En birinci mâni ve belâ budur: Bizle ecnebiler, bazı zevahir-i İslâmiyet ve
bazı mesail-i fünun ortasında hayal-i bâtıl ile tevehhüm eylediğimiz müsademet
ve münakazattır. Aferin maarifin himmet-i feyyâzânesine ve fünunun himmet-i
merdânesine ki, meyl-i taharrî-i hakikat ve muhabbet-i insaniyet ve meyl-i insaf
olan hakaiki teçhiz ederek o mânilere gönderip zîr ü zeber etmiş ve ediyor.

Evet, en büyük sebep ki, bizi dünya rahatından ve ecnebileri âhiret
saâdetinden mahrum eden, şems-i İslâmiyeti münkesif ettiren, su-i tefehhüm ile
tevehhüm-ü müsademet ve muhalefettir. Feyâ lil’acep! Köle efendisine, hizmetkâr
reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Halbuki İslâmiyet
fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir. Fakat, vâ
esefâ, bu su-i tefehhüm ve şu tevehhüm-ü bâtıl, şimdiye kadar hükmünü icra
ederek vesvesesiyle ye’si ilka edip bab-ı medeniyet ve maarifi Ekrad ve
emsallerine kapattırdı. Zira bazı zevahir-i diniyeyi fünunun bazı mesailine
muarız tahayyül ederek ürktüler.

Muhalemat, s.8

Birinci Mukaddeme

Takarrur etmiş usuldendir: Akıl ve nakil teâruz ettikleri
vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa
gerektir.

Hem de tahakkuk etmiş: Kur’ân’ın herbir tarafında intişar eden makasıd-ı
esasiye ve anasır-ı asliye dörttür. Onlar da, ispat-ı Sani-i Vâhid ve nübüvvet ve haşr-i cismanî ve
adalettir. Yani, hikmet tarafından kâinata irad olunan suallere (şöyle: "Ey
kâinat, nereden ve kimin emriyle geliyorsunuz? Sultanınız kimdir? Delil ve
hatibiniz kimdir? Ne edeceksiniz? Ve nereye gideceksiniz?") kat’î cevap verecek,
yalnız Kur’ân’dır. Öyleyse, Kur’ân’da makasıddan başka olan kâinat bahsi
istitradîdir. Tâ san’atın intizamıyla Sani-i Zülcelâle istidlâl yolu
gösterilsin. Evet, intizam görünür. Ve kemâl-i vuzuh ile kendini gösterir.
Sani’in vücud ve kast ve iradesine kat’iyen şehadet eden intizam-ı san’at,
kâinatın her cihetinde boynunu kaldırarak her canibinden lemean eden hüsn-ü
hilkati nazar-ı hikmete gösteriyor. Güya herbir masnu birer lisan olup Saniin
hikmetini tesbih ediyor. Madem maksat budur ve madem kâinatın kitabından intizama olan
rumuz ve işaratını taallüm ediyoruz. Ve madem netice bir çıkar. Teşekkülât-ı
kâinat, nefsülemirde nasıl olursa olsun, bize bizzat taallûk etmez. Fakat o
meclis-i âlî-i Kur’ânîye girmiş olan kâinatın her ferdi, dört vazifeyle
muvazzaftır.

Birincisi: İntizam ve ittifakla Sultan-ı Ezelin saltanatını
ilân…

İkincisi: Herbiri birer fenn-i hakikînin mevzu ve müntehabı
olduklarından, İslâmiyet fünun-u hakikiyenin zübdesi olduğunu izhar…

Üçüncüsü: Herbiri birer nev’in nümunesi olduklarından, hilkatte cârî olan
kavanîn ve nevâmis-i İlâhiyeye İslâmiyeti tatbik ve mutabık olduğunu ispat-tâ o
nevâmis-i fıtriyenin imdadıyla İslâmiyet neşvünema bulsun. Evet, bu hâsiyetle,
din-i mübin-i İslâm, sair hevâ ve heves içinde muallâk ve medetsiz, bazan ışık
ve bazan zulmet veren ve çabuk tagayyüre yüz tutan dinlerden mümtaz ve
serfirazdır.

Dördüncüsü: Herbiri birer hakikatın nümunesi olduklarından,
efkârı hakaik cihetine tevcih ve teşvik ve tenbih etmektir. Ezcümle: Kur’ân’da
kasemle temeyyüz etmiş olan ecram-ı ulviye ve süfliyeyi tefekkürden gaflet
edenleri daima ikaz ederler. Evet, kasemat-ı Kur’âniye, nevm-i gaflette
dalanlara kar’u’l-asâdır.

Muhakemat, s.10-12

İkinci Mukaddeme

Mazide nazarî olan birşey, müstakbelde bedihî olabilir. Şöyle
tahakkuk etmiştir: Âlemde meylü’l-istikmal vardır.1 Onunla hilkat-i âlem, kanun-u tekâmüle tâbidir. İnsan ise,
âlemin semerat ve eczasından solduğundan, onda dahi meylü’l-istikmalden bir
meylü’t-terakki mevcuttur. Bu meyil ise telâhuk-u efkârdan istimdatla neşv ü
nema bulur. Telâhuk-u efkâr ise, tekemmül-ü mebâdiyle inbisat eder. Tekemmül-ü
mebâdi ise, fünun-u ekvânın tohumlarını sulb-ü hilkatten zamanın terbiyegerdesi
bir zemine ilka ile telkih eder. O tohumlar ise tedricî tecrübelerle büyür ve
neşvünema bulur.

Buna binaendir: Bu zamanda bedihiye ve ulûm-u âdiye sırasına
girmiş pek çok mesail var; zaman-ı mazide gayet nazarî ve hafî ve bürhana muhtaç
idiler. Zira görüyoruz: Şimdilik coğrafya ve kozmoğrafya ve kimya ve tatbikat-ı
hendesiyyeden çok mesail var ki, mebâdî ve vesaitin tekemmülüyle ve telâhuk-u
efkârın keşfiyatıyla bu zamanın çocuklarına dahi meçhul kalmamışlardır. Belki
oyuncak gibi onlarla oynuyorlar. Halbuki İbn-i Sina ve emsaline nazarî ve hafî
kalmışlardır. Halbuki hikmetin bir pederi hükmünde olan İbn-i Sina, şiddet-i
zekâ ve kuvvet-i fikir ve kemal-i hikemiye ve vüs’at-i karîha noktasında bu
zamanın yüzlerce hükemasıyla muvazene olunsa, tereccüh edip ve ağır gelecektir.
Noksaniyet İbni Sina’da değil; çünkü ibn-i zamandır. Onu nakıs bırakan zamanın
noksaniyeti idi. Acaba bedihî değil midir ki, Kolomb-u Zûfünûnun sebeb-i
iştiharı olan yeni dünyanın keşfi, faraza bu zamana kadar kalmış olsaydı, hiç
kaptan arasında kıymeti olmayan bir kayık sahibi de Yeni Dünyayı eski dünyaya
komşu etmeye muktedir olacaktı. Evvelki keşşafın tebahhur-u fikrine ve mehalik-i
iktihamına bedel, bir küçük sefineyle bir pusula kifayet edecekti. Fakat,
bununla beraber, şimdi gelecek bir hakikati nazar-ı dikkate almak lâzımdır.
Şöyle ki: Mesail iki kısımdır.

Birisinde telâhuk-u efkâr tesir eder. Belki ona mütevakkıftır. Nasıl ki,
maddiyatta büyük bir taşı kaldırmak için teavün lâzımdır.

Kısm-ı diğerîde, esas itibarıyla telâhuk ve teavün tesirsizdir.
Bin de, bir de birdir. Nasıl ki, hariçte bir uçurum üzerinde atlamak veyahut bir
dar yerde geçmekte küll ve küll-ü vahid birdir. Teavün fayda vermez.

Bu kıyasa binaen fünunun bir kısmı, büyük taşın kaldırılması
gibi teavüne muhtaçtır. Bunların ekserisi, ulûm-u maddiyedendir. Diğer bir kısmı
ikinci misale benzer. Tekemmülü def’î, yahut def’î gibi olur. Bu ise, ağlebi
mâneviyat veya ulûm-u İlâhiyedendir. Lâkin, eğer çendan telâhuku efkâr bu kısm-ı
sâninin mahiyetini tağyir ve tekmil ve tezyid edemezse de, bürhanların
mesleklerine vuzuh ve zuhur ve kuvvet verir.

Hem de nazar-ı dikkate almak lâzımdır ki: Kim birşeyde çok tevaggul etse,
galiben başkasında gabîleşmesine sebebiyet verir. Bu sırra binaendir ki,
maddiyatta tevaggul eden, mâneviyatta gabileşir ve sathî olur. Bu noktaya
nazaran, maddiyatta mahareti olanın mâneviyatta hükmü hüccet olmasına sebep
olmadığı gibi, çok defa sözü dahi şâyân-ı istimâ değildir. Evet, bir hasta,
tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği
ilâcı istimal ederse, akrabasına tâziye vermeye dâvet ve kendisi için
kabristan-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir raporu istemek
demektir. Kezalik, hakaik-i mahzâ ve mücerredat-ı sırfeden olan mâneviyatta,
maddiyûnun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdetâ lâtife-i
Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nurânî olan aklın sekeratını ilân
etmek demektir. Evet, herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz
ise mâneviyatı göremez.

Üçüncü Mukaddeme

İsrâiliyatın bir taifesi ve hikmet-i Yunaniyenin bir kısmı,
daire-i İslâmiyete duhul etmeleriyle, din süsüyle görünerek, efkârı ihtilâle
verdiler. Şöyle ki: O necip kavm-i Arap, zaman-ı cahiliyette bir ümmet-i ümmiye idi.
Vakta ki içlerinden hak tecellî edip istidad-ı hissiyatları uyandı da, meydanda
yol açan din-i mübîni gördüklerinden, umum rağabat ve meyilleri, yalnız dinin
mârifetine inhisar eylediler. Fakat kâinata olan nazarları teşrihat-ı hikemiye
nazarıyla değil, belki istitraden, yalnız istidlâl için idi. Onların o hassas
zevk-i tabiîlerine ilham eden, yalnız onların fıtratlarına münasip olan geniş ve
ulvî muhitleri ve safî ve müstaid olan fıtrat-ı asliyeleri tâlim ve terbiye eden
yalnız Kur’ân idi. Bundan sonra kavm-i Arap, sair akvamı bel’ ettiği gibi,
milel-i sairenin malûmatları dahi Müslüman olmaya başladığından, muharrefe olan
İsrailiyat ise, Vehb, Kâ’b gibi ulema-i ehl-i kitabın İslâmiyetlerinin cihetiyle
Arapların hazain-i hayalâtına bir mecrâ ve menfez bularak o efkâr-ı safiyeye
karıştılar. Hem sonra da ihtiram dahi gördüler. Zira ulema-i ehl-i kitaptan
İslâmiyete gelenler, İslâmiyet şerefiyle gayet celâlet ve tekemmül
ettiklerinden, malûmat-ı müzahrefe-i sabıkaları makbule ve müselleme gibi
oldular, reddedilmedi. Çünkü İslâmiyetin usulüne musadim olmadığından, hikâyat
gibi rivayet olunurken, ehemmiyetsizliği için tenkitsiz dinlenirlerdi.
Fakat-hayfâ!-sonra hak olarak kabul edildiler, çok şübeh ve şükûkâta sebebiyet
verdiler.

Hem de, vakta ki şu İsrailiyat, kitap ve sünnetin bazı imaatlarına merci ve
bazı mefahimlerine bir münasebetle me’haz olabilirlerdi-fakat âyât ve hadîsin mânâları değil.
Belki, faraza doğru olsalardı, mâsadak ve efradından olmaları mümkün olduğundan,
su-i ihtiyarlarıyla başka bir me’hazı bulmayan veya atf-ı nazar etmeyen
zahirperestler, bazı âyât ve ehâdîsi o hikâyat-ı İsrailiyeye tatbik ederek
tefsir eylediler. Halbuki, Kur’ân’ı tefsir edecek, yine Kur’ân ve hadis-i
sahihtir. Yoksa, ahkâmı mensuh olduğu gibi, kasası dahi muharrefe olan İncil ve
Tevrat değildir. Evet, mâsadakla mânâ ayrıdırlar. Halbuki, mâsadak olmaya mümkün
olan şey, mânâ yerine ikame olundu. Çok da imkânât vukuata karıştırıldı.

Hem de, vaktâ hikmet-i Yunaniyeyi Müslüman etmek için Me’mun’un
asrında tercüme olundu. Fakat pek çok esâtîr ve hurâfâtın menbaından çıkan o
hikmet, bir derece müteaffine olduğundan, safiye olan efkâr-ı Arabın içlerine
tedahül ettiğinden, bir derece efkârları karıştırdığı gibi, tahkikten taklide
bir yol açtı.

Hem de âb-ı hayat olan İslâmiyetten kariha-i fıtriyeleriyle
istinbat etmeye kabil iken, o hikmetin telemmüzüne tenezzül ettiler. Evet, nasıl
ki ihtilât-ı A’câm ile kelâm-ı Mudarî’nin melekesi fesada yüz tutmakla
muhakkikîn-i ulema o melekeyi muhafaza etmek için ulûm-u Arabiyenin kavaidini
tedvin ettiler. Öyle de, şu hikmet ve İsrailiyat dahi, daire-i İslâmiyete
duhulleriyle beraber, bazı nakkad-ı muhakkikîn-i İslâm temyiz ve tasfiyelerine
teşebbüs ettiler. Fakat-hayfâ!-tamamıyla muvaffak olamadılar.

İş bu kadar da kalmadı. Çünkü tefsir-i Kur’ân’a sarf-ı himmet edildiği vakit,
bazı ehl-i zahir, Kur’ân’ın nakliyatını bazı İsrailiyata tatbik ve bir kısım
akliyatını dahi hikmet-i mezbureye tevfik ettiler. Çünkü gördüler ki, Kur’ân
mâkul ve menkule müştemildir. Hadis de öyle… Sonra kitap ve sünnetin bazı
nakliyat-ı sâdıkalarıyla ve bazı muharref İsrailiyatın ortasında bir mutabakat
ve münasebet istinbat ettiler.

Hem de hakikî olan akliyatlarıyla mevhum ve mümevveh olan şu
hikmet arasında bir müşabehet ve muvafakat tevehhüm eylediklerinden, şu
mutabakat ve müşabeheti kitap ve sünnetin mânâlarına tefsir ve maksatlarına
beyan zannedip hükmeylediler.

Kellâ, sümme kellâ! Zira Kitab-ı Mu’cizü’l-Beyânın misdakı,
i’câzıdır. Müfessiri eczasıdır. Mânâsı içindedir. Sadefi de dürrdür, meder
değildir. Faraza, bu mutabakatı izhar etmekten maksat, o şahid-i sadıkın
tezkiyesi için olsa da, yine abestir. Zira Kur’ân-ı Mübîn, ona mekalid-i
inkıyadı teslim eden öyle akıl ve naklin tezkiyelerinden pek yüksek ve ganîdir.
Çünkü o, onları tezkiye etmezse, şehadetleri mesmû olamaz. Evet, Süreyya’yı
serâda değil, semada aramak gerektir. Kur’ân’ın mâanîsini de esdafında ara.
Yoksa, karma karışık olan senin cebinden arama; zira bulamıyorsun. Bulsan da,
sikke-i belâgat olmadığından, Kur’ân kabul etmez.

Muhakemat, s. 13-18

Hadd-i evsatı gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak yalnız
felsefe-i şeriatla belâgat ve mantıkla hikmettir. Evet, hikmet derim, çünkü
hayr-ı kesirdir. Şerri vardır, fakat cüz’îdir. Usul-ü müsellemedendir ki: Şerr-i
cüz’î için hayr-ı kesiri tazammun eden emri terk etmek, şerr-i kesiri işlemek
demektir. Ehvenüşşerri ihtiyar elzemdir. Evet, eski hikmetin hayrı az, hurafatı
çok, ezhan istidatsız, efkâr taklitle mukayyed, cehil avamda hükümfermâ
olduklarından, Selef bir derece hikmetten nehyettiler. Fakat şimdiki hikmet ona
nispeten maddî cihetinde hayrı çok, yalanı az; efkâr dahi hür, mârifet
hükümfermadır. Zaten her zamanın bir hükmü olmak gerektir.

Muhakemat, s. 23-24

Birinci Mesele

Senin munsıf olan zihnine malûmdur ki: Küreviyet-i arz ve yerin
yuvarlaklığına, muhakkikîn-i İslâm-eğerçi ittifak-ı sükûtuyla olsa-ittifak
etmişlerdir. Eğer bir şüphen varsa, Makasıd ve Mevafık’a git. Maksada vukuf ve
ıttıla peyda edeceksin ve göreceksin: Sa’d ve Seyyid, top gibi küreyi ellerinde
tutmuşlar, her tarafına temaşa ediyorlar.

Eğer o kapı sana açılamadı; Mefatîhü’l-Gayb olan, İmam-ı
Râzî’nin geniş olan tefsirine gir ve serir-i tedriste o dâhî imamın halka-i
dersinde otur, dersini dinle.

Eğer onunla mutmain olamadın; arzı, küreviyet kabına sığıştıramadın. İbrahim
Hakkı’nın arkasına düş, Hüccetü’l-İslâm olan İmam-ı Gazâlî’nin yanına git, fetva
iste. De ki:

"Küreviyette müşâhhat var mıdır?" Elbette diyecek: "Kabul
etmezsen müşâhhat vardır." Zira, tâ zamanından beri şöyle bir fetva göndermiş:
"Kim küreviyet-i arz gibi bürhan-ı kat’iyle sabit olan bir emri, dine himayet
bahanesiyle inkâr ve reddetse, dine cinayet-i azîm etmiş olur. Zira bu sadakat
değil, hıyanettir."

Muhakemat, s. 49-50

Üçüncü Kelime: İktezathü’t-tabiat, yani,
"Tabiat iktiza ediyor, tabiat yapıyor." İşte bu hükmün çok muhâlâtı var. numune
için üçünü zikrediyoruz.

Birincisi: Eğer mevcudatta, hususan zîhayatta görünen, basîrâne, hakîmâne
olan san’at ve icad Şems-i Ezelînin kalem-i kader ve kudretine verilmezse, belki
kör, sağır, düşüncesiz olan tabiata ve kuvvete isnad edilse, lâzım gelir ki,
tabiat, icad için herşeyde hadsiz mânevî makine ve matbaaları bulundursun;
veyahut herşeyde kâinatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet derc etsin.
Çünkü, nasıl şemsin cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerrecik cam
parçalarında ve katrelerde görünüyor. Eğer o misalî ve aksî güneşçikler semâdaki
tek güneşe isnad edilmese, lâzım gelir ki, bir kibrit başı yerleşmeyen bir
zerrecik cam parçasında tabiî, fıtrî ve güneşin hâsiyetlerine mâlik, zâhiren
küçük, mânen çok derin bir güneşin haricî vücudunu kabul ederek, zerrât-ı
zücâciye adedince tabiî güneşleri kabul etmek lâzım geldiği gibi; aynen bu misal
gibi, mevcudat ve zîhayat doğrudan doğruya Şems-i Ezelînin cilve-i esmâsına
verilmezse, herbir mevcutta, hususan herbir zîhayatta, hadsiz bir kudret ve
irade ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı, bir kuvveti, adeta
bir ilâhı, içinde kabul etmek lâzım gelir. Bu tarz-ı fikir ise, kâinattaki
muhâlâtın en bâtılı, en hurafesidir. Hâlık-ı Kâinatın san’atını mevhum,
ehemmiyetsiz, şuursuz bir tabiata veren insan, elbette yüz defa hayvandan daha
hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir.

İkinci Muhal: Eğer gayet intizamlı, mizanlı, san’atlı, hikmetli şu mevcudat, nihayetsiz
kadîr, hakîm bir zâta verilmezse, belki tabiata isnad edilse, lâzım gelir ki,
tabiat, herbir parça toprakta, Avrupa’nın umum matbaaları ve fabrikaları
adedince makineleri, matbaaları bulundursun, tâ o parça toprak, menşe ve tezgâh
olduğu hadsiz çiçekler ve meyvelerin yetişmelerine ve teşkillerine medar
olabilsin. Çünkü, çiçekler için saksılık vazifesini gören bir kâse toprak, içine
tohumları nöbetle atılan umum çiçeklerin birbirinden çok ayrı olan şekil ve
heyetlerini teşkil ve tasvir edebilir bir kabiliyeti, bilfiil görülüyor. Eğer
Kadîr-i Zülcelâle verilmezse, o vakit, o kâsedeki toprakta, herbir çiçek için
mânevî, ayrı, tabiî bir makinesi bulunmazsa, bu hal vücuda gelemez. Çünkü
tohumlar ise, nutfeler ve yumurtalar gibi, maddeleri birdir. Yani, müvellidülmâ,
müvellidülhumuza, karbon, azotun intizamsız, şekilsiz, hamur gibi halitasından ibaret olmakla
beraber; hava, su, hararet, ziya dahi, herbiri basit ve şuursuz ve herşeye karşı
sel gibi bir tarzda gittiğinden, o hadsiz çiçeklerin teşkilleri ayrı ayrı ve
gayet muntazam ve san’atlı olarak o topraktan çıkması, bilbedâhe ve bizzarure
iktiza ediyor ki, o kâsede bulunan toprakta, mânen Avrupa kadar, mânevî ve küçük
mikyasta matbaaları ve fabrikaları bulunsun. Tâ ki, bu kadar hayattar kumaşları
ve binler ayrı ayrı nakışlı mensucatları dokuyabilsin.

İşte, tabiiyyunların fikr-i küfrîleri ne derece daire-i akıldan
hariç saptığını kıyas et. Ve tabiatı mûcid zanneden insan suretindeki ahmak
sarhoşlar "Mütefennin ve akıllıyız" diye dâvâ ettikleri halde, akıl ve fenden ne
kadar uzak düştüklerini ve mümteni ve hiçbir cihetle mümkün olmayan bir hurafeyi
kendilerine meslek ittihaz ettiklerini gör, gül ve tükür!

Eğer desen: Mevcudat tabiata isnad edilse böyle acip muhaller
olur, imtinâ derecesinde müşkilât olur. Acaba Zât-ı Ehad ve Samede verildiği
vakit o müşkilât nasıl kalkıyor? Ve o suubetli imtinâ, o suhuletli vücuba nasıl
inkılâp eder?

Elcevap: Birinci Muhalde, nasıl ki güneşin cilve-i in’ikâsı
kemâl-i suhuletle, külfetsiz, en küçük zerrecik camdan tut, tâ en büyük bir
denizin yüzüne kadar feyzini ve tesirini misalî güneşçiklerle gayet kolaylıkla
gösterdikleri halde, eğer güneşten nispeti kesilse, o vakit herbir zerrecikte
tabiî ve bizzat bir güneşin haricî vücudu, imtinâ derecesinde bir suubetle
olabilmesi kabul edilmek lâzım gelir. Öyle de, herbir mevcut, doğrudan doğruya
Zât-ı Ehad ve Samede verilse, vücub derecesinde bir suhulet, bir kolaylıkla ve
bir intisap ve cilve ile, herbir mevcuda lâzım herbir şey ona yetiştirilebilir.

Eğer o intisap kesilse ve o memuriyet başıbozukluğa dönse ve
herbir mevcut kendi başına ve tabiata bırakılsa, o vakit imtinâ derecesinde yüz
bin müşkilât ve suubetle, sinek gibi bir zîhayatın, kâinatın küçük bir
fihristesi olan gayet harika makine-i vücudunu icad eden, içindeki kör tabiatın,
kâinatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet sahibi olduğunu farz etmek
lâzım gelir. Bu ise bir muhal değil, belki binler muhaldir.

Elhasıl, nasıl ki Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun şerik ve nazîri mümteni
ve muhaldir; öyle de rububiyetinde ve icad-ı eşyada başkalarının müdahalesi,
şerîk-i zâtî gibi mümteni ve muhaldir.

Amma İkinci Muhaldeki müşkilât ise: Müteaddit risalelerde ispat
edildiği gibi, eğer bütün eşya Vâhid-i Ehade verilse, bütün eşya birtek şey gibi
suhuletli ve kolay olur. Eğer esbaba ve tabiata verilse, birtek şey umum eşya
kadar müşkilâtlı olduğu, müteaddit ve katî bürhanlarla ispat edilmiş. Bir
bürhanın hülâsası şudur ki:

Nasıl ki bir adam, bir padişaha askerlik veya memuriyet cihetiyle intisap
etse, o memur ve o asker, o intisap kuvvetiyle, yüz bin defa kuvvet-i
şahsiyesinden fazla işlere medar olabilir. Ve padişahı namına, bazan bir şahı
esir eder. Çünkü gördüğü işlerin ve yaptığı eserlerin cihazatını ve kuvvetini kendi
taşımıyor ve taşımaya mecbur olmuyor. O intisap münasebetiyle, padişahın
hazineleri ve arkasındaki nokta-i istinadı olan ordu, o kuvveti, o cihazatı
taşıyor. Demek gördüğü işler, şahane olarak bir padişahın işi gibi ve gösterdiği
eserler bir ordu eseri misilli harika olabilir.

Nasıl ki karınca o memuriyet cihetiyle Firavunun sarayını harap
ediyor. Sinek o intisapla Nemrud’u gebertiyor. Ve o intisapla, buğday tanesi
gibi bir çam çekirdeği, koca çam ağacının bütün cihazatını yetiştiriyor.Haşiye
1
Eğer o intisap kesilse, o memuriyetten terhis edilse,
yapacağı işlerin cihazatını ve kuvvetini, belinde ve bileğinde taşımaya
mecburdur. O vakit, o küçücük bileğindeki kuvvet miktarınca ve belindeki cephane
adedince iş görebilir. Evvelki vaziyette gayet kolaylıkla gördüğü işleri bu
vaziyette ondan istenilse, elbette bileğinde bir ordu kuvvetini ve belinde bir
padişahın cihazat-ı harbiye fabrikasını yüklemek lâzım gelir ki, güldürmek için
acip hurafeleri ve masalları hikâye eden maskaralar dahi bu hayalden
utanıyorlar.

Elhasıl, Vâcibü’l-Vücuda her mevcudu vermek, vücub derecesinde
bir suhuleti var. Ve tabiata icad cihetinde vermek, imtinâ derecesinde müşkül ve
haric-i daire-i akliyedir.

Üçüncü Muhal: Bu Muhali izah edecek, bazı risalelerde beyan edilen iki misal:

BİRİNCİ MİSAL: Bütün âsâr-ı medeniyetle
tekmil ve tezyin edilmiş, hâli bir sahrâda kurulmuş, yapılmış bir saraya gayet
vahşî bir adam girmiş, içine bakmış. Binlerle muntazam san’atlı eşyayı görmüş.
Vahşetinden, ahmaklığından, "Hariçten kimse müdahale etmeyip, o saray içinde o
eşyadan birisi o sarayı müştemilâtıyla beraber yapmıştır" diye taharrîye
başlıyor. Hangi şeye bakıyor, o vahşetli aklı dahi kabil görmüyor ki, o şey
bunları yapsın. Sonra, o sarayın teşkilât programını ve mevcudat fihristesini ve
idare kanunları içinde yazılı olan bir defteri görür. Çendan, elsiz ve gözsüz ve
çekiçsiz olan o defter dahi, sair içindeki şeyler gibi, hiçbir kabiliyeti yoktur
ki, o sarayı teşkil ve tezyin etsin. Fakat muztar kalarak, bilmecburiye, eşya-yı
âhare nispeten, kavânîn-i ilmiyenin bir ünvanı olmak cihetiyle, o sarayın
mecmuuna bu defteri münasebettar gördüğünden, "İşte bu defterdir ki, o sarayı
teşkil, tanzim ve tezyin edip bu eşyayı yapmış, takmış, yerleştirmiş" diyerek,
vahşetini ahmakların, sarhoşların hezeyanına çevirmiş.

İşte, aynen bu misal gibi, hadsiz derecede misaldeki saraydan daha muntazam,
daha mükemmel ve bütün etrafı mucizâne hikmetle dolu şu saray-ı âlemin içine,
inkâr-ı ulûhiyete giden tabiiyyun fikrini taşıyan vahşî bir insan girer. Daire-i
mümkinat haricinde olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun eser-i san’atı olduğunu düşünmeyerek ve Ondan i’râz ederek, daire-i mümkinat içinde,
kader-i İlâhînin yazar bozar bir levhası hükmünde ve kudret-i İlâhiyenin
kavânîn-i icraatına tebeddül ve tagayyür eden bir defteri olabilen ve pek yanlış
ve hata olarak "tabiat" namı verilen bir mecmua-i kavânîn-i âdât-ı İlâhiye ve
bir fihriste-i san’at-ı Rabbâniyeyi görür. Ve der ki: "Madem bu eşya bir sebep
ister. Hiçbir şeyin bu defter gibi münasebeti görünmüyor. Çendan hiçbir cihetle
akıl kabul etmez ki, gözsüz, şuursuz, kudretsiz bu defter, rububiyet-i
mutlakanın işi olan ve hadsiz bir kudreti iktiza eden icadı yapamaz. Fakat madem
Sâni-i Kadîmi kabul etmiyorum; öyleyse, en münasibi, ‘Bu defter bunu yapmış ve
yapar’ diyeceğim" der. Biz de deriz: Ey ahmaku’l-humakadan tahammuk etmiş sarhoş
ahmak! Başını tabiat bataklığından çıkar, arkana bak. Zerrattan seyyârâta kadar
bütün mevcudat, ayrı ayrı lisanlarla şehadet ettikleri ve parmaklarıyla işaret
ettikleri bir Sâni-i Zülcelâli gör. Ve o sarayı yapan ve o defterde sarayın
programını yazan Nakkaş-ı Ezelînin cilvesini gör, fermanına bak, Kur’ân’ını
dinle, o hezeyanlardan kurtul.

İKİNCİ MİSAL: Gayet vahşî bir adam, muhteşem bir kışla dairesine
girer. Gayet muntazam bir ordunun umumî, beraber talimlerini, muntazam
hareketlerini görür. Bir neferin hareketiyle bir tabur, bir alay, bir fırka
kalkar, oturur, gider, bir ateş emriyle ateş ettiklerini müşahede eder. Onun
kaba, vahşî aklı, bir kumandanın, devletin nizâmâtıyla ve kanun-u padişahî ile o
kumandanın emrini, kumandasını anlamayıp inkâr ettiğinden, o askerlerin iplerle
birbiriyle bağlı olduklarını tahayyül eder. O hayalî ip ne kadar harikalı bir ip
olduğunu düşünür, hayrette kalır.

Sonra gider, Ayasofya gibi gayet muazzam bir camie, Cuma gününde
dahil olur. O cemaat-i Müslimînin, bir adamın sesiyle kalkar, eğilir, secde
ederek oturduklarını müşahede eder. Mânevî ve semâvî kanunların mecmuundan
ibaret olan şeriatı ve Şeriat Sahibi,nin emirlerinden gelen mânevî düsturlarını
anlamadığından, o cemaatin maddî iplerle bağlandığını ve o acip ipler onları
esir edip oynattığını tahayyül ederek, en vahşî, insan suretindeki canavar
hayvanları dahi güldürecek derecede maskaralı bir fikirle çıkar, gider.

İşte, aynı bu misal gibi, Sultan-ı Ezel ve Ebedin hadsiz cünudunun muhteşem
bir kışlası olan şu âleme ve o Mâbûd-u Ezelînin muntazam bir mescidi olan şu
kâinata, mahz-ı vahşet olan inkârlı fikr-i tabiatı taşıyan bir münkir giriyor. O
Sultan-ı Ezelînin hikmetinden gelen nizâmât-ı kâinatın mânevî kanunlarını birer
maddî madde tasavvur ederek ve saltanat-ı rububiyetin kavânîn-i itibariyesi ve o
Mâbûd-u Ezelînin şeriat-ı fıtriye-i kübrâsının, mânevî ve yalnız vücud-u ilmîsi
bulunan ahkâmlarını ve düsturlarını, birer mevcud-u haricî ve maddî birer madde
tahayyül ederek, kudret-i İlâhiyenin yerine, o ilim ve kelâmdan gelen ve yalnız
vücud-u ilmîsi bulunan o kanunları ikame etmek ve ellerine icad vermek, sonra da
onlara "tabiat" namını takmak ve yalnız bir cilve-i kudret-i Rabbâniye olan
kuvveti, bir zîkudret ve müstakil bir kadîr telâkki etmek, misaldeki vahşîden
bin defa aşağı bir vahşettir.

Elhasıl, tabiiyyunların, mevhum ve hakikatsiz, tabiat dedikleri
şey, olsa olsa ve hakikat-i hariciye sahibi ise, ancak bir san’at olabilir, sâni
olamaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Ahkâmdır, hâkim olamaz. Bir şeriat-ı
fıtriyedir, şâri’ olamaz. Mahlûk bir perde-i izzettir, hâlık olamaz. Münfail bir
fıtrattır, fâtır bir fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir, kadîr olamaz.
Mistardır, masdar olamaz.

Elhasıl: Madem mevcudat var. Madem On Altıncı Notanın başında
denildiği gibi, mevcudun vücuduna, taksim-i aklî ile, dört yoldan başka yol
tahayyül edilmez. O dört cihetten üçünün-herbirinin üç zâhir muhallerle-butlanı
katî bir surette ispat edildi. Elbette, bizzarure ve bilbedâhe, dördüncü yol
olan vahdet yolu, katî bir surette ispat olunuyor. O dördüncü yol ise, baştaki
âyeti, şeksiz ve şüphesiz, bedâhet derecesinde, Zât-ı
Vâcibü’l-Vücudun uluhiyetini ve herşey doğrudan doğruya dest-i kudretinden
çıktığını ve semâvat ve arz kabza-i tasarrufunda bulunduğunu gösteriyor.

Ey esbabperest ve tabiata tapan biçare adam! Madem herşeyin
tabiatı, herşey gibi mahlûktur; çünkü san’atlıdır ve yeni oluyor. Hem her
müsebbeb gibi, zâhirî sebebi dahi masnudur. Ve madem herşeyin vücudu pek çok
cihazat ve âletlere muhtaçtır. O halde, o tabiatı icad eden ve o sebebi halk
eden bir Kadîr-i Mutlak var. Ve o Kadîr-i Mutlakın ne ihtiyacı var ki, âciz
vesâiti rububiyetine ve icadına teşrik etsin? Hâşâ! Belki doğrudan doğruya,
müsebbebi sebep ile beraber halk ederek, cilve-i esmâsını ve hikmetini göstermek
için, bir tertip ve tanzim ile zâhirî bir sebebiyet, bir mukarenet vermekle,
eşyadaki zâhirî kusurlara, merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci olmak
için, esbab ve tabiatı dest-i kudretine perde etmiş, izzetini o suretle muhafaza
etmiş.

Acaba bir saatçi, saatin çarklarını yapsın, sonra saati
çarklarla tertip edip tanzim etsin, daha mı kolaydır? Yoksa harika bir makineyi
o çarklar içinde yapsın, sonra saatin yapılmasını o makinenin câmid ellerine
versin, tâ saati yapsın, daha mı kolaydır? Acaba imkân haricinde değil midir?
Haydi, o insafsız aklınla sen söyle, sen hâkim ol.

Veyahut bir kâtip mürekkep, kalem, kâğıdı getirdi. Onunla kendi
bizzat o kitabı yazsa daha mı kolaydır? Yoksa o kâğıt, mürekkep, kalem içinde, o
kitaptan daha san’atlı, daha zahmetli, yalnız o tek kitaba mahsus olarak bir
yazı makinesi icad etsin, sonra o şuursuz makineye "Haydi, sen yaz" desin de
kendi karışmasın, daha mı kolaydır? Acaba yüz defa yazıdan daha müşkül değil
midir?

Eğer desen: Evet, bir kitabı yazan makinenin icadı o kitaptan yüz defa daha
müşküldür. Fakat o makine, aynı kitabın birçok nüshalarını yazmasına vasıta
olmak cihetiyle, belki bir kolaylık var.

Elcevap: Nakkaş-ı Ezelî, hadsiz kudretiyle, nihayetsiz cilve-i
esmâsını her vakit tazelendirmekle ayrı ayrı şekilde göstermek için, eşyadaki
teşahhusları ve hususî simaları öyle bir surette halk etmiştir ki, hiçbir
mektub-u Samedânî ve hiçbir kitab-ı Rabbânî, diğer kitapların aynı aynına
olamıyor. Alâküllihal, ayrı mânâları ifade etmek için, ayrı bir siması
bulunacak. Eğer gözün varsa, insanın simasına bak, gör ki: Zaman-ı Âdem’den
şimdiye kadar, belki ebede kadar, bu küçük simada, âzâ-yı esasîde ittifakla
beraber, herbir sima, umum simalara nispeten, herbirisine karşı birer alâmet-i
farikası var olduğu kat’iyen sabittir. Bunun için, herbir sima ayrı bir
kitaptır. Yalnız san’atın tanzimi için ayrı bir yazı takımı ve ayrı bir tertip
ve telif ister. Ve maddelerini hem getirmek, hem yerleştirmek ve hem de vücuda
lâzım olan herşeyi derc etmek için, bütün bütün başka bir tezgâh ister.

Haydi, farz-ı muhal olarak, tabiata bir matbaa nazarıyla baktık.
Fakat bir matbaaya ait olan tanzim ve basmak, yani, muayyen intizamını kalıba
sokmaktan başka, o tanzimin icadından, icadları yüz derece daha müşkül bir
zîhayatın cismindeki maddeleri aktâr-ı âlemden mizan-ı mahsusla ve has bir
intizamla icad etmek ve getirmek ve matbaa eline vermek için, yine o matbaayı
icad eden Kadîr-i Mutlakın kudret ve iradesine muhtaçtır. Demek bu matbaalık
ihtimali ve farzı, bütün bütün mânâsız bir hurafedir.

İşte bu saat ve kitap misalleri gibi, Sâni-i Zülcelâl, Kadîr-i
Külli Şey, esbabı halk etmiş, müsebbebâtı da halk ediyor. Hikmetiyle,
müsebbebâtı esbaba bağlıyor. Kâinatın harekâtının tanzimine dair kavânîn-i
âdetullahtan ibaret olan şeriat-ı fıtriye-i kübrâ-yı İlâhiyenin bir cilvesini ve
eşyadaki o cilvesine yalnız bir ayna ve bir mâkes olan tabiat-ı eşyayı,
iradesiyle tayin etmiştir. Ve o tabiatın vücud-u haricîye mazhar olan veçhini,
kudretiyle icad etmiş ve eşyayı o tabiat üzerinde halk etmiş, birbirine mezc
etmiş. Acaba gayet derecede mâkul ve hadsiz bürhanların neticesi olan bu
hakikatin kabulü mü daha kolaydır? Acaba vücub derecesinde lâzım değil midir?
Yoksa câmid, şuursuz, mahlûk, masnu, basit olan o sebep ve tabiat dediğiniz
maddelere, herbir şeyin vücuduna lâzım hadsiz cihazat ve âlâtı verip hakîmâne,
basîrâne olan işleri kendi kendilerine yaptırmak mı daha kolaydır? Acaba imtinâ
derecesinde imkân haricinde değil midir? Senin o insafsız aklının insafına
havale ediyoruz.

Münkir ve tabiatperest diyor ki: "Madem beni insafa davet
ediyorsun. Ben de diyorum ki: Şimdiye kadar yanlış gittiğimiz yol hem yüz derece
muhal, hem gayet zararlı ve nihayet derecede çirkin bir meslek olduğunu itiraf
ediyorum. Sabık tahkikatınızdan, zerre miktar şuuru bulunan anlayacak ki,
esbaba, tabiata icad vermek mümtenidir, muhaldir. Ve herşeyi doğrudan doğruya
Vâcibü’l-Vücuda vermek vâciptir, zarurîdir. Elhamdü lillâhi ale’l-îmân deyip
iman ediyorum.

"Yalnız bir şüphem var: Cenâb-ı Hakkın Hâlık olduğunu kabul ediyorum. Fakat
bazı cüz’î esbabın ehemmiyetsiz şeylerde icada müdahaleleri ve bir parça medh ü senâ kazanmaları, saltanat-ı rububiyetine ne zarar verir?
Saltanatına noksaniyet gelir mi?"

Elcevap: Bazı risalelerde gayet katî ispat ettiğimiz gibi,
hâkimiyetin şe’ni, müdahaleyi reddetmektir. Hattâ, en ednâ bir hâkim, bir memur,
daire-i hâkimiyetinde oğlunun müdahalesini kabul etmiyor. Hattâ, hâkimiyetine
müdahale tevehhümüyle, bazı dindar padişahlar, halife oldukları halde mâsum
evlâtlarını katletmeleri, bu redd-i müdahale kanununun hâkimiyette ne kadar
esaslı hükmettiğini gösteriyor. Bir nahiyede iki müdürden tut, tâ bir memlekette
iki padişaha kadar, hâkimiyetteki istiklâliyetin iktiza ettiği men-i iştirak
kanunu, tarih-i beşerde çok acip hercümerc ile kuvvetini göstermiş.

Acaba âciz ve muavenete muhtaç insanlardaki âmiriyet ve
hâkimiyetin bir gölgesi bu derece müdahaleyi reddetmeyi ve başkasının
müdahalesini men etmeyi ve hâkimiyetinde iştirak kabul etmemeyi ve makamında
istiklâliyetini nihayet taassupla muhafazaya çalışmayı gör; sonra, hâkimiyet-i
mutlaka rububiyet derecesinde; ve âmiriyet-i mutlaka ulûhiyet derecesinde; ve
istiklâliyet-i mutlaka ehadiyet derecesinde; ve istiğnâ-yı mutlak kadîriyet-i
mutlaka derecesinde bir Zât-ı Zülcelâlde, bu redd-i müdahale ve men-i iştirak ve
tard-ı şerik, ne derece o hâkimiyetin zarurî bir lâzımı ve vâcip bir muktezası
olduğunu, kıyas edebilirsen et.

Amma ikinci şık şüphen ki: Bazı esbab, bazı cüz’iyâtın bazı
ubudiyetlerine merci olsa, o Mâbûd-u Mutlak olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda
müteveccih, zerrattan seyyârâta kadar mahlûkatın ubudiyetlerinden ne noksan
gelir?

Elcevap: Şu kâinatın Hâlık-ı Hakîmi,
kâinatı bir ağaç hükmünde halk edip, en mükemmel meyvesini zîşuur, ve zîşuurun
içinde en câmi meyvesini insan yapmıştır. Ve insanın en ehemmiyetli, belki
insanın netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı ve semere-i hayatı olan şükür ve
ibadeti, o Hâkim-i Mutlak ve Âmir-i Müstakil, kendini sevdirmek ve tanıttırmak
için kâinatı halk eden o Vâhid-i Ehad, bütün kâinatın meyvesi olan insanı ve
insanın en yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi? Bütün
bütün hikmetine zıt olarak, netice-i hilkati ve semere-i kâinatı abes eder mi?
Hâşâ ve kellâ, hem hikmetini ve rububiyetini inkâr ettirecek bir tarzda,
mahlûkatın ibadetlerini başkalara vermeye rıza gösterir mi? Hiç müsaade eder mi?
Ve hem hadsiz bir derecede kendini sevdirmeyi ve tanıttırmayı ef’âliyle
gösterdiği halde, en mükemmel mahlûkatının şükür ve minnettarlıklarını, tahabbüb
ve ubudiyetlerini başka esbaba vermekle kendini unutturup, kâinattaki makasıd-ı
âliyesini inkâr ettirir mi? Ey tabiatperestlikten vazgeçen arkadaş, haydi sen
söyle.

O diyor: "Elhamdü lillâh, bu iki şüphem hallolmakla beraber, vahdâniyet-i
İlâhiyeye dair ve Mâbûd-u Bilhak O olduğuna ve Ondan başkaları ibadete lâyık
olmadığına o kadar parlak ve kuvvetli iki delil gösterdin ki, onları inkâr
etmek, güneşi ve gündüzü inkâr etmek gibi bir mükâberedir."

Lem’alar, s. 185-191

Ben, ihtiyarlığın verdiği şiddetli intibah cihetinde, en evvel,
alâkadar olduğum fâni şeylerin fâniliğini gördüm. Kendime de baktım, nihayet-i
aczde gördüm. O vakit, beka isteyen ve beka tevehhümüyle fânilere müptelâ olan
ruhum bütün kuvvetiyle dedi ki: "Madem cismen fâniyim; bu fânilerden bana ne
hayır gelebilir? Madem ben âcizim; bu âcizlerden ne bekleyebilirim? Benim
derdime çare bulacak bir Bâkî-i Sermedî, bir Kadîr-i Ezelî lâzım" diyerek
taharrîye başladım.

O vakit, herşeyden evvel, eskiden beri tahsil ettiğim ilme
müracaat edip, bir teselli, bir rica aramaya başladım. Maatteessüf, o vakte
kadar ulûm-u felsefeyi ulûm-u İslâmiye ile beraber havsalama doldurup, o ulûm-u
felsefeyi, pek yanlış olarak, maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür zannetmiştim.
Halbuki, o felsefî meseleler ruhumu çok fazla kirletmiş ve terakkiyât-ı
mâneviyemde engel olmuştu. Birden, Cenâb-ı Hakkın rahmet ve keremiyle, Kur’ân-ı
Hakîmdeki hikmet-i kudsiye imdada yetişti. Çok risalelerde beyan edildiği gibi,
o felsefî meselelerin kirlerini yıkadı, temizlettirdi.

Ezcümle, fünun-u hikmetten gelen zulümat-ı ruhiye, ruhumu
kâinata boğduruyordu. Hangi cihete baktım, nur aradım; o meselelerde nur
bulamadım, teneffüs edemedim. Tâ, Kur’ân-ı Hakîmden gelen Lâ ilâhe illâ Hû
cümlesiyle ders verilen tevhid, gayet parlak bir nur olarak, bütün o zulümatı
dağıttı; rahatla nefes aldım. Fakat nefis ve şeytan, ehl-i dalâlet ve ehl-i
felsefeden aldıkları derse istinad ederek akıl ve kalbe hücum ettiler. Bu
hücumdaki münâzarât-ı nefsiye, lillâhilhamd, kalbin muzafferiyetiyle
neticelendi. Çok risalelerde kısmen o münazalar yazılmış. Onlara iktifâ edip,
burada yalnız binde bir muzafferiyet-i kalbiyeyi göstermek için, binler
bürhandan birtek bürhan beyan edeceğim. Tâ ki, gençliğinde hikmet-i ecnebiye
veya fünun-u medeniye namı altındaki kısmen dalâlet, kısmen mâlâyâniyat
meseleleriyle ruhunu kirletmiş, kalbini hasta etmiş, nefsini şımartmış bir kısım
ihtiyarların ruhunda temizlik yapsın; tevhid hakkında şeytan ve nefsin şerrinden
kurtulsun. Şöyle ki:

Ulûm-u felsefiyenin vekâleti namına nefsim dedi ki: "Bu
kâinattaki eşyanın tabiatıyla bu mevcudata müdahaleleri var. Herşey bir sebebe
bakar. Meyveyi ağaçtan, hububatı topraktan istemeli. En cüz’î, en küçük bir ¸eyi
de Allah’tan istemek ve Allah’a yalvarmak ne demektir?"

O vakit, nur-u Kur’ân ile, sırr-ı tevhid, şu gelecek surette
inkişaf etti. Kalbim, o mütefelsif nefsime dedi: En cüz’î ve en küçük şey, en
büyük şey gibi, doğrudan doğruya bütün bu kâinat Hâlıkının kudretinden gelir ve
hazinesinden çıkar. Başka surette olamaz. Esbab ise bir perdedir. Çünkü en
ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiğimiz mahlûklar, bazen san’at ve hilkat
cihetinde en büyüğünden daha büyük olur. Sinek, tavuktan san’atça ileri geçmezse
de, geri de kalmaz. Öyleyse, büyük küçük tefrik edilmeyecek. Ya bütün esbab-ı
maddiyeye taksim edilecek, veyahut bütünü birden birtek zâta verilecektir.
Birinci şık muhal olduğu gibi, bu şık vâciptir. Çünkü birtek zâta, yani, bir
Kadîr-i Ezelîye verilse, madem bütün mevcudatın intizamat ve hikmetleriyle
vücudu katî tahakkuk eden ilmi her ¸eyi ihata ediyor. Ve madem ilminde herşeyin
miktarı taayyün ediyor. Ve madem, bilmüşahede, her vakit hiçten, nihayetsiz
suhuletle, nihayetsiz san’atlı masnular vücuda geliyor. Ve madem o Kadîr-i
Alîmin, bir kibrit çakar gibi, emr-i kün feyekûn ile, hangi şey olursa olsun
icad edebildiğini, hadsiz kuvvetli delillerle çok risalelerde beyan ettiğimiz ve
hususan Yirminci Mektup ve Yirmi Üçüncü Lem’anın âhirinde ispat edildiği gibi,
hadsiz bir kudreti var. Elbette, bilmüşahede görülen harikulâde suhulet ve
kolaylık, o ihata-i ilmiyeden ve azamet-i kudretten geliyor.

Meselâ, nasıl ki göze görülmeyen eczalı bir mürekkeple yazılan
bir kitaba, o yazıyı göstermeye mahsus bir ecza sürülse, o koca kitap birden
herbir göze vücudunu gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de, o Kadîr-i
Ezelînin ilm-i muhitinde, herşeyin suret-i mahsusası, bir miktar-ı muayyenle
taayyün ediyor. O Kadîr-i Mutlak, emr-i kün feyekûn ile, o hadsiz kudretiyle ve
nâfiz iradesiyle, o yazıya sürülen ecza gibi, gayet kolay ve suhuletle, kudretin
bir cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücud-u haricî
verir, göze gösterir, nukuş-u hikmetini okutturur.

Eğer bütün eşya birden o Kadîr-i Ezelîye ve Alîm-i Külli Şeye
verilmezse, o vakit sinek gibi en küçük bir şeyin vücudunu, dünyanın ekser
nevilerinden hususî bir mizanla toplamak lâzım gelmekle beraber; o küçük sineğin
vücudunda çalışan zerreler, o sineğin sırr-ı hilkatini ve kemâl-i san’atını
bütün dekaikiyle bilmekle olabilir. Çünkü esbab-ı tabiiye ile esbab-ı maddiye,
bilbedahe ve umum ehl-i aklın ittifakıyla, hiçten icad edemez. Öyleyse,
herhalde, onlar icad etse, elbette toplayacak. Madem toplayacak; hangi zîhayat
olursa olsun, ekser anâsır ve envâından numuneler, içinde vardır. Adeta kâinatın
bir hülâsası, bir çekirdeği hükmündedir. Elbette, o halde bir çekirdeği bütün
bir ağaçtan, bir zîhayatı bütün rû-yi zeminden ince elekle eleyip ve en hassas
bir mizanla ölçüp toplattırmak lâzım geliyor. Ve madem esbab-ı tabiiye cahildir,
câmiddir; bir ilmi yoktur ki bir plân, bir fihriste, bir model, bir program
takdir etsin, ona göre mânevî kalıba giren zerrâtı eritip döksün, tâ dağılmasın,
intizamını bozmasın. Halbuki herşeyin şekli, heyeti hadsiz tarzlarda olabildiği
için, hadsiz had ve hesaba gelmez eşkâller, miktarlar içinde birtek şekil ve
miktarda, sel gibi akan anâsırın zerreleri dağılmayarak, muntazaman, miktarsız,
kalıpsız, birbiri üstünde kitle halinde durdurmak ve zîhayata muntazam bir vücut
vermek, ne derece imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor. Elbette
kimin kalbinde körlük yoksa görür.

Evet, bu hakikate binaen,
  bu âyet-i
azîmenin sırrıyla,Haşiye 2 bütün esbab-ı maddiye toplansa, onların
ihtiyarları da olsa, birtek sineğin vücudunu ve o vücudun cihazatını mizan-ı
mahsusla toplayamazlar. Toplasalar da, o vücudun miktar-ı muayyenesinde
durduramazlar. Durdursalar da, daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalışan
zerrâtı, muntazaman çalıştıramazlar. Öyleyse, bilbedahe, esbab bu eşyaya sahip
çıkamazlar. Demek Sahib-i Hakikîleri başkadır.

Evet, öyle bir Sahib-i Hakikîleri var ki,
âyetinin
sırrıyla, bütün zeminin yüzündeki zîhayatı, bir sineğin ihyâsı kadar kolay
yapar. Bir baharı, birtek çiçek kolaylığında icad eder. Çünkü toplamaya muhtaç
değil. Emr-i kün feyekûn’a mâlik olduğundan; ve her baharda hadsiz mevcudat-ı
bahariyenin madde-i unsuriyesinden başka hadsiz sıfât ve ahvâl ve eşkâllerini
hiçten icad ettiğinden; ve ilminde herşeyin plânı, modeli, fihristesi ve
programı taayyün ettiğinden; ve bütün zerrat Onun ilim ve kudreti dairesinde
hareket ettiklerinden, kibrit çakar gibi her ¸eyi nihayet kolaylıkla icad eder.
Ve hiçbir şey, zerre miktar hareketini şaşırmaz. Seyyârat mutî bir ordusu olduğu
gibi, zerrat dahi muntazam bir ordusu hükmüne geçer. Madem o kudret-i ezeliyeye
istinaden hareket ediyorlar ve o ilm-i ezelînin düsturuyla çalışıyorlar; işte o
eserler, o kudrete göre vücuda gelir. Yoksa o küçük, ehemmiyetsiz şahsiyetlerine
bakmakla o eserler küçülmez. O kudrete intisap kuvvetiyle bir sinek, bir
Nemrud’u gebertir. Karınca, Firavunun sarayını harap eder. Zerre gibi küçük çam
tohumu, dağ gibi koca bir çam ağacının yükünü omuzunda taşıyor. Bu hakikati çok
risalelerde ispat ettiğimiz gibi, nasıl ki bir nefer, askerlik vesikasıyla
padişaha intisap noktasında, yüz bin defa kendi kuvvetinden fazla, bir şahı esir
etmek gibi eserlere mazhar olur. Öyle de, herşey, o kudret-i ezeliyeye
intisabıyla, yüz bin defa esbab-ı tabiiyenin fevkinde mu’cizât-ı san’ata mazhar
olabilir.

Elhasıl, her ¸eyin nihayet derecede hem san’atlı, hem suhuletli
vücudu gösteriyor ki, muhit bir ilim sahibi olan bir Kadîr-i Ezelînin eseridir.
Yoksa, yüz bin muhal içinde, değil vücuda gelmek, belki imkân dairesinden çıkıp
imtinâ dairesine girecek ve mümkün suretinden çıkıp mümteni mahiyetine girecek
ve hiçbir şey vücuda gelmeyecek, belki de vücuda gelmesi muhal olacaktır.

İşte bu gayet ince ve gayet kuvvetli ve gayet derin ve gayet
zâhir bir bürhanla, şeytanın muvakkat bir şakirdi ve ehl-i dalâletin ve ehl-i
felsefenin bir vekili olan nefsim sustu. Ve, lillâhilhamd, tam imana geldi. Ve
dedi ki:

Evet, bana öyle bir Hâlık ve Rab lâzım ki, en küçük hâtırât-ı
kalbimi ve en hafî niyazımı bilecek; ve en gizli ihtiyac-ı ruhumu yerine
getirdiği gibi, bana saadet-i ebediyeyi vermek için, koca dünyayı âhirete tebdil
edecek ve bu dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak; hem sineği halk ettiği
gibi semâvâtı da icad edecek; hem güneşi semânın yüzüne bir göz olarak çaktığı
gibi, bir zerreyi de gözbebeğimde yerleştirecek bir kudrete mâlik olsun. Yoksa,
sineği halk edemeyen, hâtırât-ı kalbime müdahale edemez, niyaz-ı ruhumu
işitemez. Semâvâtı halk edemeyen, saadet-i ebediyeyi bana veremez. Öyleyse,
benim Rabbim Odur ki, hem hâtırât-ı kalbimi ıslah eder, hem cevv-i havayı
bulutlarla bir saatte doldurup boşalttığı gibi dünyayı âhirete tebdil edip,
Cenneti yapıp, kapısını bana açar, "Haydi, gir" der.

İşte, ey nefsim gibi bedbahtlık neticesinde bir kısım ömrünü
nursuz felsefî ve ecnebî fünununa sarf eden ihtiyar kardeşlerim! Kur’ân’ın
lisanındaki mütemadiyen Lâ ilâhe illâ Hû ferman-ı kudsiyesinden ne kadar
kuvvetli ve ne kadar hakikatli ve hiçbir cihette sarsılmaz ve zedelenmez ve
tagayyür etmez kudsî bir rükn-ü imanîyi anlayınız ki, nasıl bütün mânevî
zulümatı dağıtır ve mânevî yaraları tedavi eder!

Lem’alar, s. 239-242

Herbir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyâtın, her bir
fennin bir hakikat-i âliyesi var ki, o hakikat, bir ism-i İlâhîye dayanıyor. pek
çok perdeleri ve mütenevvi’ tecelliyâtı ve muhtelif daireleri bulunan o isme
dayanmakla o fen, o kemâlât, o san’at, kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa,
yarım yamalak bir sûrette nâkıs bir gölgedir.

Meselâ, hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehâsı
Cenâb-ı Hakkın ism-i Adl ve Mukaddîr’ine yetişip, hendese aynasında o ismin
hakîmâne cilvelerini haşmetiyle müşâhede etmektir.

Meselâ, tıp bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve
hakikati Hakîm-i Mutlakın Şâfî ismine dayanıp, eczahâne-i kübrâsı olan rûy-i
zeminde Rahîmâne cilvelerini, edviyelerde görmekle, tıp, kemâlâtını bulur,
hakikat olur.

Meselâ, hakikat-i mevcudâttan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenâb-ı
Hakkın (Celle Celâlühü) ism-i Hakîm’inin tecelliyât-ı kübrâsını Müdebbirâne,
Mürebbiyâne, eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme
yetişmekle ve ona dayanmakla, şu hikmet, hikmet olabilir. Yoksa, ya hurâfâta
inkılâb eder ve mâlâyâniyât olur veya felsefe-i tabiiye misillü, dalâlete yol
açar.

İşte sana üç misâl; sâir kemâlât ve fünûnu bu üç misâle kıyas
et.

İşte, Kur’ân-ı Hakîm, şu âyetle, beşeri şimdiki terakkiyâtında
pek çok geri kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet
mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup, parmağıyla o mertebeleri göstererek
"Haydi, arş ileri!" diyor.

Sözler, s. 238-239

Sâir enbiyâ Aleyhimüsselâmın mu’cizâtları, birer havârik-ı
san’ata işaret ediyor ve Hazret-i Âdem Aleyhisselâmın mu’cizesi ise, esâsât-ı
san’at ile beraber, ulûm ve fünûnun, havârik ve kemâlâtının fihristesini bir
sûret-i icmâlîde işaret ediyor ve teşvik ediyor. Ammâ, mu’cize-i kübrâ-i
Ahmediye (a.s.m.) olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân ise, tâlim-i Esmânın hakikatine
mufassalan mazhariyetini, hak ve hakikat olan ulûm ve fünûnun doğru hedeflerini
ve dünyevî, uhrevî kemâlâtı ve saâdâtı vâzıhan gösteriyor; hem pek çok azîm
teşvîkàtla, beşeri onlara sevk ediyor. Hem öyle bir tarzda sevk eder, teşvik
eder ki, o tarz ile şöyle anlattırıyor: "Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı âlâ,
tezâhür-ü Rubûbiyete karşı, ubûdiyet-i külliye-i insaniyedir; ve insanın gàye-i
aksâsı, o ubûdiyete ulûm ve kemâlât ile yetişmektir." Hem öyle bir sûrette ifade
ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder ki: "Elbette nev-i beşer, âhir vakitte
ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet
ise, ilmin eline geçecektir." Hem, o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, cezâlet ve
belâgat-ı Kur’âniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden, remzen anlattırıyor ki:
"Ulûm ve fünûnun en parlağı olan belâgat ve cezâlet, bütün envâıyla âhir zamanda
en mergub bir sûret alacaktır. Hattâ, insanlar kendi fikirlerini birbirlerine
kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icrâ ettirmek için, en keskin silâhını;
cezâlet-i beyândan ve en mukàvemetsûz kuvvetini, belâgat-ı edâdan alacaktır."

Elhâsıl, Kur’ân’ın ekser âyetleri, her biri birer hazîne-i
kemâlâtın anahtarı ve birer defîne-i ilmin miftâhıdır.

Sözler, s. 239-240

İşte, bak: Âlem-i insaniyette, zaman-ı âdemden şimdiye kadar iki
cereyân-ı azîm, iki silsile-i efkâr, her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal
budak salmış: İki şecere-i azîme hükmünde, biri silsile-i nübüvvet ve diyânet,
diğeri silsile-i felsefe ve hikmet; gelmiş, gidiyor. Her ne vakit o iki silsile
imtizâc ve ittihad etmiş ise, yani silsile-i felsefe silsile-i diyânete dehâlet
edip itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir sûrette, bir
saadet, bir hayat-ı içtimâiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün
hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyânet etrafına toplanmış ve şerler ve
dalâletler felsefe silsilesinin etrafına cem’ olmuştur. Şimdi şu iki silsilenin
menşelerini, esaslarını bulmalıyız.

İşte, diyânet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki,
bir şecere-i zakkum sûretini alıp, şirk ve dalâlet zulümâtını etrafına dağıtır.
Hattâ, kuvve-i akliye dalında, dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun meyvelerini beşer
aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gadabiye dalında Nemrudları, Firavunları,
ŞeddadlarıHaşiye 3 beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i
behîmiye dalında âliheleri, sanemleri ve ulûhiyet dâvâ edenleri semere vermiş,
yetiştirmiş. O şecere-i zakkumun menşei ile, silsile-i nübüvvetin-ki, bir
şecere-i tûbâ-i ubûdiyet hükmünde bulunan o silsilenin küre-i zeminin bağında
mübârek dalları, kuvve-i akliye dalında enbiyâ ve mürselîn ve evliyâ ve sıddîkîn
meyvelerini yetiştirdiği gibi, kuvve-i dâfia dalında âdil hâkimleri, melek gibi
melikler meyvesini veren ve kuvve-i câzibe dalında hüsn-ü sîret ve ismetli
cemâl-i sûret ve sehâvet ve keremnâmdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl
şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile
beraber, enenin iki cihetindedir.

Sözler, s. 497

Kendimi bir sahrâ-i azîmede görüyorum. Bütün zeminin yüzünü
karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası kaplamış. Ne nesîm var, ne ziyâ,
ne âb-ı hayat-hiçbirisi bulunmuyor. Her tarafı canavarlar, muzır ve muvahhiş
mahlûklarla dolu olduğunu tevehhüm ettim. Kalbime geldi ki, şu zeminin öteki
tarafında ziyâ, nesîm, âb-ı hayat var. Oraya geçmek lâzım. Baktım ki, ihtiyârsız
sevk olunuyorum. Zeminin içinde tünelvârî bir mağaraya sokuldum; git gide
zeminin içinde seyahat ettim. Bakıyorum ki, benden evvel o tahte’l-arz yolda çok
kimseler gitmişler. Her tarafta boğulup kalmışlar. Onların ayak izlerini
görüyordum. Bâzılarının bir zaman seslerini işitiyordum. Sonra sesleri
kesiliyordu.

Ey hayali ile benim seyahat-i hayaliyeme iştirak eden arkadaş! O
zemin, tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise ehl-i felsefenin efkârı ile
hakikate yol açmak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflâtun ve
AristoHaşiye 4 gibi meşâhirlerindir. İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve
Farâbî gibi dâhîlerindir. Evet, İbn-i Sina’nın bâzı sözlerini, kanunlarını bâzı
yerlerde görüyordum; sonra bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiş. Demek
boğulmuş. Her ne ise, seni meraktan kurtarmak için hayalin altındaki hakikatin
bir köşesini gösterdim. Şimdi seyahatime dönüyorum.

Git gide baktım ki, benim elime iki şey verildi: Biri, bir
elektrik; o tahte’l-arz tabiatın zulümâtını dağıtır; diğeri, bir âlet ile dahi,
azîm kayalar, dağ-misâl taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. Kulağıma denildi
ki, "Bu elektrik ile o âlet, Kur’ân’ın hazînesinden size verilmiştir. Her ne
ise, çok zaman öylece gittim. Baktım ki, öteki tarafa çıktım. Gayet güzel bir
bahar mevsiminde bulutsuz bir güneş, ruhefzâ bir nesîm, hayattar bir âb-ı leziz,
her taraf şenlik içinde bir âlem gördüm. "Elhamdülillâh" dedim. Sonra baktım ki,
ben kendi kendime mâlik değilim. Birisi beni tecrübe ediyor. Yine evvelki
vaziyette, o sahrâ-i azîmede, boğucu bulut altında yine ben kendimi gördüm. Daha
başka bir yolda, bir sâik beni sevk ediyordu. Bu defa tahte’z-zemin değil, belki
seyir ve seyahatle yeryüzünü kat’ edip öteki yüze geçmek için gidiyordum. O
seyahatimde öyle acâib ve garâibi görüyordum ki, tarif edilmez. Deniz bana
hiddet ediyor, fırtına beni tehdit eder, Her şey bana müşkülât peydâ eder.
Fakat, yine Kur’ân’dan bana verilen bir vâsıta-i seyahatimle geçiyordum, galebe
çalıyordum. Git gide, bakıyordum her tarafta seyyahların cenâzeleri bulunuyor; o
seyahati bitirenler, binde ancak birdir. Her ne ise, o buluttan kurtulup,
zeminin öteki yüzüne geçip güzel güneşle karşılaştım. ruhefzâ nesîmi teneffüs
ederek, "Elhamdülillâh" dedim. O cennet gibi o âlemi seyre başladım. Sonra
baktım, biri var ki, beni orada bırakmıyor. Başka yolu bana gösterecek gibi,
yine beni bir anda o müthiş sahrâya getirdi. Baktım ki, yukarıdan inmiş aynı
asansörler gibi, muhtelif tarzlarda bâzı tayyâre, bâzı otomobil, bâzı zembil
gibi şeyler görünüyor. Kuvvet ve istidada göre onlara atılsa, yukarıya
çekiliyor. Ben de birisine atladım. Baktım, bir dakika zarfında bulutun fevkıne
beni çıkardı. Gayet güzel, müzeyyen, yeşil dağların üstüne çıktım. O bulut
tabakası, dağın yarısına kadar gelmemişti. En latîf bir nesîm, en leziz bir âb,
en şirin bir ziyâ her tarafta görünüyor. Baktım ki, o asansörler gibi nurânî
menziller her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları
görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur’ân-ı Hakîmin âyetlerinin
cilveleridir.

İşte,
ile işaret
olunan evvelki yol, tabiata saplananların ve tabiiyyun fikrini taşıyanların
mesleğidir ki, onda hakikate ve nura geçmek için ne kadar müşkülât olduğunu
hissettiniz.


ile işaret olunan ikinci yol, esbâbperestlerin ve vesâite icad ve tesir
verenlerin, meşâiyyun hükemâsı gibi, yalnız akıl ile, fikir ile
hakikatü’l-hakàika ve Vâcibü’l-Vücudun mârifetine yol açanların mesleğidir.


ile işaret olunan üçüncü yol ise, sırat-ı müstakîm ehli olan ehl-i Kur’ân’ın
cadde-i nurâniyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semâvî
ve Rahmânî ve nurânî bir meslektir.

Sözler, s. 502-503

Evet, akılları gözlerine sukut etmiş maddiyyunların hikmetsiz
hikmetleri, abesiyet esâsına istinat eden felsefeleri nazarında tesadüfle bağlı
olan tahavvülât-ı zerrâtı bütün düsturlarına üssü’l-esas tutup, masnuât-ı
İlâhiyeye masdar göstermişler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuâtı
hikmetsiz, mânâsız, karma karışık bir şeye isnad etmeleri ne kadar hilâf-ı akıl
olduğunu zerre miktar şuuru bulunan bilir.

Şimdi, Kur’ân-ı Hakîmin hikmeti nokta-i nazarında, tahavvülât-ı
zerrâtın pekçok gàyeleri, hikmetleri ve vazifeleri vardır;
gibi çok
âyetlerle hikmetlerine ve vazifelerine işaret eder.

Sözler, s. 507

İkinci Mesele

Eski hocanın sual ettiği üç meselenin izahatı, Risale-i Nur’un
eczalarında vardır. Şimdilik icmâlî bir işaret edeceğiz.

Birinci suali: Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin Râzî’ye mektubunda
demiş: "Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır." Bu ne demektir? Maksat
nedir de soruyor?

Evvelâ: Ona okuduğun Yirmi İkinci Sözün Mukaddimesinde tevhid-i
hakikî ile tevhid-i zâhirînin farkındaki misal ve temsil, maksada işaret eder.
Otuz İkinci Sözün İkinci ve Üçüncü Mevkıfları ve Makasıdları, o maksadı izah
eder.

Ve saniyen: Usulü’d din imamları ve ulema-i ilm-i kelâmın akaide
dair ve vücud-u Vâcibü’l-Vücud ve tevhid-i İlâhîye dair beyanatları Muhyiddin-i
Arabî’nin nazarında kâfi gelmediği için, ilm-i kelâmın imamlarından Fahreddin
Râzî’ye öyle demiş.

Evet, ilm-i kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlâhiye,
marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın tarzında
olduğu vakit, hem marifet-i tammeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki,
inşaallah, Risale-i Nur’un bütün eczaları, o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın cadde-i
nuranîsinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.

Hem, Muhyiddin-i Arabî’nin nazarına Fahreddin Râzî’nin ilm-i
kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor. Öyle de,
tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur’ân-ı Hakîmden doğrudan doğruya,
verâset-i Nübüvvet sırrıyla alınan marifete nispeten o kadar noksandır. Çünkü,
Muhyiddin-i Arabî mesleği, huzur-u daimîyi kazanmak için
deyip, kâinatın
vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sairleri ise, yine huzur-u
daimîyi kazanmak için,
deyip kâinatı
nisyan-ı mutlak altına almak gibi acip bir tarza girmişler.

Kur’ân-ı Hakîmden alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle
beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki,
başıbozukluktan çıkarıp Cenâb-ı Hak namına istihdam eder; herşey mir’ât-ı
marifet olur. Sadi-i Şirazî’nin dediği gibi,
herşeyde
Cenâb-ı Hakkın marifetine bir pencere açar.

Bazı Sözlerde ulema-i ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur’ân’dan
alınan minhâc-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki:

Meselâ, bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile
uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu
kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir, tıkanır, kesilir. Fakat her
yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu
buldukları gibi, aynen öyle de:

Ulema-i ilm-i kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin
muhaliyetiyle kesip, sonra Vâcibü’l-Vücudun vücudunu onunla ispat ediyorlar.
Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur’ân-ı Hakîmin minhâc-ı

hakikîsi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir âyeti,
birer asâ-yı Mûsâ gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor.
düsturunu
herşeye okutturuyor.

Hem iman yalnız ilim ile değil; imanda çok letâifin hisseleri
var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir
surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlimle gelen mesâil-i imaniye dahi, akıl
midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ, letâif
kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır.
İşte, Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin Râzî’ye bu noktayı ihtar ediyor.

Mektubat, s. 316-318

"Senin eski zamandaki müdafaatın ve İslâmiyet hakkındaki
mücahedâtın, şimdiki tarzda değil. Hem Avrupa’ya karşı İslâmiyeti müdafaa eden
mütefekkirîn tarzında gitmiyorsun. Neden

Eski Said vaziyetini değiştirdin? Neden mânevî mücahidîn-i
İslâmiye tarzında hareket etmiyorsun?"

Elcevap: Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin
ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla
onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım
düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o
suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin
zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye
ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece
tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim.

Hem bilfiil gösterdim ki, İslâmiyetin esasları o kadar derindir
ki, felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır. Otuzuncu
Söz, Yirmi Dördüncü Mektup, Yirmi Dokuzuncu Söz bu hakikati bürhanlarıyla ispat
ederek göstermiştir. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi
zâhirî telâkki edip, felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza
edilmek zannediliyordu. Halbuki, felsefenin düsturlarının ne haddi var ki onlara
yetişsin?

Mektubat, s. 426-427

 

Dipnotlar

1. Bizde birisi demiştir:
Her zerrede temayül ayandır tekâmüle
Her soyda füyuz-u hüveyda-nüma ile
Bir nokta-i kemale şitab üzre kâinat,
Ol noktaya teveccüh ile yükselir hayat.
Kahriyyat

Haşiye 1. Evet, eğer intisap olsa, o çekirdek, kader-i
İlâhîden bir emir alır, o harika işlere mazhar olur. Eğer o intisap kesilse, o
çekirdeğin hilkati, koca çam ağacının hilkatinden daha ziyade cihazat ve iktidar
ve san’atı iktiza eder. Çünkü, dağdaki, kudret eseri olan mücessem çam ağacının,
bütün âzâları ve cihazatıyla, o çekirdekteki kader eseri olan mânevî ağaçta
mevcut bulunması lâzım gelir. Çünkü o koca ağacın fabrikası o çekirdektir.
İçindeki kaderî ağaç, kudretle hariçte tezahür eder, cismanî çam ağacı olur.

Haşiye 2. Yani, "Allah’tan başka bütün çağırdığınız ve
ibadet ettiğiniz şeyler toplansalar, bir sineği halk edemezler." Hac Sûresi,
22:73.

Hâşiye 3. Evet, Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve
dâyelik edip emziren eski Mısır ve Babil’in, ya sihir derecesine çıkmış, veyahut
hususi olduğu için etrafında sihir telâkkî edilen eski felsefeleri olduğu gibi,
âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnâmı tevlid eden felsefe-i
tabiiye bataklığıdır. Evet, tabiatın perdesi ile Allah’ın nurunu görmeyen insan,
her şeye bir ulûhiyet verip, kendi başına musallat eder.

Hâşiye 4. Eğer desen: "Sen necisin, bu meşâhire karşı
meydana çıkıyorsun? Sen, bir sinek gibi olup da kartalların uçmalarına
karışıyorsun." Ben de derim ki, "Kur’ân gibi bir üstad-ı ezeliyem varken,
dalâletâlûd felsefenin ve evhamâlûd aklın şâkirdleri olan o kartallara hakikat
ve mârifet yolunda sinek kanadı kadar da kıymet vermeye mecbur değilim. Ben
onlardan ne kadar aşağı isem, onların üstadı dahi, benim üstadımdan bin defa
daha aşağıdır. Üstadımın himmetiyle, onları gark eden madde ayağımı da
ıslatamadı. Evet, büyük bir padişahın onun kanununu ve evâmirini hâmil küçük bir
neferi, küçük bir şâhın büyük bir müşirinden daha büyük işler görebilir."