. Fakat, şu zamanda dalâlet-i fenniye, elini esâsâta ve
erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan
Zât-ı Zülcelâl, Kur’ân-ı Kerim’in en parlak mazhar-ı i’câzından olan
temsilâtından bir şûlesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten,
hizmet-i Kur’ân’a âit yazılarıma ihsan etti. Felillâhilhamd, sırr-ı temsil
dürbünüyle en uzak hakikatler gâyet yakın gösterildi. Hem, sırr-ı temsil
cihetü’l-vahdetiyle en dağınık meseleler toplattırıldı. Hem, sırr-ı temsil
merdiveniyle en yüksek hakîkate kolaylıkla yetiştirildi. Hem, sırr-ı temsil
penceresiyle hakâik-ı gaybiyeye, esâsâtı İslâmiyeye şuhûda yakın bir yakîn-i
îmâniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ teslime
mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.

Elhasıl:
Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur’âniyenin
lemeâtındandır. Benim hissem yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gâyet
aczimle tazarrûumdur. Dert benimdir, devâ Kur’ân’ındır.

Mektûbat, s. 365

Risâle-i Nur’un mesleği sâir tarikatler, meslekler gibi mağlûp olmayarak, belki
galebe ederek, pekçok muannidleri îmâna getirmesi, pekçok hâdisâtın şehâdetiyle,
bu asırda, bir mu’cize-i mâneviye-i Kur’âniye olduğunu ispat eder. O dairenin
haricinde, ekseriyetle, bu memlekette, bu husûsi ve cüz’î ve yalnız şahsî hizmet
veya mağlûbâne perde altında veya bid’alara müsâmaha sûretinde ve tevilât ile
bir nevî tahrifât içinde hizmet-i dîniye tam olamaz diye, hâdisât, bize kanaat
vermiş.

Emirdağ Lâhikası-I, s. 62.

Risâle-i Nur, Kur’ân’dan çıkan bürhâni bir
tefsir olduğundan, Kur’ân’ın nükteli, hikmetli, lüzumlu, usandırmayan tekrarâtı
gibi onun da lüzumlu, hikmetli, belki zarûri ve maslahatlı tekrarâtı vardır. Hem
Risâle-i Nur, zevk ve şevk ile, dillerde, usandırmayan, dâimâ tekrar edilen
Kelime-i Tevhidin delilleri olmasından, zarûri tekrarâtı kusur değil; usandırmaz
ve usandırmamalı.

Şuâlar, s. 65.

Müceddid-i Elf-i Sânî İmâm-ı Rabbâni Ahmed-i
Fârukî ders verirken diyordu: "Bütün tarikatlerin en mühim neticesi hakâik-ı
imâniyenin inkişâfıdır. Ve birtek mesele-i imâniyenin vuzuh ile inkişâfı, bin
kerâmâta ve ezvâka müreccahtır." Hem, diyordu: "Eski zamanda büyük zâtlar
demişler ki, `Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ulemâsından birisi gelecek, bütün
hakâik-ı îmâniye ve İslâmiyeyi delâil-i akliye ile kemâl-i vuzuhla ispat edecek.
Ben istiyorum ki, ben o olsam, belkiHaşiye o adamım diye. Îman ve Tevhid, bütün
kemâlât-ı insâniyenin esâsı, mâyesi, nûru, hayatı olduğunu ve
1
düsturu, tefekkürât-ı îmâniyeye âit
bulunması ve Nakşî tarikatinde hafî zikrin ehemmiyeti ise, bu çok kıymettar
tefekkürün bir nevi olmasıdır" diye tâlim ederdi. Mâdem bu kahraman imam böyle
diyor ve mâdem bir zerre kuvvet-i îmâniyenin ziyâdeleşmesi bir batman mârifet ve
kemâlâttan daha kıymetlidir ve yüz ezvâkın balından daha tatlıdır; ve mâdem bin
seneden beri îman ve Kur’ân aleyhinde terâküm eden Avrupa feylesoflarının
îtirazları ve şüpheleri yol bulup ehl-i îmâna hücum ediyor ve bir saadet-i
ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve bir Cennet-i dâimenin anahtarı, medârı,
esâsı olan erkân-ı imâniyeyi sarsmak istiyorlar; elbette herşeyden evvel
îmânımızı taklitten tahkîka çevirip, kuvvetlendirmeliyiz.

Âyetü’l-Kübrâ,
s.139-140.

Kur’ân’dan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız akli mesâil-i ilmiye
değil, belki kalbî, rûhî, halî mesâil-i imâniyedir. Ve pek yüksek ve kıymettar
maarif-i İlâhiye hükmündedirler.

Mektûbât, s. 340.

İlm-i mantıkta "kaziye-i
makbûle" tâbir ettikleri (yani büyük zâtların, delilsiz, sözlerini kabul
etmektir), mantıkça yakîn ve katiyeti ifâde etmiyor. Belki, zann-ı gâliple
kanaat verir. İlm-i mantıkta, "bürhân-ı yakinî" hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara
bakmıyor. Cerh edilmez delile bakar ki; bütün Risâle-i Nur hüccetleri, bu
bürhân-ı yakînî kısmındandır. Çünkü ehl-i velâyetin amel ve ibâdet ve sülûk ve
riyâzetle, gördüğü hakîkatler ve perdeler arkasında mü-şâhede ettikleri,
hakâik-ı imâniye. Aynen onlar gibi, Risâle-i Nur, ibâdet yerinde ilim içinde
hakîkate bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla ilmî
hüccetler içinde hakikatü’l-hakâika yol açmış; vee ilm-i tasavvuf ve tarîkat
yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akîde ve usûlü’d-din
içinde bir velâyet-i kübrâ yolunu açmış ki, bu asrın hakikat ve tarîkat
cereyanlarına galebe çalan felsefi dalâletlere galebe ediyor; meydandadır.

Teşbihte hatâ olmasın; nasıl ki Kur’ân’ın gâyet kuvvetli ve mantıki hakikati
sâir dinleri felsefe-i tabiiyenin savletinden ve galebesinden kurtarıp onlara
bir nokta-i istinad oldu, taklidi ve aklın haricindeki usûllerini de bir derece
muhâfaza etti; aynen öyle de, bu zamanda onun bir mu’cizesi ve nûru olan
Risâle-i Nur dahi felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalâlet-i ilmiyeye karşı,
avâm-ı ehl-i îmânın, taklidî olan îmanlarını, o dalâlet-i ilmiyenin savletinden
kurtarıp, umum ehl-i îmâna bir noktai istinad ve yakın ve uzaklarda olanlara
dahi, zaptedilmez bir kale hükmüne geçmiştir ki; bu emsâlsiz dehşetli dalâletler
içinde, yine avâm-ı mü’minînin îmânını şüphelerden ve İslâmiyetini hakîkatsizlik
vesveselerinden muhâfaza ediyor.

Evet, her tarafta, hattâ Hint ve Çin’de, ehl-i
îman bu zamanın çok dehşetli dalâletinin galebesinden, "Acaba İslâmiyette bir
hakikatsizlik mi var ki, sarsılmış" diye şüpheye ve vesveseye düştüğü vakit,
birden işitir ki, bir risâle çıkmış; îmânın bütün hakîkatlerini kati ispat eder,
felsefeyi mağlûp edip zındıkayı susturuyor, diye anlar. Birden o şüphe ve
vesvese zâil olup îmânı kurtulur ve kuvvet bulur.

Emirdağ Lâhikası-I, s. 90.

Kur’ân’ın aleyhinde bin seneden beri müntakimâne hazırlanan dinsizlerin
îtirazlarını ve kâfir feylesofların terâküm edip şimdi yol bularak intişar eden
şüphelerini ve Kur’ân’ın dehşetli darbelerinden intikam besleyen muannid
Yahudîlerin ve mağrur bir kısmı Hıristiyanların hücumlarını def edip mukâbele
eden ve her asırda Kur’ân’ın pekçok kahramanları ve mânevi kaleleri vardı. Şimdi
ihtiyaç bir ikiden yüze çıkmış. Ve müdâfîler yüzden iki üçe inmiş. Hem, hakâik-ı
îmâniyeyi ilm-i kelâmdan ve medreseden öğrenmek çok zamana muhtaç bulunduğundan,
bu zamanda o kapı dahi kapandı. Hem çabuk, hem herkes anlayacak bir tarzda en
derin hakîkatleri tâlim eden Risâle-i Nur, elbette İmâm-ı Ali Radıyallahü Anhın
bu iltifâtına lâyıktır.

Sikke-i Tasdik-ı Gaybi, s. 95.

Evliyâ dîvanlarını ve
ulemânın kitaplarını çok mütâlâa eden bir kısım zâtlar tarafından soruldu:
"Risâleti’n-Nur’un verdiği zevk ve şevk ve îman ve iz’an onlardan çok kuvvetli
olmasının sebebi nedir?"

Elcevap: Eski mübârek zâtların ekseri divanları ve
ulemânın bir kısım risâleleri imânın ve mârifetin neticelerinden ve
meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında îmânın
esâsâtına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı îman sarsılmıyordu. Şimdi ise
köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir sûrette taarruz var.

O dîvanlar
ve risâlelerin çoğu has mü’minlere ve fertlere hitap ederler; bu zamanın
dehşetli taarruzunu def edemiyorlar. Risâleti’n-Nur ise, Kur’ân’ın bir mânevi
mu’cizesi olarak imânın esâsâtını kurtarıyor ve mevcut imandan istifâde cihetine
değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile, imânın ispatına ve tahkîkine
ve muhâfazasına ve şübehâttan kurtarmasına hizmet ettiğinden, herkese bu zamanda
ekmek gibi, ilâç gibi lüzümu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar.

O
divanlar derler ki: "Veli ol, gör. Makâmata çık, bak; nurları. feyizleri
al."Risâleti’n-Nur ise der: "Her kim olursan ol; bak, gör, yalnız gözünü aç,
hakikati müşâhede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan îmânını kurtar."

Risâleti’n-Nur, en evvel tercümânının nefsini iknâa çalışır, sonra başkalara
bakar. Elbette nefs-i emmâresini tam iknâ eden ve vesvesesini tamamen izâle eden
bir ders, gâyet kuvvetli ve hâlistir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş
dehşetli bir şahs-ı mânevi-i dalâlet karşısında tek başıyla gâli-bâne mukâbele
eder.

Hem, Risâleti’n-Nur sâir ulemânın eserleri gibi yalnız aklın ayağı ve
nazarıyla ders vermez ve evliyâ misillü, yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket
etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizâcı ve ruh ve sâir letâifin
teâvünü ayağıyla hareket ederek evci âlâya uçar, taarruz eden felsefenin değil
ayağı, belki gözü yetişınediği yerlere çıkar, hakâik-ı imâniyeyi kör gözüne de
gösterir.

Kastamonu Lâhikası, s. 10

Risâle-i Nur, sâir ilimler ve kitaplar
gibi okunmamalı. Çünkü ondaki imân-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve
mârifetlere benzemez, akıldan başka çok letâif-i insâniyenin de kuvvet ve
nurlarıdır.

Sikke-i Tasdîk-ı Gaybi, s. 143

Cevşenü’l-Kebir ve Risâle-i Nur ve
Hizb-i Nüri dahi kâinatı baştan başa nurlandırıyor, zulümât karanlıklarını
dağıtıyor, gafletleri, tabiatları parça parça ediyor; ehl-i gaflet ve ehl-i
dalâletin boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında envâr-ı
Tevhîdi gösteriyor.

Ezcümle, iki gün evvel, ism-i Hakem nüktesini okuyan bir
Nakşî dervişi, güneşin ve manzûmesinin bahsini, Risâle-i Nur mesleğine vech-i
tatbikini anlamamış; demiş: "Bu da ehl-i fen ve kozmoğrafyacılar gibi bahseder,"
tevehhüm etmiş.

Yanımda ona okundu; ayıldı. "Bu, bütün bütün başkadır" dedi.
Demek, kozmoğrafyacılar gibi, ehl-i fennin en son ve geniş nokta-i istinadları
ve medâr-ı gafletleri olan perdelerde nûr-u Ehadiyeti gösteriyor, orada da
düşmanlarını takip ediyor, en uzak tahassüngâhlarını bozuyor. Her yerde huzura
bir yol gösteriyor. Eğer güneşe kalsa, ona der: "O bir soba, bir lambadır.
Odununu, gazyağını veren kimdir; bil, ayıl!" Başına vurur.

Hem kâinatı, baştan
başa âyineler hükmünde, tecelliyât-ı esmâya mazhariyetlerini öyle gösteriyor ki,
gafletin imkânı olmuyor. Hiçbir şey huzura mâni olmuyor. Ehli tarikat ve hakikat
gibi huzur-u dâimi kazanmak için kâinatı, ya nefyetmek veya unutmak ve hâtıra
getirmemek değil, belki kâinat kadar geniş bir mertebe-i huzuru kazandırdığını
ve geniş ve külli ve dâimî kâinat vasatında bir ubûdiyet dairesini açtığını
gördüm.

Kastamonu Lâhikası, s. 174

Risâle-i Nur’un mesleği odur ki; zihin
lerde bir iz bırakmamak için, sâir ulemâya muhâlif olarak, muârızların
şüphelerini zikretmeden öyle bir cevap verir ki, daha vehim ve vesveseye yer
kalmaz.

İşârâtü’l-İ’caz, s. 4.

Çoklar tarafından hem bana, hem bâzı Nur
Kardeşlerime suâl etmişler ve ediyorlar ki:

"Neden bu kadar muârızlara karşı ve
muannid feylesoflara ve ehl-i dalâlete mukâbil Risâle-i Nur mağlûp olmuyor.
Milyonlar kıymettar hakîki kütûb-u imâniye ve İslâmiyenin intişarlarına bir
derece sed çektikleri halde; sefâhet ve hayat-ı dünyeviyenin lezzetleriyle, çok
bîçare gençleri insanları hakâik-ı îmâniyeden mahrum bıraktıkları halde; en
şiddetli hücum ve en gaddarâne muâmele ve en ziyâde yalanlarla ve aleyhinde
yapılan propagandalarla Risâle-i Nur’u kırmak, insanları ondan ürkütmek ve
vazgeçirmeye çalıştıkları halde; hiçbir eserde görülmediği bir tarzda, Risâle-i
Nur’un intişârı, hattâ çoğu el yazması ile altı yüz bin
nüsha-risâlelerinden-kemâl-i iştiyak ile perde altında intişar etmesi ve dahil
ve hariçte kemâl-i iştiyak ile kendini okutturmasının hikmeti nedir, sebebi
nedir?" diye, bu meâlde çok suâllere elcevap deriz ki:

Kur’ân-ı Hakimin sırr-ı
i’câzıyla hak bir tefsiri olan Risâle-i Nur, bu dünyada mânevi Cehennemi,
dalâlette gösterdiği bi, imanda dahi bu dünyada mânevi Cennet bulunduğunu ispat
ediyor; ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevi elim
elemleri gösterip, hasenât ve güzel hasletlerde ve hakâik-ı şeriatın amelinde
Cennet lezâizi gibi mânevî lezzetler bulunduğunu ispat ediyor. Sefâhet ehlini ve
dalâlete düşenleri o cihetleaklı başında olanlarını-kurtarıyor. Çünkü, bu
zamanda iki dehşetli hâl var:

Birincisi: Akıbeti görmeyen ve bir dirhem hazır
lezzeti ileride bir batman lez-zetlere tercih eden hissiyât-ı insâniye akıl ve
fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefâheti sefâhetinden kurtarmanın yegâne çaresi,
ehli sefâhetin aynı lezzetinde, elemini gösterip hissini mağlûp etmektir. Ve

2
 
ayetinin işaretiyle bu zamanda, âhiretin elmas gibi nîmetlerini,
lezzetlerini bildiği halde dünyevi kılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek,
ehl-i îman iken ehl-i dalâlete o hubb-u dünya ve o sır için tâbî olmak
tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi Cehennem azâbını ve
elemlerini göstermekle olur ki; Risâle-i Nur, o meslekten gidiyor.

Yoksa, bu
zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefâhetten gelen
tiryâkiliğin inadı karşısında, Cenâb-ı Hakkı tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin
vücudunu ispat ile ve onun azâbı ile insanları fenalıktan ve seyyiâttan
vazgeçirmek yolu ile, ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders
aldıktan sonra da, "Cenâb-ı Hak, Gafûrü’r-Rahîmdir. Hem, Cehennem pek uzaktır"
der; yine sefâhetine devam edebilir. Kalbi, rûhu hissiyâtına mağlûp olur.

İşte,
Risâle-i Nur’daki ekser muvâzeneler, küfür ve dalâletin dünyadaki elim ve
ürkütücü neticelerini göstermekle en muannid ve nefisperest insanları dahi o
menhus gayr-i meşrû lezzetlerden. ve sefâhetlerden bir nefret verip, aklı
başında olanları tevbeye sevk eder. O muvâzenelerden Altıncı, Yedinci, Sekizinci
Sözlerdeki küçük muvâzeneler ve Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfındaki uzun
muvâzene, en sefih ve dalâlette giden adamı da ürkütüyor; dersini kabul
ettiriyor.

BU ASIRDA DEHŞETLİ İKİNCİ HÂL: Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden
gelen dalâletler ve küfr-ü inâdîden gelen temerrüd bu zamana nisbeten pek azdı.
Onun için eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanda tam kâfi
olurdu, küfr-ü meşkûku çabuk izâle ederlerdi. Allah’a îman umûmi olduğundan,
Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azâbını ihtar etmekle, çokları sefâhetlerden,
dalâletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette olan bir
kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide fen ve
ilim ile dalâlete girip inat ve temerrüd ile hakâik-ı îmâna karşı çıkana
nisbeten şimdi yüz derece ziyâde olmuş. Bu mütemerrid inatçılar, firavunluk
derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalâletleriyle hakâik-ı îmâniyeye karşı
muâraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı, atom bombası gibi, bu dünyada
onların temellerini parça parça edecek bir hakîkat-i kudsiye lâzımdır ki,
onların tecâvüzâtını durdursun ve bir kısmını îmâna getirsin.

İşte, Cenâb-ı
Hakka hadsiz şükürler olsun ki, bu zamanın tam yarasına bir tiryak olarak
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın bir mu’cize-i mâneviyesi ve lemeâtı bulunan Risâle-i
Nur, pekçok muvâzenelerle en dehşetli muannid mütemerridleri, Kur’ân’ın elmas
kılıncı ile kırıyor ve kâinat zerreleri adedince Vahdâniyet-i İlâhiyeye ve
îmânın hakikatlerine hüccetleri, delilleri gösteriyor…

Evet, Risâle-i Nur iman
ve küfür muvâzenelerini ve hidâyet ve dalâlet mukâyeselerini bu mezkûr
hakikatleri bilmüşâhede ispat ediyor.

Ayetü’l-Kübrâ, s. 191-193; 199-200.

Bâzı
mûterizler Risâle-i Nur’un kıymetini bir derece kırmak için demişler: "Herkes
Allah’ı bilir. Âdi bir adam, bir velî gibi Allah’a îman eder" diye Nur’ların pek
yüksek ve pekçok kıymettar ve gâyet lüzumlu tahşidâtını ziyâde göstermek
istemişler. Şimdi, İstanbul’da, daha dehşetli bir fikirde, anarşî fikirli küfr-ü
mutlaka düşmüş bir kısım münâfıklar, Risâle-i Nur gibi ekmek ve suya ihtiyaç
derecesinde herkes muhtaç olduğu iman hakîkatlerine ihtiyacı düşürmek
desîsesiyle diyorlar ki: "Her millet, herkes Allah’ı bilir. Onu, daha yeni ders
almaya ihtiyacımız çok yok" diye mukâbele etmek istiyorlar.

Halbuki, Allah’ı
bilmek, bütün kâinatı ihâta eden Rubûbiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar
cüz’i ve küllî herşey Onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve irâdesiyle olduğuna
kati îman etmek ve mülkünde hiçbir şerîki olmadığına ve
3
kelime-i
kudsiyesine, hakikatlerine îman etmek, kalben tasdik ettirmekle olur. Yoksa,
"Bir Allah var" deyip, bütün mülkünü esbâba ve tabiata taksim etmek ve onlara
isnad etmek, hattâ hadsiz şerikleri hükmünde esbâbı mercî tanımak ve herşeyin
yanında hazır irâde ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve
sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir
cihette Allah’a îman hakîkati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki mânevî
cehennemin dünyevî tâzibinden kendini bir derece tesellîye almak için o sözleri
söyler.

Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.

Evet,
kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczâsı kadar şâhitleri bulunan Hâlık-ı
Zülcelâli inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayd
kalır. Fakat, Ona iman etmek, Kur’ân-ı Azimüşşânın ders verdiği gibi, o Hâlıkı
sıfatları ile, isimleri ile umum kâinatın şehâdetine istinâden kalben tasdik
etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak ve günah ve emre muhâlefet
ettiği vakit kalben tevbe ve nedâmet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları
serbest işleyip, istiğfar etmemek ve aldırmamak o imandan hissesi olmadığına
delildir.

Emirdağ Lâhikası-I, s.199

Îman, yalnız icmâlî ve taklidî bir tasdike
münhasır değil; bir çekirdekten tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki âyinede
görünen misâli güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri
ve inkişafları olduğu gibi; imânım o derece kesretli hakikatleri var ki, bin bir
esmâ-i İlâhiye ve sâir erkân-ı îmâniyenin kâinat hakikatleriyle alâkadar çok
hakîkatleri var ki; "Bütün ilimlerin ve mârifetlerin ve kemâlât-ı insâniyenin en
büyüğü îmandır ve îmân-ı tahkikîden gelen tafsilli ve bürhanlı mârifet-i
kudsiyedir" diye, ehl-i hakikat tifak etmişler.

Evet, îmân-ı taklidi, çabuk
şüphelere mağlûp olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan îmân-ı tahkîkide
pekçok merâtip var. O merâtiplerden ilmelyakin mertebesi, çok bürhanlarının
kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki, taklidî imân bir şüpheye
karşı bâzan mağlûp olur. Hem, imân-ı tahkîkînin bir mertebesi de aynelyakin
derecesidir ki, pekçok mertebeleri var; belki, esmâ-i İlâhiye adedince tezâhür
dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek derecesine gelir.
Hem, bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle îmanlı
zâtlara şübehât orduları hücum da etse, bir halt edemez.

Ve ulemâ-i ilm-i
kelâmın binler cild kitapları, akla ve mantığa istinâden telif edilip, yalnız o
mârifet-i imâniyenin bürhanlı ve aklî bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i
hakikatin yüzer kitapları keşfe, zevke istinâden, o mârifet-i îmâniyeyi daha
başka bir cihette izhâr etmişler. Fakat, Kur’ân’ın mu’cizekâr cedde-i kübrâsı,
gösterdiği hakâik-ı imâniye ve mârifet-i kudsiye, o ulemâ ve evliyânın pekçok
fevkınde bir kuvvet ve yüksekliktedir. İşte Risâle-i Nur bu câmi ve küllî ve
yüksek mârifet caddesini tefsir edip, bin seneden beri Kur’ân aleyhine ve
İslâmiyet ve insâniyet zararına ve adem âlemleri hesâbına tahribâtçı küllî
cereyanlara karşı Kur’ân ve iman nâmına mukâbele ediyor, müdâfaa ediyor. Elbette
hadsiz tahşidâta ihtiyacı vardır ki; o hadsiz düşmanlara karşı dayanıp ehl-i
imânın îmânını muhâfazasına Kur’ân nûruyla vesîle olsun. Hadîs-i şerifte vardır
ki, "Bir adam seninle imâna gelmesi, sana sahrâ dolusu kırmızı koyunlardan daha
hayırlıdır." Bâzan bir saat tefekkür, bir sene ibâdetter daha hayırlı olur.
Hattâ Nakşilerin hafi zikre verdiği büyük ehemmiyet, bu nevî tefekküre yetişmek
içindir.

Emirdağ Lâhikası-I, s. 102-103.

Dipnotlar

Haşiye: Zaman ispat etti ki, o adam adam değil, Risale-i
Nur’dur. Belki, ehl-i keşif Risale-i Nur’u ehemmiyetsiz olan tercümanı ve naşiri
suretinde, keşiflerinde müşahede etmişler, "Bir adam" demişler.

1. Bir müddet tefekkür, bir senelik nafile ibadetten daha
hayırlıdır. (Hadis-i şerif: Keşfü’l-Hafâ, 1:1004.)

2. Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler…
(İbrahim Suresi: 3.)

3. Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. (Muhammed Suresi:
19.)