“Hoşgörü”nün bittiği, “tahammül”ün başladığı yer

"Hoşgörü" kavramının insan zihnine ilk nazarda getirdiği anlam,
bir olgunun kabullenilmesi, benimsenmesi ve sempatiyle değerlendirilmesi
şeklindedir. Bir olgunun iyi, güzel ve hoş görülmesi zorunlu olarak o olgunun
meşru kabul edilmesini; dolayısıyla ortaya çıkmasının sevinilecek bir gelişme,
çıkmamasının da üzülünecek bir kayıp olarak algılanmasını gerektirir. Bu
yaklaşıma göre "hoş görülen" şeyler, doğal olarak "hoş gören"in meşruiyet
dünyasında yer bulan şeyler olacaktır. Şüphesiz, bireyin meşruiyet dünyası
içinde çok sayıda olay, olgu, davranış, inanç, imaj ve rütüel gibi bir kültürel
set olacaktır. Setin tümünün veya bir parçasının birey tarafından görülmesi,
hissedilmesi, yaşanması şüphesiz bireyi mutlu eden olgular olacaktır. Aynı
şekilde, bireyin meşruiyet dünyasında meşru görülmeyen çok sayıda setler de
olacaktır. Bu tip olgular, birincinin tersine bireyi kızdıran, kin ve nefret
duygularını kabartan, hatta engellemek veya ortadan kaldırmak için fiziki güç
kullanmasını zorunlu kılan olgular da olabilecektir. O zaman bu tip olguların
birey tarafından hoşgörü, sevinç, kabul ve güler yüzle karşılanması mümkün
olmayacaktır. Dolayısıyla, bu tip olgular benimsenip hoş görülen değil, tersine
hoş görülmeyen olgular olacaktır. Hatta, birey bir kısım kültürel set veya
normları yaygınlaşması gerekli olgular olarak algıladığından onların
yaygınlaşması için çalışırken, bir kısmı da ortadan kaldırılması gerekli olgular
olarak görüleceğinden onların ortadan kaldırılması için de savaşacaktır. Buna
göre bireyin hoş gördüğü ve hoş görmediği olay ve olgular bulunabilecektir. Bu,
sosyo-kültürel hayatın zorunlu bir sonucudur.

Sınırsız hoşgörü, hiçbir şeye inanmayanların tavrıdır

Her olgunun hoşgörülmesi ise bireylerde "değersizleşme", ve
"amaçsızlaşma" olgusunu doğurur. "Değerden bağımsızlaşma" Batı toplumlarındaki
sekülerleşme-laikleşme süreçlerinin sonucunda ortaya çıkan bir toplumsal
hastalıktır. Batı toplumu her türlü kutsaldan ve aşkın amaçtan uzaklaşarak bir
"hoşgörü toplumu" olmuştur. "Acınacak rahatlığı"ndan başka hiçbir şeyi
düşünmeyecek kadar sorumsuz ve kaygısız bir toplum… Aslında, bu olgu Amerikan
toplumunun en önde gelen eleştirmenlerinden Christopher Lasch’a "Çağdaş yaşamda
herhangi bir şeye, uğrunda ölmek şöyle dursun, onu savunacak kadar ciddi bir
şekilde inanma yeteneğimizin körelmesi beni endişelendiriyor" dedirten bir
felakettir. Gerçekten Batı toplumları değer yargılarından öyle
arındırılmışlardır ki, bireyi bağlayan hemen hiçbir değer kalmamış durumdadır.
Bu durum da toplumu akılalmaz bir "kayıtsızlık" ve hoşgörü tavrına itmiştir.
Oysa, yine aynı yazara göre; "Bağışlayıcılıkla hoşgörü arasında hassas bir fark
vardır. Hoşgörünün aslında hiçbir şeye inanmayanların tavrı olduğu söylenir.
Önemli olan aranızda derin ayrılıklar bulunan insanlara saygılı davranmaktır.
Açık anlaşmazlık, şiddete vardırılsa bile, hoşgörüden daha yüksek bir saygı
biçimidir. Başkalarının inaçlarını (ve tabii kendi inançlarımızı) kavgaya
tutuşacak kadar ciddiye aldığınızı gösterir". (NPQ, 1994). Şiddete kadar varan
açık çatışmaların hoşgörüden nasıl daha saygılı bir davranış biçimi olduğunu
bizim toplumumuzun en azından şimdi anlaması mümkün değildir.

Temel referans kaynağı olarak Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamberin
hadisleri ve varisleri olan ulema bulundukça, İslâm toplumlarında Batıda
yaşandığı anlamda bir "değersizleşme" süreci yaşanmayacaktır. İslâm tarihinde ne
dün, ne de bugün böyle bir "çürüme" süreci yaşanmıştır; yarın da yaşanmayacağı
söylenebilir.

“Tecdid çevresi”nin tavrı: hoşgörüleni hoşgörme,
hoşgörülmeyene tahammül

Toplumların farklı değer ve meşruiyet dünyalarına sahip olmaları
yanında, beraber yaşama zorunlulukları da vardır. Sosyo-politik hayatta her
bireyin kendine göre meşru olmayan davranış ve inanca karşı çıkmaya kalkışması
durumunda insanların birarada yaşamaları mümkün olmaktan çıkacaktır. Oysa,
insanların belli asgari müşterekler altında "sözleşerek" birarada yaşamaları
sosyal hayatın vazgeçilmez bir zorunluluğudur. O zaman bireyler kendi meşruiyet
dünyası setinde yer alan olguları "hoşgörürken", yer almayanları doğal olarak
"hoşgörmeyecek"; fakat onları yıkıp, yerine kendi setini zorla ikame etme yoluna
da gitmeyecektir. Bu varsayıma göre, bu ortamda kişinin yaptığı veya yapması
gereken şey, kendi meşruiyet seti sınırları içindeki normlara "hoşgörü", geri
kalan alanlardakilere de "tahammül"le mukabelede bulunmak olacaktır. Huzur ve
barış içinde beraber yaşama karşılığında her medeni insan, diğer bireylerin
kültürel norm ve inanç sistemine "tahammül" etmek zorunda kalacaktır.

Burada hemen vurgulamalıyım ki, incelemekte olduğumuz olay hemen
birkaç cümleyle geçiştirilecek basitlik ve yüzeysellikte bir olay değil, tersine
son derece karmaşık ve aynı zamanda da toplumsal hayat için son derece önemli
bir olaydır. Çözümlenmesi gereken problem yumağı içinde; farklı kimlik ve
kültürlerin beraber yaşama problemi ile, belli bir öncü azınlık’ın yeni bir
medeniyet kurma yolunda ortaya koyacağı yüksek dinamizmle statik kesimlerin
uyuşma ve uzlaşma problemleri, aynı şe-kilde öncü azınlık’ın halk yığınları ve
egemen azınlık kadrolarıyla nasıl bir diyalog kurması gerektiği problemi, yine
öncü azınlık kadrolarının mağlup ve mahkum iken topluma karşı genel tavırları
ile hakim oldukları dönemlerdeki tavırlarının nasıl olması gerektiği problemi
gibi çok sayıda problem mevcuttur.

Burada, bir noktanın vurgulanmasında fayda vardır: Sosyolojik
analizlerde toplumsal yapı ve toplumsal değişme olguları incelenirken "öncü
azınlık" kurumu belirleyici parametre olarak değerlendirilmelidir. "Tecdid
çevresi"ni de oluşturan bu kurumu dikkate almayan sosyolojik yorum ve
yaklaşımların gerçeği tam olarak kapsayamayacağı rahatlıkla ileri sürülebilir.
Toplumsal yapı ve değişmenin odağında "tecdid çevresi" kurumu olduğuna göre,
beraber yaşama veya "tahammül" olgusunun da odağında yine bu kurum olacaktır.
Dolayısıyla, beraber yaşama sürecinde belirleyici ve et-kileyici kanatlardan
biri, belki de en önemlisi "tecdid çevresi" olmak durumundadır. O zaman "tecdid
çevresi"nin tarihî süreç içindeki gelişimini dikkate almak gerekecektir.

Farklı kültürel setlerle beraber yaşama sürecinde "tahammül" ve
"sabır", "tecdid çevresi"nin temel vasfı olacaktır. Ancak "tahammül" olayını
tekdüze bir davranış olarak tanımlamak doğru değildir. İslâm tarihi bir çizgi
üzerinde gelişen bir süreç olmayıp, devrevî bir süreç olduğundan İslâm tarihinin
konjonktürel eğilimlerine bağlı olarak "tecdid çevresi"nin göstereceği
"tahammül" de konjonktüre uygun olarak farklılık arzedecektir. Öte yandan, İslâm
toplumunun genel yapısını belirleyen "tecdid çevresi" bu süreç içinde bazan
mahkum ve mağlup, bazan diğer unsurlarla eşit, bazan da galip ve hakim güç
olacaktır. Her duruma denk düşen davranış tarzı ve hareket metodu da doğal
olarak farklılık arzedecektir.

Mağlup ve mahkum olduğu dönemlerde bir kere bizzat kendisinin
tolerans ve tahammüle ihtiyacı vardır. O halde bu dönemde iyiliği emredip
kötülüğü nehye-derken demokratik tavır ve ortamlara ihtiyaç duyacaktır. Hoşuna
gitmeyen inanç, davranış ve politikalara da tahammül ve sabırla mukabele
edecektir. Bozguncu çevrelerle eşit güce sahip olduğu dönemlerde de yine kan ve
şiddete başvurmayacak, tebliğ faaliyetini çok etkin yollarla icra ederken
hoşgörmediği şeylere yine tahammül ve sabır gösterecektir. Hakim olduğu
dönemlerde ise hiçbir zaman tahakküm yo-lunu seçmeyecek, her zaman lutuf, ihsan
ve şefkat metoduyla hareket edecektir.

Burada ilk olarak "tecdid çevresi"nin mağlup ve mahkum olduğu
dönemlerde çevresinde bulunan kitlelerle iletişimi, onlara "iyiliği emredip
kötülüğü nehyetme" stratejileri üzerinde duralım.

İyiliği emredip kötülüğü nehyetme faaliyeti farz-ı kifayedir

Bir kere, İslâm toplumlarında tarihin her döneminde insanlar
arasında iyiliği emredip kötülüğü nehyedecek bir topluluk bulunmak durumundadır.
Bu topluluk Kur’ân’da "ümmet" kavramıyla ifade edilir: "İçinizden insanları
hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun.
İşte onlar kurtuluşa erenlerdir" (Âl-i İmran/l04) buyrularak İslâm toplumunda
böyle bir cemaatın bulunması emredilmektedir. Âyette geçen "ümmet" kelimesi
şimdilerde anladığımız mânânın tam tersi bir anlamı ifade etmektedir. "İçinizde
bir ümmet bulunsun" diyerek mü’minlerin içinde dinamik, atak ve hareketli, aynı
zamanda imanlı ve samimi bir grup bulunsun demektedir. Toplumun tümünün
dinamizm, iman ve eylem bakımından aynı olmadığı, bu tür faaliyetleri ancak
yüksek düzeyli enerji sahibi insan topluluklarının gerçekleştirebileceği
sos-yolojik bir gerçektir. Kur’ân da bu sosyolojik gerçeği dikkate alarak
toplumun tümünün değil, sadece belli bir kesiminin bu faaliyeti yürütebileceğini
vurgulamıştır.

Başka bir âyette de aynı mânâ vurgulanır: "Hepsi değil. Kitap
ehli içinde, gece saatlerinde ayakta durup Allah’ın âyetlerini okuyarak secdeye
kapanan bir topluluk da vardır. Onlar, Allah’a ve ahiret gününe inanırlar,
iyiliği emreder, kötülükten men’ederler; hayır işlerine koşuşurlar. İşte onlar
iyilerdendir." (Âl-i İmran/113-114)

Bu âyette de aynı fonksiyonu yine "ümmet" olgusu ifade
etmektedir. Kur’ân’da, ehli kitaptan bir grubun iman, iyiliği emretme ve
kötülüğü men’etme bakımından diğerlerinden farklı oldukları; bu vazifeyi bu
grubun ifa edeceği vurgulanmaktadır.

"Ümmet" kavramının ifade ettiği olguya biz "öncü azınlık" demeyi
uygun buluyoruz. Öncü Azınlık kurumu, İslâm tarihinin Çöküntü Dönemlerinin ilk
çeyreğinden Fazilet Dönemi’nin ortalarına kadar etkin ve belirleyici bir güç
olarak varlığını sürdürür. Fazilet Dönemi’nin sonlarından Çöküntü Dönemi’nin ilk
başlarına kadar ise etkin ve belirleyici bir güç değildir, fakat yine de
faaliyetine devam eder.

Öte yandan sözkonusu âyette iyiliği emredip kötülüğü men’etme
işinin İslâm toplumuna farz olduğu bildirilmektedir. Çünkü Gazalî’nin dikkat
çektiği gibi âyette geçen “veltekün” kelimesi bir emirdir. Emir ise farziyet
ifade eder. Ancak, bu farz, “farz-ı kifaye” niteliğinde bir farzdır.
Müslümanlardan bazılarının bu faaliyeti yerine getirmeleri halinde diğer
müslümanların üzerinden bu mesuliyet de düşmüş olur. Gerçekten Cenab-ı Hak çok
sayıda âyette bu konu üzerinde ısrarla durur:

"Onlar o mü’minlerdir ki, eğer kendilerini yeryüzünde
iktidar mevkiine getirirsek, namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder
ve kötülükten alıkoyarlar." (Hac/41)

"İyilik etmek ve fènalıktan sakınmak hususunda birbirinizle
yardımlaşın. Günah işlemek ve haddi aşmak üzerinde yardımlaşmayın." (Mâide/2)

“Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin yeryüzünde
bozgunculuk yapmaktan menetmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak
kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Zulüm yapanlar ise
kendilerine verilen refahın ardına düştüler ve hep mücrim (günahkâr) oldular.”
(Hud/ll6)

“Onların fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak
sadaka vermeyi veya bir iyilik etmeyi yahut da insanların arasını düzeltmeyi
emreden müstesnadır. Kim de bu işleri Allah’ın rızasını arayarak yaparsa, biz
ona âhirette büyük bir mükâfat vereceğiz.” (Nisa/ll4)

Kur’ân iyiliği ikame edip kötülüğü önleme faaliyetinin nihaî
sınırını da belirler. Tüm çarelerin bitip, başka yapacak birşeyin kalmadığı bir
ortamda kötülüğü ortadan kaldırmak için silahlı mücadeleye girmenin, hatta
savaşa başvurmanın gerekli-liğini ifade eder:

“Eğer mü’minlerden iki grup çarpışırlarsa, hemen aralarını
düzeltin. Eğer onlardan biri (Allah’ın hükmüne razı olmayarak) ötekine
saldırırsa, o vakit tecavüz edenle Allah’ın emrine dönünceye kadar savaşın.”
(Hucurât/9)

İleride üzerinde tekrar durulacağı gibi, şiddete başvurarak
kötülüğü ortadan kaldırma faaliyeti, bireysel veya cemaatî değil, topyekün bir
devlet işidir.

Aynı zamanda âyetlerde, müslümanların kurtuluşlarının iyiliği
emretme ve kötülüğü men’etme faaliyetlerini hakkıyla yapmalarına bağlı olduğu da
vurgulanmaktadır.

İyiliği emredip kötülükten men’etme faaliyeti yapılmadığı zaman
ise İslâm toplumlarının başına çok sayıda felaketin gelebileceği ihtar
edilmektedir:

"İsrailoğullarından kâfir olanlara hem Dâvud’un, hem de
Meryem oğlu İsa’nın diliyle lânet olundu. Bunun sebebi; isyan etmeleri ve hakkın
sınırını aşmış olmalarıydı. Onlar birbirlerini yaptıkları kötülükten
alıkoymazlardı. Gerçekten ne kötü iş yapı-yorlardı!" (Mâide/78-79)

"Artık onlar, edilen nasihatları unutunca, biz de
kötülükten alıkoyanları kurtardık. Zulmedenleri ise, çıkardıkları fesadlar
yüzünden, şiddetli bir azap ile yakaladık.” (A`raf/l65)

Yukarıdaki âyetlerden de açıkça anlaşılacağı gibi her hal ve
şart altında İslâm toplumunda bir grup çevresine iyiliği emretmek, kötülükten
men’etmek faaliyetini sürdürecektir. Bunun anlamı şudur: İslâm toplumlarında
Batıda yaşandığı şekilde bir “değer ölümü” süreci yaşanmayacaktır. Her zaman
insanların uğrunda kavga edebileceği idealleri ve amaçları olabilecektir. İslâm
toplumlarının diri ve hareket halinde olmalarının en önemli nedenlerinden
birinin de iyiliği emretme ve kötülüğü men’etme sorumluluğu olduğu söylenebilir.
Ancak bizi burada ilgilendiren husus şudur: bu etkin faaliyetle farklı kültür ve
inançların birarada yaşamaları olgusu nasıl bağdaşacaktır? İyiliği emretme
sürecinde baskı, dayatma, şiddet gündeme gelmeyecek midir?

Çöküntü döneminde “iyiliği emretme” bir tebliğ faaliyetidir

İyiliği emredip kötülüğü men’etme faaliyeti, İslâm toplumlarının
Çöküntü ve Çöküntü-sonrası dönemlerinde "Tebliğ Faaliyeti" olarak
anlaşılmalıdır. Gerçekten Çöküntü döneminde "tecdid çevresi"nin tebliğ
faaliyetinden başka yapabileceği bir cihad şekli yoktur. Çünkü Çöküntü döneminin
genel özellikleri incelendiğinde bu dönemde cihad yönteminin sadece tebliğ
faaliyeti olabileceği anlaşılır.

Bu dönemde toplumun büyük ekseriyeti adalet, iffet, muhabbet,
şefkat, hikmet, ubudiyet, ihlas ve haktan uzaklaşarak; zulüm, şiddet, şehvet,
şöhret, hırsızlık, kavmiyetçilik, enaniyet gibi kötü hastalıklara
yakalanmaktadırlar. Toplumsal yapıya paralel olarak yönetici eliti temsil eden
"egemen azınlık" da tevhid-duyarlı olmayan, baskıcı, dayatmacı, asimile edici
politikaları belirlemekte ve uygulamaya koymaktadır.

Bu devrede "tecdid çevresi" etkin ve belirleyici bir güç halinde
olmadığından, baskı ve dayatmalarda bulunabilecek nitelikte değildir. Çünkü, hem
gizli gizli faaliyet göstermekte (sırran tenevverat), hem de çok zayıf bir gücü
temsil etmektedir. Tersine bizzat kendisi dayatma, zulüm, işkence, sürgün ve
zindanlara maruz kalmaktadır. Bununla birlikte "tecdid çevresi"nin en dinamik ve
heyecanlı olduğu dönem de bu dönemdir. Tebliğ vazifesini ifa ederken akıl almaz
fedakârlıklara katlanabilmektedir. Burada ilk olarak bu dönemin genel
özelliklerinden kısaca söz ederek "tecdid çevresi"nin bu dönem insanlarına
yaklaşım tarzlarını inceleyelim.

Yaşadığımız çağa kadar İslâm toplumlarının genel olarak iki
çöküntü süreci yaşadığını söyleyebiliriz. Bunlardan biri XI-XII. yüzyıllar,
diğeri de XIX. yüzyıl ile XX. yüzyılın önemli bir kısmıdır. İslâm ta-rihinin ilk
çöküntü dönemini oluşturan XI. yüzyıldaki genel yapıyı dönemin müceddidi
Gazalî’den dinleyelim:

"İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, dinin en büyük
temeli ve dayanağıdır. Allah Teâlâ’nın bütün peygamberlerini, devam ettirmesi
için gönderdiği biricik önemli meselesidir. Eğer bu vazife yapılmaz, ilim ve
amel dumura uğrarsa, kesinlikle peygamberlik vazifesi muattal olur, diyânet
temelinden yıkıma uğrar. (Toplumda) başıboşluk hâkim olur ve dalâlet yayılır.
Cehâlet alabildiğine dağılır. Fesat insanların iliklerine kadar işler. Yırtık
oldukça genişler, memleketler harap ve kullar helâk olurlar. Fakat helâk
olduklarını ancak kıyámet gününde anlarlar. Olmasından korktuğumuz şey maalesef
olmuştur! İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn [Biz Allah’tan geldik ve Allah’a
dönücüle-riz]. Zira bu büyük temel çatlamış ve ilmî yıkıma uğramış, hakikat ve
adalet tamamen ortadan kalkmıştır! Dolayısıyla, halka yağcılık kalpleri
kaplamış; Yaratıcının murâkabesi ve mülâhazası kalplerden tamamen silinmiş;
insanlar nefislerine, hevalarına ve şehvetlerine, akılsız hayvanlar gibi,
daldıkça dalmıştır. Yeryüzünde Allah için hiçbir kınayıcının kınamasından perva
etmeyecek doğru bir mü’min pek nadir kalmıştır…" (Gazalî, İhya, 1993, c. II,
s. 741 vd.)

İkinci bir çöküntü döneminin müceddidi olan Bediüzzaman ise
zamanındaki çöküntünün boyutlarının daha derin ve yaygın olduğunu vurgular.
Üstad’a göre ümmet, daha önceki asırlarda da "çöküntü" dönemi yaşamıştı. Ancak o
dönemlerdeki çöküntünün niteliği farklıydı. O dönemlerde çöküntünün kaynağı
"cehalet" idi. "Çöküntü felsefesi" ise doğrudan iman esaslarına ilişmemişti.
Fakat şimdi tehlike "fen ve felsefeden" gelmekte ve doğrudan iman esaslarına ve
"inkâr-ı uluhiyyet"e yönelmektedir. Dolayısıyla “bilim”den kaynaklanan
saldırılara karşı mücadele de o nisbette zor olmaktadır. Öte yandan, bu asırdaki
sosyo-kültürel cereyan ve felsefe-ler, insanlığın manevî ve kültürel dünyasını
geniş ölçüde tahrip etmiştir. Başta iman ve imana dayalı değerler sistemi
maddeci felsefenin ağır bombardımanı altında ciddi ölçüde tahrip olmuştur. Bütün
insanlık yoğun bir iman bunalımı içine girmiştir. Bu “kutsalını yitiren”
insanlığa nasıl yaklaşmak gerekir? Bediüzzaman’ın insanlığın durumu hakkındaki
yaklaşımı şöyledir:

"Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Kur’ân’ın nuruyla gördüm ki o
yol bir bataklığa girdi. Mülevves [pis] ve ufunetli bir çamur içinde kafile-i
beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı, selametli bir yolda gider, bir kısmı,
mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş
[onunla gider]. Bir kısm-ı ekseri; o ufunetli, pis, çamurlu bataklık içinde
karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi sarhoşluk sebebiyle o pis çamuru misk-ü amber
zanne-derek yüzüne gözüne bulaştırıyor, düşerek kalkarak gider… [ve sonunda]
boğulurlar. Yüzde sekseni ise; bataklığı anlar, ufunetli ve pis olduğunu
hisseder: Fakat mütehayyirdirler, selametli yolu göremiyorlar…"(Nursî, c. I,
1994, s. 368).

Toplumun sosyo-kültürel yapısı ilgili dönemde son derece
erozyona uğramış bir yapı olduğuna göre, "tecdid çevresi" bu hasta yapıyı tedavi
etmek için nasıl davranmalıdır? Fitne ve fesada bulaşmamak için dağlarda uzlete
mi çekilmelidir? Yoksa mümkün olduğunca toplumun tam odağında mı yer almalıdır?
Toplum tepeden tırnağa günah ve isyan içinde yüzdüğüne göre, onlarla nasıl
diyalog kurmalıdır? Gerek çaresizlik içinde kıvranan kitlelere, gerekse toplumu
bu hale getirmeye çalışan bozguncu elite nasıl yaklaşmalıdır? Şiddet ve
"tahakküm"e dayanan bir yöntemi mi, yoksa ikna ve "lutf"a dayanan bir yöntemi mi
benimsemelidir?

Tecdid çevresinin toplumun çeşitli ke-simlerine yaklaşımlarını
Gazalî ve Bediüzzaman ayrıntılı olarak incelerler. Burada müceddidlerin
görüşlerini kısaca inceleyelim. Bu inceleme esnasında öyle ümit ediyorum ki,
aynı zamanda bir toplumsal barış projesi de gündeme gelmiş olacaktır.

Bediüzzaman’ın çöküntü dönemi toplumuna yaklaşımı

Bediüzzaman, topluma yaklaşırken toplumun mevcut yapısını "veri"
olarak alır ve yaklaşımını o yapıya göre belirler. İçinde yaşanılan dönem
çöküntü dönemi olduğundan, toplum fertlerinden yüksek performans beklentisi
içine girmez. Uzun yıllar süren bir savaştan henüz yeni çıkmış bir ordudan nasıl
yüksek dinamizm beklenebilir? Askerler yorgun ve bitkin. Kiminin kolu, kiminin
bacağı kırık, kimi gözünü kaybetmiş, kimi derin yara bere içinde kıvranıyor.
Kimi hafızasını ve şuurunu kaybetmek üzere… Böyle bir toplumdan yüksek askerî
performans bekleyerek onlara bağırıp çağırmanın ve işkence etmenin kışkırtılmış
bir sadistlikten başka birşey olmadığını herkes kabul eder. Bediüzzaman’a göre
böyle bir topluma yapılması gereken onları tekrar cepheye sürüp tamamen tahrip
olmalarını sağlamak değil, tersine dinlenmelerini sağlayarak yara berelerini
tedavi etmektir. Tedavi süreci içinde de yaralı ve hasta olduklarını fazla
hissettirmeden, engin bir şefkat ve merhametle tedavi edilmelidir.

Bediüzzaman mevcut toplumsal yapıyı ciddi bir hastalık içinde
görür ve bunların tedavisi için şiddet ve anarşi yerine şefkat ve merhamet
yolunu önerir. Ona göre toplumu çöküntüden kurtarabilmek için iki alternatif yol
ve metod vardır. Bunlardan biri "topuz"la kafalarına vura vura toplumun yüzde
yirmilik kısmını oluşturan sarhoşları ayıltmak; veye "bir nur göste-rerek"
yolunu şaşırmış yüzde sekseni "doğru yola" götürmektir.

"Ben bakıyorum ki,..” der, “yirmiye karşı seksen adam elinde
topuz tutuyor. Halbuki o biçare ve mütehayyir olan [yüzde] seksene karşı
hakkıyla nur göste-rilmiyor. Gösterilse de; bir elinde hem sopa, hem nur olduğu
için emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam ‘Acaba beni nurla celb edip topuzla
dövmek mi istiyor?’ diye telaş eder. Hem de bazan arızalarla topuz kırıldığı
vakit nur dahi uçar veya söner." (Nursî, 1994, s. 368). Bediüzzaman, iki eli
olduğunu, iki eliyle de nur tutmak zorunda olduğunu, hatta farz-ı muhal, yüz eli
olsa idi yüzüyle de "nur tutacağını", topuz tutmayacağını, çünkü bu zamanda
topuza değil nura ihtiyaç olduğunu ısrarla vurgular.

Bediüzzaman’a göre böyle kültürel bir ortamda kitlelerin "sahih"
İslâm’la buluşabilmelerini sağlayabilmek için maddî ve manevî hiçbir şeyi âlet
ve basamak yapmadan doğrudan doğruya Kur’ân hakikatlarını tebliğ etmek gerekir.
"Kur’ânımız yeryüzünde cemaatsız kalırsa cenneti de istemem" sözü bu anlamda
söylenmiş olmalıdır.

Gazalî de benzer yöntemler önerir. Ona göre iyiliği emretme
faaliyetinin, zaman ve ortamlara göre farklı tarzlarda yapılması gerekir. Bu
faaliyet tek boyutlu değil, aksine çok boyutlu ve içtihada dayanan bir
faaliyettir. Hangi yöntemlerin belirleneceği “tecdid çevresi”nin içtihad ve
irfanıyla tesbit edilecektir. Gazalî’ye göre tebliğ faaliyeti ilk olarak
bilgilendirme ve cehaleti ortadan kaldırma şeklinde olmalıdır. Bilgilendirme
faaliyeti de aynı zamanda “hikmet”e uygun şekilde ve toplumda tepki doğurmayacak
tarzda gerçekleştirilmelidir. Kendisi açıktan aynı ve benzeri günah ve
kötülükleri işleyen insanların bilgilendirme faaliyeti içinde bulunması doğru
değildir. Bu faaliyeti yürütenler İslâm’ı, kendi nefsinde yaşayan, samimi,
fedakâr, hasbi ve şefkatli insanlar olmalıdır. Bilgilendirme sürecinde gerek
yöntem, gerekse bilgilendirici kişiden dolayı olumsuz sonuçların doğması
muhtemelse, bilgilendirme faaliyetinde bulunmak doğru değildir. Bu süreç
esnasında karşı tarafı üzecek ve kıracak bir üslup içinde kesinlikle
bulunulmamalıdır. Her doğru, her zaman söylenmemelidir. Aynı inceliğe Bediüzza-
man da dikkat çeker. Tecdid çevresi tebliğ sürecini yerine getirirken son derece
seçici olmalıdır. Nerede neyin nasıl söyleneceğini iyi belirlemelidir:

"Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her
hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu
demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti halis olmayan bir adam, nasihati
bazan damara dokundurur, aksülâmel yapar."

Gazalî’ye göre tebliğ sürecinin ikinci yöntemi nasihat
yöntemidir. Burada da bilgilendirme sürecindeki aynı noktalara dikkat edilmesi
gerekir. Gazalî’ye göre diğer süreçler; kızma ve azarlama yöntemi, küçük çapta
güç kullanarak şiddete başvurma yöntemi ve büyük çapta silahlı eyleme başvurarak
kötülüğü önlemeye çalışma yöntemi olarak sıralanır. Ancak bunlardan kızma ve
azarlama yöntemi ile şiddet kullanma yöntemlerinin çok sayıda şartları vardır.
Özellikle “tecdid çevresi”nin mağlup ve azınlıkta olduğu bir ortamda Gazalî de
hem kızma ve azarlama yöntemini, hem de şiddete başvurma yöntemini doğru bulmaz.
Hatta bu yöntemin böyle bir ortamda “haram” bile olabileceğini vurgular.

Hem Bediüzzaman, hem de Gazalî’ye göre çöküntü dönemleri ve bu
dönemden sonra gelen bunalım dönemlerinde en geçerli ve doğru yöntem
bilgilendirme ve nasihat yöntemidir. Toplumun yüzde sek-senini oluşturan çaresiz
ve şaşkın olan ke-sime “nur göstererek” doğru yola ulaşmalarını sağlamaktır.

Beraber yaşamanın birinci ilkesi: ferdî günah ve kusurları
görmezlikten gelmek

Bilgilendirme ve “nur gösterme” sürecinde “tecdid çevresi”nin
topluma yaklaşım tarzı şefkat ve lutuf duyarlı olmalıdır. Fertlerin sadece “iyi
taraflarını” görüp, kötü ve günahlı taraflarını görmemeye çalışmalıdır. Nitekim,
Bediüzzaman bu konuyu incelerken son derece ilginç bir toplumsal barış ve
kardeşlik projesi geliştirir. Bu projede ilk olarak müslümanlar arasında
düşmanlık, kin ve haset gibi olgular yoktur ve olmamalıdır.

Bediüzzaman’ın “müslümanlık sınırı” çok geniştir. Mesela Gazalî,
İbn Sina’yı üç noktadan tekfir ederken, Bediüzzaman İbn Sina’yı “âdî bir mü’min”
kategorisine sokmaya çalışmıştır. Ayrıca, "tekfire çabuk cür’et edenler"i
uyarmakta ve "kâfire bir sıfat" taşıyan insanların, imanın tereşşuhatını haiz
başka sıfatları varsa, o kişiye "kâfir" denilemeyeceğini belirtmektedir. "İlla
ki o sıfat küfürden neş’et ettiği yakinen biline… Zira başka sebepten neş’et
edebilir."

Bu ölçü uygulanırsa, toplumun çoğunluğunun "inananlar"
kategorisinde görülmesi gerekir. Dolayısıyla, aşağıdaki ilkeler sadece belli bir
azınlığın değil, yaklaşık olarak tüm toplumun sorumlu olduğu ilke-lerdir.

Beraber yaşama problemine yaklaşırken Bediüzzaman ilk olarak
beşerin günaha eğilimli olarak yaratıldığı gerçeğinden hareket eder. Günahlı bir
dünyada yaşadığımızı düşünür. Mümkün olduğu kadar insanların günahının
görmezlikten gelinmesini ve affedilmesini önerir. Bir mü’minin işlediği bir
günah veya kötülükte çok sayıda faktörün etkisi olduğunu belirtir; dolayısıyla
günah işleyeni yargılarken sadece kişinin değil, aynı zamanda o faktörlerin de
dikkate alınmasını tavsiye eder:

"Halbuki, mü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün
ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu
çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir…"

Dikkat edileceği gibi, buradaki “kadercilik” kişinin kendi
işlediği günahları kadere havale edip sorumluluktan kurtulmaya çalışmasını
değil, tersine başka insanlardan kendisine yönelen kötülükleri kader tezgahından
çıkan mamuller olarak görüp, kadere teslim olması ve insanlara af ve muhabbetle
yaklaşmasını öngörür.

"Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet
değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek
gerekir."

Gerçekten insanoğlu için savaşların en büyüğü nefis ve şeytanla
savaşıdır. Zaman zaman onları yeniyorsa da, bazı zamanlarda da onlara
yenilmektedir. Bu zorlu savaşın ciddiyetini kabul edip insanlara yardımcı olmak,
onları maneviyatını tahkim etmeye çalışmak gerekir. Yenildiği zaman da ona
acımak, başka bir defasında yenilmeyeceğini beklemek gerekir.

"Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin
kusurunu gör, bir hisse de ona ver"

ve bütün bunları dikkate alarak insanlardan sana yönelen kötülük
ve haksızlıklara karşı affetme yüceliğini göster!.

Benzer ifadeleri Gazalî de kullanır:

"Arkadaşının kusur ve hataları için yetmiş çeşit mazeret bulman
mümkündür. Eğer buna rağmen kalbin onu kabul etmiyorsa, sen suçlu olarak nefsini
gör ve kalbine: ‘Amma da katı imişsin, arkadaşın senden yetmiş çeşit özür
dilediği halde sen hâlâ kabul etmiyorsun. Bu bakımdan kusurlu olan arkadaşın
değil sensin’ de." (Gazalî; c: II, s. 470).

Bediüzzaman düşmanlık besleyen bir müslümanın yaptığı işin ne
kadar vahim olduğunu şu soruyu sorarak vurgular: “Sen bir gemide veya bir hanede
bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni olsa. O gemiyi gark ve o
haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Onun
zalimliğini semâvata işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum,
dokuz câni [bile] olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.”
Batırılmaması gerekir. Bu geminin batırılmasını veya o evin ateşe verilmesini
hiç kimse savunamaz. Bunu ancak sadist ve zalim kimseler savunabilir.

Üstad devam ederek insanın vücudunun da bir ilahî gemi veya ev
olduğunu; bu gemi veya evin içinde iyi-kötü sıfatların buluna-bileceğini; iyi
sıfatların masum insanlara, kötü sıfatların da canilere benzediğini; iyi
sıfatlarını görmezlikten gelerek, sadece kötü sıfatlarına bakıp bir insana kin
ve düşmanlık yapmanın aynen gemiyi batırmak gibi bir zulüm olacağını vurgular.
Bediüzzaman’a göre, mü’min, mü’min kardeşini sadece sevmekle mükelleftir.
Fenalık ve kötülükleri karşısında sadece acır. Günahlarının, baskı ve tahakküm
yoluyla değil, lütuf ve güleryüzle ıslahına çalışır.

Bediüzzaman "Uhuvvet Risalesi" (Kardeşlik Risalesi) adı verdiği,
bu konuyla ilgili eserinde kalbinde kin ve düşmanlık taşıyan mü’minlere biraz da
sitem yüklü ifadelerle seslenir:

"Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü’min kardeşine kin ve adâvet
ne kadar zulümdür. Çünkü nasıl ki sen adi, küçük taşları Kâbe’den daha
ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan [Uhud Dağı] daha büyük desen, çirkin bir
akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan iman gibi çok evsâf-ı
İslâmiye [İslâmî vasıflar] muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü’mine karşı
adâvete sebebiyet veren ve adi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı iman ve
İslâmiyete tercih etmek, ne derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir
zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın."

Dikkat edileceği gibi Bediüzzaman son derece ilginç bir benzetme
ile mü’minin kalbindeki imanı Uhud dağına, basit ve önemsiz bazı kusur ve
günahlarını da adi taşlara benzetir. O’na göre Uhud dağı gibi hem ilahî açıdan
önemli, hem de büyüklük ve azamet bakımından muhteşem olan bir dağa küçük taş
parçalarını tercih etmenin hiçbir mantığı olmamalıdır. Mü’minde de iman ve
İslâmiyet gibi her insana nasip olmayan yüce vasıflar ve değerler varken,
bunların varlığına bakmayıp, küçük günah ve kusurlarına bakarak ona kızmak,
düşmanlık yapmak ve aleyhinde bulunmak kabul edilemez bir insafsızlık ve
zulümdür.

"Evet, tevhid-i imanî [iman birliği], elbette tevhid-i kulûbu
[kalb birliğini] ister. Ve vahdet-i itikad [inanç birliği] dahi, vahdet-i
içtimaiyeyi [sosyal birliği] iktiza eder. Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir
adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta
anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğundan, arkadaşâne bir
yakınlık telakki edersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuurla ve sana
gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i ilâhiyye adedince vahdet alâkaları ve ittifak
rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var."

"Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz
bir, Râzıkınız bir; bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir,
dininiz bir, kıbleniz bir; bir, bir, yüze kadar bir, bir. Sonra köyünüz bir,
devletiniz bir, memleketiniz bir; ona kadar bir, bir. Bu kadar bir birler vahdet
ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve
küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları halde, şikak ve
nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız
şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar
o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve
o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin
ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın."

Mü’minleri birbirine bağlayacak öyle manevî zincirler vardır ki
bu zincirlerle küreler birbirine rahat bağlanabilir, kırıl-mazlar. Bu zincirler
Bediüzzaman’a göre Allah birliği, peygamber birliği, din-kitab birliği, kıble ve
kutsal mekan birliği, ülke ve devlet birliği gibi birliklerdir. Bunlara değer
vermeyip örümcek ağı değerinde ve kıymetinde olmayan basit kusur ve günahları
dikkate almak yukarıda sayılan birlik unsurlarına açık bir hürmetsizlik ve
edepsizliktir. Bu hürmetsizlik ve edepsizliği hiçbir mü’min yapamaz ve
yapmamalıdır.

Öte yandan insanda iyi sıfatlar da kötü, sıfatlar da
bulunabilir. Bu, zaten beşeriyetin gereğidir. “Birinin günahından başkası
sorumlu tutulamaz” (En’am/164) âyetinin sırrına göre, bir mü’minde bulunan câni
bir sıfat yüzünden, sair mâsum sıfatlarını mahkûm etmek de açık bir haksızlık ve
zulümdür. Hele "bir mü’minin fena bir sıfatından darılıp, küsüp, o mü’minin
akrabasına adâvetini teşmil etmek gayet azîm bir zulüm"dür.

İkinci ilke: affedilmeyecek günah yoktur

Kur’an müslümanın İslâmî niteliklerini dikkate alarak onun hangi
tip ve boyutta olursa olsun günah ve kusurlarına katlanılması gerektiğini
vurgular. Kin, gayz, nefret, husumet, adavet, haset ve şiddete başvurmayı
kesinlikle yasaklar.

Gazalî de, Bediüzzaman gibi, hangi kusur olursa olsun müslümanın
affetmesi gerektiği tezini savunurken Asr-ı Saadet’ten çarpıcı bir örnek verir:
Hz. Peygamberin nezih eşi Hz. Âişe’ye iftira edilmişti. Bilindiği gibi Hz. Âişe
Hz. Ebu Bekir’in de kızı idi. Hz. Ebu Bekir’in sürekli yardım ettiği, bakıp
büyüttüğü Mıstah isimli bir müslüman da Hz. Âişe’ye yapılan iftira kampanyasına
katılmıştı. Kızına yapılan bu çirkin saldırı ve yürütülen kampanyaya katıldığı
için Hz. Ebu Bekir Mıstah’a bir daha yardım yapmayacağına dair yemin etmişti.
Bunun üzerine şu âyet-i kerime indi:

"…Yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere vermemek üzere
yemin etmesinler, [onların kusurlarını] bağışlasınlar, aldırmasınlar. Allah’ın
sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah gafûrdur [çok bağışlayıcıdır] rahîmdir
[çok merhametlidir]" (Nur/22).

Bir insanın en fazla hassas olduğu ve üzerinde titrediği konu
herhalde namusu olmalıdır. Bir iffet abidesi olmasına rağmen kızının iftiraya
uğraması, ayrıca iftiracıların olayı büyük bir kampanya şeklinde her tarafa
yaymaları, bu kampanyaya küçüklüğünden beri bakıp büyüttüğü bir insanın da
katılması Hz. Ebu Bekir’i derinden yaralayan bir olay olmuştu. Bunun üzerine
Cenab-ı Hak âyet indiriyor ve Hz. Ebu Bekir’in yeminini bozmasını, kampanyaya
katılan Mıstah’ı affetmesini, ona yardıma devam etmesini istiyordu.

Gazalî’nin ifade ettiği gibi Hz. Peygamberin nezih hanımına, Hz.
Ebubekir’in iffetli kızına iftira edebilecek kadar ileri giden insanlar
affedilebiliyorsa, affedilmeyecek günah yok demektir. (Gazalî, c. II, s. 428)

Bediüzzaman da sözkonusu âyeti tefsir edercesine, düşmanlık ve
kin duygularının kışkırtıldığı çağımız insanlarından "muhabbet fedaileri"
olmalarını istiyordu.

"Adâvet [düşmanlık] etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet
et, onun ref’ine [yok edilmesine] çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i
emmârene ve hevâ-i nefsine adâvet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için
mü’minlere adâvet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar
çoktur; onlara adâvet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır.
Öyle de, adâvet hasleti, herşeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır."

Sosyal hayatta sen ne kadar iyi ve saygılı davransan da,
karşıdaki saygılı davranmayabilir. Her fırsatta sana haksızlık ve zulüm yapma
eğiliminde olabilir. Bu durumda da yapılması gereken yine iyi ve saygılı
davranmaktır. Ancak iyi ve saygılı davranmakla karşıdaki insanın hasmâne
davranışları engellenebilir:

"Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle
mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder
[artar]. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer
iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder, sana dost olur. Mü’minin şe’ni, kerîm
olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zâhiren leîm [kötü] bile olsa,
iman cihetinde kerîmdir. Evet, fena bir adama ‘İyisin, iyisin’ desen iyileşmesi
ve iyi adama ‘Fenasın, fenasın’ desen fenalaşması çok vuku bulur."

Üçüncü ilke: meslek ve meşrepte inhisarcılık yapmama

Öte yandan Bediüzzaman fertler arası çıkabilecek ihtilaf ve
çatışma alanlarını birer birer kapatırken sınıflar arası veya meslek ve
meşrepler arası çıkabilecek çatışma alanlarını da kapatmaya çalışır. Sosyal
hayatın zorunlu sonuçlarından olan meslek ve meşreplerin farklılaşması ve
kademelenmesi gerçeğini teslim ettikten sonra bu farklılaşmanın düşmanlık ve
husumete neden olmaması gerektiğini vurgular. Ona göre her meslek ve meşrep
sahibi haklı olarak kendi mesleğinin en iyi ve en etkin meslek olduğunu iddia
edebilir, etmelidir de; buna hakkı vardır. Fakat sadece kendi mesleğinin iyi
olduğunu, diğer İslâmî mesleklerin kötü ve bâtıl olduğunu iddia etmeye hakkı
yoktur.

Said Nursî, "Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit,
‘Mesleğim haktır veya daha güzeldir’ demeye hakkın var. Fakat ‘Yalnız hak benim
mesleğimdir’ demeye hakkın yoktur" diyerek meslek ve meşrep konusunda
inhisarcılık ve taassubun yeri olmadığını vurgular. Bu yaklaşıma göre, toplumsal
hayattaki farklı meslek ve meşrep mensupları, kendi meşrep ve mesleklerine
muhabbet ve teslimiyetle birlikte diğer meşrep mensuplarına da saygı duymak
zorundadırlar. Bir taraftan kendi meşrebinin gelişmesi ve yaygınlaşmasına
çalışırken, diğer meşreplerin tahribine çalışmamalıdır. Herşeyde amaç Allah
rızası olduğundan tüm faaliyet ve düşüncelerin bu amaca göre endekslenmesi
gerekir. Yoksa daha fazla insan toplamak, daha fazla üyeye sahip bulunmak amaç
olmamalıdır.

Dördüncü ilke: herkesi komşu görmek ve komşuluk hakkına
riayet etmek

Öte yandan beraber yaşama sürecinde ilahî irade “komşuluk hakkı”
konusunda da son derece olumlu ilişki setlerini arzu etmektedir. Peygamberimiz
komşuları a) bir hakkı olan komşular b) iki hakkı olan komşular ve c) üç hakkı
olan komşular olarak üçe ayırır. Üç hakkı olan komşular hem aynı dinden hem de
akraba olan komşulardır. İki hakkı olan komşular sadece aynı dinden olup, akraba
olmayan komşulardır. Tek hakkı olan komşular ise sadece komşu olan, fakat aynı
dinden olmayan komşulardır. (Gazalî, c. II, s. 530)

Dikkat edileceği gibi, mü’minin komşuluk çerçevesine putperest
olanlar dahi girebilmekte, beraber yaşama ilkeleri onlar için de sözkonusu
olmaktadır. Bu ifadeler sadece birer spekülasyon ve fantaziden ibaret değil,
hayatın birer gerçeğidirler. Aşağıdaki olay Asr-ı Saadette bu konuya ne kadar
önem verildiğini yansıtır: Bir gün Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ın hizmetçisi bir
koyun keser. Abdullah, hizmetçisine koyunu yüzdükten sonra Yahudi komşusundan
başlamak üzere komşulara birer parça vermesini emreder ve bunu birkaç defa
tekrar eder. Tekrarı birkaç defa yapınca hizmetçi “Ne kadar tekrar ettiniz
efendim” diyerek anladığını ifade etmeye çalışır. Bunun üzerine Abdullah:
"Peygamberimiz komşularımız hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki, onları
bize varis kılacak zannettik" diye ısrarının nedenini anlatır. (Gazalî, c. II,
s. 533).

Gerçekten müslim-gayrimüslim kim olursa olsun komşuluk kurumuna
Cenab-ı Hak çok önem vermektedir. Hz. Peygamber bir hadisinde:

"Cibril bana komşu hakkında o kadar fazla tavsiyede bulundu ki,
Allah komşuyu komşuya varis kılacak zannettim" (Buhari) buyurur.

Başka bir hadisinde: "Kim Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa
komşusuna ikramda bulunsun"(Müslim) diyerek beraber yaşamanın bir angarya veya
zoraki katlanılması gerekli bir yük olarak değil, tersine sosyal hayatın bir
sonucu olarak algılanmasını tavsiye eder.

Gazalî de bu konuyu şöyle değerlendirir: "Komşu hakkı sadece
onlara eziyet etmemekten ibaret değildir. Aynı zamanda onların eziyetlerine de
katlanmaktır. Bu da yetmez, komşu komşusuna şefkatli ve saygılı davranmak
zorundadır. Kendisine eziyet eden komşusuna iyilikte bulunmalıdır.”

Sonuç olarak, çağımızda "tecdid" hareketinin "öncü azınlık"ını
oluşturan çevreler kelimenin tam anlamıyla bütün himmet, gayret ve enerjilerini
i’la-yı kelimetullah sürecinde iyiliği emretme faaliyetine sarf ederken son
derece "hikmetli" bir metod takip etmişlerdir. En bunalımlı dönemlerde bile
ma’şerî kalabalığın tepkisini çekecek üslup ve davranışlardan sürekli
kaçınmışlardır. "Kur’ân hazinesinde imal edilen ilaçlar"la hem "hususî
kalplerin" ve "has vicdanlar"ın, hem de "umumî kalplerin" ve "vicdanların"
tedavisine çalışmışlardır. İnsanların kötülük ve günahlarını fazla dikkate
almadan çeşitli kesimlerle diyalog zemini aramışlar ve toplumun önemli bir
bölümünü bir "uzlaşma düzlemi"ne taşımışlardır. Bundan sonraki dönemin daha da
sağlıklı ve uzlaşma açısından daha da verimli olacağı rahatlıkla söylenebilir.

Fazilet döneminde beraber yaşama problemi ve “tecdid
çevresi”nin tavrı

Tecdid çevresi, topluma hakim olduğu dönemlerde toplumun çeşitli
kesimlerine yine şefkat ve merhamete dayalı olarak yaklaşacaktır. Çünkü, bu
kesimin inanç sistemi ve topluma yaklaşım tarzını belirleyen kaynak vahiy
olduğundan, tecdid çevresinin yaklaşımları da vahyin öngördüğü ilkeler
çerçevesinde şekillenecektir. Bu ilkeleri Kur’ân ve hadisten çıkarmamız
mümkündür. Fertlerin günahlarını değil, sevaplarını ve iyiliklerini görme arzusu
bi-rinci ve vazgeçilmez bir ilkedir. O zaman şu genellemeyi rahatlıkla
yapabiliriz: İ’la-yı kelimetullah sürecinin tüm evrelerinde siyasî, ilmî ve
bürokratik elitin topluma bakış tarzı son derece esnek ve şefkatli olacaktır.
Tüm toplumsal mekanizmalar bireyin kişisel özgürlüğü, mesken dokunulmazlığı ve
aile mahremiyetini azamî ölçüde koruyacak şekilde organize edilecektir. Birey,
aleyhinde net, kesin ve objektif deliller bulunmadan temiz ve günahsız kabul
edilecektir. Her türlü malî, siyasî, sosyal ve dinî konularda bireyin özgür
beyanı esas alınacaktır. Hukukî mekanizmalar toplumda sürekli suçlu üretir
şekilde değil, mümkün olduğu kadar suçu ve suçluyu en aza indirir şekilde
geliştirilecektir.

Bu ilkeler toplumsal hayatın tüm cephelerinde yaygın olduğundan,
toplumsal hayat bir barış ve kardeşlik formunda şekillenecektir.

Gerçekten ilahî irade insanlardan kardeşine karşı güleryüzlü
olma, onları affetme, günahını görmezlikten gelme, onun hakkında kötü zanda
bulunmama gibi üstün ve yüce vasıfları istemektedir. Burada yüzlerce âyet ve
hadisten birkaç tanesini zikredelim:

"İyiliği gördüğü zaman kapatan, kötülüğü gördüğü zaman yayan
kötü komşunun şerrinden Allah’a sığının." (Buhari)

Dikkat edileceği gibi, Hz. Peygamber “iyilik”in, diğer insanlar
tarafından da yapılmasını teşvik etmek amacıyla etrafa duyurulmasının faydalı
olacağını ifade etmektedir. Bu bakımdan herhangi bir kimsede iyi bir davranış
görüldüğünde o iyiliği yapan insanı tebrik etmek ve bu davranışı uygun bir dille
başkalarına anlatmak gerekmektedir. İyiliği gördüğü halde görmezlikten gelip
“kapatan” insan, en basitinden, nankör insandır. Bu insan, Hz. Peygamber’e göre
aşağılık bir insandır. Kendisinden şeytandan Allah’a sığınıldığı gibi
sığınılması gereken bir kimsedir. Şerrinden sığınılması gereken ikinci kimse
“kötülüğü yayan” kimsedir. İyiliği kapatma olayı belki kötülüğü yayma kadar
vahim değildir. İnsanı şeytan düzeyine indiren bir çirkin vasıf, kardeşlerinin
herhangi bir günah ve kötülüğünü başka insanlara duyurmaya çalışma vasfıdır.

Bu ilkeye bağlı olarak, siyasal ve toplumsal mekanizmaları
belirleme düzeyine ulaştığında, tecdid çevresi, tüm mekanizmaları “iyiliği
yayma, kötülüğü kapatma” yönünde dizayn edecektir.

Başka bir ilke insanlar hakkında kötü zan beslememe ilkesidir.
Bu ilke de doğrudan vahiy kaynaklıdır. Bir hadiste Hz. Peygamber "Cenab-ı Hak
mü’mine müminin kanını, malını, ırzını ve onun hakkında kötü zanda bulunmayı
haram kıldı" (Hakim) buyurmaktadır. Aynı şe-kilde: "Kötü zandan kaçınınız. Çünkü
kötü zan, konuşmanın en yalanıdır” (Müslim) diyerek mü’minlerin mümkün olduğu
kadar kardeşi hakkında iyi düşünmesi gerektiğini vurgular.

İ’la-yı kelimetullah safhasının olmazsa olmaz kültürel ve
siyasal ilkelerinden biri de bireyleri her an günah işleyecekmiş gibi sıkı
kontrol altında tutmak, özgürlük alanlarını daraltarak günah ve kusurlarını
gözetlemek gibi davranışlardan uzak durmaktır.

"Tahassüs ve tecessüs etmeyin. Aranızdaki bağları koparmayın.
Birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun" (Müslim) diyerek
Hz. Peygamber herhangi bir müslümanı nerede, nasıl günah işleyecek diye sıkı
markaja almanın da, günah işlediği yeri ve zamanı araştırıp casusluk yapmanın da
açık bir haram olduğunu vurgular. Buna ne bir alimin, şeyhin, nasihatçının, ne
de bir devlet görevlisinin hakkı yoktur. Asr-ı Saadet’te devlet başkanı da olsa
kimse kimsenin günahını merak etmez, tecessüs ve tahassüste bulunmazdı.

Abdurrahman b. Avf’ın anlattığına göre, bir gece Abdurrahman b.
Avf’la Hz. Ömer Medine sokaklarında dolaşmaya çıkarlar. Bir ara gözlerine bir
ışık ilişir. Oraya doğru yürüdüklerinde o ışığın bir pencereden sızdığını
görürler. Biraz daha yaklaştıklarında evin içinden birtakım gürültüler
geldiğini, içindeki sakinlerin içki içip işret yaptıklarını anlarlar. Ne
yapmaları gerektiğini istişare eder ve şu sonuca varırlar: Biz Allah Teâlâ’nın
yasaklamış olduğu bir günahı işlemek üzereyiz. Çünkü Cenab-ı Hak "Sakın tecessüs
etmeyin," (Hucurat/12) buyurmaktadır" diyerek oradan süratle u-zaklaşırlar.
(Gazalî, c. II, s. 505).

Gerçekten sahabe çevresinin yaklaşımı "Kim kardeşinin ayıbını
örterse Allah da dünya ve âhirette onun ayıbını örter" (İbn Mâce) ve "Müslüman
kardeşinin ayıbını örten kimse diri diri gömülen bir kız çocuğunu diriltmiş
gibidir" (Ebu Davud) hadisleri çerçevesinde olmuştur.

Kur’an’dan sonra müslümanlar için en önemli referans kaynağı
olan Hz. Peygamberin yaşantısı, beraber yaşama konusundaki tavrı ve yaklaşımı da
çağımıza ışık tutacak nitelikteydi. Efendimizin yaklaşımı birinci planda “barış
ve kardeşlik”i öngörüyordu. Barış ve kardeşlik sadece müslümanlar arasında
değil, aynı zamanda Yahudi, Hıristiyan, hatta putperestler arasında da
öngörülüyordu. Efendimiz Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde, Medine’de tam bir
kaos yaşanıyordu. Medine’nin hakim iki kabilesi olan Evs ve Hazrec birbirinin
hasmı durumundaydı. Hicretten altı yedi yıl evvel aralarında şiddetli bir
çatışma olmuş; çatışmadan Hazrecliler galip çıkmıştı. Hazrecliler aynı zamanda
Medine’de yaşayan Yahudilerle de bir ittifak ve saldırmazlık anlaşması
imzalamışlardı. Evsliler de Mekkeli Kureyşlilerle bir ittifak anlaşması yapmak
üzere idiler. Hazrecliler kendilerine bir kral seçmeye ve onun altında siyasî
birliğe gir-meye karar vermişler, kralın giyeceği tacın siparişini bile
vermişlerdi. Hazreclilerin bu tavrı Evslileri ve Yahudileri tedirgin ediyor,
politik gerilim giderek tırmanıyordu. Yahudiler de Kaynuka, Benu’n-Nadr ve Benu
Kureyza olmak üzere üç ana kabileye ayrılmıştı. Bunlardan Kaynuka, Hazreclilerle
ittifak anlaşması içerisinde idi. Bu üç kabile arasında da sürekli anlaşmaz-lık
ve çatışmalar olmaktaydı. Medine’de Hıristiyan tebaanın sayıları yok denecek
kadar azdı.

Siyasal ve sosyal hayat Medine’de son derece heterojendi.
Kabileler birliğini andıran, şehir-devleti statüsünde bile olmayan bir siyasal
yapı sözkonusuydu. Gerek Araplar, gerekse Yahudiler kendi aralarında bağımsız
bir hukuki birlik teşkil ediyor ve bizzat kendi başkanlarının otoritesine
bağlanıyorlardı. Adlî, malî, kültürel ve eğitimle ilgili, askerî ve ekonomik
alanlarda toplumun tümünü kuşatan müesseseler yoktu.

Hz. Peygamber ilk olarak Medine’de yaşayan insanlar arasında
toplumsal birliği sağlamak amacıyla çeşitli kesimlerle diyalog kurmaya başladı.
Müslümanlar zaten Efendimizin yanında idiler. Onları kendi aralarında
bütünleştirdi. Aynı şekilde müslüman olmayan kesimlerle de diyalogun
gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Bu amaçla sahabe ve gayrimüslimlerden oluşan bir
toplulukla Enes’in evinde geniş iştişareler yapmaya başladı, ve tüm taraflar
yeni bir şehir-devleti kurmak üzere anlaştılar. Yazılı bir anayasa hazırlayarak
imzaya açtılar. Gerçekten bu anayasa sadece müslümanların değil, tüm dünyanın
ilk devlet anayasası özelliğini taşıyordu. Bizi burada ilgilendiren nokta,
ağırlığı ve ekseriyeti müslümanların oluşturduğu bir siyasal yapıda Yahudi ve
putperestlerin barınabilmesi gerçeğidir. Nitekim anayasanın 25. maddesi
Yahudilerin dinlerini açık bir şekilde yaşamalarını garanti altına almaktaydı.
42. maddeye göre problemlerini kendi aralarında kendi özel yasalarıyla çözmeye
çalışacaklar, bir sonuca ulaşamazlarsa Hz. Peygambere müracaat edeceklerdi. 16.
maddede Yahudilerin kesinlikle zulme uğramayacakları ve her türlü güvenlik
hakkından müslümanlar gibi yararlanabilecekleri öngörülüyordu. (Hamidullah,
İslâm Peygamberi, 1980, s. 225)

Rasulullah Medine’de siyasal birliği sağladıktan sonra civar
kabilelerle de çeşitli saldırmazlık ve dostluk anlaşmaları imza-ladı. Bu
stratejiyle henüz müslüman olmayan kabileler Medine’nin müttefiki durumuna
sokuluyordu. Efendimizin bütün çabası Mekke’deki putperestler dahil tüm
insanların kansız bir şekilde İslâm’la tanışmaları idi. Hz. Peygamber bu uğurda
gerektiğinde taviz sayılabilecek jestlerde de bulunabiliyordu. Nitekim, daha
sonraki dönemde gerçekleştirilecek olan Hudeybiye Anlaşması belli tavizleri de
kapsıyordu. Şefkat ve tahammüle dayalı yaklaşımlarla Hz. Peygamber Mekke’yi
kansız bir şekilde fethediyor, fakat Mekke ve Kâbe’de hemen şeriat kanunlarını
uygulamaya koymuyordu. Müslümanların eline geçtikten sonra bile o yıl civar
kabilelerden gelen putpe-restler Kâbe’yi tavaf ediyor, ibadetlerini kendi
dinlerine göre yapabiliyorlardı. (Hamidullah, 1980, s. 295) Hz. Peygamberin
amacı civar Arap topluluklarıyla yakından diyalog kurabilmekti. Şimdiye kadar
buna imkân bulamamıştı. Mekkeli müşrikler aleyhte propagandalarla Arapları
yanlış bilgilendirmiş ve müslüman olmalarını önlemişlerdi. Mekke’nin fethiyle
yeni bir şans doğmuştu: Bedevî Araplarla vasıtasız buluşabilmek.. Onlara dayatma
ve baskısız ilahî hakikatleri anlatabilmek.. Gerçekten Efendimiz bu fırsatı en
iyi bir şekilde değerlendirmiş, putperest Arapların bir taraftan kendi dinlerine
göre haclarını yapmalarına, bir taraftan da İslâm’ı vasıtasız öğrenmelerine
imkân tanımıştı. Kur’ân’ı dinleyen, Hz. Peygamberi yakından izleyen, sahabeyle
yakın diyalog kuran Araplar, gerçekleri bizzat gözleriyle görmüş ve kitle
halinde müslüman olmuşlardır. Bu insanlar yeni hayatlarını İslâm’ın yayılması
sürecine adamışlardır.

İşin ilginç tarafı hakimiyet ve gücünün en yüksek düzeye çıktığı
zamanlarda bile Hz. Peygamber’in “hoşgörü” ve “tahammül” göstermekten
uzaklaşmamasıdır. Mekke’nin fethinden sonra Taif üzerine yürünmüş, fakat sağlam
bir kale içine sığındıklarından Taifliler teslim olmamışlardır. Aslında
Taifliler bağ ve bahçelerine çok önem veren bir topluluktu. İsteseydi Hz.
Peygamber Taif civarındaki su yollarını tahrip eder, bağ ve bahçeleri yakar,
ziraat alanlarını kullanılamaz hale getirebilirdi. Uzun muhasaraya rağmen
bunların hiçbirini yapmadı ve en sonunda Taif kuşatmasını kaldırarak Medine’ye
döndü. Taiflilerin kendilerinin gelmesini bekliyordu. Nitekim kısa bir müddet
sonra Taifliler bir heyetle Medine’ye çıkageldi-ler. İslâm’ı kabul ediyorlar,
fakat bazı ayrıcalıklar istiyorlardı. Kendilerinin madde madde hazırlayıp Hz.
Peygambere sundukları anlaşma metninde namaz kılmaktan, zekat vermekten, mecburî
askerlik mükellefiyetinden muaf tutulmayı, Taif şehrinin milli park statüsüne
tâbi tutulmasını, ünlü putun bulunduğu puthanenin yıkılmamasını, zinanın ve
faizin yasaklanmamasını istiyorlardı. Anlaşılan Hz. Peygamberi sadece bir siyasi
lider olarak kabul edip, diğer alanlarda otonom olmayı arzu ediyorlardı. Bu
kabul edilemez şartlara bakıp Hz. Peygamber onları huzurundan kovmadı, onlara
nasihat ederek namazın, zekatın ve cihadın fazilet ve öneminden sözetti. Zinanın
ve faizin kötülüğünden bahsetti. Kendi aralarında istişarede bulunmak üzere Hz.
Peygamberin huzurundan ayrıldılar ve en sonunda isteklerinin bazısı kabul
edilmiş, bazısı da reddedilmişti: Namaz kılmama, zina yapma, alkollü içki
kullanma gibi imanî ölçülerden uzak istekleri kabul edilmemiş; bunun dışında
diğer istekleri kabul edilmişti. Anlaşmaya göre Taifliler tek Allah’a inanacak
ve Hz. Peygamberi O’nun Elçisi olarak kabul edeceklerdi. Taif vadisi milli park
ilan edilecek, bundan böyle ağaçlarının kesilmesi ve av hayvanlarının avlanması
yasaklanacaktı. Taifliler zekat vergisinden (üzüm öşründen) ve askerlikten muaf
olacaklardı. (Hamidullah, 1980, s. 535) Ancak bu tavizleri koparan Taifliler
kısa zamanda İslâm’ı tam olarak öğrendiler, tavizleri kendileri ortadan
kaldırdılar.

Sonuç olarak Hz. Peygamber, “hoşgörü ve sabır”a dayanan bir
yaklaşımla âdet ve geleneklerine aşırı ölçüde bağlı bir toplumu kısa bir zamanda
dize getirerek, yalnızca ikiyüzelli kişilik bir zayiatla koskoca bir yarımadayı
İslâmlaştırmayı başarmıştır.

Hz. Peygamberin eğitiminden geçen sahabe çevresinin topluma
yaklaşım tarzları da tam anlamıyla şefkat ve merhamet duyarlı olmuştur. Şefkate
dayalı tavır ve yaklaşımı sadece yakın çevrelerine değil, aynı zamanda uzak
insan yığınlarına, hatta hayvan varlığına da yaymışlardır. Burada Hz. Ali’nin
hem devlet başkanı olarak, hem de bir insan olarak insan ve hayvanlara
yaklaşımını çarpıcı bir şekilde yansıtan bir fermanını özetlemek yararlı
olacaktır. Ferman uzak bölgelerde vergi tahsil eden vergi memuru için
çıkartılmıştır. Onların vatandaşa ve vergiye konu olan hayvanlara nasıl
davranmaları gerektiğini anlatır.

“Bir olan, hiçbir ortağı olmayan Allah’tan korkarak git, hiçbir
müslümanı ürkütüp istemediği halde yanına gitme, malından Allah’ın hakkı olandan
fazlasını alma. Bir kabileye gittığin zaman hemen evlerine girme, sularının
başlarına git, vakar ve sükunetle yanlarına var; selam vermekte ve hal-hatır
sormakta kusur etme. Sonra: ‘Ey Allah’ın kulları! Allah’ın velisi ve ha-lifesi,
mallarınızdaki Allah’ın hakkını almak için beni gönderdi. Mallarınızda Allah’ın
velisine vereceğiniz Allah hakkı var mı?’ de. Birisi yok derse, ısrar etme;
hakkını verecek kimseyi bulduğun zaman da onu korkutup ürkütmeden, kaba
davranmadan usulsüz ve zalimce muamele etmeden onunla beraber git, altından ve
gümüşten ne verirse al. Öküzü, davarı, devesi varsa, hayvanların bulunduğu yere
sahibinin izni olmadan girme. Hayvanları ürkütme, sahiplerini de korkutma. Malı
say ve ikiye ayır, sahibi hangi kısmı almak isterse onu almasına müsaade et.
Geri kalanı da ikiye ayır ve yine, onu iki bölükten birini almakta serbest
bırak. Seçtiği, almak istediği hayvanlara dokunma. Böylece geriye Allah’ın hakkı
kalıncaya kadar ayırmaya devam et. Sonra, Allah’ın hakkını tut ve al.
Taksiminden şüpheye düşüp onu bozmak isterse, isteğine uy. Sonra, onları
birbirine karıştır. Yine, iIk yaptığın gibi, geriye Allah’ın hakkı olan
kalıncaya kadar bu işleme devam et. Hastalıklı, yaşlı, arık, bir azası kırık,
bir gözü kör olan hayvanı alma. Müslümanların mallarını alıp Allah’ın velisine
ulaştıracak kişi olarak ancak dininden emin olduğun, teslime kadar yumuşak ve
iyi davranacak birini seç ki, aldıklarını müslümanlar arasında taksim etsin.
Taksim için, ancak nasihat eden, müşfik olan, koruyan ve emin olan, sert
davranıp zarar vermeyen, malı sürükleyip götürmeyen, üzmeyen kişiyi vekil yap.
Sonra, yanında toplanan malı da hemen bize yolla, biz de Allah’ın emrettiği gibi
hareket edelim. Malı toplayan memuruna deveyi yavrusundan ayırmamasını, sütüne
tamah ederek almamasını (çünkü bu, yavruya zarar verir), binerek yormamasını,
sütlerini sağarken adil davranmasını, yorulanları dinlendirmesini, yürümekte
güçlük çeken hayvanları yavaş sürmesini tenbih et. Suya rastlayınca sulasın,
otlağı bol olmayan yerden götürmesin; zaman zaman hayvanları dinlendirsin, sulak
otlak yerlerde sulayıp otlatarak getirsin. Böylece bize; semiz, yorulmamış,
sağlam, dinç hayvanlar gelsin ki, Allah’ın Kitabına, Resulünün Sünnetine göre
taksim edelim. Bu Allah’ın izniyle daha büyük, olgunluğa, iyi davranmaya daha
yakın bir iştir.” (Hz. Ali, 1990, s. 334-335)

Metinden de anlaşılacağı gibi Hz. Ali derin bir şefkat ve saygı
insanıdır. Devlet memurları tarafından insanların rahatsız edilmemesi, özel
yaşantılarına müdahale edilmemesi, mahremiyetlerine girilmemesi, doğallıklarına
dokunulmaması, misafirlik gibi yeni külfetlerle karşı karşıya bırakılmaması,
sert ve fevrî davranışlarla korkutulup ürkütülmemesi.. üzerinde âdeta titrenilen
hususlardır. Bu tavsiyeler insana ve insan şeref ve haysiyetine tek kelimeyle
saygı ifadesidir. İnsanlara insan olarak değer verme, onları şerefli birer
varlık olarak algılamadır. Hz. Ali’nin şefkat ve merhamete dayalı politikası
sadece saygıyla da bitmemektedir. Büyük halife, insanların beyanının esas
alınarak kendilerine güvenilmesi, vergi toplama konusunda zor ve dayatmalara
başvurulmaması gerektiğini de vurgular. Aynı duyarlılığın hayvan varlığına da
gösterilmesini ister. Zekat hayvanlarını merkeze getirecek çobanların yavrulu
olanlarının sütünü sağarak yavrularını aç bırakmamasını, otsuz ve susuz
yerlerden götürerek aç ve susuz bırakmamasını, yolculuk esnasında hayvanlara
eziyet ve işkence etmemesini ister. Bu belge aynı zamanda hayvan hakkının resmî
olarak dikkate alındığının da belgesidir.

Sahabe çevresi sadece müslüman tebaaya şefkat ve merhametle
yaklaşmamış, aynı zamanda henüz müslüman olmamış kimselere de aynı merhamet ve
şefkati göstermişlerdir. İnsanlar arasında dehşet salarak ve onların kanını
dökerek onları zorla müslüman yapma yolunu seçmedikleri gibi, böyle birşeyi
akıllarından bile geçirmemişlerdir. Aynı şekilde fethettikleri yerleri talan
edip insanlarını mülksüz-leştirme yolunu benimsememişlerdir. Burada, yüzlerce
olaydan sadece bir tanesini zikredelim: Daha önce Hums’u fethedip sakinlerinden
cizye vergisi toplayan müslümanlar Herakliyus’un asker toplayıp kendilerine
karşı yürüdüğünü haber alınca, şehri ve müslüman olmayan sakinlerini Bizans
ordusundan koruyamayacakları sonucuna vardılar. Hums sakinlerinden aldıkları
cizyeyi geri ödediler. Bu inanılmaz tavır karşısında Hums halkı, müslüman
kumandanlara: “Bizans yönetimine teslim olup yeniden zulüm ve baskı altına
girmeye hiç niyetimiz yok, sizin yönetim ve adaletinizi tercih ederiz. Sizin
yardımınızla muhakkak ki, Herakliyus’un ordusunu püskürtebiliriz” diyerek şehri
boşaltmamalarını, müslüman askerlerle beraber şehri savunabileceklerini
bildirdiler. Gerçekten Hums halkı, şehrin kapılarını kapayarak bütün güçleriyle
kenti savundular. Müslümanların zafere ulaşmasından sonra, şehirlerinin
kapılarını açarak onları şarkılarla, çalgılarla karşılayıp cizyelerini tekrar
ödediler. (İzzetî, İslâm’ın Yayılış Tarihine Giriş, 1984).

Allah için buğzetmenin şartları

Doğal olarak toplumsal hayatta "tahammül" sınırını aşan fiil ve
davranışlar da olacaktır. Kur’an ve hadislere göre Allah’ın Kur’an’da
yasakladığı kötülükleri yapan insanlara Allah adına buğzedilmesi gerekir. Bu ise
sözle veya davranışla olur. Sözle buğz, konuşmamak veya konuştuğunda güleryüzle
değil, sert bir eda ile konuşmak şeklinde olabilir. Davranışla buğzetmek ise
kötülüğü yapan kimsenin fertle ilgili menfaatlarına mümkün olduğunca karşı çıkma
şeklinde olabilir. Gerek söz, gerekse tavırla buğz yapılan kötülüğün derecesine
göre değişir. Kişinin küçük günahları veya yaptığından pişman olduğu, üzerinde
ısrar etmediği büyük günahlarda yukarıda anlatıldığı gibi, kişiyi affetmek ve
günahını görmezlikten gelmek en sağlıklı yoldur. Fakat bu birey aynı zamanda
"tecdid çevresi"ne mensup bireylerin dostu ise yine sabır ve tahammül yolunu
seçerek onun kötülüğü bırakması için zaman tanınır. Çünkü, bir defa günah
işleyen başka bir defa da sevap işleyecektir. Dost değil ve nasihat etme imkânı
da yoksa ondan uzaklaşılır. İşlediği kötülük toplumsal bir kötülükse ve ortadan
kaldırılması imkânı da varsa ortadan kaldırılmaya çalışılır. Meselâ kiraladığı
bir evi gayrimeşru bir faaliyette kullanıyorsa ve sözleşmeye göre evi ondan
almak mümkünse ev sahibi takdir yetkisini evin tahliyesi yönünde kullanabilir.
Böylece o evde o fiilin icrası engellenmiş olunur. Ancak, kötülük ve günah
işleyen kişi "tecdid çevresi"nin yardımına bağımlıysa, onlar yardım etmediği
zaman ciddi sıkıntıya girme tehlikesi varsa yardımın devam etti-rilmesi, bu
arada o kötülüğü bırakması için uygun bir dille nasihat edilmesi Gazalî’ye göre
daha uygundur.

Ancak, zulüm veya kötülük bireye değil de topluma yönelikse
bunun affedilmesi ve görmezlikten gelinmesi doğru değildir. Birey kendine
yapılan kötülük veya zulmü affedebilir, ancak topluma yönelik bir zulüm
sözkonusu ise fertlerin böyle bir zalim karşısında tavırları farklı olmalıdır.
Gazalî’nin ifadesiyle kişiye yönelik zulüm açısından "zulmeden bir kimseyi
affetmek, kötülük yapana iyilik yapmak, sıddıkların ahlâkıdır". Ancak zulüm
topluma yönelik ise buna tahammül etmek veya buna karşı iyilik yapmaya
kalkışmak, zalime iyilik yapmak, ama aynı zamanda mazluma kötülük yapmak
demektir.

Gazalî’ye göre nasihat ve bilgilendirme faaliyetinde resmî
devlet yöneticilerinden izin almak şart değildir. Hatta bu faaliyet silahlı
çatışmaya kadar varsa da bu konuda da izne ihtiyaç yoktur. Ancak bu tip karşı
çıkmanın da çeşitli versiyonları vardır. Gazalî’ye göre güç kullanarak kötülüğü
önleme faaliyetinde kötülüğü ortadan kaldırma konusunda diğer tüm imkânların
ortadan kalkmış olması gerekir. Kanun hakimiyetinin olmaması, devlet gücünün
bulunmaması, veya devletin sözkonusu kötülüğü benimsiyor olması, güç
kullandıktan sonra müsbet sonucun gerçekleşmesine kesin gözle bakılması, ortaya
çıkacak olumsuzluğun kaldırılan kötülükten daha az zararlı olması gibi şartların
bulunması gerekir. Aksi durumda güç kullanmak zararlı, hatta haramdır. Özellikle
güç kullandıktan sonra daha derin ve yaygın kötülükler doğacak, bu kötülüklerden
güç kullananların aile ve akrabaları da olumsuz etkilenecekse güç kullanmak
haramdır. Aynı şekilde karşı taraf daha güçlü ise bu durumda da güç kullanmaya
kalkmak yine haramdır. (Gazalî, 1993, c. II, s. 741 vd)

Haksızlık ve kötülüklere karşı direnme konusunda Gazalî’yle
Bediüzzaman aynı düzlem üzerinde buluşur. Çöküntü ortamında Bediüzzaman’a göre
"aktif direnme" hakkını kullanmak bir yana, zalimlere beddua bile etmemek
gerekir. Çünkü öyle bir toplumsal ortamda yaşıyoruz ki zalime gelecek bir
beladan mazlum ve masumlar da etkilenmektedir.

"….Benim ve Risale-i Nur’un mesleğinin esası ve otuz seneden
beri bir düsturu olan şefkat itibariyle bir masuma zarar gelmemek için bana
zulmeden canilere, değil ilişmek, belki beddua ile de mukabele edemiyorum. Hatta
en şiddetli bir garaz ile bana zulmeden bazı fâsık, belki dinsiz zalimlere
hiddet ettiğim halde değil maddî [mukabele] belki beddua ile mukabeleden beni o
şefkat menediyor. Çünkü o zalim gaddarın peder ve validesi gibi ihtiyar
biçarelere veya evladı gibi masumlara maddî zarar gelmemek için o dört beş
masumların hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum, bazan da hakkımı helal
ediyorum. (Nursî, 1994, s. 1034)

Bediüzzaman’ın tüm çabası sanki "fetret devri" niteliğine sahip
olan bu çağın insanlarına Kur’ân hakikatlarını doğrudan ve perdesiz
sunabilmektir. Bu takdimi engelleyecek her türlü davranış ve plandan şiddetle
kaçınmaktır.

"İsyan" anlamındaki "siyaset"e yaklaşırken Bediüzzaman, Gazalî
gibi, aynı hesapları yapar. Bu hesapta elindeki beşerî materyallerin niteliğini
rasyonel olarak değerlendirir.

Gerçekten hayatından ve düşünce sisteminden anlaşıldığına göre
Bediüzzaman’ın plan, karar ve eylemleri geniş ölçüde engin "şefkat" duygusunun
etkisi altında şekillenmektedir. Genel hareket stratejisini belirlerken şefkatin
ne ölçüde etkili olduğunu aşağıdaki satırlardan görmek mümkündür:

"…binler haysiyet ve şerefimi bu vatandaki biçarelerin
istirahati ve onlardan belaların def’ine [kalkmasına] feda etmek için [Cenab-ı
Hak] bana bir halet-i ruhiyyeyi ihsan eylemiş ki; ben de onların [zalim
yöneticilerin] yaptığı ve niyetinde bulundukları tahkirat [aşağılama] ve
ihanetlere karşı tahammüle karar vermişim. Bu milletin asayişine, hususan masum
çocukların ve muhterem ihtiyarların ve biçare hastaların ve fakirlerin dünyevî
istirahatlarına ve uhrevî saadetlerine binler hayatımı ve binler şerefimi feda
etmeye hazırım."(Nursi, 1994, s. 1683).

Benzer soylu duyguları Bediüzzaman masum gayrimüslimler için de
taşır. İkinci Dünya Savaşı esnasında savaş alanlarındaki çocuk ve masumları
düşünür:

"…şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla
beraber manevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen
felaketler, helaketler, sefaletler, açlıklar, şiddetle rikkatime dokundu. Birden
ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde kafir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve
mükâfat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i
semaviye masumlar hakkında bir nevi şehadet [şehidlik] hükmüne geçiyor."

"Üç-dört aydır ki, dünyanın vaziyeti ve harbinden hiçbir haberim
yokken Avrupa’da [ve] Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim
[hatırladım]. O manevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elim şefkate bir merhem
oldu…" (Nursî, 1994, s. 1615).

Tahammül ve sabrın sınırı: açıktan imansızlık

Bediüzzaman itaat ve sabrın da bir sınırı olduğunu, bu sınıra
ulaşıldıktan sonra "sabır taşının çatlayacağını" ifade ederek bu sınırı ortaya
koyar: yönetimin açıktan imansızlık ve dinsizlik hesabına çalışmaya başlaması.
Artık bu ortama gelindikten sonra kalbinde iman kırıntısı bulunan her müslüman
kendilerinin imanını boğmaya azmetmiş kâfir ve zalim yönetime karşı savaşmak
zorundadır.

"…Yirmibeş senedir hayat-ı siyasiyye ve içtimaiyyeden
çekilmişim. Hükûmet-i cumhuriyye ne hal kesbettiğini bilmiyorum. El’iyazü
billah, eğer dinsizlik hesabına, iman ve âhiretine çalışanları mesul edecek
kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bilâ
perva ilan ve ihtar ederim ki, bin canım olsa, iman ve âhiretime feda etmeye
hazırım." (Nursi, 1994, s. 1030)

Sonuç olarak, yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı gibi, öncü
azınlık i’la-yı kelimetullah istikametine hareket ederken kesinlikle şiddete
müracaat etmeyecektir. Geniş çevrelerle uzlaşma zeminleri araya araya
medeniyetinin yolunu döşeyecektir. Zaten geliştirilen kurumlar tüm çevrelerin
takdir ve hayranlığını kazanacağından ruhunun derinliklerinde bozgunculuk
taşıyan sınırlı sayıda "müfsit"ten başka kimse karşı çıkamaz olacaktır.
Dolayısıyla i’la-yı kelimetullah safhasına ulaşma büyük ölçüde "kansız" ve
"kavgasız" olacaktır, denebilir.