Ferd, mütekellim vahde olsa; müsamahası, fedakârlığı amel-i
salihdir. Mütekellim maa’l-gayr olsa hiyanet olur.

Sünuhat, s. 20

Şark husumeti, İslam inkişafını boğuyordu, zail oldu ve olmalı.
Garb husumeti, İslamın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir,
baki kalmalı.

Sünuhat, s. 62

İ’lem, eyyühe’l-azîz!

Kâfırlerin, Müslümanlara ve ehl-i Kur’ân’a düşman olmaları
küfrün iktizâsındandır. Çünkü, küfür îmâna zıttır. Maahaza, Kur’ân kâfırleri ve
âbâ ve ecdatlarını îdâm-ı ebedî ile mahkûm etmiştir.

Binâenaleyh, Müslümanlarla ülfet ve muhabbetleri mümkün olmayan
kâfirlere muhabbet boşa gidiyor. Onların muhabbetiyle karşılaşılamaz, onlardan
medet beklenilemez; ancak
diye
Cenâb-ı Hakka ilticâ etmek lâzımdır.

Mesnevi-i Nuriye, s. 76,77

Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve sanat ve
terakkiyat-ı ecnebiyeye cebr ile sevk eden bedbaht hamiyetfüruş! Dikkat et, bu
milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın! Eğer böyle
ahmakane, körü körüne topuzların altında bazılarının dinden rabıtaları kopsa, o
vakit hayat-ı içtimaiyede bir semm-i katil hükmünde o dinsizler zarar
verecekler. Çünkü mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan, hayat-ı içtimaiyeye
zehir olur. Ondandır ki, ilm-i usulde, "Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Kâfir,
eğer zimmî olsa veya musalaha etse hakk-ı hayatı var" diye usu1-ü şeriatın bir
düsturudur. Hem mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti
makbuldür; fakat fasık merdudü’ş-şehadettir. Çünkü haindir.

Lem’alar, s. 125

Amma ehl-i hidayet ve diyanet ve ehl-i ilim ve tarikat, hak ve
hakikate istinad ettikleri için ve herbiri bizzat tarik-ı hakta yalnız Rabbini
düşünüp, tevfikına itimat ederek gittiklerinden, manen o meslekten gelen
izzetleri var. Zaaf hissettiği vakit, insanların yerine Rabbine müracaat eder,
medet ondan ister. Meşreplerin ihtilafiyle zahir meşrebine muhalif olana karşı
muavenet ihtiyacını tam hissetmiyor, ittifaka ihtiyacını göremiyor. Belki
hodgamlık ve enaniyet varsa, kendini haklı ve muhalifini haksız tevehhüm ederek,
ittifak ve muhabbet yerine, ihtilaf ve rekabet ortaya girer. İhlası kaçırır,
vazifesi zir ü zeber olur.

İşte, bu müthiş sebebin verdiği vahim neticeleri görmemenin
yegane çaresi, Dokuz Emirdir.

1. Müsbet hareket etmektir ki, yani, kendi mesleğinin
muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi,
onun fıkrine ve ilmine müdahale etmesin, onlarla meşgul olmasın.

2. Belki, daire-i İslamiyet içinde, hangi meşrepte olursa olsun,
medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğunu
düşünüp ittifak ederek…

3. Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek
cihetinde hakkı ise: "Mesleğim haktır," yahut "daha güzeldir" diyebilir. Yoksa,
başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden "hak yalnız benim
mesleğimdir" veyahut "güzel benim meşrebimdir" diyemez olan insaf düsturunu
rehber etmek,

4. Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-ı İlâhînin bir sebebi ve
diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle…

5. Hem ehl-i dalalet ve haksızlık tesanüd sebebiyle cemaat
suretindeki kuvvetli bir şahs-ı manevînin dehasıyla hücumu zamanında, o şahs-ı
manevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlup düştüğünü anlayıp,
ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı manevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı
manevî-i dalalete karşı, hakkaniyeti muhafaza ettirmek,

6. Ve hakkı bâtılın savletinden kurtarmak için,

7. Nefsini ve enaniyetini,

8. Ve yanlış düşündüğü izzetini,

9. Ve ehemmiyetsiz, rekabetkarane hissiyatını terk etmekle
ihlası kazanır, va-zifesini hakkıyla ifa eder. Haşiye

Lem’alar, s. 154-155

Ey ehl-i hak! Ey hakperest ehl-i şeriat ve ehl-i hakikat ve
ehl-i tarikat! Bu müthiş maraz-ı ihtilafa karşı birbirinizin kusurunu
görmeyerek, yekdiğerinizin ayıbına karşı gözünüzü yumunuz!

edeb-i Furkani ile edebleniniz! Ve harici düşmanın hücumunda dahili
münakaşatı terk etmek ve ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten kurtarmayı en birinci
ve en mühim bir vazife-i uhreviye telakki edip, yüzer âyât ve ehâdis-i
Nebeviyenin şiddetle emrettikleri uhuvvet, muhabbet ve teavünü yapıp, bütün
hissi-yatınızla ehl-i dünyadan daha şiddetli bir surette meslektaşlarınızla ve
dindaşlarınızla ittifak ediniz, yani, ihtilafa düşmeyiniz. "Böyle küçük
meseleler için kıymettar vaktimi sarf etmektense, o çok kıymetli vaktimi zikir
ve fıkir gibi kıymettar şeylere sarf edeceğim" deyip çekilerek ittifakı
zayıflaştırmayınız. Çünkü bu manevî cihadda küçük mesele zannetiğiniz, çok büyük
olabilir. Bir neferin, bir saatte, mühim ve hususi şerait dahilindeki nöbeti bir
sene ibadet hükmüne bazan geçmesi gibi; bu ehl-i hakkın mağlubiyeti zamanında,
manevî mücahede mesailinde, küçük bir meseleye sarf olunan senin kıymettar bir
günün, o neferin o saati gibi bin derece kıymet alabilir, bir günün bin gün
olabilir. Madem livechillahtır, o işin küçüğüne, büyüğüne, kıymetli ve
kıymetsizliğine bakılmaz. İhlas ve rıza-yı İlahi yolunda zerre, yıldız gibi
olur. Vesilenin mahiyetine bakılmaz, neticesine bakılır. Madem neticesi rıza-yı
İlâhîdir ve mayesi ihlastır; o küçük değildir, büyüktür.

Lem’alar, s. 159

Mü’minlerde nifak ve şikak, kin ve adavete sebebiyet veren
tarafgirlik ve inat ve hased, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübra olan
İslamiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı maneviyece
çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir.

Şu hakikatin gayet çok vücuhundan altı vechini beyan ederiz.

Birinci vecih

Hakikat nazarında zulümdür.

Ey mü’mine kin ve adavet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen
bir gemide veya bir hanede bulunsan; seninle beraber, dokuz masum ile bir cani
var; o gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece
zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede
bağıracaksın. Hatta, birtek masum, dokuz cani olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u
adaletle batırılmaz.

Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye ve bir sefìne-i İlâhiye
olan bir mü’minin vücudunda iman ve İslamiyet ve komşuluk gibi dokuz değil,
belki yirmi sıfat-ı masume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir cani
sıfatı yüzünden, ona kin ve adavet bağlamakla o hane-i maneviye-i vücudun manen
gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî
ve gaddar bir zulümdür.

İkinci vecih

Hem, hikmet nazarında dahi zulümdür.

Zîra, malumdur ki, adavet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi
zıttırlar. İkisi, mana-i hakîkisinde olarak, beraber cem olamazlar.

Eğer muhabbet, kendi esbâbının rüçhaniyetine göre bir kalbde
hakîki bulunsa, o vakit adavet mecazî olur, acımak suretine inkılap eder. Evet,
mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle
değil, belki lütufla, ıslahına çalışır. Onun için, nass-ı hadîs ile, "Üç günden
fazla mü’min mü’mine küsüp, kat’-ı mükâleme etmeyecek. "

Eğer esbâb-ı adavet galebe çalıp, adavet, hakikatiyle bir kalbde
bulunsa, o vakit muhabbet mecazi olur, tasannu ve temelluk suretine girer.

Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü’min kardeşine kin ve adavet
ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen, adi küçük taşları Kâbe’den daha
ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin.
Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan
İslamiyet gibi çok evsâf-ı İslamiye, muhabbeti ve ittifakı istediği halde,
mü’mine karşı adavete sebebiyet veren ve adi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı
iman ve İslamiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük
bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.

Evet, tevhid-i imani, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i
itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.

Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda
bulunmakla, o adama karşı dostane bir rabıta anlarsın ve bir kumandanın emri
altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkkî edersin. Ve bir
memlekette beraber bulunmakla uhuvvetkârâne bir münâsebet hissedersin. Halbuki,
îmânın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği Esmâ-i İlâhiye
adedince vahdet alâkaları ve ittifak râbıtaları ve uhuvvet münâsebetleri var.

Meselâ, her ikinizin Halıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz
bir, Râzıkınız bir; bir, bir… bine kadar bir, bir. Hem, Peygamberiniz bir,
dîniniz bir, kıbleniz bir; bir, bir,… yüze kadar bir, bir. Sonra, köyünüz bir,
devletiniz bir, memleketiniz bir,… ona kadar bir, bir. Bu kadar "bir, birler"
vahdet ve tevhîdi, vifak ve ittifâkı, muhabbet ve uhuvveti iktizâ ettiği ve
kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları halde;
şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve
sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakîki adâvet etmek ve kin bağlamak,
ne kadar o râbıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbâb-ı muhabbete karşı bir
istihfaf ve o münâsebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve îtisâf olduğunu,
kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın.

Üçüncü Vecih

Adâlet-i mahzâyı ifâde eden

sırrına göre, bir mü’minde bulunan câni bir sıfat yüzünden, sâir mâsum
sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak, ne derece hadsiz
bir zulüm olduğunu ve bâhusus bir mü’minin fenâ bir sıfatından darılıp, küsüp, o
mü’minin akrabasına adâvetini teşmil etmek,

sîga-i mübâlâğa ile, gàyet azîm bir zulüm ettiğini, hakîkat ve şeriat ve
hikmet-i İslâmiye sana ihtar ettiği halde, nasıl kendini haklı bulursun; "Benim
hakkım var" dersin?

Hakîkat nazarında sebeb-i adâvet ve şer olan fenâlıklar, şer ve
toprak gibi kesiftir; başkasına sirâyet ve in’ikâs etmemek gerektir. Başkası
ondan ders alıp şer işlese, o başka meseledir. Muhabbetin esbâbı olan iyilikler,
muhabbet gibi nurdur; sirâyet ve in’ikâs etmek, şe’nidir. Ve ondandır ki,
"Dostun dostu, dosttur" sözü, durûb-u emsâl sırasına geçmiştir. Hem onun içindir
ki, "Bir göz hatırı için, çok gözler sevilir" sözü umûmun lisânında gezer.

İşte, ey insafsız adam! Hakîkat böyle gördüğü halde, sevmediğin
bir adamın sevimli, mâsum bir kardeşine ve taallûkàtına adâvet etmek ne kadar
hilâf-ı hakîkat olduğunu, hakîkatbîn isen anlarsın.

Dördüncü Vecih

Hayat-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür.

Şu dördüncü vechin esâsı olarak, birkaç düsturu dinle:

Birincisi: Sen, mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit,
"mesleğim haktır veya daha güzeldir" demeye hakkın var. Fakat, "yalnız hak,
benim mesleğimdir" demeye hakkın yoktur.


sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fıkrin hakem olamaz.
Başkasının mesleğini butlân ile mahkûm edemez.

İkinci düstur: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak
olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı,
fakat her doğruyu demek, doğru değildir. Zîrâ, senin gibi niyeti hâlis olmayan
bir adam, nasihati bâzan damara dokundurur, aksülamel yapar.

Üçüncü düstur: Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet
et, onun ref’ine çalış. Hem, en ziyâde sana zarar veren nefs-i emmârene ve
hevâ-i nefsine adâvet et, ıslâhına çalış. O muzır nefsin hatırı için, mü’minlere
adâvet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara
adâvet et. Evet, nasıl ki, muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır; öyle de, adâvet
hasleti, herşeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır. Eğer hasmını mağlûp etmek
istersen, fenâlığına karşı iyilikle mukàbele et. Çünkü, eğer fenâlıkla mukàbele
edersen, husûmet tezâyüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar,
adâveti idâme eder. Eğer iyilikle mukàbele etsen nedâmet eder, sana dost olur.


hükmünce, mü’minin şe’ni, kerîm olmaktır. Senin ikramınla sana
musahhar olur. Zâhiren leîm bile olsa, îman cihetinde kerîmdir. Evet, fena bir
adama "İyisin, iyisin" desen iyileşmesi ve iyi adama "fenasın, fenasın" desen
fenâlaşması çok vukù bulur. Öyle ise,


gibi desâtir-i kud- siye-i Kur’âniyeye kulak ver. Saadet ve
selâmet ondadır.

Dördüncü düstur: Ehl-i kin ve adâvet hem nefsine, hem mü’min
kardeşine, hem rahmet-i İlâhiyeye zulmeder, tecâvüz eder. Çünkü, kin ve adâvet
ile nefsini bir azâb-ı elîmde bırakır. Hasmına gelen nîmetlerden azâbı ve
korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder. Eğer adâvet hasetten
gelse, o bütün bütün azaptır. Çünkü, haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder,
yandırır. Mahsûd hakkında zararı ya azdır veya yoktur.

Hasedin çaresi:

Hâsid adam, hased ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün; tâ anlasın
ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet fânîdir,
muvakkattır. Fâidesi az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zâten
onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyâkârdır,
âhiret malını dünyada mahvetmek ister; veyahut mahsûdu riyâkâr zanneder,
haksız-lık eder, zulmeder.

Hem, ona gelen musîbetlerden memnun ve nîmetlerden mahzun olup,
kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ
kaderi tenkid ve rahmete îtiraz ediyor. Kaderi tenkid eden, başını örse vurur,
kırar; rahmete îtiraz eden, rahmetten mahrum kalır.

Acaba, bir gün adâvete değmeyen bir-şeye bir sene kin ve
adâvetle mukàbele etmeyi hangi insaf kabul eder; bozulmamış hangi vicdâna sığar?
Halbuki, mü’min kardeşinden sana gelen bir fenâlığı bütün bütün ona verip onu
mahkîım edemezsin. Çünkü:

Evvelâ: Kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp o kader ve
kazâ hissesine karşı rızâ ile mukàbele etmek gerektir.

Sâniyen: Nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet
değil, belki nefsine mağlûp olduğundan acımak ve nedâmet edeceğini beklemek.

Sâlisen: Sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin
kusurunu gör, bir hisse de ona ver. Sonra bâkî kalan küçük bir hisseye karşı, en
selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek afv ve safh ile ve ulüvvücenâplıkla
mukàbele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun. Yoksa, sarhoş ve dîvâne olan
ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiatıyla alan cevherci bir Yahudî gibi, beş
paraya değmeyen fânî, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umûr-u dünyeviyeye, güyâ
ebedî dünyada durup, ebedî beraber kalacak gibi şedîd bir hırs ile ve dâimî bir
kin ile, mütemâdiyen bir adâvetle mukàbele etmek, sîga-i mübâlâğa ile, bir
zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur. Ve bir nevi dîvâneliktir.

İşte, hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan adâvete ve fikr-i
intikama eğer şahsını seversen yol verme ki, kalbine girsin. Eğer kalbine girmiş
ise, onun sözünü dinleme. Bak, hakîkatbîn olan Hâfız-ı Şirâzî’yi dinle:


Yani, "Dünya öyle bir metâ değil ki, bir nizâa değsin." Çünkü,
fânî ve geçici olduğundan, kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz’î
işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın.

Hem demiş:


Yani, "İki cihânın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder,
kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muâşeret ve düşmanlarına sulhkârâne
muâmele etmektir."

Eğer dersen: "İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adâvet var.
Hem, damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum."

Elcevap: Sû-i hulk ve fenâ haslet eseri gösterilmezse ve gıybet
gibi şeylerle ve muktezâsıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez.
Mâdem ihtiyar senin elinde değil; vazgeçemiyorsun. Senin, mânevî bir nedâmet,
gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o
haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zâten bu
mektubun bu mebhasını yazdık, tâ bu mânevî istiğfarı temin etsin. Haksızlığı hak
bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.

Cây-ı dikkat bir hâdise:

Bir zaman, bu garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki,
mütedeyyin bir ehl-i ilim, fıkr-i siyâsîsine muhâlif bir âlim-i sâlihi, tekfir
derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münâfığı, hürmetkârâne
medhetti. İşte, siyâsetin bu fenâ neticelerinden ürktüm,

dedim. O za-mandan beri hayat-ı siyâsiyeden çekildim.

Beşinci Vecih

Hayat-ı içtimâiyece, inat ve tarafgirlik gàyet muzır olduğunu
beyan eder.

Eğer denilse: "Hadîste,

denilmiş. İhtilâf ise tarafgirliği iktizâ ediyor.

"Hem, tarafgirlik marazı, mazlum avâmı, zâlim havassın şerrinden
kurtarıyor. Çünkü, bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum
avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa ilticâ eder, kendisini
kurtarır.

"Hem, tesâdüm-ü efkârdan ve tehâlüf-ü ukùlden hakîkat tamamıyla
tezâhür eder."

Elcevap: Birinci suâle deriz ki:

Hadîsteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır. Yani, herbiri kendi
mesleğinin tâmir ve revâcına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptâline değil,
belki tekmil ve ıslâhına çalışır. Ammâ menfì ihtilâf ise ki garazkârâne,
adâvetkârâne, birbirinin tahribine çalışmaktır hadîsin nazarında merduttur.
Çünkü, birbiriyle boğuşanlar, müsbet hareket edemezler.

İkinci suâle deriz ki:

Tarafgirlik, eğer hak nâmına olsa, haklılara melce olabilir.
Fakat, şimdiki gibi garazkârâne, nefis hesâbına olan tarafgirlik haksızlara
melcedir ki, onlara nokta-i istinâd teşkil eder. Çünkü, garazkârâne tarafgirlik
eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse; o
adam, o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukàbil tarafa melek gibi bir adam gelse,
ona hâşâ lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.

Üçüncü suale deriz ki:

Hak nâmına, hakîkat hesâbına olan tesâdüm-ü efkâr ise, maksatta
ve esasta ittifak ile beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakîkatin her köşesini
izhâr edip, hakka ve hakîkate hizmet eder. Fakat, tarafgirâne ve garazkârâne,
firavunlaşmış nefs-i emmâre hesâbına hodfürûşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki
tesâdüm-ü efkârdan bârika-i hakîkat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü,
maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i
telâkîsi bulunmaz. Hak nâmına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider. Kàbil-i
iltiyâm olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hâl-i âlem buna şâhittir.

Elhâsıl:


olan desâtir-i âliye, düstur-u harekât olmazsa, nifak ve şikak
meydan alır. Evet,

demezse, o düsturları nazara almazsa, adâlet etmek isterken, zulmeder.

Cây-ı ibret bir hâdise:

Bir vakit, İmam-ı Ali (r.a.) bir kâfiri yere atmış. Kılıncını
çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş.

O kâfir, ona demiş ki: "Neden beni kesmedin?"

Dedi: "Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete
geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni
kesmedim."

O kâfir ona dedi: "Beni çabuk kesmen için seni hiddete
getirmekti. Mâdem dîniniz bu derece sâfî ve hâlistir; o din haktır" dedi.

Hem, medâr-ı dikkat bir vâkıa:

Bir zaman, bir hâkim, bir hırsızın elini kestiği vakit, eser-i
hiddet gösterdiği için, ona dikkat eden âdil âmiri, onu, o vazifeden azletmiş.
Çünkü, şeriat nâmına, kànun-u İlâhî hesâbına kesse idi, nefsi ona acıyacak idi.
Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti.
Demek, nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için, adâletle iş görmemiştir.

Cây-ı teessüf bir hâlet-i içtimâiye ve kalb-i İslâmı ağlatacak
müthiş bir maraz-ı hayat-ı içtimâî:

"Haricî düşmanların zuhur ve tehâcümünde dahilî adâvetleri
unutmak ve bırakmak" olan bir maslahat-ı içtimâiyeyi en bedevî kavimler dahi
takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-i İslâmiyeye hizmet dâvâ edenlere ne
olmuş ki, birbiri arkasında tehâcüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken,
cüz’î adâvetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar. Şu hal
bir sukuttur, bir vahşettir, hayat-ı içtimâiye-i İslâmiyeye bir hıyânettir.

Medâr-ı ibret bir hikâye:

Bedevî aşîretlerinden Hasenan Aşîretinin birbirine düşman iki
kabîlesi varmış. Birbirinden belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde, Sipkan
veya Hayderân Aşîreti gibi bir kabîle karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman
tâife, eski adâveti unu-tup, omuz omuza verip, o haricî aşîreti def edinceye
kadar dahilî adâveti hatırlarına getirmezlerdi.

İşte, ey mü’minler! Ehl-i îman aşîretine karşı tecâvüz
vaziyetini almış ne kadar aşîret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz?
Birbiri içindeki daireler gibi, yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı,
tesânüd ederek el ele verip müdâfaa vaziyeti almaya mecbur iken, onların
hücumunu teshîl etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak
hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne inat, hiçbir cihetle ehl-i
îmâna yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i
küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâibine kadar, birbiri içinde size karşı
zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırs ile bakan, belki
yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve
kal’an, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kal’a-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve
bahanelerle sarsmak ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf ı maslahat-ı
İslâmiye olduğunu bil, ayıl.

Ehâdîs-i şerîfede gelmiş ki: Ahir zamanın Süfyan ve Deccâl gibi
nifak ve zındıka başına geçecek eşhâs-ı müthişe-i muzırraları, İslâmın ve
beşerin hırs ve şikakından istifâde ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri herc ü
merc eder ve koca âlem-i İslâmı esâret altına alır.

Ey ehl-i îman! Zillet içinde esâret altına girmemek isterseniz,
aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifâde eden zâlimlere karşı,


kal’a-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa, ne hayatınızı muhâfaza
ve ne de hukukunuzu müdâfaa edebilirsiniz. Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle
boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mîzanda, iki dağ birbirine karşı
muvâzenede bulunsa, bir küçük taş muvâzenelerini bozup, onlarla oynayabilir.
Birini yukarı, birini aşağı indirir.

İşte, ey ehl-i îman! İhtiraslarınızdan ve husûmetkârâne
tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner. Az bir kuvvetle ezilebilirsiniz.
Hayat-ı içtimâiyenizle alâkanız varsa,


düstur-u âliyeyi, düstur-u hayat yapınız. Sefâlet-i dünyeviyeden
ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz.

Altıncı Vecih

Hayat-ı mâneviye ve sıhhat-i ubûdiyet, adâvet ve inat ile
sarsılır. Çünkü, vâsıta-i halâs ve vesîle-i necât olan ihlâs zâyi olur. Zîrâ,
tarafgir bir muannid, kendi a’mâl-i hayriyesinde hasmına tefevvuk ister. Hâlisen
livechillâh amele pek de muvaffak olamaz. Hem, hüküm ve muâmelâtında tarafgirini
tercih eder, adâlet edemez. İşte, ef âl ve a’mâl-i hayriyenin esasları olan
ihlâs ve adâlet, husûmet ve adâvetle kaybolur.

Şu altıncı vecih çok uzundur; fakat, kàbiliyet-i makam kısa
olduğundan, kısa kesiyoruz.

Mektubat, s. 253-261

Yirmi Beşinci Sözün Birinci Şûlesinin Birinci Şuâının Beşinci
Noktasının makàm-ı zemm ve zecrin misâllerinden olan bir tek âyetin, mu’cizâne
altı tarzda gıybetten tenfîr etmesi; Kur’ân’ın nazarında, gıybet, ne kadar şenî
birşey olduğunu tamamıyla gösterdiğinden, başka beyâna ihtiyaç bırakmamış. Evet,
Kur’ân’ın beyânından sonra beyan olamaz. İhtiyaç da yoktur.

İşte,


âyetinde altı derece, zemmi zemmeder. Gıybetten altı mertebe
şiddetle zecreder. Şu âyet, bilfiil gıybet edenlere müteveccih olduğu vakit,
mânâsı gelecek tarzda oluyor. Şöyle ki:

Malûmdur, âyetin başındaki hemze, sormak (âyâ) mânâsındadır. O
sormak mânâsı, su gibi, âyetin bütün kelimelerine girer. Her kelimede bir hükm-ü
zımnî var.

İşte, birincisi: Hemze ile der: "Âyâ, sual ve cevap
mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin birşeyi anlamıyor?"

İkincisi:

lâfzıyla der: "Âyâ, sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki,
eti menfur bir işi sever?"

Üçüncüsü:

kelimesiyle, der: "Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimâiye ve medeniyetiniz ne
olmuş ki, böyle haya-tınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?"

Dördüncüsü:

kelâmıyla der: "İnsâniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına, arkadaşınızı diş
ile parçalamayı yapıyorsunuz?"

Beşincisi:

kelimesiyle der: "Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle
çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı mânevîsini insafsızca
dişliyorsunuz? Ve hiç aklınız yok mu ki, kendi âzânızı kendi dişinizle dîvâne
gibi ısırıyorsunuz?"

Altıncısı:

kelâmıyla der: "Vicdâ-nınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir
halde bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir işi
yapı-yorsunuz?"

Demek, şu âyetin ifâdesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı
delâletiyle, zemm ve gıybet, aklen ve kalben ve insâniyeten ve vicdânen ve
fıtraten ve milliyeten mezmumdur. İşte, bak: Nasıl, şu âyet, îcâzkârâne altı
mertebe zemmi zemmetmekle, i’câzkârâne altı derece o cürümden zecreder.

Gıybet, ehl-i adâvet ve hased ve inadın en çok istimâl ettikleri
alçak bir silâhtır. İzzet-i nefıs sahibi, bu pis silâha tenezzül edip istimâl
etmez. Nasıl meşhur bir zât demiş:


Yani, "Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek
tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet, zayıf ve zelîl ve aşağıların
silâhıdır."

Gıybet odur ki, gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işitse idi,
kerâhet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zâten gıybettir. Eğer yalan dese, hem
gıybet, hem iftirâdır. İki katlı, çirkin bir günahtır.

Gıybet, mahsus birkaç maddede câiz olabilir:

Birisi: Şekvâ sûretinde bir vazifedar adama der—tâ yardım edip o
münkeri, o kabahati ondan izâle etsin ve hakkını ondan alsın.

Birisi de: Bir adam onunla teşrik-i mesâi etmek ister, senin ile
meşveret eder: Sen de, sırf maslahat için, garazsız olarak, meşveretin hakkını
edâ etmek için desen: "Onun ile teşrik-i mesâi etme. Çünkü zarar göreceksin."

Birisi de: Maksadı tahkir ve teşhir değil, belki maksadı, târif
ve tanıttırmak için dese: "O topal ve serseri adam filân yere gitti."

Birisi de: O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecâhirdir. Yani,
fenâlıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiâtla iftihar ediyor; zulmü ile
telezzüz ediyor; sıkılmayarak, âşikâre bir sûrette işliyor.

İşte, bu mahsus maddelerde, garazsız ve sırf hak ve maslahat
için, gıybet câiz olabilir. Yoksa, gıybet, nasıl ateş odunu yer bitirir, gıybet
dahi a’mâl-i sâlihayı yer bitirir.

Eğer gıybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit,


demeli; sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, "Beni helâl et" demeli.

Mektubat, s. 266-268

Cenâb-ı Hak, beni böyle yılanlarla uğraşmaya mecbur etmiyor.
İhvanlarıma da tavsiyem budur ki, zarûret-i kat’iye olmadan bunlarla
uğraşmayınız, "Cevâbü’1-ahmakü’s-sükût" nevinden, tenezzül edip onlarla
konuşmayınız. Fakat buna dikkat ediniz ki; canavar bir hayvana karşı kendini
zaif göstermek, onu hücuma teşcî ettiği gibi, canavar vicdanı taşıyanlara karşı
dahi dalkavukluk etmekle zaaf göstermek, onları tecâvüze sevk eder. Öyle ise,
dostlar müteyakkız davranmalı; tâ dostların lâkayd-lıklarından ve
gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler.

İkinci Nokta:


âyet-i kerîmesi fermânıyla, zulme değil yalnız âlet olanı ve
taraftar olanı, belki ednâ bir meyil edenleri dahi, dehşetle ve şiddetle tehdit
ediyor. Çünkü, rızâ-i küfür, küfür olduğu gibi; zulme rızâ da zulümdür.

İşte bir ehl-i kemâl, kâmilâne, şu âyetin çok cevahirinden bir
cevherini şöyle tâbir etmiştir:

Muîn-i zâlimîn, dünyada erbâb-ı denâettir;

Köpektir zevk alan, sayyâd-ı bîinsâfa hizmetten.

Evet; bâzıları yılanlık ediyor, bazıları köpeklik ediyor. Böyle
mübârek bir gecede, mübârek bir misâfirin, mübârek bir duâda iken, hafiyelik
edip, güyâ cinâyet yapıyormuşuz gibi ihbar eden ve taarruz eden, elbette bu
şiirin meâlindeki tokata müstehaktır.

Üçüncü Nokta

Suâl: "Mâdem Kur’ân-ı Hakîmin feyziyle ve nûruyla en mütemerrid
ve müteannid dinsizleri ıslâh ve irşad etmeye Kur’ân’ın himmetine güveniyorsun,
hem bilfiil de yapıyorsun; neden senin yakınında bulunan bu mütecâvizleri
çağırıp irşad etmiyorsun?"

Elcevap: Usûl-ü Şeriatın kaide-i mühimmesindendir:


Yani, "Bilerek zarara râzı olana şefkat edip, lehinde bakılmaz."
İşte, ben çendan Kur’ân-ı Hakîmin kuvvetine istinâden dâvâ ediyorum ki: "Çok
alçak olmamak ve yılan gibi dalâlet zehirini serpmekle telezzüz etmemek
şartıyla, en mütemerrid bir dinsizi, birkaç saat zarfında iknâ etmezsem de,
ilzam etmeye hazırım." Fakat, nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki,
bilerek dînini dünyaya satar ve bilerek hakîkat elmaslarını pis, muzır şişe
parçalarına mübâdele eder derecede münâfıklığa girmiş insan sûretindeki
yılanlara hakaikı söylemek, hakaika karşı bir hürmetsizliktir.


darb-ı meseli gibi oluyor. Çünkü, bu işleri yapanlar, kaç defa
hakîkati Risâle-i Nur’dan işittiler. Ve bile-rek, hakîkatleri zındıka
dalâletlerine karşı çürütmek istiyorlar. Böyleler, yılan gibi, zehirden lezzet
alıyorlar.

Mektubat, s. 345,346

Yedinci Nükte: Sonra, o halde


dediğim vakit, baktım ki, mâzi tarafına göçüp giden kàfile-i
beşer içinde gayet nurânî, parlak enbiyâ, sıddîkîn, şühedâ, evliyâ, sâlihîn
kafilelerini gördüm ki, istikbâl zulümâtını dağıtıp, ebede giden yolda bir
cadde-i kübrâ-i müstakîmde gidiyorlar; bu kelime, beni o kafileye iltihak etmek
için yol gösteriyor, belki iltihak ettiriyor. Birden, "Fesübhânallah," dedim.
"Zulümât-ı istikbâli tenvir eden ve kemâl-i selâmetle giden bu nûrânî kafile-i
uzmâya iltihak etmemek, ne kadar hasâret ve helâket olduğunu zerre miktar şuuru
olan bilmesi lâzım. Acaba, bid’aları îcad etmekle o kafıle-i uzmâdan inhiraf
eden, nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir?" Resûl-i Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâm rehberimiz ferman etmiş ki:


"Acaba bu fermân-ı kat’îye karşı ulemâü’s-sû’ tâbirine lâyık
bâzı bedbahtlar hangi maslahatı buluyorlar, hangi fetvâyı veriyorlar ki;
lüzûmsuz, zararlı bir sûrette şeâir-i İslâmiyenin bedihiyâtına karşı
geli-yorlar, tebdîli kabil görüyorlar? Olsa olsa, muvakkat bir cilve-i mânâdan
gelen bir intibâh-ı muvakkat, o ulemâ-i sû’u aldatmıştır.

Nasıl "hukuk-u şahsiye" ve bir nevî "hukukullah" sayılan
"hukuk-u umûmiye" nâmıyla iki nevî hukuk var; öyle de, mesâil-i şer’iyede, bir
kısım mesâil eşhâsa taallûk eder; bir kısım, umûma umûmiyet îtibâriyle taallûk
eder ki, onlara "şeâir-i İslâmiye" tâbir edilir. Bu şeâirin umûma taallûku
cihetiyle, umum onda hissedardır; umûmun rızâsı olmazsa, onlara ilişmek, umûmun
hukukuna tecavüzdür. O şeâirin en cüz’îsi— sünnet kabîlinden bir meselesi— en
büyük bir mesele hükmünde, nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i
İslâma taallûk ettiği gibi; Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslâmın
bağlandığı o nûrânî zincirleri koparmaya, tahrip ve tahrif etmeye çalışanlar ve
yardım edenler, düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hatâya düşüyorlar. Ve
zerre miktar şuurları varsa, titresinler!

Elhâsıl: Cehennem lüzûmsuz değil. Çok işler var ki, bütün
kuvvetiyle "Yaşasın Cehennem!" der. Cennet dahi ucuz değildir; mühim fıat ister.

Mektubat, s. 384-385

Mâdem bir zâlim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp
ayağıyla onun başını kat’î ezecek bir sûrette davransa; o yerdeki adam eğer o
vahşî zâlimin ayağını öpse, o zillet vâsıtasıyla kalbi başından evvel ezilir,
rûhu cesedinden evvel ölür, hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur, hem
o canavar vicdansız zâlime karşı zaaf göstermekle kendisini ezdirmeye teşcî
eder. Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zâlimin yüzüne tükürse, kalbini ve
rûhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur. Evet, tükürün zâlimlerin
hayâsız yüzlerine!..

Bir zaman, İngiliz devleti İstanbul Boğazının toplarını tahrip
ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i dîniyesi olan
Anglikan Kilisesinin başpapazı tarafından Meşîhât-ı İslâmiyeden dînî altı suâl
soruldu. Ben de o zaman Dârü’1-Hikmeti’l-İslâmiyenin âzâsı idim. Bana dediler:
"Bir cevap ver." Onlar, altı suâllerine altı yüz kelime ile cevap istiyorlar.
Ben dedim: "Altı yüz kelime ile değil, altı kelime ile de değil, hattâ bir
kelime ile dahi değil, belki bir tükürük ile cevap veriyorum! Çünkü, o devlet,
işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne
üstümüzde suâl sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i
zulmün o merhametsiz yüzüne!" demiştim.

Mektubat, s. 405

Ey uykuda iken kendini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede
müsâmaha veya teşebbühle medenilere yanaşmayın. Çünkü, aramızdaki dere pek
derindir. Doldurup hatt-ı muvasalayı te’min edemezsiniz. Ya siz de onlara
iltihak edersiniz veya dalâlete düşer boğulursunuz.

Mesnevi-i Nuriye, s. 107

Şefkat-i insâniye, merhamet-i Rabbâniye- nin bir cilvesi
olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli’1-Âlemîn zâtın
(a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir; belki, dalâlete ve ilhâda
sirâyet eden bir maraz-ı rûhî ve bir sakam-ı kalbîdir.

Meselâ, kâfir ve münâfıkların Cehennemde yanmalarını ve azap ve
cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kur’ân’ın
ve edyân-ı semâviyenin bir kısm-ı âzîmini inkâr ve tek-zib olduğu gibi, bir
zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünkü, mâsum hayvanları
parçalayan canavarlara himâyetkârâne şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedid bir
gadr ve vahşî bir vicdansızlıktır. Ve binler Müslümanların hayat-ı ebediyelerini
mahveden ve yüzer ehl-i îmânın sû-i âkıbetine ve müthiş günahlara sevk eden
adamlara şefkatkârâne taraftar olmak ve merhametkârâne cezadan kurtulmalarına
duâ etmek, elbette o mazlum ehl-i îmâna dehşetli bir merhametsizlik ve şenî bir
gadirdir.

Risâle-i Nur’da katiyetle ispat edilmiş ki, küfür ve dalâlet,
kâinata büyük bir tahkir ve mevcudâta bir zulm-ü azîmdir; ve rahmetin ref’ine ve
âfâtın nüzûlüııe vesîledir. Hattâ, deniz dibinde balıklar, cânilerden şekvâ
ederler ki; "İstirahatimizin selbine sebep oldular" diye rivâyet-i sahîha
vardır.

O halde kâfirin azap çekmesine acıyıp şefkat eden adam, şefkate
lâyık hadsiz mâsumlara acımıyor; ve şefkat etmeyip ve hadsiz merhametsizlik
ediyor demektir.

Kastamonu Lahikası, s. 48,49

Dipnotlar

Haşiye: Hatta, hadis-i sahihle, ahir zamanda İsevilerin
hakiki dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan
zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i
hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak
etmek, belki Hıristiyanların hakiki dindar ruhanileri ile dahi, medar-ı ihtilaf
noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza etmeyerek, müşterek düşmanları
olan mütecaviz dinsiz-lere karşı ittifaka muhtaçtırlar.