İnsanın karşı karşıya olduğu iki gerçeklik vardır. Bunlardan
birisi bilim adamlarının "evren" dediği, insanlarında vucutlarıyla içinde
bulunduğu cismani alem, yani fizik dünyadır. Diğeri de her insanın düşündüğü,
hayal ettigi, inandığı, duyguları ile yaşadığı kendi özel dünyasıdır. Birinin
madde, diğerinin madde olmaması gerekçesiyle bir birinden bağımsızmış gibi
görünen bu iki dünya arasındaki iletişim ve etkileşme şüphesiz bir gerçektir.
Fizik dünyada olan bir olay, haber bile olsa kişinin özel dünyasını etkiler, onu
üzer, sevindirir veya korkutur. Hatta hayalindeki dünyanın yapısını bile
degiştirebilir. Öte yanda, insanın iç dünyasının etkilerini dış dünyada görmek
hiç de zor değildir. Bunlar bize yollar, köprüler, binalar olarak gözükür; sanat
ve teknoloji harikaları ise bu gerçeği açıkça ilan eder.
Her iki dünyanın bilgisi insan için hazır değildir. İç dünya
öğrenmeyle birlikte şekillenmeye başlar. Öte yandan, dış gerçekliği kavramak da
iç dünyanın şekillenmesine bağlıdır. Kendi benliğinin, aynı zamanda dış
gerçekliğin bilincine varmış her insan, varlıklar içinde kendi konumunu merak
eder. Bu da onu; İnsan nedir, hayat nedir, insan ile iletişimi olan varlıkların,
kısacası evrenin ve evren içindeki olayların bir anlamı, bir amacı var mıdır?
gibi daha birçok soruyla karşı karşıya getirir. Bu tür sorular insanlığı
ilgilendiren temel kozmolojik sorulardır. Açıkgenç1 herkesin bir
dünya görüşünün olduğunu, ve bu dünya görüşü içinde kişi farkında olsun veya
olmasın, açıkça ifade edebilsin veya edemesin bu kozmolojik soruların mutlaka
cevaplandığını söyler.
İnsanların dış gerçeklikle ilgili bilgileri her zaman eksiktir.
Dünya görüşlerindeki tutarsızlığın veya detaylarındaki eksikliğin farkına varan
insanlar tutarlı ve güvenilir bilgi üretmenin yollarını aramışlardır. Böylece,
sistematik, kendi içinde tutarlı bilgi üretme faaliyeti olarak
tanımlayabileceğimiz bilim ortaya çıkmıştır. Bununla beraber bilim, henüz bütün
özellikleriyle tam olarak anlaşılmış bir kavram değildir. Günümüz bilim
felsefecilerinden Feyerabend2 "Bilim felsefesi ile ilgilenen her
ekol, bilimin ne olduğunu, nasıl çalıştığını farklı şekillerde anlayıp
anlatmaktadırlar. Buna ek olarak bilim adamlarının, politikacıların ve kamu
adına konuştuğu iddiasında olan muhtelif kimselerin de görüşleri vardır. Bilimin
tabiatının hala karanlıklar içinde olduğunu söylersek, gerçeği büyük ölçüde dile
getirmiş oluruz" demektedir.
Bilimin objektif bir tarifinin yapılamaması bizleri farklı bilim
anlayışlarıyle karşı karşıya bırakır. Hemen belirtelim, bilim anlayışı sadece
"bilim" sözcüğünden kişinin ne anladığı değil, bilim adamlarının bilim
yapmaktaki amacı, bilimin sonuçlannı anlama ve kullanma tarzı ve hatta dünya
görüşü içinde bilime biçilen tüm değerler sistemi olarak anlaşılmalıdır. Yapılan
araştırmalar, edinilen bilgiler açısından bilimin kimliği tek olmasına rağmen,
bilim anlayışı kişiden kişiye çok farklı olabilir. Bununla beraber etkileşen
fertler çeşitli toplum düzeylerinde toplumların bilim anlayışlarını da
oluşturabilirler. Bilim anlayışı fertten ferde, toplumdan topluma değişebileceği
gibi, zamanla da değişir.
Bilimi ve yaklaşık üçyüzyıldan beri insanlığın dünya görüşünü
ele geçirme mücadelesi veren bu günkü batılı bilim anlayışını daha gerçekçi
tanıyabilmek için bilim tarihine kısaca bir göz atmak faydalı olacaktır. Batılı
bilim anlayışı bilimi, antik Yunan medeniyetiyle başlatır. Cemal Yıldırım’ın
"Gerçek anlamda bilim, gözlemlerimizi açıklama, evreni anlama ihtiyacının
belirdiği noktada başlar. Böyle entellektüel ilginin izine ne Mısır’da, ne de
Mezopotamya’da rastlamaktayız. …… Oysa, evreni anlamak ihtiyacı Yunan
düşüncesinin belirgin özelliğidir3 sözleri bunun açık bir ifadesidir.
Ama Cemal Yıldırım’ın aynı kitabında M.Ö. 2500 yıllarında Sümerler’in çarpım
tablosunu kullandıkları, alan ve oylum hesapları yaptıkları, daire alanı ve
silindir oylumu bulmada π* değeri olarak 3.125’i kullandıkları, daha sonra,
Babilliler’in özellikle matematik ve astronomide büyük ilerlemeler katettiği,
karekök, küpkök almayı bildikleri, ikinci ve üçüncü dereceden denklemleri
çözdükleri, yarım dairede çizilen tüm üçgenlerin dik açılı olduğunu, hatta
ileride Pisagor teoremi denilecek teoremi bildikleri, astronomik gözlemlerle
yılın uzunluğunu 4.5 dakika gibi çok küçük hata payı ile hesapladıkları, her 18
yılda bir meydana gelen ay tutulmalarını önceden kestirebildikleri, öte yandan,
Mısırlılar’ın aynı seviyeyi tutturamasa da bilgide pek geri olmadıkları, hatta
hekimlikte daha ile oldukları yazılıdır. Yani, Yunan medeniyetinden önce
aritmetik, cebir, geometri, astronomi ve tıp vardır ama gerçek anlamda bilim
yoktur. Açıkça görülür ki, Cemal Yıldırım’ın bize burada anlatmak istediği bilim
değil bilim anlayışıdır. Kendi benliğinin bilincine varmış her insanın
kozmolojik sorular sorduğunu ve ilgili bilimin eski Yunanla başladığını
varsaymak, daha önceki tüm insanlarda gözlemleri yorumlama, evreni anlama
ihtiyacının olmadığını söylemektir.
Bugünkü anlamda, sistematik düşünce, gözlem veya deneyle elde
edilmiş bilgi anlamında düşünülse bile, bilimsel bilginin geçmişi ilk insana
kadar götürülebilir. Örneğin, güneşin doğduğunu gören akıl sahibi ve insan
tarifine uygun ilk insan** hiç şüphesiz akşam olunca göneşin batacağını ve yarın
tekrar doğacağını da biliyordu. Bu çok basit ve ilkel de olsa bir astronomik
bilgidir. Tarih, arkeoloji ve antropoloji, tarih öncesi insanlarının bile
gözlemlerden kaynaklanan dünya görüşleri olduğunu açıkça ilan etmektedir. O
halde, ilk insandan itibaren bilim de vardır, bilgi de.
Batılı bilim anlayışının bilimi antik Yunanla başlatmak istemesi
gayet doğaldır. Çünkü, mevcut belgeler materyalist, rasyonalist, tanrı tanımaz
bugünkü batı benzeri dünya görüşlerinin o devirlerde ortaya çıkmaya başladığını
gösterir. İlk bilgin M.Ö. 600 yıllarında yaşamış Milet’li Thales’dir. O
mitolojik düşünceden rasyonel düşünceye geçişi simgeler. Tahales geometride
isbat fikrini getirmiştir. M.Ö. 585’de bir güneş tutulmasını önceden
hesaplamıştır. Thales’e göre evren sudan yapılmıştır ve dünya bir tahta parcası
gibi suyun üstünde yüzmektedir. Thales’in fikirleri daha sonra Anaximender ve
Anaximenes (Thales’den 40, Anaximender’den 20 yaş küçüktür) tarafından
tartışılmış, değiştirilmiş, geliştirilmiştir. Her ikisi de dünyayı evrenin
merkezinde kısa bir silindir biçiminde düşünüyordu. Ama, Anaximender evreni
sınırsız, sonsuz, bitmez, görünmeyen kendisinin "Aperon" adını verdiği maddeden
yapılmış iç içe dört halka, 1-Sıcak (Ateş), 2-Soğuk (Hava), 3-Islak(su), 4-Kuru
(Toprak) olarak tasvir eder. Anaximenes ise sonsuzluğu somut ve gözlenebilir
olmadığı için reddeder. Temel madde olarak da hava ve buharı kabul eder. Bu
İyonya’lı bilginlerin kurduğu okula İyonya Okulu adı verilir. Bu okul tam
anlamıyla Materyalist bir okuldur. Oluşturduğu dünya görüşlerinde herhangi bir
tanrıya veya tanrılara yer yoktur.
Pers savaşları nedeniyle rahatsız olan, içlerinde Pisagor’un da
bulunduğu bir grup bilgin, Ege’den ayrılıp güney İtalya’da yeni bir okul
kurdular (M.Ö. 530 yıllarında). Bu okul Materyalist değil rasyonalist idi. Onlar
matematiğe ve matematiğin değişmeyen kurallarına hayrandılar. Onlara göre
evrenin özü sayılar olmalıydı. Biri bir nokta, ikiyi bir doğru parçası, üçü bir
üçgen, dördü bir piramit sayıp her şeyin sayılardan oluştuğunu düşündüler.
Böylece, temeli sayı, kuralları matematik olan metafizik bir dünya
düşünüyorlardı. Pisagor "Gene evren yuvarlaktır"4 derken evrenle
ilgili gözlemlerini değil, açıkça matematik bir ilkeyi dile getiriyordu.
Bu materyalist ve rasyonalist dünya görüşleri öyle görülüyor ki,
saçmalık ve çelişkilerle dolu mitolojik dünya görüşlerine rakip olarak ortaya
çıktılar. Böyle bir olay daha önceki medeniyetlerde olmadı çünkü, yazının
olmadığı devirlerde dilden dile nesilden nesile aktarılan ancak itibar görmüş,
saygınlık kazanmış dünya görüşleriydi. Toplumların genel inancının dışında kalan
bu yüzden kişisel olmanın ötesine geçemeyen fikirler, ancak yazının icadından
sonra gelişme imkânı bulabilirdi. Yunanlılar’dan önce Mısır ve Babil’de yazı
vardı ama pek gelişmiş değildi. Üstelik okuma din adamlarının işiydi. Onlar da
ya yönetimi ellerinde tutuyorlardı veya yönetimle işbirligi halindeydiler. Bu
kimseler de zaten toplumdaki inancı körükleyen ve ondan menfaat uman insanlardı.
Yunanlılar’ın Mısır ve Babil’den değişik, kendi hayat şartlarına uygun toplum
organizasyonları vardı. ‘Küçük şehir devletleri halinde veya kolonilerde
yaşıyorlardı. Yazılarının ifade kabiliyeti hem daha iyi, hem de toplumlarında
okuma yazma oranı daha yüksetti. Böylece bir yazılı fikir nesiller sonra da olsa
destek bulabiliyordu.
Toplumdaki genel inanışın dışında ortaya başka bir dünya görüşü
atmak, tartışmaları başlatmak demekti. Yeni dünya görüşleri mitolajilere göre
daha akıllıca görünüyordu ama onlar da mükemmel degildi. Yunan toplumundaki
tartışmalar zamanla gerçek nedir?, bilgi nedir?, insan nedir?, varlık nedir?,
madde nedir? gibi daha birçok felsefık sorunları da ortaya çıkardı. Nihayet
kendi içinde en tutarlı dünya görüşleri Atina okulunda Eflatın (Platon) (M.Ö.
400) ve talebesi Aristo (Aristotheles) (M.Ö. 35O) tarafından önerildi.
Etlatun’un mistik ve matematiksel bir dünya görüşü vardı. Pisagor geleneginden
etkilenmişti. Onun evreni idealar dünyası ve olgular dünyası diye ikiye
ayrılıyordu. Olgular dünyası idealar dünyasının hatalı bir kopyesiydi. Ona göre
evren tanrısal gücün tasarladıgı rasyonel bir plana uygun kurulmuştu. Eflatun’un
doga olaylarını açıklamak için "Save the phenomena" yani "durumu kurtarın"
fetvası meşhurdur. Böylece o matematik modellemeye yol açıyordu. Astronomide ilk
bilimsel teori olarak kabul edilen ilk model ögrencisi Eudoxus tarafından
önerildi. Eflatun evreni bir küre şeklinde düşünmüştü. Çünkü en ideal şekil küre
olabilirdi. Eudoxus’un evren modeli iç içe aynı merkezli 27 adet küreden
oluşuyordu. Bu küreler yıldızların; gezegenlerin, güneşin ve ayın hareketlerini
düzenliyordu.
Bu model Aristo tarafından daha da geliştirildi. Gezegenlerin,
güneşin ve ayın hareketlerini daha iyi açıklayabilmek için Aristo kürelerin
sayısını 56’ya çıkardı. Buna ragmen, Aristo’nun evreni Eflatun’un evreninden
farklıydı. O Eflatın’un idealar dünyasını kabul etmedi. Aristo, evreni farklı
olarak, ayaltı ve ayüstü alemler olarak ikiye ayırmıştı. Ayaltı alem dört temel
maddeden (toprak, su, hava, ateş) yapılmış geçici, kusurlu, degişen ve bozulan,
üstünde canlıların yaşadıgı merkezdeki dünyayı da içine alan alemdi. Ayüstü alem
bunun tam tersine ebedi, mükemmel, değişmeden bozulmadan kalabilen, ağırlığı
olmayan "esir" denilen beşinci bir öz maddeden yapılmıştı. Madde ve hareketle
ilgili yasalar (Aristo fiziği olarak bilinir) her iki alem için ezelden beri hep
vardı. Bu yüzden evren zamanda sonsuzdu, ancak hareketli küreler sebebiyle
mekânda sonlu olmak zorundaydı. Atın bir arabayı hareket ettirmesi gibi, cansız
maddelerin hareketi için hareket ettirici şarttı. Aynı şekilde, tanrı gökleri
hareket ettiren ilk hareket ettirici "prime mover" olarak gerekliydi.
Eflatun ve Aristo’nun dünya görüşlerine antitez olan ve tanrı
kabul etmez dünya görüşleri de vardı. Örnegin Trakya’lı Demokritos’un (M.Ö. 400)
atomlardan oluşan evreni ve daha sonra İskenderiye’li Aristarkus’un (M.Ö.250)
merkezinde dünya yerine güneş olan, gezegenlerin ve dünyanın güneş etrafında
döndüğünü söyleyen evren modelleriydi. Ama bunlar, Aristo’nun sistemli
felsefesi; mevcut gözlemlerle desteklenen ve kendi içinde tutarlı görüşleri
karşısında tutunamadı. Etlatun ve Aristo bilimde ve felsefede meşhur iki temel
şahsiyettir. Onların fıkirleri ve görüşleri günümüzde bile bir çok bilim adamı
ve felsefeci için hâlâ tartışma konusudur.
Büyük İskender’in fetihleriyle Yunan kültürü Atina dışında
kurulan yeni merkezlere ulaştı. Bu döneme tarihte Hellenistik dönem adı verilir.
Hellenistik dönemde Mısır’daki İskenderiye Okulu meşhurdu. M.Ö. 200’lü yıllarda
kurulan bu okul, Atina okulunun bir çeşit devamı gibiydi. Bu okulda herhangi bir
yeni dünya görüşü ortaya atılmadı ama büyük bilimsel hamleler gerçekleştirildi.
Öklid ve Arşimed bu okulda yetişti. Aristo dünyanın yuvarlak oldugunu felsefik
bir çıkarımla söylemişti ama bu okulda yetişen Eratosthenes (M.Ö. 200) dünyanın
yarıçapını ölçmeyi becerdi. Bu okulun son temsilcileri fiziksel bilimlerde
Ptolemy (Batlamyus) (M.Ö. 150) ve tıpta Bergamalı Galen (M.Ö. 200)’dir.
Batlamyus’un yazdığı "Almagest" isimli kitap yermerkezli ve güneşmerkezli dünya
görüşlerini zamanın bilgileri ışığında degerlendirmesi bakımından ilginçtir.
İteni, çekeni olmayan dünyanın kendi etrafında veya güneş etrafında dönüyor
olması imkânsız bulunmuştur. Dönen bir tekerleğin çamuru sıçrattıgı gibi, dünya
da dönmüş olsaydı insanları ve üstündekileri fırlatıp atardı. Üstelik havaya
atılan bir taş aynı yere düşmezdi, kuşlar yuvalarına geri dönemezdi. Böyle
nedenlerle Batlamyus Oristo’nun yermerkezli evreninde karar kıldı, fakat
zamanına kadar biriken gözlemlere (kendi gözlemleri de dahil) uygun, biraz
degişik yeni bir model önerdi. Hellenistik dönemdeki felsefeciler genelde
Eflatın ve Aristo’nun fikirlerini birleştirmeye gayret ettiler. Evreni bütünüyle
bir tanrı olarak gören Panteizm düşüncesi bu dönemde ortaya çıktı.
Batlamyus ve Galen’den sonra bilimsel faaliyetler iyice durmuş,
hatta batılıların nazarında uykuya yatmıştır. Batılılar bu döneme "karanlık
çaglar" (dark ages) adını verir. Yunanlılarla kontak halinde olan Roma
İmparatorlugu Hırıstiyanlığı resmi din olarak kabul etmeden önce bile, bilime
gerekli ilgiyi göstermediler. 300’lü yıllardan sonra Hırıstiyanlıgın etkisiyle
bilim aleyhtarlıgı başladı. St. Agustine5 (354-430), "tanrı dogayı
insan için yaratmıştır" diyor ve tüm evrenin amaç ve kökeninde ruhsal oldugunu
ileri sürüyordu. Öte yanda, Aziz Ambrose "Dogayı ve evren içindeki yerini
tartışmak bize öteki dünyada hiç bir yardım sağlamaz" diyordu. Yunan felsefi
gelenegini sürdürenlere "Pagan" deniyor ve bilimsel faaliyetlerle dalga
geçiliyordu. Dünya nasıl yuvarlak olabilirdi? Dünyanın ötesi diye bir şey
olamazdı! Çünkü o zaman İsa’nın oradaki insanlar için tekrar kurban edilmiş
olması gerekirdi. İnsanların tepesi aşağı yürümesi, yağmurların, karların
aşağıdan yukarıya doğru yağması nasıl mümkün olurdu! Neredeyse bilime şavaş
açılmıştı. M.S. 389’da Piskopos Theophillus6 İskenderiye’deki ünlü
kütüphanenin bir bölümünü tahrip etmiştir. Daha sonra Hırıstiyanlık dünyası bu
kütüphanenin M.Ş. 640 yılında Müslümanların eline geçmesiyle yok edileceginî
iddia edecektir. Atina okulu ise M.S. 529’da Jüstinian tarafından kapatılmıştı.
Hırıstiyantık dünya görüşü, Yunan medeniyetinde olduğu gibi
gözlemleri yorumlama, rasyonel akıl yürütme gayretleriyle ortaya çıkmamıştır. O
tarihi açıdan Judaizm (musevilik) geleneğinden doğmuştur, ama Judaizm’den farklı
olarak onda insanın maddi yönünün bütünüyle ihmal eden, sadece ruhsal, manevi ve
duygusal yanını vurgulayan görüşler hakimdir. Vücut temizliği değil, ruh
temizliği önemlidir. İdeal insan bu dünyaya değil melekler alemine aittir. Melek
gibi olanın sufli dünya işleri olmaz. Bu yüzden rahiplere ve rahibelere evlenme
yasaklanmıştır. İnsanlar bu dünyaya günahlarını ödemek için gelir. Her doğan
insan günahkâr olarak doğar. Çünkü herkesin Adem ile Havva’nın cennetten
atılmasına sebeb olan o ilk günahtan hissesi vardır. Kurtuluş İsa’yı veya onun
yeryüzündeki temsilcilerini tanımak ve teslim olmakla mümkündür. Görüldüğü gibi,
kozmik sorulara cevaplar üreten bu temel prensipler, bilimsel gelenekle
bağdaşamaz durumdadır.
İnançlar sisteminin benzerliği sebebiyle İslamiyet ve
Hırıstiyanlıgı aynı şekilde değerlendirenler şu önemli noktaları gözden
kaçırırlar. Kur’an ve hadislerin ilk devir Müslümanlarına vermiş oldugu dünya
görüşü ve hayat anlayışı karşılaştırılırsa Hırıstiyanlıkla taban tabana zıt
olduğu görülecektir. İnsanın maddi yanı İslamiyette ihmal edilmez. Ruh temizliği
kadar vücut temizliği de önemlidir. İbadetlerde gusul ve abdest şarttır. İdeal
insan bir melek değil; diger canlılar gibi arzuları, ihtiyaçları olan ama
Allah’ı unutmayan, böylece duygularını ve nefsini kontrol edebilen insandır. Kim
olursa olsun her doğan günahsız doğar. İnsanlar bu dünyaya, kendilerine ebedi
bir hayatta kullanmak için verilen duyguları ve kabiliyetleri geliştirmek için
gelirler. Dünya ahiret için ürün veren bir tarla veya insanı ebedi bir hayata
hazırlayan bir talimgâh ve eğitim alanıdır. Kurtuluş için insanların
Hırıstiyanlıkta oldugu gibi bir aracıya ihtiyaçları yoktur. Akıl (rasyonel
düşünce) ve kalp (duygular ve sezgi) insanın iki rehberidir. İnsanların aklına
ve kalbine hitap eden, yani evrendeki olgu ve olaylara dikkat çekip insanları
bakmaya, düşünmeye, duygulanmaya ve sonuçta yorum yapmaya sevkeden ayet ve
hadisler sayılamayacak kadar çoktur.
Müslümanlar kendi dünya görüşlerini, Yunan bilimiyle
karşılaşmadan önce sağlam bir şekilde oluşturmuşlardı hile. Bu dünya görüşünde
evrenin detaylı bir haritası yoktu ama insanın kozmoz içindeki yeri ve rolü
tutarlı ve anlamlı şekilde tarif ediliyordu. Evrenin haritasının detaylarını
keşfetmek insanlara bırakılmıştı. Doğayı ve işleyişini anlamak amacıyle gözlem
yapmak ve yorumlamak olarak tanımlanan bilimsel anlayış zaten bir Müslümanın
inancının dayanak noktasıydı. Bu nedenle bilimsel geleneğe sıcak ilgisi,
Hırıstiyanların bilime tepkisinin tam tersi olması hiç de şaşılacak bir şey
degildir. Ancak, Müslümanların geliştirdigi bilim anlayışı, Yunan bilim
anlayışını aşar. Örnegin bilimi tarif ederken Kindi7 "ilim varlığın
hakikatını bilmektir" der. Bu ifadeye göre evrenin yapısını ve işleyişini
öğrenmek, hakikatı bilmek için ancak bir araç ve adım olabilir, nihai bir amaç
olamaz.
800’lü yıllarda tercümelerle başlayan bilimsel faaliyetler,
Müslümanların orjinal katkılarıyle 11. yüzyıla kadar faal ve çok üretken bir
dönem yaşadı. 15. yüzyıla kadar da öncülüğünü korudu. Örneğin 1575 İstanbul
rasathanesi, aynı yıllardaki Tako Brahe’nin rasathanesiyle alet edavat
bakımından boy ölçüşür durumdadır.8 İslam dünya görüşü ışığında
gelişen bilimsel gelenek, aynı şekilde 12. yüzyılda Arapçadan Latinceye
tercümelerle İspanya ve İtalya kanalıyla batı Hırıstiyanlık dünyasına ulaştı.
Cabir bin Hayyan’ın simyası, Harizmi’nin Cebiri İbni Sina’nın Kanun’u (tıbbı ve
felsefesi), İbni Heysem’in Optigi, Batlamyus’un Almagest’i Arapçadan Latinceye
çevrilen eserlerin sadece birkaç tanesidir. Batılı düşünürler yunan gelenegini,
özellikle Aristo’yu toplumlarına kabul ettirebilmek için Farabi’nin etkisi
apayrı bir yer tutar. Descartes dahil bir çok batılı düşünürün Gazzali’den
etkilendigini M.M. Şerif delilleriyle anlatır.9
Müslümanların bilime katkısını önyargılı kabul etmek istemezler.
Müslümanları orjinal katkıları olmayan, sadece emaneti (Yunan bilimini) alıp
yerine tesim eden bir aracı olarak görürler. Hatta Dreyer10 gibiler
"Astronomiyi ikinci yüzyılda Batlamyus’un bıraktıgı şekilde bulduk" diye şikayet
eder. Okullarındaki astronomi kitapları Batlamyus’tan Kopernik’e (1473-1543)
atlar. Aradaki 1300 yılda sanki hiç bir şey yapılmamıştır.
Öte yandan Draper, Sarton, Hitti gibi batılı bilim
tarihçilerinin Müslümanlar için söylenmiş övgülü sözlerine de raslamak
mümkündür. Müslümanların bilime olumlu ve orjinal katkılarının olduğunu
göstermek bugün için sorun değildir. Asıl sorun, o geçiş dönemini nedenleri ve
nasıllarıyla iyi anlayıp doğru yorumlamaktır. Güneş merkezli evren görüşünün bu
geçiş döneminin hemen arkasından batıda ortaya çıkması, Müslümanların bilime
katkısı olmadığını söyleyen Batılıları sanki haklıymış gibi gösterir. Bilimin
ilerlemesini, evrenin yapı ve işleyişini daha iyi anlamak olarak algılayan
Batılılar Müslümanların bu konuda çalışmaları varsa bile sonuçsuz kaldığını, bu
sebeple bilimsel ilerlemeye katkıları olmadıgını zannederler. Örneğin, Dreyer’in
yukarıdaki sitemli sözleri Kopernik’in güneş merkezli sistemi önermesinde İslam
astronomisinin hiç bir faydası olmadığını imâ eder.
Yermerkezli sistemden güneşmerkezli sisteme geçişin öyküsü
aslında önyargılı Batılıların anlattığı gibi değildir. Gözlemlerin Aristo’nun
yermerkezli sistemini doğrulamaması üzerine, Batlamyus’un neden güneşmerkezli
sistemi seçmediğini, gözlemlerini temel alıp Aristo’nun modelini değiştirdiğini
yukarıda söylemiştik. Bu durumda Müslümanlara düşen görev duyalılıgı arttırılmış
gözlemlerle Batlamyus’un yeni modelini teste tabi tutmak olmalıydı ve aynen öyle
oldu. Müslümanların gözlemleri şüphesiz daha duyarlıydı.11 Yeni
gözlemlerin Batlamyus’un modelini de doğrulamadığı çokgeçmeden ortaya çıktı. Bu
nedenle, Beyruni ömrü boyunca yermerkezli değil güneşmerkezli sistemi
savunmuştu.12
Ama, ömrünün sonuna doğru, ister yermerkezli olsun, ister
güneşmerkezli olsun astronominin değişmeyecegini, yani aynı gözlemleri her iki
sistem için yorumlamanın mümkün olduğunu, dogru tercihe sebep olabilecek
bilgilerin henüz olmadıgını söyledi ve mevcut sistemde karar kıldı. Öte yanda,
Nasrettin Tusi, İbni Şatır, İbni Bacce gibi astronomlar yer merkezli ama daha
değişik modeller öne sürdüler. İbni Şatır’ın modeli özellikle ilginçtir. Çünkü o
yermerkezli olması hariç tamamıyla Kopernik’in modeline benzer.13
Kopernik zamanına gelinceye kadar degişikliklerle yermerkezli sistem iyice
dejenere olmuştu. Kopernik’e güneşmerkezli sistemi tercih ettiren en önemli
sebeplerden biri aslında yermerkezli sistemin 600 yıldan beri yapılan
gözlemlerle ve model degişiklikleriyle bir türlü doğrulanamamış olmasıdır.
Rasathanesi bile olmayan, gözlemlerini orada burada portatif el aletleriyle
yapan Kopernik’in kendi yaptığı birkaç gözleme dayanarak güneşmerkezli sistemi
öne sürdüğünü söylemek dogru olmaz. Kaldı ki, dünyanın döndüğünün isbatlayan hiç
bir fiziksel kanıt henüz mevcut da degildir. Bu yüzden Galileo’nun savunması
başarısızlıkla sonuçlandı. Newton dönemine kadar (150 yıl) Kopernik’in görüşleri
kabul görmedi. Ancak, Kopernik’in ölümünden 300 yıl sonra, dünyanın kendi
etrafında döndüğü Paris’te 1851 yılında bir sarkaçla Foucoult (1819-1868)
tarafından, güneş etrafındaki hareketi de 1838 yılında ilk kez yıldız paralaxını
ölçebilen Wilhelm Bessel (1784-1846) tarafından isbatlanabildi. Bu durumda
Müslümanların katkısını kabul etmeyen zihniyetin, Batlamyus modelini de bilimsel
bir katkı olarak görmemesi gerekir. Çünkü Batlamyus’un yaptıgı da Müslümanlardan
farklı degildir.
Başlangıcında Avrupa’daki bilim İslam bilim anlayışıyle uygunluk
gösteriyordu. Batı biliminin kurucuları Bacon, Kopernik, Galile, Kepler, Newton,
Descartes ya rahiptiler veya inancında sadık birer dindardıtar. Newton’un
(1642-1727) yerçekimi ve hareket yasalarını ilân ettigi "Principia" kitabının
üçte biri bütünüyle evrenin ve yasalarının teolojik (ilahî) açıklamalarına
ayrılmıştı. Fakat bu bilim anlayışı uzun sürmedi. Newton’cu yasalarla dünyanın
güneşten koptugu teorisini ortaya atan Laplace (1749-1827), Napoleon’un "bu
teoride tanrının rolü nedir?" sorusuna karşılık "öyle bir varsayıma gerek
duymadım" cevabını verir. Tanrı tanımazlıgı prensip edinen yeni bir bilimsel
anlayış çagı başlamıştır artık. Aristo’nun evreninde göklerin hareketi için
tanrı zorunluydu, çünkü hareket için hareket ettirici şarttı. Fakat şimdi
Newton’un birinci yasası bu hükmü kaldırdı. Hareket için hareket ettirici şart
değildir artık. Hareket maddenin dogasında vardır. Arito evreni sonlu olmak
zorundaydı. Çünkü yıldızlar küresi dünyanın etrafında dönüyordu. Ama,
Kopernik’in evreninde güneş merkez oldu. Böylece yıldızlar bir küre üzerinde
değil her yere dağılmış olabilirdi. Zamanda olduğu gibi, evren, mekanda da
sonsuz olmalıydı. Evren içindeki madde ve maddeyi hareket ettiren yasalar
ezelden beri hep var kabul edildi. Newton başlangıç şartlarının ve hareket
yasalarının belirleyicisi olarak tanrıyı kabul etmiş ve imanını
kuvvetlendirmişti. Ama aynı evren görüşü ve aynı bilgilere inanmak istemeyenlere
fırsat tanımıştı. Tanrısız bir evren düşüncesi, Thales’le (M.Ö. 600) başlayan
İyonya’lı bilginlerin oluşturmak istedikleri dünya görüşlerinin temel
özelliğiydi. Bu eski yunan düşüncesi batı bilim anlayışı olarak yeniden ortaya
çıktı.
Hume ve Kant’ın kritiklerinden sonra batı, bilimi metafiziği
bütün bütün reddetti. Bu batı bilim anlayışını daha da daralttı. Böylece, deney
ve gözlemle isbatlanamayan olaylar ve olgular bilimin konusunun dışına
itildiler. Bu da, isbatlanamayan, doğrulanamayan şeylerle uğraşmanın anlamsız
olduğunu ifade eden pozitivizm anlayışını doğurdu. Tanrı ve ahiret inancı
rasyonel olarak isbatlanabilir, deney ve gözlemle doğrulanabilir olmadıkları
için bilimsel anlayışla bağdaşmaz duruma düştü. Sonuçta, inancı da boşlanan
insan, artık mekanik yasaların oyuncağı ve evren içinde hiç bir özelligi ve
değeri olmayan bir makine konumuna indirildi.
1800’lü yılların sonunda batı dünya görüşü değişik türde
bilimsel gelişmelere sahne oldu. Boltzmann termodinamiğin ikinci yasasını
keşfetti, böylece evrenin ezelden beri işleyen bir makine olmasının imkânsız
oldugu ortaya çıktı. Çünkü evren bir ısı ölümüne dogru gitmekteydi. Öte yanda,
Quantum mekaniği ve Einstein’ın genel relativite teorisi de evrenin bir
başlangıcı ve bir sonu olabilecegini doğruladı. Büyük patlama "big bang" teorisi
evrenin zamanda ve uzayda sınırlı ve sonlu olabileceğini söyleyen, günümüzde
henüz geçerliliğini koruyan en popüler teoridir. Evrenin bir başlangıcı ve bir
sonu olabileceği fikri, bir çok bilim adamını yüzyılı aşkın zamandır rahatsız
etmektedir. Çünkü bu gibi fikirler bir yaratıcının olduğunu hatıra getirir.
Öte yandan bilim felsefesindeki gelimeler de pozitivizmi yıktı.
Günümüzün bilim felsefecilerinden Popper14 evrensel hükümlerin, yani
bilimsel teorilerin doğrulanmasının ve isbatlanmasının imkânsız olduğunu
vurgular. O’na göre bilimin ilerlemesi, öne sürülen her yeni teorinin
yanlışlanabilir olmasına ama yanlışlanmamasına bağlıdır. Popper’ın fıkirlerine
itiraz edenler ise, bir teorinin yanlışlanamaması onun doğru olduğunu değil,
sadece yanlışlanamadığını gösterir deyip, doğruya ulaşmanın imkânsız olduğu
sonucuna vardılar. Böylece, bilimde pozitivizm ve yanlışlamacılığın yanında
pragmatizm, enstrumantalizm, naturalizm gibi daha birçok "izm"li yaklaşımlar
ortaya çıktı. Yakın zamanda Kuhn15 yeni bir bilim anlayışını öne
sürdü. Çok itirazlar almasına ragmen, bir çok çevrenin desteğini de görmektedir.
Kuhn’a göre bilim objektif olamaz. Bilim belli bir paradigmaya hizmet etmek
durumundadır. Paradigmalar zamanla eskiyip gözlemlerle çelişir duruma gelirler.
Yeni bir paradigmanın kabulü sıkıntılı bir devrimle gerçekleşir. Kuhn’a göre
bilim devrimlerle ilerler.
Feyarebend ise bugünkü bilim ve bilim adamları hakkında hiçde
iyi düşünmez. Ona göre "bilim adamları ve bilim filozofları bilimi, bir
zamanların Roma kiliseninin Hırıstiyanlığı savunduğu tarzda savunmaktadır.
Kilisesin doktrini doğrudur. Başka her şey putperest saçmalığıdır. Bir
zamanların papazlarının küfürle ve aşağılamakla yüklü lisanı, bilimin bünyesinde
kendisine yeni bir mesken bolmuştur. …ayrıca bilim, özel bir kurum olmaktan
çıkmış, bir zamanlar kilise nasıl toplumun dokusunun asli bir ögesi olmuşsa
bugünde bilim, demokrasinin dokusunun asli bir ögesi durumuna getirilmiştir.
Günümüzde kilise ve devlet birbirinden özenle ayrılmışlardır. Oysa devlet ve
bilim, bugün, elele çalışmaktadır. …bilim gerçegi bulduğu için değil, doğru
metodu bulduğu için de değil, ama diğer ideolojilerin nüfuzuna gem vurduğu için,
bir zamanlar bireylere özgürce düşünebilecekleri bir ortam sunduğu için
gönüllere ferahlık vermekteydi. …oysa bugünün bilim adamı, tutumu ile toplumun
daha özgür olmasını sağlamak şöyle dursun, tam tersine köleleştirmeye doğru
sürüklemektedir"16
Sistematik düşüncenin bir ürünü olan bilim, geliştirdiği
prensiplerle insan düşüncesini kontrol eder. Böylece, düşünce hürriyetini de
tehdit eden bilim, ürettiği teknolojinin kontrol edilememesi ihtimali ile
görünüşte sanki insanlığın topyekün mahvına çalışan görülmez bir canavardır.
Arthur C. Klarke’nin "2001: A Space Odyssey" romanında ve daha birçok bilim
kurgu hikayelerinde, insanlara hizmet için, insan tarafından üretilen makineler,
yönetimi ellerine geçirirler. Başlangıçta bunu kimse farketmez çünkü her şey
yolundaymış gibi görülür. Durumun farkına varan kahraman, şansı yaver giderse ve
mücadeleyi başarabilirse, insanlık kurtulacaktır.
Bugünün batı bilim ve teknolojisi karşısında insanlıgın durumu,
görebilenler için, bir kurgubilim hikayesi degil gerçektir. Capra17
"uzak gezegenlerdeki uzay gemisinin yumuşak iniş yapmasını buradan kontrol
edebiliyoruz da, arabalardan ve fabrikalardan çıkan kirletici dumanları denetim
altına almaktan aciziz. Dev uzay kolonilerinde yaşayacak hayali topluluklar
önerebiliyoruz da kentlerimizi yaşanacak hale getiremiyoruz. …tıp bilimi ve
farmakolojisi sağlığımızı tehlikeye atmaktadır ve savunma bakanlığı ulusal
güvenliğimizin en büyük tehdidi haline gelmiştir" demektedir.
Peki, bu durumda ne yapmamız gerekir? Bilimi bazı kültürlerde
oldugu gibi bütün bütün reddedip kabul etmeyelim mi? Verilecek cevap hiç de
kolay degilmiş gibi görülür. Aslında, bazılarına göre bu cevap hazırdır zaten,
çünkü o, onun bilim anlayışıdır ve dünya görüşünün bir parçasıdır.
İlk dönem Müslümanlarının kafalarında oluşturdukları dünya
görüşü ve ona bağlı bilim anlayışı, geçiş döneminden sonra da devam etti. Hiç
bir zaman Avrupa’daki dünya görüşü gibi büyük değişikliklere uğramadı. Ancak,
zaman içinde Müslümanların değer sistemleri değişti. İzzetbegoviç18
Hırıstiyanlık dünyasındaki ve İslam alemindeki değişimleri tasvir ederken,
"Hırıstiyanlığın İslamlaşması" ve "İslamın Hırıstiyanlaşması" tabirlerini
yerinde kullanmıştır. Gerçekten o dönemde Hırıstiyanlığın, o eski uzlaşmaz
tutumunu bırakıp, insanın ruhsal ve manevi degerleri yanında, maddi ve dünyevi
değerlerini de bir derece kabule yanaştıgını görüşoruz.*** Halbuki, İslam
aleminde manevi değerler artık baskın olmaya başlamıştı. Tasavvuf ve mistisizmin
daha ön plana çıktığı İslam düşüncesi tarihinde19 açıkça görülür.
Seyyid Hüseyin Nasr’ın20 ifadesiyle İslam alimleri o dönemde dünya
görüşünde dengeyi bulduklarını sanıyor ve kozmoz içinde tabiatla uyumlu bir
hayatı tasvir etmeye çalışıyordu.
İslam dünya görüşünün ve ilim anlayışının tipik bir özelliği
insanı ön plâna almasıdır. Yunus Emre’nin
İlim ilim bilmektir.
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsen.
Bu nice okumaktır.
dörtlüğü bunun en açık ifadesidir. Batı bilimi ve
teknolojisinden-kaynaklanan Avrupa dünya görüşü ile İslam dünya görüşü
karşılaştırıldığında taban tabana zıtlık tekrar karşımıza çıkar. Bediüzzaman’ın
ifadesiyle "Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı,
kuvvet kabul eder; hedefı, menfaat bilir; düsturu hayatı, cidal tanır;
cemaatlerin rabıtasını, unsuriyet, menfi milliyeti tutar; semerâtı ise,
hevesât-ı nefsaniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyiddir. Halbuki: kuvvetin
şe’ni, tecavüzdür; menfaatin şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde
boğuşmaktır; düstür-u cidalin şe’ni, çarpışmaktır; unsuriyetin şe’ni, başkasını
yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte bu hikmettendir ki, beşerin
saadeti selb olmuştur.
"Amma hikmet-i Kur’aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel
hakkı kabul eder; gayede menfaate bedel, fazilet ve rıza-yı İlahîyi kabul eder;
hayatta dustur-u cidal yerine, düstur-u teavünü esas tutar. Cemaatlerin
rabıtalarında; unsuriyet, milliyet yerine rabıta-i dinî ve sınıfi ve vatanî
kabul eder; gayâtı, hevesât-ı nefsaniyenin tecavüzatına sed çekip, ruhu
maâliyâta teşvik ve hissiyât-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemâlât-ı
insaniyeye sevkedip insan eder. Hakkın şe’ni, ittifaktır; faziletin şe’ni,
tesanüddür; düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdâdına yetişmektir; dinin
şe’ni, uhuvvettir, incizaptır; nefsi gemlemekle baglamak, ruhu kemâlâta
kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir."21
Avrupa eski Avrupa degildir artık, Newton’dan sonra gelişen
mekanistik dünya görüşü içinde insanlık degerleri yok olmaya yüz tutmuştu. Öte
yandan, İslam dünya görüşünün yukarıdaki degerler sistemi de etkisiz kaldı.
Çünkü İslam alemi bilim ve teknolojiyi ihmal etmiş, maddi güç Avrupa’nın eline
geçmişti. Onsekizinci yüzyıldan itibaren, batılı dünya görüşünden kaynaklanan
emperyalist emellerden İslam alemi de etkilenmeye başladı. İslam alemi bilim ve
teknolojideki ihmalinin bedelini ödemekle karşı karşıya kalmıştır artık.
İçine düştükleri bu problemden kurtulma yollarını arayan birçok
İslam düşünürü çıktı. Bunlar arasında, Arap yarımadasında Muhammed Bin
Abdulvahhab, Kuzey Afrika’da Seyyid Muhammed Abduh, Hindistan bötgesinde Sir
Seyyid Ahmed Han, Muhammed İkbal ve Anadolu’da Bediüzzaman Said Nursi
sayılabilir.
İslam Dünya görüşünde reform arayan bu -gibi düşünürlerin
önerdikleri çözümler farklılık gösterir. Bilimi ve teknolojiyi bütün bütün
reddedenler olduğu kadar, çağdaş bilimi ve teknolojiyi yakalama amacıyla kültür
değerlerini değiştirmeyi uygun görenler de vardır. Bu tartışmalar günümüzde bile
sürmektedir.22 Örneğin, Faruki23 "içinde yaşadıgımız
dönemde İslam ümmeti tehlikeli bir durumla karşı karşıyadır" diyor ve "biz
korkunç bir ikilemin boynuzlarına yakalanmış durumdayız. Ya bilimi alacak ve
dinimizi ondan apayrı, öznel ve şahsi bir alana kapatacagız, ya da dinimizi
düşünce hayatımızın temeli kılarak şerefyab olacak, buna karşılık "bilim"
alanındaki zaafımızı ve onun sağlayacagı güçten yoksun kalmayı sürdürecegiz. Bu,
bence yanlış vazedilmiş brr ikilemdir….." diye devam ediyor.
Bu tartışmalarda çoklarının farkına varmadığı bir problem
vardır. Genelde tartışanlar arasında bilim, bilimsel bilgi, bilim anlayışı,
dünya görüşü gibi kavramlar bir birine karıştırılır. Kavramların açık olmaması
veya anlaşılmaması nedeniyle tartışmaların çoğu ya yanlış sonuca olaşır ve ya
anlamsız bir kavgadan öteye geçemez.
Bediüzzaman bilimsel bilgi, bilim anlayışı, dünya görüşü gibi
kavramların tamamıyle farkındadır. "Aklın nuru funun-u medeniyedir, vicdanın
ziyası ulum-u diniyedir, ikisinin imtizaciyle hakikat tecelli eder, iftirak
ettikleri vakit birinden taassup, diğerinden hile ve şüphe tevellüd eder"24
derken, "science" kelimelerini kasıtlı kullanmıştır. Hakikat demekle de İslam
dünya görüşünü kasteder.
İslam dünya görüşünün temeli imandır. Bilgisiz iman Kur’anda
istenen iman değildir. Tutarlı bir dünya görüşüne, saglam bir imana ulaşmak
mevcut bilgilerin mantıklı bir yoıvmuyla mümkündür. Bir kimse, eserlerinde
Bediüzzaman’ın bu yorumu yaptıgını açıkça görebilir. O, on asırdan bu yana
detayları ihmal edilmiş İslam dünya görüşünün günümüzün bilgileriyle daha canlı,
daha anlamlı, daha tutarlı olduğunu, gerçek anlamda anlamsızlığın, tutarsızlığın
tanrıtanımaz batılı bilim anlayışında ve dünya görüşünde oldugunu açıkça ortaya
sermiştir.
Batı dünyası Hırıstiyanlığın etkisiyle insanın maddi yanını
ihmal etmişti, bugünkü bilim anlayışıyla da insanın insan yanını, moral ve ahlâk
degerlerini ihmal etmektedir. Bediüzzaman’ın açıkça ifade ettigi gibi insanın
gerçek mutluluğu aklın ve kalbin beraberce tatmin olmasına bağlıdır.
Dipnotlar
* Pi sayısı 3.14
** Dört Kutsal kitapda (Zebur, Tevrat, İncil, Kur’ân) bu
insan Adem’dir.
*** Protestanlığın çıkması, Rönesans Hareketleri gibi.
1. Alpaslan Açıkgenç, Bilgi Felsefesi, İnsan Yayınları,
İstanbul 1992, s. 32.
2. Paul Feyarabend, Bilim Kilisesi, çev. Cevdet Cerit, Pınar
Yayınları, İstanbul 1991, s. 107.
3. Cemal Yıldırım, Bilim Tarihi, Remzi Kitapevi, İstanbul
1992, s. 20.
4. Cemal Yıldırım, A.g.e. s. 25.
5. a.g.e. s. 58
6. a.g.e. s. 59
7. Mahmut Kaya, Kindi, Felsefi Risaleler, İz Yayıncılık,
İstanbul 1994, s. 61.
8. Adnan Sayılı, The Observatory in İslam, and ist place in
the General History of Observatory, Türk Tarih Kurumu basımevi, Ankara 1988.
9. İslam Düşüncesi Tarihi, editör: M.M. Şerif, Özgün Adı:
(History of Muslim Philosopy), İnsan Yayınları, İstanbul, 1990.
10. J.L.E. Dreyer, A History of Astronomy from Thales to
Kepler, second edition, Dover Publications, Inc., NewYork 1953, p.280
11. Adnan Saygılı, a.g.e.
12. Seyyid Hüseyin Nasr, İslam’da Bilim ve Medeniyet, çev.
Nabi Avcı, Kasım Turan, Ahmet Ünal, Orjinal adı: Science an Civilization in
Islam, İnsan Yayınları, İstanbul 1991, s. 141
13. Olaf Pedersen, Early Physics and Antronomy, Cambridge
Univ. Press 1974, p. 227.
14. K. R. Popper, The Logic of Scientific Discovery, London:
Hutchinson 1968
15. T. S. Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions,
Chicago, Chicago Univ. Press 1970.
16. Feyerabend, a.g.e. s. 108.
17. Fritjof Capra, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, çev.
Mustafa Armağan, İnsan Yayınları, İstanbul 1992, s. 40.
18. Ali İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam, çev.
Salih Şaban, Nehir Yayınları, İstanbul 1992.
19. M. M. Serif, a.g.e.
20. Seyyid Hüseyin Nasr, İslam ve İlim, İslam Medeniyetinde
Akli İlimlerin Tarihi ve Esasları, çev. İlhan Kutluer, İnsan Yayınları, İstanbul
1989.
21. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat,
Almanya 1994, s. 122
22. Bkz. İslam Bilimi Tartışmaları, der. Mustafa Armağan,
İnsan Yayınları, İstanbul 1990
23. İsmail R. el-Faruki, "The Causal and Telic Nature of the
Universe", MAAS Journal of Islamic Science, c. 2., Sayı 2, July-Dec. 1986, p. 9
24. Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul 1991, s. 127.