1815 yılında Humphrey Davy "Madencinin Emniyet Lambası" adını
verdiği buluşunu ilân etti. Şüphesiz bu icat tamamen bilimsel ve başarılı bir
araştırmanın sonucuydu.Davy’nin hayat hikayesini yazanlardan J.A. Paris bu
başarılı araştırmayı "bilimin gururu, insanlığın zaferi, yaşadığımız çağın en
muhteşem buluşu" olarak niteliyordu. Union Carbide şirketinin bir reklamında ise şöyle deniyordu: "Humphrey Davy bütün insanlık
adına bir lamba yaktı ve biz bu lambanın söndüğünü görmek istemiyoruz."

Bilimin önem ve değerinin yukarıdaki şekilde sergilendiğine çok
defa şahit olmuşuzdur. Bu konuya girmeden önce isterseniz yukarıda sözü edilen
icadın getirdiği neticelere bir göz atalım. Lamba madenlerde yaygın olarak
kullanılmaya başlandıktan sonra beklenenin aksine patlama ve ölüm olaylarında
gözle görünür bir artış gözlendi. Bunun sebebini bugün tahmin etmemiz zor olmasa
gerek. Maden işletmecileri açısından asıl problem madencilerin emniyetinden çok,
madencileri içi metan gazı dolu tehlikeli maden ocaklarına inmeye nasıl ikna
edebilecekleri idi. Davy’nin bilimsel araştırması bu konuda aradıkları vesileyi
temin etmişti. Fakat tabii ki Davy’nin lambası mükemmel olmaktan çok uzaktı.
Lambanın başlığı düşebiliyor. bir hava cereyanı lambanın alevini başlık dışına
çekebiliyor, başlığa yapışan ince kömür zerreleri kırmızı kor haline gelince ye
kadar ısınabiliyordu. Halbuki madenciler bu lambanın piyasaya çıkmasından önce
problemin kaynagının eksik havalandırma olduğunu tespit etmiş, ve bu konuda
değişik teklifler öne sürmüşlerdi. Fakat herhalde yüksek maliyet sebebiyle
(veyahut madenciler "bilim adamı" sayılmadıkları için) bu teklifler gözönüne
alınmamıştı. Bu madenciler bilimdeki ilerlemeleri tamamiyle insanlığın yararına
bulmadıklarından dolayı herhalde mazur görülebilirler.1

Tabii ki bilim her zaman yukarıdaki örnekteki gibi kullanılmıyor.
Ancak bilime yüksek bir makam verildiği, "bilimsel" takısının bir
imtiyaz manası taşıdığına dair günlük hayatımızdan birçok delil gösterebiliriz.
Genellikle bir görüşe veya teoriye "bilimsel" sıfatı takılmakla, bu
görüşün veya teorinin sağlam esaslara dayandığı, belki de tartışılmasına bile
gerek olmadığı ima ediliyor. Bilimin ve bilim adamlarının otoritesi toplumda o
kadar kabul görüyor ki bazan falan bilim adamının da
inandığını belirtmek dahi dini iddialara destek olarak görülebilmekte. Bu deneme
yazısında bu otoritenin esası olup olmadığını sorgulamaya çalışacağız. Önce
bilimin tarifini yapmaya çalışalım. Bunun için aşağıdaki soruları cevaplamamız
gerekecek.

Bilim nedir? Bilimsel
yaklaşım ya da bilimsel metod
diye birşey var mıdır? Bilimin gayesi nedir?

"Bilimsel malumat ispat edilmiş malumattır. Bilimsel
teoriler deney ve gözlemlere dayanarak ve oturmuş metodlar
uygulanarak elde edilmiştir. Bilim, beş duyumuzla hissedebileceğimiz verilere
dayanır. Kişisel görüş ve tercihlerin, spekülatif hayallerin bilimde yeri
yoktur. Bilim objektiftir. Bilimsel malumat güvenilir malumattır çünkü objektif
olarak ispat edilmiştir."2 Herhalde yukarıdaki ifadeler zamanımızda büyük
çoğunluk tarafından algılanan bilim imajına gayet uygun düşmektedir. Bilime bu
bakış açısı bilhassa 17. yüzyıl bilimsel devrimi sırasında ve onun neticesinde
yaygınlaştı. Çeşitli bilim dallarındaki hızlı gelişme, Galileo gibi büyük
gözlemcilerin eski Aristo teorilerine getirdikleri alternatifler bu bakış
açısını kuvvetlendiren etkenler arasında sayılabilir. Bilim felsefeleri
arasında tümevarımcı (inductionist) görüş olarak
isimlendirilen bu bakış açısının yukarıdaki paragraftaki bütün cümlelerde
hatalı olduğunu göstermeden önce tümevarım metodunu biraz açıklamaya çalışalım.
Tümevarımcı bilim adamına göre bilim gözlemle başlar. Bilimsel gözlemci normal
ve kusursuz duyu organlarına sahip olmalı, gözlemlediği durumla ilgili ne
görüyorsa ne işitiyorsa vs. dürüst bir şekilde aynen kaydetmeli, ve bunu
yaparken tamamen önyargısız hareket etmelidir. Gözlem ifadeleri diye
adlandırılan ve kainatın veya bir parçasının durumunu belirleyen ifadeler,
önyargısız bir gözlemcinin duyu organları vasıtasıyla gözlemine dayandığı için dogru kabul edilir. Bu şekilde ulaşılan gözlem ifadeleri
bilimsel teorilere temel teşkil eder.

Tümevarımın esasını
sonlu sayıdaki gözlemin evrensel bir kanun şeklinde genelleştirilmesi teşkil
eder. Tümevarımın geçerli olabilmesi için üç ana unsur sağlanmalıdır: 1)
Genelleştirmeye temel olan gözlem sayısı yeterince büyük olmalıdır. 2)
Gözlemler mümkün olduğunca değişik şartlar altında gerçekleştirilmelidir. 3)
Kabul edilmiş hiçbir gözlem ifadesinin evrensel kanunla çelişmemesi gereklidir.
Tümevarımcı bilim adamına göre tümevarımın dayandığı gözlemler arttıkça, gözlem
araçlarındaki ilerlemeler sayesinde elde edilen veriler daha güvenilir hale
geldikçe, daha ileri, geçerliliği daha geniş teoriler gelişecektir. Böylece
bilim sürekli ilerlemekte, yükselmektedir. Buraya kadar anlatılanlar bilimin
sadece bir yönünü kapsamaktadır. Tabii ki bilimin en önemli gayesi olayları
açıklamak ve tahmin edebilmektir. Bunu sağlayan mekanizmaya tümdengelim (deduction) adı verilmektedir. Bilim adamı mantık
prensiplerini kullanarak, birtakım olayları evrensel kanunlarla açıklamaya
çalışır veya belli şartların ne sonuç doğuracağını tahmin eder.

Yukarıdaki kısa özetten sonra tümevarımcı görüşün yanlışlarını
Chalmers’in2 verdiği misallerle göstermeye çalışalım. Tümevarım prensibinin
geçerliliğine nasıl inanacağız? Nasıl oluyor da sonlu sayıda, belirli şartlar
altında, belirli zamanlarda yapılan gözlemler neticesinde evrensel, yani her
zaman ve mekânda geçerli olacak kanunlar çıkarılabiliyor?

Bertrand Russell’ın tümevarımcı hindi hikayesi bu noktayı
gayet güzel açıklıyor. Buhindi, çiftlikteki ilk sabah
sahibinin tam saat 9 da yem verdigini gözlemler. İyi
bir tümevarımcı olduğu için tabii hemen bir sonuç çıkarmaz bundan, bu gözlemi
değişik şartlarda yapmaya çalışır, çarşambaları, perşembeleri, cumartesi pazar
günleri, yağmurlu havalarda, açık havalarda, soğuk ve sıcak günlerde gözlem
neticeleri hep aynıdır. Hergün gözlem listesine bir
tane daha ilave eder bizim hindi. Sonunda tümevarımcı vicdanı tatmin olmuştur
ve şu tümevarımı yapar: "Ben her zaman saat 9 da beslenirim". Bu
neticenin yanlışlığı çok geçmeden anlaşılır, noel gününde beslenmeyi beklerken sahibi kafasını
uçuruverir bizim tümevarımcı hindinin. Tümevarımın bütün kuralları uygulanarak
çıkarılan bir sonucun yanlışlığı meydana çıkmıştır. Tümevarımcının bu prensibin
geçerliliğini ispatlaması için tek dayanağı tecrübedir. Geçmişte şu şu durumlarda tümevarım doğru sonuç vermiştir diyecektir.
Fakat bu, tümevarımın geçerliliğini tümevarımla ispatlamaya çalışmaktır ki
mantıksızlığı açıktı. Tümevarımcı bu problemi çözmek için bir adım geri
çekilir. "Gerçekten de tümevarımla çıkarılan bir hükümden yüzde yüz emin
olamayız ama, bu hükmün doğru olma ihtimalinden söz edebiliriz. der. Meselâ
güneş her sabah doğuyor, yarın da doğma ihtimali çok yüksek, bir taşı
bıraktığımız zaman yere doğru düşeceğinden yüzde yüz emin olamayız, ama büyük
bir ihtimalle öyle olacaktır. Bu durumda tümevarımla elde edilen bilimsel
malûmat ispat edilmiş bilgiyi değil, doğru olma ihtimali yüksek olan bilgiyi
temsil etmektedir. Gözlem sayısı ne kadar çok olursa doğruluk ihtimali de o
kadar artacaktır. Her ne kadar ilk bakışta yukardaki
cümle doğru görünse de matematik olarak böyle bir hükmün doğruluk ihtimalinin
sıfır olduğu gösterilebilir. (Bilimsel teoriler evrensel ifadeler olduğuna göre
sonsuz sayıda muhtemel durumu kapsıyorlar demektir, delil sayılan gözlemler ise
sonludur. Sonlu bir sayıyı sonsuza bölerseniz, sonuç daima sıfırdır.) Gözlem
neticelerinin herhangi bir gözlemci tarafından teyid
edilebileceği iddiası da son zamanlarda çürütülmüştür.2 En basit gözlem metodu
olan gözle müşahede etme bile kişiden kişiye, kültürden kültüre değişebilmekte,
gözlemcinin konuyla ilgili önceki malûmatı görülen olayın algılanışını
etkileyebilmektedir. Bir röntgen filminden benim bakıp çıkardıklarımla bir
radyoloji uzmanının ulaştığı netice elbette aynı olamaz. Ayrıca gözlemde
kullanılan aletlerin mükemmel olup olmadığı da sorgulanabilir. Gözlem işinin
kendisinin gözlenen olaya etkisinin olup olmadığı ise (nükleer fizikte olduğu
gibi) tamamen ayrı bir konudur.

Eskiden beri bilinen bu problemlerinin yanısıra
başka problemleri de eksik değil tümevarımcının. Bunlar "çok sayıda"
ve "çok değişik şartlar altında" ifadelerinin muğlaklığı ile
ilgilidir. Ne kadar gözlem çok sayılacak? Bütün metallerin ısınınca genleştiği
sonucuna ulaşmak için kaç deney yapmamız gerek’? On, yüz, bin? İnatçı
tümevarımcının ateşin yaktığını anlaması için elini defalarca ateşe sokması mı
gerekir? Bu tür durumlarda aşikâr olarak çok sayıda gözleme ihtiyaç duymak ne
derece yanlışsa bir falcının doğru çıkan bir tahminine dayanarak, her zaman
doğru söylediği sonucunu çıkarmak da aynı ölçüde yanlış tabii ki. Herhalde bu
"çok sayıda" tabirinin muğlaklığı ortada. Tümevarımcının durumu
"değişik şartlar altında" ifadesi incelendiğinde daha da vehâmet kazanıyor. Bu değişik şartları nasıl tespit edeceğiz.
Suyun kaynama noktasını tespit etmeye çalıştığımızı farzedelim.
Basıncı ve suyun saflığını, ısıtma metodunu, deney yaptığımız vakti
değiştirmeli miyiz? Bu sorulardan ilk ikisinin cevabı evet son ikisinin ki ise
hayırdır. Peki bu cevaplar neye dayanarak verilmiştir? Bu soru önemlidir, çünkü
değiştirilebilecek faktörlerin listesi sonsuza kadar uzatılabilir: Kabın rengi,
gözlemcinin elbisesi, cinsiyeti, deney yapılan yerin konumu vs. Bu önemsiz
faktörler bertaraf edilmedikçe yapılması gereken gözlem sayısı sonsuz
olacaktır. Peki o zaman bu önemsiz dediğimiz faktörlerin önemsiz olduğuna neyle
hükmediyoruz? Herhalde cevap aşikâr sanırım, durumla ilgili teorik bilgimizle
biliyoruz ki bazı faktörlerin değişmesi gözlediğimiz olayı etkilemez. Fakat
bunu kabul etmemiz, teorinin gözlemden önce önemli bir role sahip olduğunu
kabul etmemiz demektir. Halbuki tümevarımcı gözlemini tamamen önyargısız olarak
yapmalıydı. Her gözleme belli bir ölçüde teori rehberlik ettiğine göre, gözlem
ifadeleri de kendilerine rehberlik eden teoriler gibi yanlış olabilirler ve
dolayısıyla bilimsel bulgulara çok da sağlam bir temel teşkil ettikleri
söylenemez.

Çok basit sayılabilecek
gözlem ifadeleri bile belli bir teorik malûmat üzerine bina edilmişlerdir. Bir
öğretmen düşünelim, sınıfta tahtanın önünde elindeki küçük beyaz çubuğu
göstererek konuşuyor: "İşte bir tebeşir parçası". Bu basit gözlem
ifadesi bile bir teoriye dayanıyor ve yanlış olabilir. "Sınıflarda
karatahtaların yanında bulunan beyaz çubuklar tebeşirdir" gibi alt
seviyede bir genelleme yapmıştır öğretmen. Tabii ki bu genelleme yanlış
olabilir. Meseleye konu olan o beyaz çubuk belki de muzip bir talebenin oyunu
sahte bir tebeşir olabilir. Öğretmen veya başka biri tarafından "işte bir
tebeşir parçası’" ifadesinin doğruluğunu deneye tabi tutmak için çeşitli
adımlar atılabilir. Ancak her deney yeni bir teorinin yardıma çağrılmasını
gerektirecek ve mutlak doğru hiçbir zaman elde edilemeyecektir. Meselâ,
elindeki beyaz çubuğun tebeşir olmayabileceği iddiasına karşı öğretmen çubuğu tahtaya.
sürebilir ve "işte gördünüz, tebeşir bu" diyebilir. Ama bu ifadede de
bir kabul gizlidir: Tebeşir tahtaya sürülünce beyaz bir iz bırakır. Tebeşirden
başka bir şeyin de aynı şekilde beyaz bir iz bırakabileceği söylenince kızgın
öğretmen kimyasal analiz yolunu tutmaya kalkar. Tebeşir büyük ölçüde kalsiyum karbonatdan ibaret olduğundan asit içine batırılınca
karbondioksit gazı çıkaracağını söyler. Deneyi yapıp karbondioksitin varlığını
yine başka bir deneyle ve yeni bir takım kimyasal malûmata dayanarak ispat
eder. Baştaki basit ifadenin doğruluğunu ispat için yapılan bütün bu
teşebbüslerin her safhasında daha derin bir teoriye atıf yapılmakta, her adım
yeni deneyleri gerektirdiği gibi daha komplike teorileri gündeme getirmektedir.
Deney sonucunun doğruluğunu ispatlamak için, bu teorilerin doğruluğunun ispatı
gerekmektedir. Bazan günlük hayatta bile aşikâr gibi
görünen bir gözlem ifadesinin dayandığı teorinin yanlışlığı yüzünden yanlış
çıktığı vakidir. Yüksek bir dağın tepesinde piknik yapan dağcılar, uzaktan kamp
ateşine koydukları çaydanlığa bakarak "su ısınmış olmalı, bir çay
yapalım" diyorlar, ama çayın tadına baktıklarında yanıldıklarını
anlıyorlar. burada dağcıları yanıltan, kaynayan suyun sıcak olduğunu kabul
etmeleridir. Halbuki dağın tepesinde durum aşağıdakinin aynı değildir (su daha
düşük sıcaklıkta kaynar). Bu farazî misaller konunun herkes tarafından
anlaşılabilmesini temin için verilmiştir. Yoksa bilim tarihi yukardaki konulara misal olacak gerçek hikayelerle doludur.
Modern bilim, dürüst bir bilim adamı olan Kepler’in zamanının en gelişmiş
teleskopu ile yaptığı gözlemler neticesinde not defterine düştüğü şu notun
yanlışlığını kabulde hiç zorlanmamaktadır: "Mars, kare şeklinde ve
rengârenktir."2

Son yıllarda tümevarımcı
felsefeye alternatif başka görüşler de ortaya atılmıştır. Bunlardan en önemlisi Popper tarafından teklif edilen "yanlışlamacı" görüştür.3 Buna göre bilimsel teorilerin
doğruluğu ispat edilemez ancak yanlış olduğu gösterilebilir. Bir teorinin
geçerli olması için yanlışının gösterilebilme ihtimalinin olması (yanlışlanabilirliği) fakat o ana kadar yanlışlanmaması
gerekir. Yanlışlanabilirliğin ne anlamda
kullanıldığını anlamak için yanlışlanabilir ve yanlışlanamaz ifadelere birkaç örnek verelim. Aşağıdaki
ifadeler yanlışlanabilir ifadelere örnek olabilir: 1)
Çarşambaları hiç yağmur yağmaz 2) Bütün maddeler ısınınca genleşir. Birinci
ifadenin yanlışlığı, herhangi bir çarşamba günü yağmurun gözlenmesiyle
gösterilebilir. İkinci ifade, ısınınca genleşmeyen bir maddenin varlıgı tespit edilirse yanlışlanmış
olur (buzun ısınınca genleşmediği görülmüştür). Aşağıdaki ifadeler ise yanlışlanması mümkün olmayan ifadelerdendir. 1) Yarın ya yağmur yağacak ya da
yağmayacak. 2) Spor müsabakalarında şanslı olan kazanır. Birinci ifadenin
yanlışlığını göstermek mümkün değildir. Çünkü mümkün olan bütün durumlar
ifadenin kapsamı içindedir ve ifade her zaman doğrudur. İkinci ifadeyi de
çürütmek şansın tarifı gereği mümkün degildir. Yanlışlamacı görüşe
göre bir ifadenin bilimsel olabilmesi için yanlışlanabilir
olması en temel özelliktir. Özet olarak yanlışlamacı
görüşe göre bilim problemlerle başlar. Mevcut teorilerin yetersiz kaldığı
durumlarda bilim adamları yeni bir hipotez öne sürerler. Bu hipotez gözlemlerle
veya tenakuzlarla çürütülmeye çalışılır. Bir teori ne kadar inanılmaz görüılse de yanlışlanıncaya kadar
bırakılmaz. Ancak yanlışlıgı ispat edilir edilmez terkedilmelidir. Yanlışlamacı
görüşe göre bilim deneme yanılma ile, tabiri caizse el yordamı ile
ilerlemektedir. Yukarıda yaptığımız gibi bu görüşün de eksik ve yanlışlarını
yazmaya kalkışsak herhalde derginin sayfaları yeterli olmaz. Sadece iki noktaya
temas ederek bu konuyu kapatmaya çalışacağız. Teorilerin yanlışlanması
büyük ölçüde yine gözlemlerle yapılacağından gözlemle ilgili tümevarımcı görüşe
yöneltilen tenkitler aynen burada da geçerlidir. Bir teori gözlemle çeliştiği
zaman teorinin mi yoksa gözlemin mi yanlış olduğuna nasıl hükmedeceğiz? Bazan bir teorinin inatçı mensupları, gözlemler teorinin
yanlışlığını gösterse bile teo rilerine
bir miktar ilave yaparak yanlışlanmaktan kurtarmaya
çalışırlar. Bu ilavelerle bazan orjinal
teori Darwin’in evrim teorisinde olduğu gibi yamalı
bohçaya döner. Bu noktada yanlışlamacı felsefenin
hangi ilavenin geçerli bir düzeltme olabileceğine ilişkin bir kriteri yoktur.2 Yanlışlanamaz bazı ifadeler vardır ki bilimsel olduğuna
kimsenin kuşkusu yoktur. Bir şeyin kainatta mevcut olduğuna dair bir iddianın
yanlışlığı (kâinatın hertarafı gözlenemediği için)
ispat edilemez, ama o şeyin mevcudiyeti o şeyi göstererek ispat edilebilir.4

Thomas Kuhn 1962 yılında "Bilimsel devrimlerin yapısı’ adlı
eserini yayınlayarak yeni bir görüş ortaya attı.5 Ona göre bilim
paradigmalardan, yani modellerden ibarettir. Herhangi bir zaman diliminde
bilime bir paradigma hâkimdir. Bu bilim dalında çalışan bütün bilim adamları
hâkim paradigmanın tespit ettiği kural ve standartlara uymak zorundadır (aksi
takdirde dışlanırlar). Her paradigma kâinata kendi gözlüğüyle bakar ve eşyayı
başka şekilde değerlendirir. Sorulabilecek sorular bile paradigmanın kontrolü
altındadır. Gezegenlerin kütlesi ile ilgili sorular Newton’culara
göre gayet önemli olduğu halde, Aristo’culara göre
dinsizlik sayılırdı. Kütle Newton’cularda temel bir
kavram olduğu halde, Einstein’in izafıyet
paradigmasında esassızdır. Elementlerin birbirine dönüşmesi bugünkü modern
nükleer fizikte (ortaçagda da oldugu
gibi) kabul gördügü halde, uzun müddet Dalton’cu atom fiziği tarafından saçma bulunmuştur. Bir
paradigmanın hâkimiyeti ancak bilimsel bir devrimle yıkılabilir. Herhangi bir
bilim adamının rakip iki paradigmadan hangisini tercih edeceği tamamen bir
inanç meselesi olarak görülür. Kuhn’a göre bir
paradigmayı diğerine tercih ettirecek hiçbir mantıkî açıklama yoktur. Çünkü her
paradigma kendi standartlarına göre değerlendirildiğinde diğerine üstün
görülebilir. Hangi teorinin tercih edilecegini
belirleyen faktörler arasında Kuhn basitlik, dini
inançlar, kültür, ve sosyal ihtiyaçları saymaktadır.4

Son yıllarda Feyerabend tarafından
öne sürülen başka bir görüşe göre ise bilim 19. yüzyıldan beri savaştığı dinin
yerini almıştır. Bilimin eğitimdeki rolüne bakalım der Feyerabend.6
Bilimsel "gerçekler" çocuklarımıza çok küçük yaştan itibaren dini bir
doktrin gibi öğretilmekte. Toplumun bütün müesseseleri din de dahil olmak üzere
acımasızca tenkit edilirken, bilim tenkitten muaf tutuluyor. Toplum genelinde
bilim adamlarının yargıları geçen yüzyılda rahip ve papazların hükümlerine
gösterilen bir şekilde saygıyla karşılanıyor. bilim ve din
"çatışırsa" şüphesiz bilim haklı sayılıyor. Peki bilime bu farklı
pozisyonu sağlayan nedir? Klasik bilim adamlarına göre bilime özel bir önem
verilmelidir çünkü faydalı neticeler üretmiştir. Bu iddia başka hiçbir şeyin
faydalı birşey üretmediği kabul edilirse bir mana
ifade eder. Batının bilim anlayışının baskıcı tutumu sebebiyle bilim dışı
sayılan metodların yaşamasına izin verilmediği için
hakperest bir karşılaştırma imkânımız yok, bununla beraber, çağımızda bilimdışı
sayılan bazı metodların da faydalı neticeler
verebildiğini görmek zor değil, (telekinesis veya
telepati gibi). Günün birinde telekinesis veya
telepati de bilimin içine alınabilir belki ama, bu uzun yıllar geçtikten sonra ve mevcut bilimin rağmına
olacak bir şeydir. bilimde devrim sayılan ilerlemelerin çoğunun, yerleşik bilim
anlayışının direnmesine rağmen gerçekleştiği gözönüne
alınırsa bu ilerlemeleri bilimin sahiplenmesini anlamak da zordur. ayrıca
bilimin ulaştığı neticelerde bilim dışı birçok yardımcının rolünün varlığı
bugün inkâr edilmesi imkânsız bir gerçektir. Mekanik ve optik, sanatkârlara;
tıp, ebe ve büyücülere çok şey borçludur. Evet, bilim çok şey yapmıştır, ama
diğer müesseseler de. Bilim sistematik bir yol takip eder ama diğer
ideolojilerin de sistematiği vardır. Bilimsel metod
diye adlandırabileceğimiz, bilimi bilim dışından ayıran
yegâne bir metodun varlığından sözedilemez. Bilim de
toplumda bir müessesedir ve bir söz hakkı vardır, bunun ötesinde bir ayrıcalık
talep etmeye hakkı yoktur.6

Biraz da bilimin amacı üzerinde duralım. diğer bütün konularda
olduğu gibi bilim adamları bilimin amacı konusunda da anlaşabilmiş değillerdir.
Realist diye isimlendirilen görüşe göre bilimin amacı gerçeği bulmaktır.
Bilimsel teoriler evrendeki gerçeklere uygunluğu nispetinde doğrudur. Popper gibi realistlere göre bir teori dünyada kimse
inanmasa bile doğru olabilir, herkesin inandığı bir teorinin ise yanlış olması
mümkündür.3 İlk bakışta makul gibi görünen bu ekolün en zayıf noktası bir
bilimsel teorinin gerçekten doğru olup olmadığını tespit etme zorluğudur. Öyle ya bir teorinin gerçeğe tam olarak tekabül ettiğini nasıl
anlayacağız? Eylemsizlik prensibi diye de bilinen Newton’un birinci kanununu
ele alalım. Buna göre üzerine bir kuvvet etki etmeyen herhangi bir cisim
sükûnette ise sükûnette kalır, hareketli ise sabit hızla hareketine devam eder.
Bu kanunun doğruluğunu gösterebilmek için bir cismi evrenden izole etmek
gerekecektir, ta ki bu cismi etkileyecek bütün muhtemel kuvvetler sıfır olsun.
Buz ise imkansız olduğuna göre en iyisi bu tip kanunlara bir araç gözüyle
bakmaktır. Evrendeki olayları açıklamak için kullanılan ve. büyük ölçüde
idealleştirmelere dayanan bir araç. Bu durumda Newton kanunlarındaki kütle ve
kuvvet gibi kavramların bîzatihi gerçek olmaları şart değildir. Zaten evren
bilimsel teorilerin belirlediği dar kalıplara sığmayacak kadar zengindir.7

Bilimin ve teknolojinin
başarılı sonuçları bu sonuçlara ulaşmakta kullanılan bilgilerin mutlak
doğruluğunu göstermez. Bilimsel teorilerin geçerli olduğu saha sınırlıdır. Buz
sınırlar içerisinde kalındıkça böyle bir teori faydalı sonuçlar vermek üzere
kullanılabilir. Nitekim Newton ınekanigi temelden yanlış olduğu halde birçok
uygulamada hâlâ işimizi görmektedir. Dünya’nın düz olduğu teorisi bile
geçerlilik sınırları gözetilerek uygulanırsa çok büyük bir yanlışlığa sebebiyet
vermeyebilir. Bir tarlanın bir ucundan öbür ucuna gitmek isteyen bir çiftçinin
en kestirme yolu tespit ederken dünyanın yuvarlaklığını hesaba katmasına pek
gerek yoktur, yeter ki tarlasındaki tecrübesine dayanarak İstanbul’dan New
York’a giden uçağın pilotuna akıl vermeye kalkmasın.

İki asır önce yaşayan Auguste Comte’un iddiasına göre
bilim, "ilkel" ve metafızik teşebbüsler
diye nitelendirilen dinin yerini alacak "pozitif" bilgiyi temin
edecekti. Comte’un pozitif diye vasıflandırdığı bilgi
deney ve gözlemlere dayanan sistematik bilgi idi. Burada gözleme dayanmayan,
maddi deneylerle ispat edilemeyen spekülasyonlara yer yoktu. Pozitivistler daha da ileri giderek felsefelerini bir din
olarak takdim ettiler, hatta Avrupa’da insanlık dini (Religion
of Humanity) kilisesi bile kurulmuştu. Gerçi bu felsefenin
yanlışları daha 20. asrın başlarında bilimdeki devrim sayılabilecek nitelikteki
ilerlemelerin de yardımıyla gösterilmişti, ancak zamanın hâkim ideolojisi olan
materyalizm bütün tenkitlere gözünü kapatıp, bu asrın ikinci yarısına kadar
bilim dünyasında olmasa bile (aksi halde izafiyet ve quantum
mekaniği teorilerine hayat hakkı tanınmazdı) toplum hayatının hemen hemen her alanında hâkimiyetini sürdürebilmişti. Bütün
bunlara rağmen pozitivizm en kuvvetli olması gereken bir çağda süratle Gökmüş
en önde gelen taraftarlarını bile hayatlarının sonlarındaki depresyondan
kurtaramamıştı. Bridges, Gissing
ve Von Hügel gibi bazıları
ölüme yaklaştıklarını hissettiklerinde çareyi din değiştirmekte (humanist dinden vazgeçmekte) bulmuşlardı. Avrupadaki en son pozitivist
grubun idarecisi Clair Baier pozitivist hareketin birinci dünya savaşında belinin
kırıldığını. ikinci dünya savaşı sonunda ise tamamen öldürüldüğünü itiraf etmek
zorunda kalıyordu.8

Bugün pozitivist görüşün inatçı müntesipleri bilimi efsane
(mitoloji) yapmakla suçlanmaktadırlar.9 Bu efsaneye inananlara göre bilim ve
bilimsel metod (yalnız başına) bütün olayları tam ve
tatminkâr bir şekilde açıklamaya yeterliydi. Bugün olmasa bile gelecekte
cevapsız soru kalmayacaktı. Bugün bu iddiaların ne kadar geçersiz olduğu, bilimsel
metodun ve bilimsel malumatın birçok noktada yetersiz kaldığını gösteren
yukarıdaki açıklamalarla anlaşılmıştır sanırız. Bütün bunlar bir tarafa bilimin
kendisi insanın yaptığı bir faaliyet, teorileri de insan yapısı olduğuna göre
varlığını insanın varlığına ve bilimi yapma ve kullanmadaki niyetine borçludur.
Böyle olunca bilimin herşeyi açıklayabileceği iddiası
bir paradoksu ihtiva etmektedir. Bunu basit bir misalle açıklayalım. Benim
elimde bir taş var, Bugünkü bilim, taşı elimden bırakınca ne olacağını tahmin
edebiliyor, ama benim taşı bırakıp bırakmayacağım konusunda en azından şu anda
aciz. Pozitivist görüşe göre nörofızik
ilerleyince insanın bir sonraki dakikada ne yapacağını da bilim tespit
edebilecekti. Bir bilim düşünün ki insanın yaptığı bütün faaliyetlerin tamamen
kör ve akılsız kanunların işlemesi neticesinde olduğuna inanmayı akılcılık (rational) sayıyor. Halbuki böyle bir bilimin geçerli olduğu
bir dünyada akla pek ihtiyaç kalmayacağı aşikâr. Bugün seküler
hümanist felsefe ve dünya görüşünün ahlakî felce uğratan trajik etkilerini
modern batı dünyasının her seviyesinde müşahede etmek mümkündür. Soljenitsin’in 1978 yılında Harward
Üniversitesi’nin açılış merasiminde yaptığı konuşmasında dediği gibi, en çarpıcı
bilimsel ve teknolojik gelişmeleri bile, batı dünyasını, sebep olduğu ahlakî
fakirlikten dolayı affettirmeye yetmez.10

Bütün bu yazdıklarımızla
bilim düşmanlığı yapıyor değiliz. Zaten geçimini büyük ölçüde yukarıdaki metodları kullanarak kazanan biri olarak bindiğimiz dalı
kesmek istemeyeceğimiz açıktır. Yukarıda tenkit edilen metodların
her zaman yanlışa götüreceğini de iddia etmiyoruz. Bilakis bu metodların hepsi de yerli yerinde kullanıldıkları zaman
bilim ilerlemiş ve insanlığa faydalı neticeler üretmiştir. Burada bizim yaptığımız
belli bir zaman diliminde kabul gören bilimsel bulguların tamamen doğru
olmayabileceği ihtimalinin tespit edilmesidir. Bu ihtimalin kabul edilmesi
şüphesiz bilimin biraz daha mütevazi olmasını
gerektirecektir. Kanaatimizce böyle bir tevazu bilime saygıyı azaltmayacağı
gibi, bilakis arttıracaktır.

Öyleyse bilim acziyetini itiraf etmeli,
her soruya cevap bulamayacağını kabul etmelidir. (Bilakis bilim ilerledikçe
cevaplanması gereken sorular da artmaktadır.) Bulunan cevapların da günün
birinde yanlış çıkabileceği unutulmamalı bilimsel bulgular, ilahi naslar gibi empoze edilmemelidir. Bilim yaptıklarını iddia
edenler, bilim dışı diye vasıflandırdıkları bilgi kaynaklarına da bilimsel (en
azından ön yargısız) yaklaşmalıdırlar. Bu kaynakların başında şüphesiz din
gelmektedir. Batı fikir dünyasında bilim ve din ilişkisi üzerindeki hemen hemen bütün tanışmalar Hıristiyan dini esas alınarak yapıldığı
için, İslam dinini bağlayıcı yönleri pek az olsa gerektir. Gerçekten de gerek Kur’an ve Sünnete, gerekse İslam düşünce tarihine tarafsız
bir bakış bu konuda art niyetli olmayan herkesi ikna etmeye yetecektir. İslam’a
göre en esaslı realite Allah’ın varlıgı ve birliği
hakikatidir. Allah’ın birliği "bilgi"nin de birliğini gerektirir.l0
Bu yüzden bilgi ve bilgilenme metodları dini ve din
dışı diye bir ayrıma tabi tutulamaz. Tevhid akidesi
insan zihnini, hakikati bulma sürecinde engel teşkil edebilecek bütün
aracılardan kurtarmaktadır. Sihir, fal, astroloji gibi her türlü batıl inancın,
insan aklının normal çalışmasını engelleyebilecek bütün uyuşturucuların yasaklanma
hikmetlerinden biri de bu olsa gerektir. Kur’an’a
göre evrendeki her varlık kendilerinin üzerinde bir realiteye işaret eden bir ayetdir. Kur’an hem vahyi, hem de
evrendeki bütün varlık ve olayları "Kelimetullah"
olarak vasıflamakta, Bediüzzaman’ın
deyimiyle insan "kainat kitabını okuma"ya teşvik edilmektedir.
İnsanın saadeti bu kitabı kendisine verilmiş maddi ve manevi bütün duygularıyla
okuyup anlamasına bağlıdır. Peki Kur’an’ın bir hükmü,
bilimsel bir gözlem veya teori ile çelişirse ne yapılacaktır?

Bediüzzaman’ın Muhakemât’ın11 başında verdiği ölçüler bu meseleyi
çözmeye yeterlidir. Böyle bir durumda mü’min bir
bilim adamı için üç ihtimal mevcuttur: (1) Gözlem veya teori yukarıda anlatılan sebeblerden dolayı yanlış olabilir, (2) Kur’an’ın hükmünü anlama tarzımızda bir hata olabilir, (3)
Hem gözlem, hem de Kur’anî hükmü tevilimiz yanlış
olabilir. Burada asıl olan Cenab-ı Allah’ın Kur’an’da ki ifadelerdeki muradının hak oluşudur. Müslüman
onda şüphe edemez. Sayılan üç ihtimal de gözönüne
alınacak ve bilimsel bir araştırma ile gerçeğe yaklaşılmaya çalışılacaktır.
Birinci Makale’nin Üçüncü Meselesinde Kaf dağı ile
ilgili bahis bu meseleye gayet güzel bir örnek teşkil etmektedir.ll Görüldügü gibi İslam, bilimsel
araştırmanın önünü kesmek şöyle dursun, bilakis teşvik etmektedir. Sanılanın
aksine Kur’an bugüne kadar ileri sürülen bütün bilim
felsefelerinden daha kapsamlı ve dengeli bir bilgilenme metodu getirmiştir. Bu metod insanın akıl ve vicdan ile sembolleştirilebilecek iki
yönünü birden kapsamakta, insana hem maddi hem de manevi hayatını aydınlatacak
bilgileri nasıl kazanabileceğini göstermektedir.

Kaynaklar

1. Alan Chalmers, Science and Its Fabrications, University of
Minnesota Press, Minneapolis,1990.

2. A. F. Chalmers, What is this thing called Science?, University of Queensland Press, 2nd Ed.,1982.

3. K.R. Popper, Objective Knowledge, Oxford University Press, Oxford,1972.

4. Bediüzzaman Said Nursi, "17. Lem’a", Lem’alar, Sözler Yayınevi, İstanbul,1986.

5. T.S. Kuhn, The. Structure
of Scientifıc Revolutions; University of Chicago Press,
Chicago,1970.

6. P.K. Feyerabend, "Philosophy of Science 2001",
in Methodology, Metaphysics andth" Historıy of Science Boston Studies in the Philosophy of Science, v. 84,
R.S. Cohenand M.W. Wartofsky
(Edss), 1977.

7. N. Cartwright, How the Laws
of Physics Lie, Clarendon Press, Oxford,1983.

8. T. R. Wright, The Relgion of Humanity,
Cambridge University Press,
Cambridge, 1986.

9. A. O’Hear, An Introduction to the Philosophy
of Science, Clarendon Press, Oxford,1989.

10. W.M.N. Wan Daud, The Concept, of Knowledge in
İslam, Mansell Publishing, Limited, London,1989.

11. Bedüizzaman Said Nursi, Muhakemât, Sözler
Yayınevi, İstanbul,1977.