Çağımızın müslüman bireyleri pozitivist, materyalist ve darvinist
bilgi teorileri ve eğitim sistemleri ile kafaları yıkana yıkana
kendi öz referans kaynaklarının sunduğu orjinal
anlayış ve kavrayıştan önemli ölçüde uzaklaşmışlardır. Bu uzaklaşmanın belki
başka bir nedeni de tabiat ve tabiatın işleyişi ile ilgili akıl, mantık ve
hislerini tatmin edecek manevi ve metafızik yorumdan
geniş ölçüde mahrum olmalarıdır. Çünkü dini alanda yazılan kitapların büyük
ekseriyeti ya doğrudan ilmihal-fıkıh-ahlak konularına ya da mevcut modern bilim ve teknolojinin dini
yaklaşım ve espiriye aykırı olmadığını ispata yönelik
olarak yazılmıştır. Oysa çağımız insanının muhtaç olduğu en önemli şey, atomaltı dünyadan uzayın derinliklerine kadar objektif
bilimin bulgularının "tevhidi" bir çerçevede yorumlanıp bir bütünlük
içinde kendilerine takdim edilebilmesidir. Bunun başarılı bir şekilde
yapılamamasından dolayı insanlık, aklının ve kalbinin parçalanması ve başta
Allah(cc)’dan olmak üzere tabiat ve onun metafızik anlamından yabancılaşmış ve derin bir bunalım
içine düşmüştür.1

Bu çalışmada ilk olarak
Batı bilimindeki gelişmeler ve en son gelinen nokta incelendikten sonra kendi
bilim tarihimizdeki süreçteki İbn-i Sina’nın tabiat’ı
okuyuşu, İmam-ı Gazali’nin bu konudaki yaklaşımı ve en son olarak da Bediüzzaman’ın tabiat ve bilime yaklaşma konusunda
getirdiği yenilikler belirlenmeye çalışılacaktır. Batı bilimin gelişme tarihi
de konumuzla bağlantısı çerçevesinde "Newtoncu mekanik", "Hume problemi", "Popperyen yanlışlamacılık" ve "Gerekirciliğin
sonu" çizgisinde incelenecektir.

Bilim, Felsefe ve Din
Arasındaki İlişkiler

Batı dünyasında bilim,
felsefe ve din arasındaki ilişkiler bütününe bir göz atarsak bu üç alanın ortak
bir temelden yoksun olduklarını görürüz. Özellikle burjuva değerler sisteminin
Batı’da hakim olmasından sonra bilimle dinin yüzyüze
gelebilecekleri tek alan olan metafızik öğreti ve
"marifet" tümden unutulmuştur. Bu yüzden bilgi hiyerarişsi
alt üst olmuş, her bir parçanın bir diğeriyle olan organik bağlantısı
kopartılmıştır. Felsefe, ya bilime boyun eğip teslim
olmuş ya da ona büsbütün karşı çıkmıştır. Teoloji de ya tabiatı ve tabiat bilimlerini hiç dikkate almamış ya da bir senteze ulaşacağım diye bilimlerin buluş ve
yöntemlerini adım adım benimsemiştir.
Bilim-felsefe-din ilişkisinde Batı’da ciddi bir tabiat felsefesinin gelişmemesi
Hıristiyanlığın fizik dünyaya biraz soğuk bakması ve "ruhun
kurtuluşu"nu ön-plana almasından kaynaklanmıştır, denilebilir.

Öte yandan yine Batı’da pozitif
bilimin objektif bulgularının metafiziki ve dini
yorumlarının tutarlı ve mantıklı bir şekilde yapılamaınası,
bilimin bulguları karşısında sürekli bir inkâr ve savunma pozisyonunda
kalınması modern tabiat bilimleriyle teolojik ve manevi düşünce arasında ardı
arkası gelmeyen çatışmalar ve anlaşmazlıklara yol açmıştır. Batı ve uzantısında
bunun yansıması ise son derece yıkıcı olmuştur.2

Günümüzde ise bu durumun ortaya koyduğu açmaz bütün çıplaklığıyla
hayatın her cephesinde belirdiğinden bazı çevreler yeni bir bilim ve tabiat
anlayışı geliştirme çabası içine girmiştir. Batı’da yeni yeni
seslendirilmeye başlanan "holistik dünya
görüşü"nün böyle bir ihtiyacın sonucu olduğu söylenebilir. Batı’nın bu
noktaya gelmesi sürecini anlayabilmek için Batı teknoloji ve biliminin esas
çıkış noktası ve kaynağı olan Newtoncu mekaniğin kısaca incelenmesi gerekir.

Newtoncu Dünya Görüşü

Newtoncu dünya görüşü
aslında bizim insanımızın hiç de yabancısı olmadığı bir dünya görüşüdür. Bilim
yasalarının kesin ve tartışılmaz olduğu, tek ve en doğru gerçekliğin bilim
olduğu, toplumun diğer disiplinlerinin ya kesin
olarak bilimin yasalarına boyun eğeceği, ya da
varlıklarını sürdüremiyecekleri şeklindeki "katı
bilim" anlayışı Newtoncu dünya görüşünün temel çatısını oluşturur. Doğal
olarak bize Newtoncu mekaniğin de sadece "vulgar"
ve "avamileşmiş" şekli ulaşmıştır.
Kozmolojik ve teolojik boyutuyla Newtoncu dünya görüşünün ilk defa son on
yıllarda ülkemizde tartışılmaya başlandığını burada hatırlatmış olalım.
Newtoncu yaklaşımı Capra’dan özetleyelim:

Newtoncu evrenin sahnesi, bütün fiziksel olayların üzerinde vuku
bulduğu Öklidçi geometrinin üç-boyutlu uzayıydı. Bu,
içerisinde fiziksel olayların meydana geldiği bağımsız mutlak bir uzay. bir
boşluktu. Newton’un kendi sözIeriyle. "Daima
benzer ve hareketsiz duran, kendi dışındaki herhangi bir şeye bakılmaksızın
kendi doğası için de mutlak bir uzay." Fiziksel dünyadaki bütün
değişimler. maddi dünyayla hiçbir bağlantısı olmayan ve geçmişten geleceğe
şimdi (hal) aracılığıyla pürüzsüzce akıp giden yine ayrı bir mutlak boyuta,
zamana dayanarak tanımlanmışlardı. "Mutlak, hakiki ve matematiksel
zaman" diye yazıyordu Newton, "kendi başına ve kendi doğası
yardımıyla dışındaki hiçbir şeye bakmadan tekbiçimli olarak akar."

Bu mutlak uzay ve mutlak
zaman içinde hareket eden Newtoncu dünyanın öğeleri maddi parçacıklardı; bütün
maddenin kendilerinden yapıldığı küçük, katı ve yok edilemez
nesneler,atomlardı. Newtoncu madde modeli atomistikti.
ama modern atom fıkrinden önemli ölçüde farklıydı.
Newton maddeyi homojen olarak gösterdi; o iki tip madde arasındaki farklılığı,
atomların fârklı ağırlık ve yoğunluklarına dayanarak değil, daha az ya da daha çok yoğun atom yığınlarına dayanarak açıkladı.
Maddenin temel yapıtaşları, ya aynı
"madde"nin bileşiği olması ya da bir
nesnedeki maddi töz (cevher)ün toplam miktarının o nesnenin kütlesini vermesi
durumları dışında değişik büyüklüklerde olabilirdi.

Parçacıkların hareketi, Newton’un görüşüne göre, bir mesafe
üzerinde hemen etkisini gösteren çekim kuvvetince meydana getirilmişti. Maddi
parçacıklar ve bunların karşılıklı etkileşiminden bağımsız olarak varolan parçacıkların
iç yapıları arasındaki çekim güçleri,birbirinden farklı bir yapıdaydılar.
Newton hem parçacıkların hem de çekim gücünün Allah(cc)
tarafından yaratıldığını kabul etti ve böylece daha ileri çözümlemelere
gitmekten kurtuldu. Optics adlı kitabında Newton,
Allah(cc)’ın maddi dünyayı
yaratışının nasıl olduğunu tasvir eden aydınlık bir tablo çizdi:

Bana Allah(cc)ın
başlangıçta yaratma amacına uygun olarak maddeyi, başka özellikleri yanında büyüklük
ve şekillere sahip katı. yekpare, sert, nüfuz edilemez ve hareketli parçacıklar
halinde düzenlemesi ve bunun, uzay için de geçerli olması mümkün görünüyor: ve
katı halde bulunan bu ilksel parçacıklar. bunları birleştiren herhangi bir gözenekli
cisimden karşılaştırılamayacak kadar daha serttir; hatta öylesine serttir ki
parçalar asla aşınmaz ya da parçalanmaz; Allah’ın
yaratışta bir olarak yarattığı şeyi hiçbir doğal güç bölemez.3

Newtoncu fizikte bütün
fiziksel olaylar, karşılıklı çekimlerin, yani yerçekiminin gücüyle meydana
gelen maddi parçacıkların hareketlerine indirgenmiştir. Bir parçacık ya da herhangi bir maddi nesne üzerindeki bir gücün etkisi.
klasik mekaniğin esaslarından elde edilen Newton’un hareket denklemlerine
matematiksel olarak tanımlanmıştır. Bunlar, hareket halindeki maddi nesnelere
uygun olarak tasarlanmış olan ve fiziksel dünyada gözlemlenmiş bütün
değişimlerin nedenini açıklayacağı düşünülen sabit yasalardır. Newtoncu
anlayışa göre Allah, başlangıçta maddi parçacıkları, bunlar arasındaki
çekimleri ve temel hareket yasalarını yarattı. l3öylece bütün evren hareket
etmeye başladı ve o gün bugündür değişmez yasalarca yönetilen bir makina gibi işlemeye devam etti. Mekanistik.
doğa anlayışı böylece bütünüyle nedensel ve belirlenmiş dev kozmik makina anlayışıyla katı bir determinizıne
sıkı sıkıya bağlanmıştır. Olan biten herşey kesin bir
nedene sahipti ve kesin bir etkiyi meydana getirirdi ve sistemdeki herhangi bir
parçanın geleceği, eğer durum her hangi bir zamanda bütün ayrıntılarıyla
biliniyorsa mutlak kesinlikle önceden tahmin edilebilirdi.

Bu kusursuz dünya-makinası tasvir;, bir
dışsal yaratıcıyı ima ediyordu; ilahi yasasını hükümran kılmak suretiyle
dünyayı yukarıdan yöneten monarşik bir tanrıydı bu.
Ancak Capra’ya göre fıziksel
olayların kendileri, kesinlikle ilahi olan, insan kültürünün ana-damarının karakteristigi olan manevi boşluğu ardında bırakarak
bilimsel dünya görüşünden bütünüyle el ayak çekti. Doğanın bu sekülarizasyonunun felsefi temeli ruh ve madde arasındaki
Kartezyen ayırımdı. Bu ayırımın sonucu olarak, dünya, gözlemci olan insanı asla
hesaba katmaksızın nesnellikle tanımlanabilen mekanik bir sistem olarak görüldü
ve doğanın bu çeşit nesnel bir tasviri bütün bilimin ideali oldu.4

Newtoncu dünya görüşünde
sınırlı ve eksik de olsa yine de bir kainat kitabının manevi okunuşunu vardı.
Ancak Newton’dan sonra Batı’yı saran ınateryalist ve pozitivist cereyanlar Newton,un evrenini
"Tanrı’sız" bırakacaklardır.

Batı’da ortaya çıkan
Aydınlanma, semavi ya da tabiat-üstü dine bilhassa da
Hıristiyanlığa karşı yoğun bir akılcı şüphecilik doğurdu. Fakat, bu akılcı
şüpheciliği kışkırtan en önemli şey, çağdaş buluşlar ve tabiat bilimlerindeki spekülasyonlardı.
Çünkü kâinat eğer Newtoncu mekaniğin ortaya attığı gibi tabiat kanununa göre
işleyen dev bir makinadan ibaretse o kainatta
tabiat-üstü bir dine ihtiyaç kalır mıydı? Zaten din de tıpkı fizik gibi tabii
değil miydi? Newton’un çekim kanununu keşfetmesi gibi, gerçek din de, vahye ve
otoriteye başvurmadan insan aklı tarafından keşfedilemez miydi?

Bu görüşün ilk dönemlerdeki
şampiyonlarından birisi bir İngiliz soylusu. Baron Herbert’ti.
İki incelemesinde Allah’a, fazilete ve ölümsüzlüğe imandan oluşan tabiat
dininin, aklın ve sağduyunun emretmiş olduğu şey olduğunu,ve dini vahiylerin
papazların uydurması olduğunu ileri sürüyordu.

Bu İngiliz şüpheciliğine göre, bir Allah vardı, ama Allah sadece
tabiat kanununun ilk sebebi idi. Allah, Bolingbroke
göre aklı, tabi hakları ve ilerleme saikini en başta
yarattı. Ona göre Allah başlangıçta işleri muhteşem bir tarzda başlatarak
faaliyet göstermiş; fakat sonraları insanlar ve yıldızlar için koyduğu tabiat
kanunları ile "zincirlenmiş"; mucizeler göstermekten ya da dualar dinlemekten aciz düşmüş; maddi dünyanın
çaresiz bir fazlalığı haline gelmeye mahkum olmuştu. İngilizler, bu tabiat
dinine "Deizm" adını verdiler ve 17l0’larda
kurdukları Hür Masonlukta ona bir çeşit kilise sağladılar. Hür masonluğun da
katıldığı Deizm İngiltere’den kıtaya ihraç edildi. Ve
özellikle Fransa’da, Voltaire gibi zeki ve velut bir
taraftar bularak üst ve orta sınıfların büyük kısmının tam anlamıyla dini
haline geldi.5

İzleyen dönemde Deizm fideliğinde yoğun
ateist ve materyalistler yeşerdi ve bunlar açıktan ( Holbache
gibi) hiç bir Allah’ın mevcut olmadığını bir tabiat tanrısının dahi bulunmadığını
ileri sürmeye başladılar. Bilimsel yasaların kesin ve genel geçer yasalar olduğuna
dair yaygın pozitivist felsefeye ilk ve etkili darbe Hume’den geldi. Hume, mantıki
olarak kainatta hiç bir şeyin kesin olmadığını, dün olanların yarın da olmak
zorunda olmadığını iddia ederek tüm materyalist ve pozitivist fılozofların canını sıktı.Onun felsefesini belli
ölçüde çağımızda K. Popper sürdürdü. Şimdi kısaca bu
iki yaklaşımı inceleyelim. Hume ve Popper

Batı’da hakim olan
Newtoncu mekanik ve Baconcu metedolojiye göre
kainatta olayları birer birer sınayarak külli bir yasaya
ulaşabiliriz. Bu sürece tümevarım süreci denir. Bu yolla ulaşılan sonuçlar
kesin ve genel geçer sonuçlardır. Newtoncu mekanik böyle bir metedolojiyi benimser. Ancak bu anlayışa karşı Hume (1711-1776), rahatsız edici bir takım sorular ortaya
atmıştır. Hume, tekil gözlemlerin sayıları ne denli
çok olursa olsun mantıkşa şartsız bir genel önermeye
varılamayacağına işaret etmiştir."Ben bir keresinde A olayıyla birlikte B
olayının da meydana geldiğini gözlersem bundan onun her keresinde böyle olacağı
mantıkça çıkarılamaz" der.Ona göre bu sonuca iki gözlemden de yirmi
gözlemden de ikibin gözlemden de varılamaz. Hume, gözlemlenen olay ne kadar sık olursa bundan sonraki
ilk A ile birlikte. B’nin geleceğini ummaya
başlayabiliriz, fakat bu mantıksal değil, psikolojik bir olgu olduğunu ileri
sürer. İlginçtir ki Hume burada daha sonra
inceleyeceğimiz Gazâli’nin aynı olayı anlatırken geliştirdiği "âdet"
olgusuna gönderme yapar gibidir. Düşünüre göre bilebildiğimiz her geçmiş günden
sonra güneş yeniden doğmuş olabilir, fakat bu yarın da doğacağı anlamına
gelmez. Biz, en son düşen taşın yukarıya düşmeyeceğinden yüzde yüz emin
olamayız. Güneşin Sydney’de her gün batacağı, taşların yuvarlandıklarında aşağı
düşeceği pek muhtemeldir. Dolayısıyla düşünüre göre bilimsel bilgi doğrulanmış
bilgi değildir; muhtemelen doğru olan bilgidir.6

Batı bilim çevrelerinin
bilime yaklaşımı Hume’nin öngördüğü şekilde süratle
değişmekte; "katı bilim" anlayışı yerini daha esnek bir anlayışa terk
etmektedir. Bu anlayışın en önemli temsilcilerinden biri de K.Popper’dir.

Popper, tümevarım sorununa kabul
edilebilir bir çözüm getirmeye çalışmıştır. Popper’in
çözümü doğrulama ve yanlışlama arasında mantıkça bir
asimetri olduğuna işaret etmekle başlar: Beyaz kuğuların gözlemlendiği
yolundaki gözlem önermeleri nedenli çok sayıda olursa olsun, bunlardan mantıkça
"bütün kuğular beyazdır" tümel önermesini çıkarmamızın imkânı yoktur.
Ama kara bir kuğunun tek bir gözlemini anlatan bir önerme mantıkça bazı kuğular
beyaz değildir önermesini çıkarmamıza imkân verir. Bu önemli mantıksal anlamda,
deneysel genellemeler doğrulanamaz, ama yanlışlanabilir.

Popper’in mantığı son derece basittir.
Dünyada tek bir kara kuğu görülmüşse, o zama bütün kuğuların beyaz olduğu doğru
olmaz. . Bundan ötürü mantıkta bilimsel bir yasa kesinlikle doğrulanabilir
olmamakla birlikte kesinlikle yanlışlanabilir.7

Popper’in düşüncesi genel ilkelerden
somuta indirgenerek daha anlaşılır kılınabilir.Şimdi pratik bir örneğe bakalım.
Diyelim ki çoğumuza okulda öğretildiği gibi su 100 santigrat derecede kaynar.
Bu bilimsel bir yasadır. Ancak düşünüre göre suyun 100 santigrat derecede
kaynadığını doğrulayıcı deneyler nedenli çok olursa olsun bunu ispat etmeye
yetmez. Çünkü önemli olan bu yasanın yanlışlanmasıdır.
Bunun için de bu deneyin geçerli olmadığı durumları arayarak bunu
sınayabiliriz. Sadece bu yolla yeni olgular ve eğilimler bulabilir,
keşfedebiliriz. Bu süreçte hayal gücümüzü yeterince işletirsek çok geçmeden suyun kapalı kaplarda 100 santigrat derecede
kaynamadığını keşfederiz. Böylelikle bilimsel bir yasa sandığımız şeyin öyle
olmadığını anlamış oluruz. Şimdi bu noktada yanlış bir yola sapabilir, baştaki
önermemizi şöylece daraltarak kurtarmaya çalışabiliriz: "su açık kaplarda
100 santigrat derecede kaynar". Ondan sonra bu ikinci önermemizi sistemli
bir biçimde yanlışlamanın şartlarını arayabiliriz. Ve
böylece süreç sürüp gider.8

Burada vurgulanacak çeşitli şeyler vardır. Suyun 100 santigrat
derecesinde kaynadığı yolundaki ilk önermemizi destekleyici örnekler
biriktirerek doğrulamaya kalkışsaydık dilediğimiz kadar milyarlarca ve
milyarlarca destekleyici örnek biriktirmekte hiç bir güçlük çekmezdik. Fakat bu
durum önermenin doğruluğunu ispata yetmezdi. Hatta doğruluk ihtimalini de
arttırmazdı. Hepsinden kötüsü durmadan destekleyici örnek biriktirmemiz kendi
kendine ilk önermeyi bir başkasıyla değiştirmek şöyle dursun ondan şüphelenmek
için bile bize bir sebep göstermezdi. Böylece hiç bir zaman ondan öteye
ilerleyemezdik.Bilgimizin şimdiki geliştiği gibi gelişemezdi. Meğer ki
destekleyici örnek arayışımızda raslantıyla bir
karşıt örneğe şahit olalım. Böyle bir raslantı
başımıza gelebilecek en iyi şey olurdu. Bilimdeki bir çok ünlü keşfin raslantısal olması bu anlamdadır. Çünkü bilgimizin gelişmesi,
karşımıza sorunlar çıkması ve bizim onları çözme teşebbüslerimizle olur. Bu
teşebbüsler mümkün çözümler getirebilecekse varolan bilgimizin ötesine geçmek olan, bunun için de bir hayal gücü sıçrayışı
yapılmasını isteyen kuramların öne sürülmesini gerektirirler. Kuram ne denli
cesur olursa bize o denli çok şey söyler. Hayal gücü de o ölçüde atılgan
olur.Ama aynı zamanda kuramın bize söylediği şeyin yanlış olma ihtimali de o
denli büyük olur, bunun için de yanlış olmadığını ortaya koyacak sıkı testler
yapmanız gerekir. Bilimdeki büyük devrimlerden çoğu yalnızca üretici hayal gücü
bakımından değil, içindeki sezgi derinliği ve bunun gerektirdiği zihin
bağımsızlığı ve düşüncenin güvencesiz maceracılığı yönlerinden de nefes kesici
bir yüreklilik gösteren kuramlarla olmuştur.

Şimdi Popper’in görüşünde insan bilgisi
dediğimiz şeyin tabiatı gereği niçin geçici  olduğunu ve her zaman da geçici kalacağını
gösterebilecek durumdayız. Hiç bir dönemde bizim o konuda bildiğimizin doğru
olduğunu ispat edemeyiz ve her zaman yanlışlığının ortaya çıkması mümkündür.
Gerçekten de insanlığın düşünce tarihinin şaşmaz bir olgusu şu ya da bu zamanda bilinenlerin çoğunun doğru olmadığının
anlaşılmış bulunmasıdır.Dolayısıyla bilginlerin ve fılozofların
her zaman yapmaya çalıştıkları şeyi yani bir kuramın doğruluğunun kanıtlanmaya ya da .bizim bir kurama inanışımızı haklı kılmaya çalışmak
büyük bir hatadır. Çünkü bu mantıkça imkânsız bir şeye kalkışmak demektir.0ysa yapabilecegimiz şey bir kuramı bir başkasına tercih
edişimizi temellendirmektir. Suyun kaynaması hakkında ardarda örneklerimizde hiç bir zaman o andaki
kuramımızın doğru olduğunu gösterebilecek durumda bulunmadık ama her aşamada
onun bir önceki kuramımıza tercih edilebilir oldugunu
gösterdik. Bilimlerin doğrulukları ispatlanmış olgu kümeleri oldukla:-ı
yolundaki yaygın anlayış tümüyle yanlıştır. Bilimde hiç bir şey sürekli olarak ispat
edilmiş ve degişmez değildir ve apaGıktır
ki bilim durmadan degişmektedir. Ama bu. bilme veni kesinlikler eklemekle olmamaktadır.9

Bilgi arayışında
amacımız dogruya gitgide daha çok yaklaşmaktır. Hatta
bu yönde ilerlediğimizi de bilebiliriz. Fakat hedefimize erişip erişmedigimizi hiç bir zaman bilemeyiz. "Bilimi
doğruyla özdeş tutamayız" çünkü hem Newton’un hem Einstein’in
kuramlarını bilim sayıyoruz ama ikisinin birden dogru olduguna degil, üstelik her
ikisinin de birden pekala yanlış olabileceğine inanıyoruz.10

Popper’in bilim olarak sadece sınanabilir ve yanlışlanabilir olguları kabul ettigini
burada vurgulamış olayım. Popper, metafızik
olguların varlığı ve kendi anlamlılıgı içinde degerini kabul etmekle birlikte yanlışlanamaz
ve sınanamaz olgular oldugundan bilim konusu içinde degerlendirilemiyecegini düşünür. Düşünürün bilim
felsefesinin geniş ölçüde objektif çizgiler taşımakla birlikte bilimi
"hikmet" ve "marifet" boyutundan koparmaya yönelik yanı
büyük bir eksiklik olarak değerlendirilebilir. Son derece dürüst ve bilim
namusuna sahip biri olduğuna inandığım düşünür her gün değişen ve başkalaşan
olguların yanında "degişmeyen" ve
"mutlak" olguların da bulunduğunu idrak edebilseydi insanlık Gok şey kazanabilirdi düşüncesindeyim.

Bir taraftan felsefı alandaki gelişmeler diger
taraftan da modern fızik alanındaki gelişmeleı"gerekirci" ve "katı pozitivist" yaklaşımları derinden sarsmıştır.
Gerçekten de mekanistik bilim anlayışının yıkılması
uzun sürmedi. İzafıyet teorisi ve quantum fıziği evrende hiç bir şeyin kesin olmadığını; olsa olsa ihtimalin sözkonusu olabilecegini ortaya koydu. Yeni süreçte Mekanistik dünya görüşü degil AllahEvren-İnsan ekseninde yapılanan "holistik (bütüncül)" bir dünya görüşü seslendirilmeye
başlandı.

Gerçekten de 20. yy fıziginde meydana gelen
en büyük gelişme atomların deneysel olarak araştırılmasının bir sonucuydu.
Yüzyılın dönümünde fızikçiler klasik fıziğin terimleriyle açıklanamayan aralarında x ışınları ve
radyoaktivitenin de bulunduğu, atomların yapısıyla ilgili pek çok olayı
keşfettiler. Atom ve atom-altının bu keşti bilim adamlarını, dünya görüşlerinin
temellerini çökertecek garip ve umulmadık bir gerçeklikle temasa geçirdi ve
onları tamamen yeni tarzda düşünmeye zorladı. Fizikçiler yeni gerçeklik
karşısında şoke olmuşlardı: Her seferinde atom deneyi esnasında dogaya bir soru yöneltmişler ve doga
bunlara bir paradoksla cevap vermişti. Onlar durumu daha çok açıklamaya
çalıştıkça paradokslar daha da keskinleşiyordu. Bu yeni gerçekligi
kavrama mücadelesinde fizikçiler temel kavramlarının, dillerinin ve bütün
düşünme yöntemlerinin atom olayını tanımlamaya uygun düşmediginin
farkına vardılar. Bunu Werner Heisenberg
şu ifadelerle anlatıyordu: "Bohr ile gece
yarılarına kadar uzun saatler boyunca devam eden tartışmaları hatırlıyorum; bir
akşam tartışma bittikten sonra yalnız başıma yakınlardaki parkta bir yürüyüş
için gittigimde şu soruyu kendi kendime defalarca
sordum: Doğanın, atom deneylerinde bize göründüğü kadar saçma olması mümkün
müydü?"

Fizikçiler sonunda gerçekligi yakaladılar
ve "onlar bir yolunu bulup quantum kuramının
ruhuna nüfüz ettiler". Quantum
kuramı; uzay, zaman, madde, nesne, neden ve etki kavram larında
derin degişimler doğurdu.

Mekanistik
Kartezyen dünya görüşünün tersine yeni fizikten doğan bu dünya görüşü organik, bütüncül ve ekolojik gibi terimlerle
nitelenebilir. Evren artık çok sayıda nesnelerin bir araya geldigi
bir makina şeklinde tasarlanamaz; bunun yerine o,
parçaları birbiriyle özden ilişkili olan ve ancak kozmik bir sürecin kalıpları
şeklinde anlaşılabilen bölünmez, dinamik bir bütün olarak tasvir edilmelidir.11

Gerekircilik’in İflası

Kainatta kesin ve degişmez
yasaların bulunduğu ve bu yasalara uyarak gelecegin
şimdiden belirlenebileceğine dair yaklaşım özellikle atombatı
dünyanın keşfıyle geniş ölçüde sarsıldı. Bu alandaki
gelişmeleri B.Russel,dan izleyelim: tarihte ilk kez
olarak "gerekircilik"e şimdi bilim adamlarınca bilimsel temellere
dayanılarak karşı çıkılmaktadır. Karşı çıkış Quantum mekaniginin yeni yöntemleriyle atomun incelenmeye
başlamasından sonra ortaya çıkmıştır. Karşı çıkışın önderi Arthur Eddington’dur. Quantum
mekaniğine göre belirli şartlar altında bir atomun ne yapacağı bilinmez; atomun
önünde bir dizi seçenek vardır. Atom kimi kez bu seçeneklerden birini, kimi kez
de ötekisini tercih eder. Bu seçeneklerden birinin hangi oranda ikincisinin
hangi oranda tercih ettiğini biliriz. Ama bir tek durumdaki seçmeyi belirleyen
bir yasa bilmeyiz. Biz burada tıpkı Paddington
demiryolu istasyonu gişesindeki ınemuıgibiyizdir;
memur dilerse yolculardan yüzde kaçının Londra’ya, yüzde kaFının
Birmingham’a gittiğini tesbit edebilir. Ama
yolcuların bir kent yerine başka bir kente gidişirıdeki
seçmeyi belirleyen bireysel nedenleri bilemez.12

Gerekirciler adına üzüntü verici
olan, atomların cilveleri ile ilgili çagdaş öğretide
bir başka yanın da bulunmasıdır. Eski fizikte cisimlerin, onların ne
yapacaklarını bütünüyle belirleyen yasalara uygun hareket ettiklerini
kanıtlamaya yönelmiş sayısız kanıtlar vardı, ya da
biz var sayıyorduk. Şimdi ise bu yasaların yalnızca istatistige
ilişkin oldukları anlaşılıyor. Atomlar belli oranlarda ayrı seçenekleri tercih
ediyorlar. üstelik bu atomlar sayıca o kadar çok ki, eskimiş yöntemlerle
gözlenebilecek büyüklükte olan cisimlerde meydana getirdikleri sonuçlar bütün
bir düzenlilik gösteriyor. Teker teker insanları
göremeyen ve ancak bir milyon insanın bir araya gelmesiyle oluşan yığını
görebilen büyük bir dev oldugunuzu düşünün. Bu
durumda Londra’nın gündüzleri gecelerden daha kalabalık olduğunu fark eder, ama
belirli bir günde nıesela Mr.Dixon’un evinde hasta yattıgını,
ve her gün bindiği trene binmediğini kesinlikle fark edemezsiniz. Bu yüzden de
sabahları dışarıdan Londra’ya, akşamları da Londra’dan dışarıya akan akının,
gerçekte olduğundan çok daha düzenli olduğuna inanırsınız.13

Atom-altı dünyanın
akıllara durgunluk verecek davranış ve faaliyetlerde bulunması fızikçileri çeşitli yorumlara zorladı. Atomlardaki son
derece iradeli, zekice ve hesaplı davranışlar ancak atomların irade sahibi
olmalarıyla mümkün olabileceğini düşünen Arthur Eddington sonunda "özgür atom" düşüncesini
geliştirdi.14 Bu konuya aşağıda tekrar dönülecektir.

İbn-i
Sina’da Sebep-Sonuç İlişkisi ve "İlk Akıl"

Gerek Batı bilimindeki
gelişme sürecini gerekse İslam biliminin temel unsurlarını anlayabilmek iGin İbn-i Sina’nın özellikle
sebep-sonuç ilişkisi ile ilgili yaklaşımını bilmek gerekir. Burada kısaca
düşünürün yaklaşımını inceleyelim:

İbn-i Sina’nın felsefesinde varatılış sürecinde meleklerin
önemli bir fonksiyonu vardır. Feylesofa göre melekler yaratılış eyleminde birer
araç durumundadırlar. İbn-i Sina Evren’in doğma sürecini "Bir’den veya
Birlik’ten yalnızca bir meydana gelir" ilkesi ve "yaratılış "akletme" yoluyla
gerçekleşir" fıkrinden yararlanarak tanımlamaya girişir.

Düşünürde yaratılış süreci veya varolug verıne ve akletme süreci
aynı şeylerdir, çünkü. ona göre yüksek gereklik düzeylerinin düşünülmesiyle daha
alttakiler meydana gelir.15

İbn-i Sina’nın varlıkların yaratılış sürecini nasıl kavradığı
konusunu kısaca şöyle özetleyebiliriz: Her şeyin kaynağı olan Gerekli Bir
Varlık’tan İlk Akıl (el-Akl’ül Evvel) ve Yüce Başmelek’e tekabül eden tek bir
varlık ortaya Gıkar. Sonra hu akıl Zorun(u Varlık,ı gerekli. kendi özünü.
Gerekli Varlık nedeniyle gerekli ve yine kendi özünü mümkün varlık olarak
düşünür. Bu düşünme yoluyla sırasıyla İkinci Akl’ı, Birinci Gögün Nefsini ve
Birinci Göğün cismini doğuran üç boyutlu bilgiye sahip olur. Bu şekilde ortaya
çıkan İkinci Göğün nefsini ve cismini doğurur. Bu süreç böyle Onuncu Akıl ve Ay
Göğü olan Dokuzuncu Gök (sema) ortaya çıkıncaya değin devam eder. Bundan öte
artık Evren’in "cevheri" bir başka gök daha meydana getirecek saflıkta değildir.
Bu yüzden, kalan "kozmik imkânlar’dan olma ve yokolma dünyası varlık alanına
çıkar.

Yeryüzü hayatını çevreleyen değişim dünyası olan Ay-Altı dünyada
Onuncu Akıl bir takım temel fonksiyonlar üstlenir. Bu dtinyaya yalnızca var oluş
kazandırmakla kalmaz, aynı zamanda maddeyle birleşerek bu yörenin yaratıklarını
meydana getiren tüm formları ortaya çıkarır. Bir yaratık doğduğunda Onuncu Akıl
onun varoluşunu mümkün kılmak için "form"u salar: yok olup gittiği veya
öldüğünde ise "form"u geri kendine Eeker. Bu yüzden İbn-i Sina ona formlar
verici de der. Söz gelimi,eğer su katılaşıp buz haline gelirse sulu form,
Formlar Verici tarafından alınır ve ortaya çıkmış bulunan buzlu form, önceden su
halindeki maddeye onu buza çevirmek için eklenir.16

Görüleceği gibi İhn-i Sina yaratılış konusunda akıl ve meleklere
önemli fonksiyonlar yükleyerek tevhidi vaklaşımı önemli ölçüde zedeler. Ovsa
Bediüzzaman, meleklerin yaratılış veya tabiatın işleyişi konusunda belli
görevleri olduğunu kabul etnıekle birlikte bu görevin, Allah’ın gücünün
yetnıemesinden değil, sadece onların vazife ve tesbihatlarını bu yolla
yapmalarını Allah’ın istemesinden olduğuna inanır.

Gazali ve Sehep Sonuç İlişkisi

Gazali empirik bilginin ister istemez nesne ve olaylar
araçındaki nedensel ilişkilere baglı olduğu şeklindeki İbn-i Sina’nın
Aristotelestçi yaklaşımına karşı ciddi çıkışlar yapmış ve Eş’ari vaklaşımını
savunur. Onun esas amacı tevhid duyarlı bir yaklaşım geliştirmekti. Bunu da
geniş ölçüde başardı. Gazali’nin niyeti "sünnetullah" denilen ve Bediüzzaman’ın
önemli bir vurguyla ön-plana çıkardığı tabiat kanunlarını ve sebeple sonuç
arasındaki ilişkiyi inkâr etmek değil, ıorunluluğu inkâr etmekti. Bize göre
genel olarak sebep sanılan şeyle sonuç sanılan şey arasındaki bağlantı zorunlu
bir bağlantı değildir, diyerek dile getiriyurdu. Gazali’ye göre bu iki şeyden
her biri kendi ferdiyetine sahipti. O dünyadaki bazı olayların ba;ka bazı
olaylaı-ı mevdana getirdiği, övle ki bu tür olaylara. ilişkin tecrübemizin
dünyada neler olup bittiğine anlam verebileceğimize inanmak için bize iyi
dayanaklar sağladığı inancına hiç bir şekilde karşı çıkmadı. Onun tüm karşı
Gıktığı şey nedensel ilişkinin zorunlu olduğu tezdir. Gazali kendi görüşünü
isbat etmek için bir dizi örnek verir. Bunlardan biri ateşle temasa geçirilen
pamuk örneğidir.

"Biz yanma olayı gerçekleşmeksizin temasın vuku bulabileceğini
mümkün olarak gördüğümüz gibi, aynı şekilde ateşle herhangi bir teması
olamaksızın pamuğun küle dönüşebileceğini de mümkün olarak görüyoruz" der.17

Gazali nedensel bağlantının bulunduğuna inanmayı haklı
gösterecek eldeki tek gerçekliğin tecrübe olduğunu. ve böyle bir tecrübeye
dayanarak iddiada bulunmak için ise çok sınırlı bir hakka sahip olduğumuzu ileri
sürer. "Doğrusu filozofların atesle teınas gerçekleştiğinde yanmanın ortaya
çıktığını gözlemlemekten başka delilleri yoktur. Ancak gözlem sebep-sonuç
ilişkisini değil, olsa olsa birlikteliği isbat eder, dolayısıyla realitede
Allah’tan başka hiç bir sebep yoktur" diyerek daha sonra gelecek olan D. Hume’ye
öncülük eder.18 Gazali bu tezini desteklemek için canlı bir örnek
verir: Diyelim ki, der, bir insan kördür ve insanlardan gece ile gündüz
arasındaki farka ilişkin hiç bir şey işitmemiştir. Böyle bir kişi eğer kendisine
görme imkânı sağlansaydı önündeki görülebilir nesnelerin görünmesine
gözkapaklarının açılmasının sebep olduğuna pekâlâ inanabilirdi. Ancak gece
bastırınca nesneleri görmenin zorunlu şartının güneşten gelen ışık olduğunu
taktir edecektir.19

Gazali, her ne kadar hiz bazı şeylerin başkaların değişmesine
adeta sebep olduğundan söz etsek de, realitede olan ve dünyada görebildiğimiz
dönüşümleri mümkün kılan gücün başlı başına şeylerin kendileri değil, fakat
nihai olarak Allah’ta bulunduğunu savunur.

Bediüzzaman’ın Bilime yaklaşımı

Çağdaş insan tabiatı kendisinden yararlandığı, ama kendisine
karşı ayrıca sorumlu olduğu bir saygıdeğer eş gibi degil. bir fahişe gibi
görmektedir. Bacon’dan beri modern insanın gözünde tabiat kendisine karşı hiç
bir yükünılülük ve sorumluluk duygusu beslenmeyen bir fahişe niteliğindedir.
Tabiata bu gözle yaklaşmanın sonucu ise yerkürenin yaşanmaz hale gelmesine neden
olmuştur. Aslında pek çok kişinin onun durumundan kaygı duymaya başlamasının
nedeni de budur. Toplumlarda dengesiz ve saglıksız nüfus patlamasının, özellikle
kentlerde nefes alacak bir boşluk kalmamasının, kent yaşamındaki pıhtılaşma ve
tıkanıklıgın, her türden tabü kaynakların tükenişinin, tabü güzelliklerin tahrip
edilişinin, çevrenin makine ve ürünleri tarafından yaşanmaz hale getirilişinin,
akıl hastalıklarındaki olaganüstü artışın ve aşılması imkânsız binbir türlü
başka zorlukların nedeni kesinlikle tabiata "müşfik bir anne" veya degerli bir
eş şeklinde degil de bir fahişe veya cadı şeklinde yaklaşılmasından ve her gün
biraz daha boyunduruk altına alınmasından kaynaklanmaktadır.

İnsanla tabiat arasındaki dengenin bozuldugunu pek çok kimse
kabul etmektedir. Ama bu dengesizligin, insanla Allah(cc) arasındaki uyumun
bozulmasından kaynaklandığını herkes fark etmiş değildir. Şunu hiç unutmamak
gerektir ki, ister antik, ister çagdaş olsun modern olmayan insana göre kainatın
temel maddesinin kutsal bir tarafı vardır. Kozmosta olup biten her şeyin bir
manası vardır. Kozmosun derin yapısı insan için manevi bir haber taşır. Bu
yüzden "âyat-ı tekviniye" denilen kozmos, dinin kendisi ile aynı kaynaktan gelen
bir âyettir. Her ikisi de külli aklın tezahürüdür ve kozmosun kendisi de insanın
içinde yaşayıp öldügü mânâ âleminin ayrılmaz bir parFasıdır. Modern tabiat
biliminin ortaya çıkabilmesi için öncelikle kozmosı.n özünün kutsal niteliginden
kopartılması, profanlaştırılnıası gerekiyordu. Modern bilimin dünya görüşü
özellikle propagandada kullanılan avamileştirilmiş biçimiyle tabiatın ve tabü
özelliklerin laikleştirilmesine katkıda bulunmuştur. Tabiatttaki semboller diger
gerçeklik tabakalarından büsbütün bagımsız birer birim olgu haline gelmiştir.
Tek tek bilim adamları tersine inanıyor olsalar bile en azından tepeden tırnaga
bilimsel tabiat görüşüne batmış olanlar açısından kozmos saydamlıgını yitirmiş
donuk ve anlamsız bir hal almıştır.20

İslam dünyası bağlamında olayı düşünürsek Batılılara göre
müslümanların biraz daha şanslı olduklarını görürüz. Çünkü Bediüzzaman ve
benzeri şahsiyetler tabiat ve işleyişine daha degişik bir perspektiften
bakabilmişler, tabiatı sadece fizik cephesiyle degil, aynı zamanda metafizik ve
sembolik cephesiyle de yorumlamaya çalışmışlardır. Burada ilk olarak
Bediüzzaman’ın bilim ve teknolojiye yaklaşımı üzerinde durulacak, daha sonra da
tabiat ve unsurlarını okuyuşu ele alınacaktır.

Bediüzzaman’da Bilimin Değeri

Bediüzzaman’ın bilime ve teknolojiye yaklaşımı son derece
ilginçtir. Diger konularda oldugu gibi bu konuda da anlamlı bir çıkış yaptıgı
söylenebilir. Bir kerre Bediüzzaman bilimin giderek etkinliginin artacagına,
istikbalin bilgi çagı olacagına inanmakta, bütün vurgusunu bu istikamette
yapmaktadır:

"Elbette nev-i beşer ahir vakitte ulum ve fününa dökülecektir.
Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ilmin eline geçecektir"21

Bilgi çağının yaklaşmakta oldugunu erken bir dönemde anlayan
düşünür, bilginin esas amacının sadece maddi güç elde etmek ve fızik dünyayı
feth etmek olmadıgını, meşru çerçevede yüksek teknoloji ile birlikte Allah
(cc)’a daha fazla "ubudiyet" oldugunu ifade eder.

Bediüzzaman bilimsel gelişmeyle insanın nihai gayesi olan
"ubudiyet" arasında bir içiçelik bulunduğunu, bu nihai gayeye ulaşılabilmek için
"ulum ve kemalat"ın gerekli olduğunu savunur.

"Cenab-ı Hak insanı ilim ve kemalata öyle bir tarzda sevk ve
teşvik eder ki…(sanki şöyle der)…" Ey insan! şu kainattaki maksad-ı ala (en
yüksek gaye), tezahür-ü Rububiyet’e karşı ubudiyet-i külliyye-i insaniyedir
(insanın külli ibadeti). Ve insanın gaye-i aksası (en son gayesi) o ubudiyete
ulum ve kemalatla yetişmektir"22

Öte yandan düşünür bilimleri kendi arasında farklılaştırarak
"dini ilimler" ,"dünyevi ilimler" gibi bölümlemeye gitmez, tersixıe, hepsini
"tevhid" ekseni etrafında birleştirir. Düşünüre göre her ilim dogrudan Esma-i
İlahiyye’ye dayanan bir disiplindir:

"Bütün mevcudatın hakâikı, bütün kâinatın hakikatı, esma-i
İlahiyye’ye istinad eder. Her bir şey’in hakikatı bir isme veyahut çok esmaya
istinad eder. Eşyadaki sanatlar dahi.. birer isme dayanır. Hatta hakiki fenn-i
hikmet (felsefe) (Cenab-ı Hakk’ın) "Hakim" ismine, hakikatlı fenn-i tıp," Şafi"
ismine, fenn-i hendese (mühendislik), "Mukaddir" ismine… (dayanır). Her bir
fen bir isme dayandıgı ve onda nihayet buldugu gibi, bütün fünun ve kemalat-ı
beşeriyye… esma-i İlahiyye’ye istinad eder"23

Bediüzzaman zamanımızda bile basit bir zihin ve akıl eforu ile
insanın mevcut bilim verilerinden tevhid’e yükselebilecegi inancındadır. Önemli
olan belli bir perspektif ve ufka ulaşmaktır. Bu çerçevede düşünüre göre
fakültelerde okutulan bilim disiplinlerinden her bir disiplin dogru bir yorum ve
okuyuşla insanı dogrudan Allah’a yükseltecek nitelik ve özellikler taşır.
Kendisini ziyaret eden lise talebelerine öğretmenleri degil, okudukları fenleri
dinlemelerini, çünkü o fenlerin her birinin Allah(cc)’ı tanıttıklarını anlatır:
"Sizin okudugunuz her fen kendi lisan-ı mahsusu ile Allah’tan bahsedip (onu)
tanıttırıyorlar. Muallimleri degil onları dinleyiniz. Meselâ nasıl ki mükemmel
bîr eczehane ki her kavanozunda harika ve hassas mizarılarla alınmış hayattar
macunlar ve tiryaklar var. Şüphesiz gayet kimyager ve hakim bir eczacıyı
gösterir. Öyle de kürre-i arz eczahanesinde bulunan dörtyüz bin çeşit nebatat ve
hayvanat kavanozlarındaki nihayat macunlar ve tiryaklar, bu
çarşıdaki.eczahaneden ne derece mükemmel ve büyük (ise).. okudugunuz fenn-i tıp
mikyasıyla kürre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakim-i Zülcelal’i
hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.

"Hem mesela nasıl ki, harika bir fabrika ki, binler çeşit çeşit
kumaşları basit bir maddeden dokuyor, şeksiz bir fabrikatörü ve meharetli bir
makinisti tanıttırır. Öyle de kürre-i arz denilen yüzbinler başlı, her başında
yüzbinler fabrika bulunan bu seyyar makine ne derece bu insan fâbrikasından
büyükse, o derece okudugunuz fenni makine mikyasıyla kürre-i arzın ustasını ve
sahibini tanıttırır.

"..hem nasıl ki bir harika şehirde milyonlar elektrik lambaları
her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor…. şeksiz bedahetle elektriği
idare eden, seyyar lambaları yapan ve fabrikayı kuran…bir mücizekâr ustayı ve
fevkalâde kudretli bir elektirikçiyi…tanıttırır. Aynen öyle de bu alem
şehrinde, dünya sarayının damındaki yıldız lambaları… ne derece daha büyük
daha mükemmeldir. O derece sizin okudugunuz fenni elektrik mikyasıyla o meşher-i
azamın sultanını ….tanıttırır."24

Bediüzzaman’ın Batı biliminin ınetedolojisi, kullanım amacı,
felsefı ve kozmik geri-planı ile ilgili tenkitlerini saklı tutmak kaydıyla
bilimin tüm disiplinlerinin dogrudan Esmâ-yı İlahiyye’ye dayandıgı sonucuna
ulaşması son derece soylu ve anlamlı bir "huruç harekatı" sayılabilir. Bu
felsefı çıkışıyla Bediüzzaman, Uzman İslamı ve Müçtehid İslamı’na bilim alanında
son derece önemli bir felsefı meşruiyet saglamıştır. Profesör Şerif Mardin’in,
Bediüzzaman’ın bilime vurgusunu Newtoncu mekanigi kabul ve benimsemesi olarak
degerlendirmesi, hatta Batı bilimini degerlendirme konusunda Profesör S.Hüseyin
Nasr’la Bediüzzaman arasında zıtlık bulmaya çalışması gerçekte bir acele
yaklaşımdan başka bir şey degildir.25

Bilimsel ve teknolojik gelişme konusunda da Bediüzzaman ilginç
ve orjinal çıkışlar yapar. Düşünüre göre Kur’an’da anlatılan peygamber kıssaları
sadece birer tarihi hikâye degildir. O kıssaların arka-planında derin anlamlar,
işaretler ve semboller vardır. İlk olarak Allah, peygamberlerden bahsetmekle
onların hayat ve davranışlarını, ahlak ve mücadelelerini insanlıga bir model
olarak sunmak ister. Bunun yanında onların mucizelerinden sözederek de insanlıga
o mucizelerin benzerlerinin yapılmasının mümkün olduğunu, hatta insanların
onlara benzer teknolojileri geliştirmelerinin gerekli oldugunu anlatır.26

Bediüzzaman’ın bilgi teorisi, derinligine araştırılması gereken
bir konudur. Bu konuyu ayrı bir çalışmada daha geniş olarak incelemeyi
düşünüyoruz.

Tabiat’ın Tevhidi Okunuşu

Beklenecegi gibi Bediüzzaman düşüncesinin odağına tevhıd ı
yerleştırır. Gerçekten düşünürde `bütün yollar "tevhid"e çıkar’. Sosyal,
siyasal, ekonomik, kozmolojik, felsefi, psikolojik, ontolojik..tüm yorum ve
yakhaşımları, doğrudan ve katıksız tevhid hassasiyetli ve tevhid eksenlidir.
Tevhid’i bulanıklaştıracak, perdeleyecek, zedeleyecek her türlü felsefı bakış
açısı onun düşünce sistemi ve külliyatında savaşılacak bir "zorlu düşman"dır.
Atom-altı dünyadan, basit organizmalara, nazik bir çiçekten bahar ve cennete,
yerküreden güneş sistemlerine kadar her şey ve her olay tevhid ekseninde anlam
ve deger kazanır. Bediüzzaman’ın tabiat olayları ve yasalarına yaklaşımı da bu
eksen üzerindedir. Aslında üzerinde bulundugumuz konu son derece komplike olan,
uzun zihin faaliyeti gerektiren, ama o kadar da anlamlı ve önemli bir konudur.
Bir kerre Bediüzzaman’ı felsefı geri-plan açısından tarihi süreçte nereye
yerleştirecegiz? Bir tarafta maddenin ezeliyet ve kıdemini esas alarak Cenab-ı
Hakk’ı devre dışı bırakan Aristotelestçi, kartezyen, deist, materyalist ve
ateist gelenek: beri tarafta Aristotelestçi yaklaşımın belli unsurlarını alarak
İslami vahyle karıştıran ve geniş ölGüde tevhidi yaklaşımı perdeleyen İbn-i
Sina, Suhreverdi, Molla Sadra’nın temsil ettiği "yarı-mekanistik"
diyebilecegimiz gelenek; diger tarafta da sembolizmi ön-plana çıkararak belli
noktalarda tevhidi zedeler çıkışlarda bulunan tasavvuf eksenli Vahdet-i Vucudçu
gelenek. Aynı şekilde tevhidi duyarlılıgı son derece şiddetli EşariGazali
gelenegi. Bediüzzaman’ın külliyatı dikkatle incelendiğinde sözü edilen
geleneklerin hemen hepsinden haberdar oldugu, bazılarından önemli ölçüd,e
etkilendigi ve bazılarıyla da derinden hesaplaştıgı görülür. Burada şunu hemen
vurgulamak gerekir: Bediüzzaman, tevhid duyarlı yaklaşımlarında İmam-ı Gazali
ile geniş bir düzlemde buluşmaktadır. Ancak, iki imam da kullandıkları yöntem ve
seçtikleri çıkış noktası bakımından belli ölçüde farklılaşırlar. Şerif Mardin
hocanın da dikkat çektigi gibi Bediüzzaman’da geleneksel ilmihal ve ahlaki
konulara verilen önem azalmakta, fızik dünyaya ve fizik dünyanın unsurlarına
yeni bir vurgu görülmektedir. Risaleler, atomdan gezegenlere, çiçeklerden bahar
mevsimlerine, yagmur damlasından hava hareketlerine, fızik dünyanın temel
unsurlarını konu alan temalarla doludur. Gerçekten de Bediüzzaman’da geleneksel
İslami usulllerde görülen insan-Allah(cc) ilişkisinin ezici ağırlığı, yerini
Allah-İnsan-Tabiat ilişkisine bırakmıştır. Düşünürde tabiatın tüm alt birimleri
birer tevhid âyeti olarak ön-plana çıkmıştır:

"Mesela bir çiçek kendince bir nakş-ı sanatı gösterip lisanı
haliyle esma-i fatırı (Allah’ın isimleri) zikrettiği gibi küre-i arz bahçesi
dahi bir çiçek hükmündedir. (Onun da) gayet muntazam külli vazife-i tesbihiyyesi
vardır… Knca bir agacın (da)·..ubudiyyeti vardır. Nasıl bir agaç yaprak, meyve
ve çiçeklerinin kelimatı ile bir tesbihatı var. Öyle de koca semavat denizi dahi
kelimatı hükmünde olan güneşler, yıldızlar ve aylar ile Fatır-ı Zülcelal’ine
tesbihat yapar…Mevcudat-ı hariciyyenin her biri sureten şuursuz, camid iken,
gayet hayattarane ve şuurdarane vazifeleri ve tesbihatları vardır…"27

Aynı şekilde sürekli hareket halinde olan atom-altı dünya da
tevhid çerçevesi içinde risalelerde geniş yer alır:

"Tahavvülat-ı zerrat(atom hareketleri) Nakkaş-ı Ezeli’nin (Allah
cc’nün) kalem-i kudreti, kitab-ı kainatta yazdığı ayat-ı tekviniyyesi
hengamındaki ihtizazat ve cevelanıdır. Yoksa; maddiyyun ve tabiyyunların
tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, manasız bir hareket
değildir. Çünkü bütün mevcudat gibi zerreler… mebde-i hareketinde "bismillah"
der: Çünkü… bugday tanesi kadar bir çekirdegin koca bir çam agacı gibi bir
yükü omuzuna alması gibi…(agır bir yükü yüklenir). Hem vazifesinin hitamında
"elhamdülillah" der: Çünkü bütün ukulü (akılları) hayrette bırakan hikmetli bir
cemal-i sanat, faideli bir hüsn-ü nakş göstererek Sani-i Zülcelal’in (Allah
cc’nün) medahihine bir kaside-i medhiyye gibi bir eser gösterir."

Bediüzzaman bir taraftan tüm varlıklarda tevhide yönelik nitelik
ve özellikleri ısrarla vurgularken diğer taraftan da tabiattaki düzen ve
intizama önemle dikkat çeker. Kainatı bir "fabrika", bir "makinâ’ ve bir
"eczehane" şeklinde algılaması Şerif Mardin hocanın iddia ettiği gibi Newtoncu
mekanigi kabul ettiğinden değil,28 O ancak başka bir düzlemde
kainattaki "sünnetullah"ın Cenab-ı Hakk’ın "hikmet"ine uygun hareket ettigini
vurgulamak istemesindendir. Düşünüre göre kainatta akıl almaz bir düzen ve nizam
vardır. Hiç bir şey ihmal edilmeden. unutulmadan, karıştırılmadan planlandığı
şekilde sürekli yeniden yaratılmaktadır. Mesela bir· birinden hem şekil, renk ve
desen bakımındar hem de yapı ve nitelik bakımından farklı yüzbinlerce çiçek ve
töhum, her bahardı yeniden yaratılmakta ve teşhir edilmektedir `…agaç, çiçek
ve otların muhtelif tohumlarındaı bir kabza al…(onları) karantıkta, karanlık,
basi ve camit bir toprak içine…serp. Sonra mizansı ve eşyayı fark etmeyen ve
yüzünü nerey çevirirsen oraya giden basit su ile sula… sonr bahar mevsiminde
gel, bak!… nihayet dereced karışık ve (birbirine) karışmış tohumcuklar, İsm-i
Hafiz’in tecellısi altında kemal-i intizam ile (Allah cc’nün) emirlerine imtisal
ediyorlar. Öyle…hareket ediyorlar ki, onların o hareketlerinde bir şuur, bir
basiret, bir kasd, bir irade, bir ilim, bir kemal, bir hikmet(in) parladıgı
görünüyor. Çünkü, görüyorsun ki o birbirine benzeyen tohumcuklar, birbirinden
temayüz ediyor (farklılaşıyor), ayrılıyor."29

Bediüzzaman’a göre kainattaki olaganüstü düzenlilik ve intizamın
geri-planında Cenab-ı Hakk’ın kudreti, iradesi ve binbir esması bulunmaktadır:

"Her şey(in), vücudunda… sıfat ve şuunatında(ki) kemal-i sanat
ve intizam, gösteriyor ki: (her şey)bir kudret-i kâmilenin desatiri… ve bir
irade-i nafızenin kavanini ile vücud giydiriliyor. Suretleri tayin, teşhis
edilip, birer miktar-ı muayyen, birer şekl-i mahsus veriliyor. Demek o kudret ve
iradenin külli ve umumi bir mecma-i kavanini, bir defter-i ekberi vardır ki, her
bir şeyin hususi vücutları ve mahsus suretleri ona göre dikilir giydirilir…
felsefenin ahmaklıgına bak ki, kudret-i fatıranın o Levh-i Mahfuz’unu, hikmet ve
irade-i Rabbaniyenin o basirane kitabının eşyadaki cilvesini, aksini, misalini
hissetmişler, haşa, "tabiat" namıyla tesmiye etmişler, körletmişler. İşte…
kaderin hükmü ve düsturu ile kudret-i İlahiyye icad-ı eşyada her biri birer âyet
olan silsile-i mevcudatı Levh-ı Mahv-ı İsbat denilen zamanın sahife-i
misaliyesinde yazıyor, icad ediyor, zerratı tahrik ediyor. Demek harekat-ı
zerrat(atomların hareketi)… mevcudat(ın) alemi gaybdan, alemi şehadete ve
ilimden kudrete geçmeleri (sürecinde) bir harekattır."30

Dikkat edilecegi gibi Bediüzzaman yukarıdaki izah ve
çözümlemesinde iki önemli olguyu vurguluyor. Bunlardan biri, tüm varlıkların
Cenab-ı Hakk’ın ezeli ilmiyle bilinip, kader programıyla programlanıp, vücuda
gelme zamanında kudret kalemiyle atomlar tahrik edilerek yaratıldıgıdır. Buna
göre kainatta hiç bir şey Allah (cc)’ın ilminden, kudretinden ve iradesinden
bagımsız degildir. Yani kâinatta hiç bir varlık "otonom" bir yapıda degildir.
Külli ilim ve irade her şeyi kuşatmakta ve ihata etmektedir. İkinci nokta ise,
yaratılan her varlıgın olabilecek en güzel şekilde, formda ve estetikte
yaratılmasıdır. Her şey belli bir planda yaratıldıgına göre hiç bir şeyde
tesadüf,ihmal, savurukluk,abes ve israf yoktur. İlginçtir ki, Bediüzzaman burada
tabiat kanunlarına İslamiEşari-Sünni düşüncede daha önce müşahede edilmedigi
agırlıkta bir önem atfediyor. Ancak bu kanunların Allah (cc)’ın kudretini
sınırlayacak şekilde kesin (vacip) yasalar olmadıgını da ayrıca vurguluyor.

"..O Kadir-i Mutlak’ın ne ihtiyacı var ki, aciz vesaiti
(sebepleri) rububiyetine ve icadına teşrik(ortak) etsin… Belki dogrudan
dogruya müsebbibi, sebep ile beraber halkederek, cilve-i esmasını ve hikmetini
göstermek için bir tertip ve tanzim ile zahiri bir sebebiyet, bir mukarenet
vermekle, eşyadaki zahiri kusurlara merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci
olmak için esbab ve tabiatı dest-i kudretine perde etmiş, izzetini o suretle
muhafaza etmiş"tir.31

Görüleceği gibi Bediüzzaman da İmam-ı Gazali gibi sebep-sonuç
arasındaki ilişkinin sadece birarada olma olayından başka bir şey olmadıgı,
bunun ise kudret-i İ(ahiyyeyi sınırlayıcı ve devre-dışı bırakıcı bir süreç
olmadıgı konusunda ısrarlıdır.

Bediüzzaman fızik dünya ve unsurlarına vurgusu ile İmam-ı Gazali
ve benzeri selet7erinden ayrılırken tevhid duyarlılıgında selefiyle adeta
rampalanır. Sünni-Eş’ari çizgisini çagımıza bütün anlamlılıgıyla taşır. Kainatta
hiç bir şeyin Allah(cc)’ın iradesi, kudreti ve ilmi dışında cereyan
edemiyecegini haykırır. Newtoncu mekanik fideliginde yeşeren ve Allah (cc)’ı
devre dışı bırakan deist düşünceye "Kayyumiyet Prensibi" ile meydan okur.
Yukarıda kısaca deginildigi gibi deist düşünce, Allah’ın kainatı mükemmel bir
makina tarzında yaraİtıgı ve rasyonel-degişmez kanunlarla kendi işleyişine
bıraktıgı anlayışı ekseninde şekilleniyordu. Bediüzzaman ise bu yaklaşıma karşı,
bir saniye bile kainatın Külli İrade ve Meşietten bagımsız kalamıyacağını ortaya
koyar:

"..Şu kainattaki ecram-ı semaviyenin kıyamları ve bekaları;
sırr-ı kayyumiyetle baglıdır. Eger o cilve-i kayyumiyet bir dakika yüzünü
çevirse…milyonlarla küreler feza(da) dağılacak, birbirine çarpacak, adeta
dökülecekler…O Zat-ı Kayyum-u Zülcelalin madde-i esiriyye (esir maddesi)
içinde hadsiz ecram-ı semaviyyeye nihayet derecede intizam ve mizan içinde
sırr-ı kayyumiyetle bir kıyam, bir beka, bir devam vererek…küreleri direksiz,
istinatsız, boşlukta durdurmakla beraber, her birini bir vazife ile tavzif edip
gayet muhteşem bir ordu şeklinde "Emr-i Kün feyekün"den gelen fermanlara kemal-i
inkıyatla itaat ettirmesi…"32 yoluyla her an Allah’ın kâinata
müdahalede bulundugunu gösterir.

Benzer olay atom dünyasında da geçerlidir. Mesela bir hava
zerresi o kadar anlamlı ve komplike faaliyetler icra eder ki, ya bu zerrenin
dünyadaki tüm dil ve aksanları bilmesi, ya da Halık’ının "emirber bir neferi"
olması gerekir.

"Evet nasıl ki bir avuç toprak yüzer çiçeklere nöbetle saksılık
eden kabında eger tabiata ve esbaba havale edilse lazım gelir ki ya o kapta
küçük mikyasta yüzer, belki çiçekler adedince manevi makinalar, fabrikalar
bulunsun veyahut o parçaçık topraktaki her bir zerere bütün o ayrı ayrı
çiçekleri muhtelif hasiyetleriyle ve hayattar cihazatıyla… bilsin; adeta bir
ilah gibi hadsiz ilmi ve nihayetsiz iktidarı bulunsun. Aynen öyle de: emr ve
iradenin bir arşı olan havanın,rüzgarın her bir parçası ve nefes ve tırnak kadar
olan "hüve" lafzındaki havada; küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcut
telefonların, telgrafların radyoların ve hadsiz muhtelif konuşmaların
merkezteri, santralleri ahize ve nakileleri bulunsun ve o hadsiz işleri beraber
ve bir anda yapabilsin. Veyahut o "hüve"deki havanın belki unsuru havadaki her
bir parçasının her bir zerresi, bütün telefoncular ve ayrı ayrı umum
telgrafçılar ve radyo ile konuşanlar kadar manevi şahsiyetleri ve kabiliyetleri
bulunsun ve onların umum dillerini bilsin ve aynı zamanda başka zerrelere de
bildirsin neşretsin. Çünkü bilfiil o vaziyet kısmen görünüyor ve havanın bütün
eczasında o kabiliyet var. İşte ehl-i küfrün. tabiyyun ve maddiyyunların
mesleklerinde degil bir muhal belki zerreler adedince ‘muhaller …ve
müşkilatlar aşikâre g6rünüyor. Eger (bu faaliyetler) Sani-i Zülcelal’e verilse
hava bütün zerratıyle onun emirber neferi olur. Bir tek zerrenin muntazam bir
tek vazifesi kadar kolayca, hadsiz külli vazifelerini Hâlıkının kuvvetiyle…bir
anda şimşek süratinde yapabilir."33

Öte yandan atom-altı dünyadaki varlıklarda görülen son derece
karmaşık ve hassas hareket ve fiillerin kendi kendine tesadüfen olması düşünüre
göre kesinlikle mümkün degildir. Gerçekten de günümüzde atom-altı dünyada
atomların çok sayıda seçenekten belli seçenekleri tercih etmelerinin nedenleri
kesinlikle bilinememektedir. Bununla birlikte her atom sanki son derece gelişmiş
bir irade ve zekaya sahipmiş gibi tutarlı davranışlar sergilemektedir.
Atomlardaki bu irade ve ihtiyar belirtisi en sonunda ünlü Quantum fizigini kuran
Arthur Eddington’u "atomların iradesi" düşüncesi sonucuna kadar götürmüştür.34
Bediüzzaman’â göre ise atomlardaki bu irade ve ihtiyar belirtisi, onların irade
ve ihtiyara sahip olmalarından degil, her an Allah (cc)’ın her bir atoma ilmi,
iradesi, kudreti ile tecelli etmesinden kaynaklanır.

"..hem maddiyyun denilen bir kısım ehli dalalet
zerrattaki(atomlardaki) tahavvülat-ı muntazama içinde Hallakiyyet-i İlahiyyenin
ve Kudret-i Rabbaniyyenin bir cilve-i azamını hissettiklerinden (ve) o cilvenin
nereden geldigini bilemediklerinden ve kudret-i Samedaniyyenin (Allah’ın
kudreti) cilvesinden gelen umumi kuvvetin nereden geldigini anlayamadıklarından
madcje ve kuvveti ezeli tevehüm ederek zerrelere ve hareketlerine âsar-ı
İlahiyyeyi(İlahi güç) isnad etmeye başlamışlar…İnsanlarda bu derece hadsiz
cehalet olabilir mi ki, mekândan münezzeh olmakla beraber, her yerde, her şeyin
icadında,her şeyi görecek, bilecek, idare edecek bir tarzda bulunur bir tarzda
yaptıgı fiilleri ve eserleri; camid, kör, şuursuz, iradesiz, mizansız ve tesadüf
fırtınaları içinde çalkalanan zerrata ve harekâtına vermek ne kadar cahilane..
bir tlkir oldugunu..(aklı olanın) bilmesi gerekir."35

Oysa Bediüzzaman’a göre atomlar irade, ilim ve kudret sahibi
olmadıklarından, bununla birlikte hareket ve fiillerinde anlamlı bir kasdın,
iradenin ve kudretin eseri apaçık ortada oldugundan, ya camid, şuursuz, iradesiz
varlıklara ilim, şuur ve kudret isnad edecegiz ya da onları bir mutlak kudret,
ilim ve irade sahibine isnad edecegiz.

"Her zerrede hem harekâtında hem sükünetinde… güneş gibi iki
nuru tevhid parlıyor. Her bir zerre eger memur-u İlahi olamazsa ve onun izni ve
tasarrufu ile hareket etmezse ve ilim `ve kudretiyle tahavvül etmezse o vakit
her bir zerrenin nihayetsiz bir ilmi hadsiz bir kudreti her şeyi görür bir
gözü,her şeye bakar bir yüzü her eşeye geçer bir sözü bulunmak lazım gelir.
Çünkü anasırın her bir zerresi, her bir cismi zihayatta muntazaman işler veya
işleyebilir. Eşyanın intizamı ve teşekkülatı birbirine muhaliftir. Onların
nizamatı bilinmezse işlenilmez. İşlenilse de yanlışsız yapılmaz. Halbuki
yanlışsız yapılıyor. Öyleyse o hizmet eden zerreler ya bir ilmi muhid sahibinin
izin ve emriyle ve ilim ve iradesiyle işliyorlar, veyahut kendilerinde öyle bir
muhit ilim ve kudret bulunmak lazım geliyor."36 Böyle bir düşünce ise
son derece saçma bir düşüncedir. O zaman her bir varlığın dogrudan Allah’ın
emri, iradesi ve ilmi altında oldugu gerçeginin kabul edilmesi gerekiyor.

Atom Hareketinin Manevi Anlamı

Bediüzzaman sadece fızik dünyanın maddi hareketleriyle
ilgilenmez, aynı zamanda o hareketlerin nihai metafizik amaçlarını da
yorumlamaya çalışır. Maddenin göründüğü kadarıyla sadece yakın çevresiyle
ilişkili olmadıgını, aynı zamanda daha derinlerde metafızik alemdeki varlıklarla
da ilişkili olduklarını vurgular. Ona göre fızik dünyadaki atomların durmadan
hareket halinde bulunması onların bu dünyada egitim ve ögretimden geçerek
nurlanmaları, ve asıl mekânları ve vatanları olan "uhrevi alem"deki binalara
layık yapıtaşları olabilmeleri içindir.

"..tahavvülat-ı zerratın ve hayattar cisimlerdeki zerrat
harekâtının binler hikmetinden bir hikmeti zerreleri nurlandırmaktır. Ve
(onları) uhrevi âlem binasına layık zerreler olamak için hayattar ve mânidar
yapmaktır. Sanki insan ve hayvan veya nebatat cisimleri terbiye dersi almak için
gelen zerrelere bir misafırhane bir kışla bir mektep hükmündedir ki camid
zerreler o cisme girerek nurlanırlar, adeta bir talim ve terbiyeye tabi olurlar.
Letafet kazanırlar. Birer vazife görmekle ebdi aleme ve bütün eczasıyla hayattar
olan ahiret dünyasına zerrat olmak için liyakat kazanırlar.37

Sonuç olarak tabiat kanunu denen düzenlilik Cenab-ı Hakk’ın
"Hakim" isminin bir tecellisinden başka bir şey degildir. "Kudret İsmi" tecelli
etmek istediginde irade ettigi şekilde faaliyette bulunması, tabiat kanununun
işleyişine geçici olarak ara verip mucize ve keramet gibi fevkalade olayları
yaratması mümkündür. Öte yandan tabiattaki nizam ve intizamın ifadesi olan
tabiat kanunlarının bilimadamları tarafından iricelenmesi, araştırılması
dogrudan Esma’nın araştırlması anlamını taşıyacagından aynı zamanda bir ibadet
hüviyetini de taşıyacaktır. Tabiat kanunlarının bu şekilde okunması bilimsel
gelişmenin yavaşlaması degil, tersine hızlanmasını dogurabilir. Son olarak
Bediüzzaman’ın şu veciz ifadesiyle noktalayalım:

…Tabüyyuntarın mevhum ve hakikatsız tabiat dedikleri şey, olsa
olsa ve hakikat-ı hariciyye sahibi ise ancak bir sanat olabilir, Sani olamaz.
Bir nakıştır, Nakkaş olamaz. Ahkâmdır, Hakim olamaz. Bir Şeriat-ı Fıtriyyedir,
Şari olamaz. Mahluk bir perde-i İzzettir, Hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır,
Fatır bir Fâil olamaz. Kanundur… Kâdir olamaz. Mistardır mastar olamaz."38

Dipnotlar

1. Bu
konuda geniş bilgi için bkz. Nasr,
1984, s. 39 vd.

2. Nasr,
1991, s. 30.

3. Cabra, 1989, s. 66-67

4. Capra, 1989, s. 63.

5. Hayes, 1995, s. 83 vd

6. Chalmers, 1994, s. 55; Magee, 1982, s. 19

7. a.g.e., s.

8. Magee, s. 22.

9. a.g.e., s. 24.

10. a.g.e., s. 25.

11. Capra, 1989, s. 76 vd.

12. Russel, 1993, s. 104.

13. a.g.e., s. 105-6.

14. a.g.e., s. 106.

15. Nasr, 1985, s. 40.

16. a.g.e., s. 41.

17. Leaman, 1992, s. 104.

18. a.g.e., s. 106.

19. a.g.e., s. 106.

20. Nasr, 1991, s. 30.

21. Sözler, 20. Söz.

22. a.g.e., 20. Söz.

23. a.g.e.

24. Sözler, s. 143.

25. Margin, 1992, s. 321 vd.

26. a.g.e.

27. Sözler, s. 482.

28. Mardin, 1992, s. 330.

29. Lem’alar, s. 51-52.

30. Sözler, Otuzuncu Söz

31. Lem’alar, s. 176.

32. Lem’alar, 30. Lem’a, s. 325.

33. Sözler, s. 146-147.

34. Russel, 1993, s. 104.

35. Lem’alar, 30. Lem’a, s. 323.

36. Sözler, Otuzuncu Söz.

37. Sözler, s. 520.

38. Lem’alar, 23. Lem’a, s. 175.

 

Yararlanılan Kaynaklar

Alan Chalmers, Bilim Dedikleri, çev. Hüsamettin Arslan,
İstanbul 1994.

Bediüzzaman Said Nursi, Sözler

Bediüzzaman Said Nursi, Lemalar

Bertrand Russel, Bilim ve Din, çev. Hilmi Yavuz, İstanbul
1993.

Bryan Magee, Karl Popper’in Bilim Felsefesi ve Siyaset
Kuramı, çev. Mete Tunçay, İstanbul 1982,

Fritjof Capra, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, çev.Mustafa
Arnıagan, İstanbul 1991

Carlton J. Hayes, Milliyetçilik Bir Din, çev. .Murat
Çiftkaya, İstanbul,1995.