I

Hıristiyanlık dini Roma İmparatorluğuna ait topraklarda ve
Yahudiliğin içinde doğup gelişti. Fakat doğduğu günden itibaren aynı zamanda
Roma’ya karşı ölümcül bir mücadele sürdürmek zorunda kaldı. Hıristiyanlık
getirdiği ilahi hükümlerin tabii neticesi olarak; imparator ve imparatora ait
kurumları tanrılaştıran Paganist Roma din anlayışı ve mevcut siyasal iktidarla
olduğu kadar; Romanın düşünce ve kültürüne, insan ve toplum anlayışına karşı
çatışma mecburiyetinde kalarak, kendini bu mücadele içinde inşa etti.

Ne var ki Hıristiyanlığın Roma karşısında vermiş olduğu
mücadelenin tek boyutlu kalmadığı bilinmektedir. Mücadele; aynı zamanda bu
mücadeleyi sürdüren Hıristiyan müminleri, müminlerin dinlerini yorumlama
biçimini ve bu müminlerin oluşturduğu cemaatlerin örgütlenme yapılarını derinden
ve kapsamlı bir şekilde etkiler. Roma İmparatorluğunun toplumsal ve siyasal
yapısının rasyonel şekilde örgütlenmiş ve kurumsallaşmış hususiyeti, Üçüncü
yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık üstünde müşahhas hal almaya başlar. Bu
yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık Roma’nın dini olmaya başlarken, aynı zamanda
dağılmaya başlayan bir İmparatorluğu korumak ve onun mirasçısı olmakla yüz yüze
gelir; böylece kilise merkezli din ve kilise devleti biçiminde bir inşa sürecine
girer. Öte yandan yeni dine inanan müminlerin uğradığı zulümler, kili-senin bir
dayanışma örgütü olarak yaygınlaşmasına sebebiyet verir.

Fakat kurumlaşmaya başlayan Hıristiyanlık, aynı zamanda bu
süreçle beraber kendine ait olmayan bir çok “unsuru” Hıristiyanlaştırarak
bünyesine aktarır; ilk Hıristiyan teologların çalışmaları da bu eski dünyadan
etkilenmeyi meşrulaştırır. Böylece Aziz Paulus ile beraber Helenistik felsefe
geleneğiyle bütünleşme başlar. Düşünce düzeyinde Hıristiyanlık önce Platonik
felsefeyi, daha sonra ise Aristoteryen felsefeyi asimile ederek bünyesine katar.
Roma’ya karşı mücadele ederken bir rakip olarak başarıyı, muhalifinin
“araçlarını” kullanarak ve onun gibi örgütlenerek elde edeceğine inanır. Bunun
neticesi olarak Hıristiyanlar, dinlerinin getirdiği ilahi mesajı, Roma’ya ait ve
onun tarihsel/felsefi tecrübesinin hasılası olan kurumsal yapılarının
içeriklerine katmakta mahzur görmezler.

Şüphe yok ki Hıristiyanların Roma’nın “araçlarını” kullanarak
varmak istedikleri amaç; Allah’ın rızasını kazanma yanında, aynı zamanda
muha-liflerine karşı varlıklarını sürdürme kararlılığı ve ahdi olmuştur. Fakat
çok geçmeden araçların “amaca” dönüştüğü görülmeye başlar. Kilise Dördüncü
yüzyıldan itibaren, evrensel bir devlet olarak İmparatorluğun siyasal ve askeri
örgütlenme çerçevesinde, Roma ordusunun örgütlenme hiyerarşisini kendine örnek
alarak legal bir kimlik kazanırken; kurumsal düzlemde mevcut iktidarı taklide
yönelerek alternatif bir hususiyet kazanarak rakip hale gelir. Bununla birlikte
Hıristiyanlık, Roma İmparatorluğu’nun kurumsal yapısı içinde yeni bir uygarlığın
ideolojik ve kültürel temeli olma işlevini yüklenir. Ne var ki bu dönüşüm
Hıristiyanlık inancı ile kurulu düzen arasında bir ge-rilime, bu gerilim de
manastır hayatının doğmasına sebep olur. Uzun süren bir mücadelenin neticesinde;
rasyonel-leşmiş Roma bürokrasisi ve rasyo-nelleşmiş Roma hukuku üstüne kurulan
bürokratik Roma Katolik kilisesi ile beraber Hıristiyanlık dini de, artık
kendisine karşı mücadele ettiği bir “dünyanın” içine yerleşmeye; diğer bir ifade
ile başından beri mücadele ettiği “muhalifinin” ayrılmaz bir parçası haline
gelmeye başlar.

II

Modern durum yada modernite ait olduğu kökenden koparak kendini
var etmiş bir “olgu” olmaktan çok; bir dinin, Hıristiyanlığın on dört yüzyıl
boyunca yaşanan tarihsel tecrübesinin neticesinde, kendine inananların idrak
dünyalarındaki kazanım ve/veya kayıp-lar ışığında yeni bir yorum ve tecrübe
olarak yeni bir hayat kurma süreci; fakat aynı zamanda bir “ümmet”in kendi
içinde yaşadığı trajedisi sayılır. Modernite, kendine rahim görevi yapmış bu
ümmetin on dört yüzyıllık tecrübesiyle ilgili; inanma ve yaşama tarzını, insanı
tanımlama biçimini, toplumsal yapıyı, üretim ve tüketimini, yönetme ve yönetilme
anlayışını mahiyet olarak değişikliğe uğratarak vücut buldu. Ne var ki yaşanan
değişim ve dönüşümlerin uzun süreci içinde; tarihindeki tecrübe ve birikimle
beraber inandığı din olan Hıristiyanlıkta Batılı insanın tahayyülünde
“nesneleşmekten” kurtulamadı.

Dolayısı ile ortaya çıkmaya başlayan ve adına modern dediğimiz
bu yeni “durum/olgu”; bir yönü ile Avrupalı aklın bir meyvesi, diğer yönden de
bu akıl tarafından sekülerleştirilmiş olsa bile, ait olduğu kaynağını ve
kökenini her zaman açıkça dışa vuran Batılı Hıristiyan “uygarlığın” bir hasılası
olmuştur. Modernite; manastırların, ortaçağ katedrallerinin, Rönesans
kentlerinin, Hıristiyanlık öncesi halk kültürünün, dini ilahilerin, Helenistik
mirasın, kutsal ve kutsal-dışının, ruhban ve laiklerin, ilk-günahın, günah
çıkarmanın, vaftizin, afarozun ve neticede kefaret ve feragatin bir arada
katlandığı ve düzenleme içine alınarak yeni kalıp-lara döküldükten sonra kendini
tezahür ettirdiği Batıya has yeni bir “durum” ve yeni bir “dönem” olma
hususiyeti taşımıştır.

Yeni tahayyülün kaynağı olan “akıl”, şüphe yok ki Batılı insana
Kadim Grek’ten kalmış olan bir mirastı. İnsanın kendi kaderini kendi elinde
bulundurduğu; zamanın belirli bir amacı gerçekleştirmek üzere seyrettiğine
ilişkin inanç; hakikatin merke-zinde kendisinin bulunduğunu varsayan bir kabul,
bu aklın önemli hususiyetini teşkil etmekteydi.

Modern dönemde de bu akıl “varlığı” düşünceden türeterek, doğru
ve yanlışa ilişkin nihai hükmün kaynağına kendini yerleştirdi ve epistemik
faaliyette bilgiyi sadece bu dünyadaki hayatın önemine ve insanın ihtiyaçlarına
tabi kıldı. Öte yandan hakikatin akıl merkezli tanımı, ister istemez insanı da
hakikatin merkezine taşıdı; kazandığı yeni mevkisinden dolayı “modern akıl” aynı
zamanda tarafsız ve/veya nötr varsayıldığından, evrensel olduğu savunulmaya
başlandı. Evrensellik iddiası; modern bilgi/bilimin ve teknolojinin desteğiyle;
dünyanın Avrupa dışındaki insan ve kültürleri tarafından kolayca kabul
edilebilir hale getirilmiş oldu. Öte yandan evrensellik iddiasının, diğer
dini/kültürel geleneklerce kabul görmesinde önemli bir husus bulunmaktaydı;
modern akıl insanın dışında yeni bir “hakikat” tanımı yaparak dini, bu hakikatin
kaynağı olarak kabul ettiği tabiata bağımlı hale getirdi. Bunu, semavi dinlerin
asla kabul etmediği bir ayrımda bulunarak yapmaktaydı; ve çelişkili bir şekilde
ilk defa dini, insanı ve tabiatı birbirlerinden ayrıştırmış oldu. Ayrımın tabii
hasılası olan vahye dayalı dinin tabiat merkezli “rasyonel din” ile yer
değiştirmesi; aynı zamanda yeni hakikat tanımının diğer dinlerin müminleri için
kabul edilebilir hale gelmesi demekti.

Modern tahayyül, içinde yaşadığı dünyayı bulduğu şeklinden
memnun olmadığından farklı bir şekle, diğer bir ifade ile, “modern aklın”
olmasını gerekli gördüğü ve arzu ettiği şekle sokma çabasıdır. Kilise merkezli
bir hakikat ve hayat anlayışından, insan merkezli bir “tasavvura” geçiş; yaptığı
hakikatin tabii neticesi olarak insanı Tanrı’dan önce gelen bir mevkiye
yerleştirmiştir. Elde ettiği yeni mevkinin tabii neticesi olarak; dün inandığı
Tanrı’ya hizmet etmeyi kolaylaştıran ve meşruiyetini buradan alan hayat ve bir
araç olarak gördüğü düzen yerine; şimdi modern insan bu “aracı” amaca
dönüştürmekte ve kendine, yalnız kendine hizmet edecek bir düzen fikrini
kavramsallaştırmanın, bunu da hayata geçirmenin iktisadi, sosyal, siyasal,
kültürel ve teolojik imkânlarını araştırmaya girişir.

Araştırma neticede, yeni bir insan/birey, toplum, devlet ve
siyaset anlayışını var etmek üzere; yeni bir toplumsal örgütlenme ve iktidar
modeli olarak “ulus-devlet” şeklinde vücut bulur. Mülk sahibi olmayı, mevcut din
anlayışına muhalif olmayı ve ekonomik girişimciliğin imkânlarını ele geçirmeyi
mümkün kılacak olan bu örgütlenme; aynı zamanda eşitlik temelinde yeni ve
seküler bir örgütlenme biçimini temsil etmekteydi. Bundan dolayı modern devlet,
dini çağrıştıracak her türlü egemenlikten arınma arzusu taşıyarak meydana gelmiş
olur.

Bir toplumsal/siyasal birim olarak ve evrensellik iddiası
neticesinde “mo-dern devlet”, yeni bir iktidar modeli olarak kendini; dinleri,
kültürleri ve ta-rihsel tecrübeleri farklı olan diğer toplumlara benimsetti ve
bütün insanlığın “malı” haline geldi; neticede yeryüzünün coğrafi
hususiyetlerini teritoryal temelde yeniden düzenleyerek şekillendirdi. Bu devlet
ve örgütlenme modelinin Batı dışında kalan toplumlar tarafından yine Batı
sömürgeciliğine karşı kullanılacak bir imkân/araç olarak görülmesinin, tarihsel
tecrübe içinde hayal kırıklıkları ile neticelendiği bilinmektedir. Müslümanların
ise; ulus-devlet modeli, onun iktidar biçimi, toplum anlayışı ve örgütlenme
ilkeleri içinde, ümmet olmanın umutsuz çabasını yaşamakta oldukları
bilinmektedir. Bundan dolayı, örgütlenme refe-ransları farklı olan ümmet
cihetinden bunun—bugün elli beş parçaya bölünmüşlüğün anlamsız hasılası hesaba
katılırsa—bir intihar tecrübesi olduğunu söyleyebiliriz.

Modern dönemle beraber; sadece yeni bir toplumsal/siyasal birim
olan “ulus-devlet”le değil, kendine ait Avrupa/Avrupalılık fikrinin de oluşmaya
başladığı Batı, artık yeni bir bilgi, yeni teknolojiler ve yeni güç kaynakları
elde etmeye başlamaktaydı. Modernite bir zihniyet, bir hayat, bir dünya düzeni
ve bir uygarlık projesi olarak; on beşinci yüzyılın sonlarından itibaren doğduğu
topraklarda kabına sığmayarak dışarı taşar. Elde ettiği yeni güç kaynakları ile
beraber silahların ve güçlü orduların eşliğinde yerküreyi kuşatarak, bütün
toplumsal yapıları parçalar ve onları istikrarsızlığa mahkum etmiş olur. Çözülen
toplumsal yapıların, bu defa kendi değer sistemine ve kendi değer yapılarına
göre yeniden örgütlenmelerini ister. Önerdiği yeni örgütlenme modeli aslında
merkeziliği esas almış Roma Kilisesinin monolitik örgütlenme şeklinin seküler
bir versiyonu olmaktan başka bir hususiyet taşımaz.

Yaklaşık on yedinci yüzyıldan itibaren artık dünya genelindeki
toplumsal değişimin tarihsel seyri Batı/modernite merkezli ve onun tarafından
belirlenmiş olmak gibi bir “kaderle” karşı karşıya kalmış olur. Diğer
toplumlar/insanlar karşı koyulamayacak şekilde düşünce/bilgisini, teknolojisini,
değerlerini, yaşama biçimlerini, hedeflerini almak, özümsemek ve hayatlarının
bir parçası yapmayı; önceleri mecburiyetten fakat sürecin devamı içinde derin
bir arzu ile mücadelelerinin anlamına dönüştür-düler. Bundan dolayı modern
dönemi, Batı kültürünün yerküre üstünde hakimiyet kuruşunun tarihi saymak
yerinde olacaktır.

Batının modern dönemle birlikte sahip olmaya çalıştığı güç,
şüphe yok ki daha önce tarihteki herhangi bir güçle mukayesesi mümkün olmayan
bir nitelikte ve farklı bir hususiyet taşımaktaydı. Dolayısı ile modern
Batının/modernitenin yeni ve güçlü ordular eşliğinde; hem bir zihniyet, hayat ve
dünya düzeni, hem de uygarlaştırıcı bir proje olarak kendi sınırlarını
aştığında, Müslümanlar cihetinden iki safhalı bir karşılaşma oldu diyebiliriz.

Karşılaşmanın ilk safhası ümmetin “batı yakasındaki”
Müslümanlarla oldu. Yüzyıllardan beri çok iyi bildikleri eski bir “tanıdığın”
yeni “hali/modern hali” ile yüz yüze gelmek, Osmanlı coğraf-yasının
Müslümanlarını şaşırtır; bu karşılaşma şüphe yok ki ciddi bir travma olarak
bugüne kadar gelen derin izler bırakır. Günümüzün İslami düşünce ve
mücadelesinin, diğer bir ifade ile “İslamcılığın”, bu travmatik karşılaşma
neticesinde şekillendiğini hatırlatmakta fayda bulunmaktadır.

Karşılaşmanın ikinci safhası modernitenin çıktığı uzun bir
yolculuğun neti-cesinde ve bu yolculuğun zengin tecrübesi ile tamamlanır. Bu
yolculuğun elbette ki lineer bir çizgi halinde gerçekleşmediği ve mekanik bir
sürecin neticesinde vuku bulmadığını biliyoruz. Yolculuk, başka insanlarca iyi
bilinen ve üzerinde hayatlarını sürdürdükleri halde, “bilinmeyen” bir yerin
kâşifi sayılan C. Colombus’un izleri üstünden batıya, okyanusu aşarak yeni
kıta-ya/Amerika’ya ulaşırken; aynı zamanda “yeni dünya” fikrinin ortaya
çıkmasını, onun gerçekleştirilebileceğine duyulan inancı kuvvetlendirir.
Modernite bu yolculuk ile ilk defa iki eski ve yaşlı “uygarlığı”—Aztek ve
İnka—veya kalıntılarını ortadan kaldırır. Bu topraklarda yaşayanları,
“yerlileri” dillerinden dinlerine kadar kendine ait usullerle değişime uğratır;
onlara yeni dil ve yeni bir din sunar. Daha sonra kuzeye; ideallerini, yani
“yeni dünyayı” bütünü ile gerçekleştirebileceğini umduğu Kuzey Amerika’da
yerleşmek üzere; ve Afrika’dan gelecek kölelere yer açmak için temizlik
harekatına girişir. Avrupa’dan kendisi ile beraber getirdiği tecrübenin
ışığında; her türlü baskı, kısıtlama, din ve gelenekten azade bir vaziyette
kendini ideallerine göre Amerika’nın cömert imkânları içinde inşa eder.

Bünyesinde taşıdığı Kadim Grek “aklı” ve Romanın “hümanizm”
anlayışı ile beraber modernite kendini bu yeni topraklarda giderek
zenginleştirip sofistike hale getirirken; yolculuğuna yine batıdan doğuya doğru
devam ederek Japonya’ya ulaşır. Bu karşılaşma neticesinde modernite, ilk defa
kendi din ve tarihsel tecrübesinden, kültüründen oldukça farklı bir din/dünya
görüşü ile kendini “aşılar”. İfade edilmesi gerekir ki, ilk defa gerçekleşmekte
olması cihetinden bu tecrübenin oldukça önemli iki husu-siyeti bulunmaktaydı.
İlki; bu tecrübe diğer din/dünya görüşleri için bir örnek teşkil etmekteydi.
İkincisi; bu tecrübenin hasıl edeceği kazanımların nasıl olacağı, diğer bir
ifade ile “meyveleri” merakla beklenmekteydi.

Bu umudun bizde, diğer bir ifade ile “İslamcı” düşüncede
telaffuz edilegelen ifadesi yakın zamana kadar şu olmuştu; din ve gelenek/kültür
değişmeden, Batının düşünce/bilgi, teknolojisini ve kurumlarını almak mümkündür.
Halbuki “aşılama” neticesinde elde edilen hasıladan bunun bir yanılgı olduğu çok
geçmeden anlaşılacaktı; Japonya modern toplumun bir kopyası olmanın ötesinde
başka bir anlam taşımamaktaydı.

Müslümanlarla karşılaşmanın ikinci safhası olarak, çıktığı uzun
ve tarihi yürüyüşün neticesinde modernite Japon tecrübesiyle beraber şimdi,
ümmetin “doğu yakasındaki” insanları ile yüz yüze gelmiş olur. Doğudaki bu
karşılaşma ile beraber İslam ümmeti şimdi iki uçtan artık kuşatma altına girmiş
durumdaydı!..

III

Modern dünya ile karşılaşmanın ne-ticesinde meydana gelen
neticelerin maddi ve entelektüel ağırlığı altında yaşamak durumunda kalan sadece
Müslümanlar olmadı; küresel yayılmaya koşut olarak diğer din, kültür ve yaşama
biçimlerinin kendisi ve insanları da bu “kaderle” tanışmaktan kurtulamadı.
Modern bilgi, düşünce ve ideallerle karşı karşıya gelmenin neti-cesinde
savunmasız duruma düşen bu kültür ve hayat biçimlerinin insanları; kendilerini
korumak üzere bir anlam ve imkân aramanın, ayakta kalabilmenin mücadelesini
yapmaktan günümüze kadar vazgeçemedikleri bilinmektedir. Bu insanların
başlangıçtaki çabası, farklı ve muhalif bir güce/dünyaya karşı kendi hayat ve
değerler evrenini korumak gayesi ile girişilmiş bir mücadele hususiyeti
taşımaktaydı. Ne var ki onların modern dünyaya karşı verdikleri mücadele,
nihayette kendilerini süreç içinde aynı zamanda bu dünyanın bir parçası
yapmıştır. Bu sebeple denebilir ki, tarihte hiç bir mücadele galip gelindiği
halde, hızlı bir dönüşüm hasıl ederek mücadele edeni muhalifine bu kadar çok
benzetememiştir.

Bununla beraber Batının askeri teknolojik kuvvetleri, modern
düşünce ve idealleri ile karşılaşılan ve içlerinde Müslümanlarında bulunduğu
insanlar, başlangıçtan beri mücadelelerini iki şeyi umut ederek sürdürdüler.
Bunlar-dan biri; kendileri üstünde kurulan siyasal, kültürel ve teknolojik
haki-miyetten kurtulmak için “muhalifin” elindeki fiziksel ve entelektüel
“araçlara” sahip olmak. İkincisi ise; yine bu araçların imkân ve yardımı ile
kendi geleneksel yapılarını ve eski değerlerini yeniden inşa etmek ve
canlandırmak!.. Bunun neticesi olarak on sekizinci yüzyılın ikinci yarısından
itibaren dilleri, derileri ve dilleri farklı bütün insanlar modernitenin
getirdiği meselelere çözüm ve cevap bulmak umudu ile kendilerince adına “yerli”
dedikleri çözüm arayışlarına girdiler.

Modern ideallerin ve teknolojik araçların etkisinde
kalmalarından dolayı kendi tarihsel tecrübelerine duydukları derin güvensizlikle
beraber bu insanlar; başta din, hayat ve kültürleri olmak üzere sahibi oldukları
her türlü maddi ve entellektüel imkânı; karşı karşıya geldikleri yeni “durum”a
göre ve bu durumun öngördüğü şartlar içinde yeniden yorumlama, anlamlandırma ve
değerlendirmeye tabi tuttular. Girişilmiş çabaları ve çözüm arayışlarını, diğer
bir ifade ile yaşanmış uzun bir tarihsel tecrübenin neticesinde bakıldığında
bunu; “hakikatin” kendi geleneği içindeki inanılmış ve yaşanmış tarzından farklı
bir bağlam içinde yeni bir kavrayışın tecrübesi olarak yaşamak, şeklinde ifade
etmek gerekmektedir. Bilindiği gibi Müslümanlar nasıl ki başlangıçta yüz yüze
geldikleri yeni şartlar bağlamında Kur’an ve sünnete “dönüş” yaparak bunun
neticesinde “İslamcılık” meydana geldiyse; diğer din ve kültürlerin insanları da
buna benzer girişimlerle aynı hedeflere varmak ve aynı neticeleri elde etmek
istemekteydiler.

Ne var ki modern güçler ve değerlerle karşılaşma ve onlarla
yapılan mücadele, aynı zamanda bu toplumlar da başından itibaren kökü derinlerde
ve mahiyet olarak farklı yeni değişimlerini de başlatmış haldeydi. Mevcut
toplumsal yapı olduğu gibi, bu yapının değerleri; öte yandan bu yapı içindeki
insanlar için anlamlandırma ve değerlendirme yapacak geleneksel önderlerde
giderek tarih sahnesinden çekilirken, aynı zamanda da yeni “önderler” sah-neye
çıkmaktaydı. Modernitenin, alt-üst yaşamaya başlayan bu toplumlarda önemli üç
hasılasının olduğunu söyleyebiliriz:

a- Geleneksel sosyal düzenlerin çözülmesini doğurdu.

b- Ekonomik anlayışta temelden değişime sebebiyet verdi.

c- Batının modern bilgisiyle eğitim görmüş yeni/nevzuhur bir
münev-ver/aydın/entellektüel sınıf ortaya çıkarmış oldu.

Aydın/entellektüel şüphe yok ki varlığını modern döneme
borçludur ve bu dönemin sadece sözcüsü değil, fakat aynı zamanda “mimarı”
sayılmaktadır. Bu “seküler” klavuzların dünyanın şekillenmesinde anahtar rol
oynadıklarını, hatta dünyanın bugünkü “halini” onlara borçlu olduğunu
söyleyebiliriz. İnsanın tarihinde toplumun karşılaştığı meseleleri—Kadim Grek’i
hariç tutar-sak—ilk kez salt kendi aklının gücü ile çözebileceğini iddia etmeye
başlayan bu klavuzlar, geçmişin tüm tecrübe ve bilgeliğini işe yaramaz, safsata
ve kör gelenek kabul ederek reddettiler. Onları kendinden bu kadar emin kılan
şüphe yok ki temsilcisi ve/veya taşıyıcısı olduğu modern bilginin/kültürün gücü
olmuştur.

Aydın/entelektüel “sınıf” Batı-dışı toplumlarda, mevcut sosyal
memnuniyetsizliği modern güçlerin aleyhine dönüştürmek için çaba sarf ederken,
giderek toplumsal önderliği de ele geçirmiştir. Fakat aydınlar süreç içinde
yerlerini yavaş yavaş kendilerine terk etmek zorunda kalmış olan din
adamlarından, İslam cihetinden ulemadan; düşünme biçimi ve amellerinde mahiyet
farkı taşımaktaydılar. Çünkü bu yeni dönemde aydınlar, kendilerinden öncekiler,
yani din adamları gibi Tanrının gönderdiğini tefsir etmek görevi
üstlenmemişlerdi; aksine kendileri Tanrı’nın yada kutsal kitabın yerine ikame
ettiler.

Bu travmatik tecrübe ile beraber, nasıl ki bazı Müslüman
aydınlar Batı/modern güçler gibi olamamanın sebebini inanmış oldukları dinde
arayarak; dinlerini kendisi hakkında her hangi bir ciddi fikre sahip olmadıkları
ilerleme fikrine, ilerleme/terakkiye mani olarak gördülerse; Asyalı ve Afrikalı
aydınlar da benzer bir “kader”le, kendi dinleri hakkında aynı kanaatleri
paylaşmaktaydılar. Uzak Asya’da Kang Yu-wei, Konfüçyüs sisteminin temel
değerlerini koruyarak onu yaşanan zamana uyumlu kılmak; ve Konfüçyüs sisteminin
metinlerini mo-dern şartların ışığında yeniden yorumlamak için yoğun çaba sarf
etmekteydi. Çin’de ise, aynı şekilde Chang Chih-tung; iflas etmiş olarak gördüğü
Çin’in geleneksel yapısının, kabul görmüş inanç ve değerlere zarar vermeden,
Konfüçyanizm ile olan bağlarını radikal bir şekilde koparması gerektiğini
savunmaktaydı.

Ne var ki uzun olmayan yaşanmış bir dönemin sonunda anlaşılmaya
başlandı ki; modernitenin araçlarına sahip olmak meseleleri çözmüyor, aksine çok
daha ciddi ve kapsamlı meseleler hasıl etmekte; diğer bir ifade ile Batının
düşünce, bilgi, teknoloji ve kurumlarına sahip olmak ve bunları
Batıya/moderniteye karşı kullanmak arzusu ve çabası, neticede kullananların
asimilasyonunu doğurmaktadır. Toplumları kendi geçmişlerinde köklerini
bulamadıkları yeni tür bir “değişim” ve “dönüşümle” beraber, yeni bir
“dina-mizm”le karşı karşıya getirmekte; onları dinlerinin temel ilkeleri ile
çatışmaya sevk etmektedir.

Öte yandan yaşadıkları coğrafyayı iki uçtan kuşatma altına almış
olan moderniteye/modern güçlere karşı Müslümanlar mücadele ederken; daha
başlangıçtan itibaren onlarca “ulus-devlet”e bölünmek gibi bir “kader”le karşı
karşıya kalmış oldular. Öte yandan fevkalade şartların tabii neticesi olarak yüz
yüze gelinen bu yeni durumun; başlangıçta sadece askeri terminolojiye dökülerek
anlaşılmaya ve bu konsept içinde çare aranmaya çalışılmasının, Müslümanlar
cihetinden bazı önemli neticeleri olduğu söylenebilir. Modern ordu ve modern
eğitim kurumlarının ithali yada inşası ile meselenin çözülebileceğine duyulan
inanç, neti-cede İslamın geleneksel iki önemli kavramı ve kurumunu mahiyet ve
toplumsal işlev olarak değiştirmiş oldu; bunlardan biri Cihad diğeri de
Medrese’dir. Bunun doğurduğu önemli neticelerden birisi ise; ileriki dönemlerde
ordunun ilerici ve modernleştirici bir kimlikle meşruiyetin temsilcisi olarak
toplum üstü bir “güç” ve “rol” üstlenmesini doğuracaktır.

Bununla beraber Müslümanların çözüm arama mücadeleleri her
şeyden önce ve başlangıçtan itibaren yine mo-dern dünyanın “meyvesi” olan iki
olgu tarafından şekillendi; teknoloji ve laiklik/sekülarizm. İkisi de modern
“zihniyet” dediğimiz dünyanın kendini inşa etmekte önemli işlevler
yüklendiklerini; bu zihniyet dünyasının ise İslam’a ait bir çok kavramı—mesela
buna “ilim”, “alim”, “millet” hatta eşitliğin nere-deyse karşılığı olarak
kullanılan “adalet”, “ahlak”ı örnek olarak sayabiliriz—içerik anlamları ile
değiştirmekte bir mahzur görmediğini biliyoruz. Öte yandan modern güçlere karşı
girişilmiş çaba ve mücadeleyi, çözüm olarak seçtikleri veya tercih ettikleri
yol/yöntem sebebiyle yine iki gruba ayırmak mümkündür denebilir. Bunlardan
birisinin “laik”; diğerinin ise “İslamcı” olarak adlandırıldıklarını biliyoruz.

Modern dünyaya karşı bir çözüm bulma gayreti içindeki Müslüman
ümmetin aydınları/entellektüellerinin başlangıçtan itibaren ön kabulü, İslam
dünyasının “geri kalmış” olmasıydı. Geri kalmışlığın ortadan kalkması için
“terakki”/ilerleme gerekmekteydi. Ne var ki burada üzerinde hiç de düşünülmeden
kabul edilen “terakki”; tabiat, toplum ve insan hayatında gördüğümüz değişim ile
aynı anlam kategorisine alınmış haldeydi. Bu kabul kendisi ile beraber Müslüman
zihinlerde, Müslümanların kendi din/kültürlerinde karşılığı olmayan “ilerilik”
ve “gerilik” gibi iki kavramın kolayca ka-bulünü mümkün kılmış oldu.
Terak-ki/ilerleme ile beraber ümmetin/-Müslümanların inançlarında, değerlerinde,
hayat biçiminde, mevcut kurumlarda “iyileşme” olacağı kabul edilerek sürekli
değişiklik istenir.

Terakkiyi/ilerlemeyi meydana geti-ren sebebin
münevverler/aydınlar tarafından “ulûm ve fünûn” olarak “keşfedilmesi”;
“bilim”—bu İslam’ın kastettiği manada asla “ilim” değildir—kavramının merkezi
bir yer edinmiş olmasına sebebiyet verecektir. Bundan böyle artık “bilim”
kavramı, klasik düşünce eserlerinde çeşitli şekillerde din kavramının gördüğü
rolü üstlenmiş olur. Bundan böyle her hangi bir meselede iddialar sıralandıktan
sonra münevverler/aydınlar, klasik ulemanın yaptığı gibi bir biri ardına dini
delilleri sıralayarak bunların ispatını sağlamak yerine, bu meselenin “bilim ve
fünun nokta-i nazarından” nasıl çözümlenebileceğini anlatmaya girişeceklerdir.
“Aydınlarca” artık ümmetin kurtarılmasından çok devletin kurtarılmasının ve
hatta daha iyi yönetil-mesinin—bundan böyle dine değil—ilme dayalı bir mesele
olduğu savunulurken; pozitivist bir anlayışında merkeze taşındığı, dolayısı ile
yeni bir meşruiyet kaynağının teşekkül etmeye başladığı görülür. Müslümanlar
cihetinden “modern bilim” anlayışının ve “modern aklın” münevverler/aydınlar
nezdinde dinin oynadığı rolü üstlenmesi; daha sonraki zamanlarda şahit olunduğu
gibi, Müslüman’ın kendisi için oldukça önemli olan epistemik faaliyetini
mahiyette değişikliğe uğratarak, onu bu faaliyetinde “bilginin
İslamileştirilmesi” gibi oldukça kötü bir kopyaya götürecektir.

Fakat bütün bunlara rağmen aydınlar terakkiye başlangıçta bir
araç olarak bakmışlardır. Daha sonra değinmeye çalışacağımız iki grup olan
laikler ve İslamcılar; karşı kaşıya kaldıkları mo-dern güçlerle hem baş
edebilmek hem de toplumu içinde bulunduğu geri kalmışlıktan kurtarmayı
amaçlamaktaydılar. Geri kalmışlıktan kurtulma sürecinde geçmiş, tarihsel
tecrübenin yardımdan çok mani teşkil edeceği genelde kabul gördüğünden, bu
tecrü-beye karşı kuşkulu ve yer yer reddedici tavırlar görülür. Zira modern
tarih anlayışının tesirinde kalan—diğer dinlerin insanları gibi—Müslüman
zihinler kendi tarihlerine baktıklarında çok zaman kendini tekrar eden bir
boyut-suzluk görmekteydiler. Fakat ilerlemenin düşünce dünyasında ve hayatın
pratiğinde meydana gelen tezahürleri, çok geçmeden dinin terakkiye/ilerle-meye
mani olup olmadığı meselesini giderek tartışmanın merkezine yerleştirecektir. Bu
tartışma son tahlilde “toplum tasarımları” aynı, fakat bu tasarımı
gerçekleştirmekte kullanmak istedikleri kavramsal/kültürel araçları farklı olan
iki grubu doğurmuştur; laikler ve İslamcılar. İki grup da “form”da farklı ama
mahiyet olarak aynı olan toplum tasarımlarını gerçekleştirmek isterken; biri
dini/geleneği modernleştirerek, diğer bir ifade ile din/gelenek içinde
moderniteyi üretmenin imkânlarını ararken; diğeri ise bunları redde-derek hedefe
ulaşmanın mümkün olabileceğini savunmuştur. Bu tartışmanın günümüzde de hala
sürmekte olduğu bilinmektedir.

Bu kesimlerden biri, daha sonraları laik olarak tanımlanan
çizgiyi temsil edecek olan bu grup; toplumsal yapı ile beraber bu yapının
dini/kültürel dünyasının başından beri toptan değişimini savunmuştur. Bu çözüm
tarzına göre “muhalif” ile baş edebilmenin yolu mevcut referans kaynaklarının ve
toplumun hem form hem de içerik olarak değişmesi gerekmekte ve bununla beraber
modern toplum tasarımının mevcut bünyeye aktarılması istenmektedir. Osmanlıdan
Cumhuriyete uzanan süreçte; II. Mahmut ile başlayıp 1923’de radikal bir tutum
benimseyerek M. Kemal ile devam edip gelmekte olan bu çizginin belirgin
hususiyeti; çelişkili bir biçimde, dini kendi tekeli altına alarak
“devletleştirmiş”, ama kendisinin de dinden arındığını iddia ederek, toptan bir
değişimi, önceliği form’a vererek gerçekleştirmek istemiştir. Toplumsal yapıda
form’a yönelik müdahaleler sık sık tepkilerle karşılaşmış—II. Mah-mud’un diğer
adının gavur padişah olduğu hatırlanırsa—bunun neticesinde baskıcılığı bir
yöntem olarak seçmiştir. Ne var ki bu tercih insanları tepkisel yapmış,
modernleşme süreçlerine katılmayarak direnç göstermelerini doğurmuştur. Öte
yandan devletin modernleşmeden kaynaklanan toplumsal talep-ler karşısında
baskıyı bir çözüm yolu olarak seçmesi, bir “özgürleşme projesi” olma
iddiasındaki modernite ile, meşruiyetini onu uygulamadan alan yeni “devlet”
arasında çelişkiler doğurmuştur. İlave edilmesi gerekir ki mo-dernleşmede
seçilen bu yolun dünya genelinde tek örneğini Rusya’da bulmaktayız. Orada da
Deli Petro ile başlayan ve 1917’de radikalleşerek Lenin ile devam edip gelen bir
süreç izlediğini görmekteyiz.

İkinci kesime gelince; “İslamcı” olarak tanımlanan bu kesim; her
şeyden önce İslami mücadelenin belirlenmesinde büyük nispette payı olduğuna
inandığımız bu kesiminin bıraktığı mirası, İslami düşüncenin geleceği cihetinden
yeniden gözden geçirilmek mecburiyeti bulunduğunu vurgulamak gerekmektedir. Zira
mücadele ettiği “modern dünya” ciddi bir mahiyet değişimi yaşamakta, dolayısı
ile o eski halinde artık değildir. Öte yandan bu kesimin kendisi için seçmiş
olduğu “hedef” ve “araçlar”ının büyük çoğunluğu ile diğer birinci—laik—gruptan
mahiyette her hangi bir farklılık taşıdığı görülmemektedir. O halde bu kesimin,
tabii ki bu kesimin önderi konumundaki aydınların karşı karşıya durdukları
muhalife/modern dünyaya cevap oluşturmaya çalışırken, meseleyi ortaya nasıl
koydukları oldukça önemli sayılmalıdır. Çünkü Müslümanların gelecekteki
entelektüel ve toplumsal çabaları cihetinden can alıcı nokta; bu kesim eli ile
İslam’ın modern güçlerle, değerlerle diğer bir ifade ile modernite ile somut bir
şekilde yüz yüze getirilmesi, onunla kurulan ilk “ilişkinin” mahiyetini de
belirleyen bir hususiyet taşımış olmasıdır. Buna ilave olarak şimdiye kadar
modernite ile yani Batılı seküler entelektüel kültür ile yakın bağları olan tek
dini kültürün Hıristiyanlık olması, Müslümanların kurmuş olduğu bu ilişkinin
önemini artırmaktadır.

İslamcı kesimin diğer bir tanımla Müslümanların modern dünya
karşısında kısa devrelerle tecrübe etmeye çalıştıkları bu ikinci yolun; laikliğe
karşı olması ile bilinen, fakat aynı zamanda ve çelişkili bir şekilde Müslümanın
giderek sekülerleşmesine/dünyevileşmesine de “rahim” görevi yapacak olan
“yolun/yöntemin” bu olduğunu söylemek, yanlış bir tanım sayılmaz. Bu yolun
Osmanlı da II. Abdülhamit ile başlayan, Cumhuriyet döneminde kendini güçlü
şekilde Turgut Özal ile duyuran ve yakın zamanlarda Necmettin Erbakan ile temsil
ettiği kendine has meşruiyet zemininde şahit olunmayan nisbette bir dinamizm
taşıyan—“Anadolu kaplanları”, “İslami sermaye” gibi—İslamcı dediğimiz süreç
olduğu söylenebilir.

Bu çizginin belirleyici hususiyeti ise; moderniteyi din/gelenek
içinde üretmek istemesidir. Geleneğin içinde kalarak onu modernleştirmenin
toplum tarafından benimsendiği ve müthiş bir dinamizm hasıl ettiği söylenebilir.
İslamcı söylemin tabii neticesi olarak bugün ekonomik büyümeye ve güçlenmeye
duyduğu sınırsız iştah, İslam’ı bu yöne doğru zorlayıcı yorumu; “mar-ket”in
mantığına göre ahlaktan bağımsız bir ticaret anlayışın ve buna ilave olarak da
tüketme alışkanlığı edinilmesine giderek sebebiyet verdiği görülmektedir. Öte
yandan bu kesimin teknoloji ve bu teknolojiye ilişkin bilginin, toplumsal
yapıya/geleneğe dokunmadan Batı’dan transferini sağlama mücadelesine dini bir
meşruiyet araması; aynı zamanda ümmetin kurtuluşu için teknolojiye—kolejler
kurulmasının temeldeki sebebi sayılarak, bu teknolojiyi üreten
“bilgi”ye—“mesiyanik” bir rol biçtiğini çok zaman kendisinin de gözden
kaçırmasına sebebiyet verir. Bu kabulün tabii neticesi olarak artık bugün
İslamcılık; Peygamber varisleri olan alimlerden çok teknokrat/aydınların
önderlik yaptığı bir çözüm arama “yolu” hususiyeti kazanmıştır diyebiliriz.

IV

Allah’ın birliğine, tevhide inanmanın kaçınılmaz izdüşümü olan
hayatın birliği, Müslümanların modernite ile karşılaşması neticesinde açıktan
saldırıya uğramıştır. Zira modernite, İslam’ın mümine kazandırdığı inancı, dinin
“ima” ettiğinden farklı bir “tarz”da düşünmek ve yaşamak zorunda bırakmaktadır.
Kendisinin belirlediği bir hedef için süreçlendirdiği hayat biçimi ve bu hayat
biçiminin hasıl ettiği “doğru” ve “gerçeklik” bağlamı içinde; dinin sadece
yaşanması değil, fakat aynı zamanda onun üstünde tefekkür edilmesini ve yine o
yapı içinde anlaşılması gerektiğini önermektedir. Bundan dolayı moderniteye
rahim görevi yapan Protestanlığın Batıda, bu sürece ait bir Hıristiyan teolojisi
halini aldığı; Katolikliğin ise kendi geleneksel düşünce köklerine daha sadık
kalarak ve bundan dolayı mevcut toplumsallığın “doğru” ve “gerçeklik” anlayışı
ile zaman zaman çatışma içinde kalarak varlığını sürdürdüğü söylenebilir.

Hayatın birliğinin ve buna bağlı olarak Müslüman zihnin karşı
karşıya kaldığı kırılmanın neticesinde; toplumsal hayatın ve ilişkilerin bütünü
ile Müslüman’ın mahrem dünyası hiç olmadığı kadar çelişkiler ve bölünmelerle
dolmuştur. Uzun tarih süreci içinde bunun Müslümanlar cihetinden derin, kapsamlı
ve ideallerinde ahireti unu-tarak, sadece “bugünü” düşünmelerine sebep olan
sersemletici bir tecrübe olduğu söylenebilir. Şüphe yok ki bu tecrübe Batının
sadece askeri gücü ve teknolojik üstünlüğü ile karşı karşıya gelmekle
oluşmamıştır. Farklı tarihsel tecrübelerin değişik formlarda hasıl edip
kullandığı modernitenin aynı zamanda seküler değerleri ve amaçları ile karşı
karşıya gelinerek kazanıldı. Bugünde iletişim, sağlık, eğitim vb. gibi kurumlar
tarafından iki uçtan kıskaç altındaki Müslüman dünyanın bütün sakinlerinin
durmak bilmez bir şekilde hayatları sekülerize edilerek şekillendirilmektedir.

Müslümanlar başlangıçta içinde varlıklarını sürdürdükleri “hayat
evrenleri”nin yüz yüze kaldıkları modern “duruma” cevap veremeyen taraflarına
çözüm bulmak için Kur’an ve Sünnet’e başvurdular. Maksat Kur’an ve Sünnet’in
yardımıyla “teknoloji” ve “bilim” gibi bazı “yeni araç”ları kendi bünyesine
aktararak sahip olmak; kendine ait hayat ve değerler dünyasını korumak, böylece
muhalifine karşı güçlü duruma gelmekti. Ne var ki, bugünden bakıldığında varılan
nokta hiç de umut edildiği veya varsayıldığı gibi neticelenmemiştir. Yaşanan
uzun bir tecrübe sonrasında bunun yanlış bir ön kabulün neticesi olduğu
söylenebilir. Bugün kurtulması gerekilen bu yanlışlık; her şeyin Müslüman zihin
tarafından bir “araç” halinde görülmesi veya kolayca bir “araç”a
indirgenmesidir. Başlangıçta zahmetsiz bir çözüm bulma yolu olarak kolayca
benimsenen bu “indirgemeci zihin hali”nin giderek İslam’a ait kavramları da bir
“araca” indirgeyerek içerik anlamlarında sorumsuzca değişiklik yapmaya
başladığını söyleyebiliriz.

Dolayısıyla modernitenin Müslü-manlar tarafından
araçsallaştırılması; aynı zamanda onun her şeyden önce bir zihniyet biçimi, yeni
bir hakikat, insan, toplum anlayışı, yeni bir bilgi çeşidi; hedefini kendisinin
tayin ettiği uygarlık/uygarlaşma projesi olarak anlaşılmasını; hatta bu projenin
temelinde endüstriyel ilişkilerin, üretim ve tüketimin yeni biçimlerinin
yattığını görmeyi engellemiştir. Modernite sadece teknik/teknolojik araçlara ve
bu araçların kullanımına indirgenebilecek bir mesele olmaktan önce; insan zihni
üzerinde kurmuş olduğu hegemonyanın kendisi ile ilgilidir. Modernitenin insan
zihnini kendi ilkelerine göre şekillendirmek isteyen yaptırımcı entelektüel bir
güç olması; insanı çok zaman çaresiz duruma sokmuş, kendisine ait tarihin yeni
idealler, umutlar ve değerler doğrultusunda, başkaları tarafından
değiştirilmesine “seyirci” kalmak durumunda bırakmıştır. Bundan dolayı
Müslümanların hayat evreni günü-müzde çok farklı bir hususiyete sahip
durumdadır.

Bugünün Müslümanları için, artık mahiyet olarak bir dönüşüm
geçirmiş olmasının neticesinde ortada kendile-rine ait bir “hayat evreni”
kalmadığından, bu defa başlangıçta, modernite ile karşılaştıklarında
yaptıklarının tam tersinden bir faaliyet içinde bulunmaktadırlar. Yine Kur’an ve
Sünnet’e başvurmakta, fakat bu defa onların imkânları ile mevcut/modern hayat
evrenin “İslamîleştirme”ye çalışmaktadırlar. Bunun neticesi olarak dünkü
Müslüman’ın sahip olduğu zihniyet ile inşa etmiş olduğu “dünya” ve toplumsal
“gerçeklik”, bugün aynı dinin sahipleri tarafından gerektiği nispette
anlaşılamamaktadır.

Anlaşılmamanın temelinde yatan önemli sebebin, günümüz
Müslüman-larının geçirmekte olduğu kapsamlı bir değişimdir. Modern dünyaya karşı
ve karşı olma süreci içinde modern dünyanın giderek bir parçası olmanın yanında,
mücadele boyunca seçmiş olduğu maddi ve entelektüel araçlarını her defasında
“muhalifinkine bakarak tanımlama”sının tabii neticesi olarak; günümüz
Müslümanının köklü bir zihniyet değişimi yaşamakta olduğunu söyleyebiliriz. Bu
değişimin neticesi olarak; mevcut toplumsal ilişkileri, İslam’a ait değer ve
hükümleri algılama ve yaşama biçimi giderek “dünden” farklılaşmaktadır. Mesela
Müslüman bu gün, değişen “ben” bilinci/“nefsini yeni anlama kabiliyeti”
sebebiyle, kendi ahlaki tutumundaki değişime paralel olarak oldukça derin bir
“sahiplenme” arzusu taşımaktadır. Tüketim ya da global kültürün içselleştirilip
benimsenmesi Müslümanları, hiçbir ahlaki ilke taşımayan “piyasa ekonomisi”nin
hakim mantığına uygun düşecek şe-kilde, İslam’ı yeniden “üreterek” tüketime
sunmalarını doğurmaktadır. Rızk anlayışının “Rezzak”tan ayrıştırılarak
“bağımsızlaştırılması”; bilgi ve teknolojinin bir mahsulü olarak “iktisadi
faaliyet” şeklinde kavramsallaştırılması; ahlakı çözmekte, daha doğru bir ifade
ile ahlakın değişmez ve değişmemesi gereken değerlerinin içerik anlamlarını
dönüştürerek göreceleştirmekte; bere-ket, kanaat, israf ve bunların neticesi
olan fakat şeytanın asla sevmediği mütevaziliği anlamsız ve işlevsiz kılarak
hayatın dışına kovmaktadır.

Bugün Müslümanlarda aslolan toplumsal faaliyetin artık iktisadi
faaliyet olduğuna; sanki “darlık ve genişlikle imtihan” edilmeyeceklermiş gibi,
sıkıntıların temelinde her şeyden önce maddi imkânsızlıklar bulunduğuna yönelik
bir inanç giderek kuvvet kazanmakta; başarının ölçüsü “takva” olmaktan çok,
ekonomik ya da modern idealler ve gayeler bağlamında değerlendirilmektedir.
Günümüzde Müslü-manlar—en azından azımsanmayacak bir kesimi—kalkınma, gelişme
dolayı-sıyla “ilerlemeyi” hedef alan bir “iktisat” anlayışı ile öne çıkmaya
başlarken; çok şey ekonominin gözlükleri ile anlamaya ve anlatılmaya
çalışılmaktadır. Böylece dinin/İslam’ın ve özellikle “takva”nın aracılığı ile
“toplumsal evren”i anlamaya çalışma dönemi, modern idealler, değerler ve
hedeflerin belirleyiciliği altında giderek arkeolojileşmiş kültürel bir
kalıntıya dö-nüşmektedir. Buna ilave olarak Kemalizm’in uygulaya geldiği sürekli
baskıyı Müslümanlar, yaptıklarının doğru ve İslam’a uygun bir işareti olarak
değerlendirmekte, neticede İslam’a ilişkin iddialarının büyük çoğunluğunu
modernitenin lehine çözüme kavuşturduklarını gözden kaçırmaktadırlar. Müslüman
kendi idrak dünyasında İslam’ı, modernite ile aynı “kulvarda” koşuya
soktuğundan; artık “muhalif” yani modern güçler ile baş edebilmek Müslümanların
sadece ekonomik cihetten güçlü olmaları lazım geldiği şeklinde anlaşılmakta;
sanki bu din parası olanın parasını korumak için—haşa—gelmiş gibi, enflasyon
oranı kadar faizin “helal” olabileceği söylenebilmekte; sınıf değiştirme özlemi
içindeki yeni kültürün bir kısım Müslümanları ise; modernitenin “muska”ları olan
kredi kartlarına artık akrabalarından, mümin kardeşlerinden daha çok
güvenebilmektedirler. Bütün bunlar Müslüman’ın idrak dünyasını parçalamakta;
zihninde İslam’a ait ahlaki değerleri, normları, hükümleri alt üst ederek
onların içerikte değişime uğramasına ve anlam kaymasına sebebiyet vermektedir.
Halbuki biz güzelliklerde yarışmaya davet edilen bir ümmetin insanlarıyız;
nihayette adı “rızk” olarak kavramsallaştırılan bir faaliyet için “insan insanın
kurdudur” şeklinde, re-kabet içinde olmak zorunda değiliz. İnsan rızkı için hep
mücadele etmiştir ve hep edecektir; fakat kapitalist/liberal ekonominin bize bir
mecburiyet olarak göstermeye çalıştığı rekabetçiliğin, İslam cihetinden bir
meşruiyeti bulunmamaktadır. Bu rekabetin her şeyden önce İslam’ın ahlak
ilkelerini kökten aşındıran bir hususiyeti bulunmaktadır.

Artık bugün Müslümanların içinde yaşadıkları toplumsal ve
kültürel dünya; modernitenin inşa ettiği sosyal ilişkilerin süreçleri içinde
kendini yeniden üreterek devam eden bir yapı hususiyeti taşımaktadır. Bu günün
modern dün-yasının öncelikli meselesi; Müslüman kimliğin yerinden edilerek, onun
yerine modern bir kimlik, ilişki, kültür ve iktidarın inşasıdır. Ne var ki
Müslümanın tasavvur dünyası sadece dış dünyayı şekillendiren modern araçlar
tarafından değil; aynı zamanda hayata hakim bilginin epistemik tabiatının bir
neticesi olarak da şekillenmektedir. Her bilgi çeşidi gibi modern bilgininde
hayatın bütün yönlerini tanzim edici bir hususiyete sahip olduğunu biliyoruz.
Modern bilginin Müslüman zihin tarafından hasıl edilmesinin zorluğu, bu bilginin
sürekli ithal edilmesini gerektirmekte, bu ise derin bir bilinç kayması ve
Müslümanları ciddi bir özgüvensizlikle karşı karşıya bırakmaktadır. Müslüman’ın
ciddi ve trajik sorunu; modern/seküler bilgiyi herhangi bir istisna yapmadan
sahiplenirken, aynı modern zihniyetin kabul ettiği ilerlemeci/seküler değişim ve
tarih anlayışını reddetmeleri olmaktadır. Halbuki Müslümanlarca
içselleştirilmeye başlanan bu bilginin, aynı zamanda onların tarih
anlayışlarını, geleceği kavramlaştırma, kurgulama ve yönelimlerini
değiştirilebileceği hesaba katılmamaktadır. Bilginin inşa edeceği zihniyet
biçiminin “hakikati” ve hayatı yeniden ve kendi ideallerine göre
anlamlandıracağı nedense unutulmaktadır. Unut-mamak gerekir ki modern dünya
böyle bir zihnin, Hıristiyanlığın “hakikat” anlayışı ile “doğru”yu
birbirlerinden ayrıştırması neticesinde kendine ait birçok değeri ve projesini
inşa etmeyi başarabilmiştir. Bundan dolayı ilave edilmesi gereken önemli bir
husus bulunmaktadır; hem İslami/mümin bir zihniyete sahip olmak hem de bu
zihniyet içinde modern bilgi üretilmesini beklemek boş bir ümidin ötesine
varamamaktadır; aksinin olabilmesinin ancak İslami tahayyülün/idrakin
kırılmalara uğraması neticesinde mümkün olabileceği söylenebilir.

Zaten Müslüman için sıkıntı, ya da ilk bakışta çözümsüzlük gibi
görünen hususta burada başlamaktadır. Hem zihniyet, hayat ve dünya düzeni
olarak; hem de kendi ideallerine güre teknolojik, ekonomik, sosyal, siyasal ve
kültürel düzeyde kendini şekillendirmiş bir dünyada; Müslüman bir toplumun veya
ideal bir Müslüman toplumun nasıl olacağı hususunda gösterilen yoğun entelektüel
çaba; aslında Müslüman’ı, çok zaman İslam’ın hiç de kendi “usûl” ve “gayesi”
içinde uygun bulmadığı ve öncelik vermediği toplum inşacısı ya da “toplum
mühendisliği” yapmaya götürmektedir. İslam’da karşılığını bulamadığımız fakat
moderniteden ödünç aldığımız, hatta “mülkiyetimize” geçirdiğimiz “toplum”
kavramı ile, İslami bir “toplumsallık” üzerinde düşünmek ve onu gerçekleştirmek
arzusu, aslında oldukça mo-dern bir çaba sayılmalıdır. Zira İslam elbette inanan
insanların bir araya gelmişliği/birlikteliği anlamında “cemaati” ihmal
etmemekte; ne var ki bu cemaati meydana getirenlerden biri olarak mümin’e
öncelik vermektedir. İslam’a göre cemaat, müminlerin meydana getirdiği
birlikteliktir; halbuki modern toplum anlayışında “birey” toplumun bir “ürünü”
olarak görülür; modern toplumda insan birey/vatandaş olarak yeniden inşa edilir.

V

Bugün dünya genelinde yaşanan bir “durum”un bizim gibi ülkelerde
birbirlerinin yerine kullanılan üç ismi bulunmaktadır: Batılılaşma, çağdaşlaşma
ve modernleşme. İlki doğup geliştiği coğrafya temelinde; ikincisi evrensel olma
iddiasında; üçüncüsü de dini/felsefi kökende aynı olayın/sürecin farklı
kelimelerle ifadesi olmak gibi hususiyet taşımaktadırlar. Birbirlerinin türevi
olarak bu üç kavram “inşacı”lık taşıyan içerik anlamları ile ideoloji
yüklüdürler. Üçünün de aydınlanma ideallerine referansta bulunmadan ne
olduklarını açıklayabilmeleri mümkün görünmemektedir. Nihayette üçü de araçları
ve amaçları ile Avrupa adlı coğ-rafyanın/tarihin içinde tecrübe edilmiş bir
olaya gidip dayanmaktadır. Batılı, çağdaş veya modern bir “insan/toplum olmak”
son tahlilde Avrupa’da pratize edilmiş bir modelin adaptasyonu anlamına
gelmektedir. Bu bağlam içinde, köken olarak batı dışındaki hiç bir toplumun bu
üç kelimenin içeriklendirdiği anlam çerçevesinde; Batı-laştığından,
çağdaşlaştığından veya modernleştiğinden bahsetmenin müm-kün olmadığını; bunun
yerine coğraf-yaları, kültürleri, hayat biçimleri ve din telakkileri ile tam bir
asimilasyondan geçtikleri/geçmekte oldukları söyle-nebilir.

Birbirinin türevi olan bu üç kavramdan biriyle konuşursak; eğer
modernleşme her toplumun kendine has şartları içinde meydana gelen bir
yenilenme—tecdid—olsaydı, modernleşme veya diğer kavramlardan birini kullanmak
mümkün olabilirdi. Ne var ki durum bundan oldukça farklılık taşımaktadır.
Modernleşme her toplumun özgül şartlarında olsa bile—ki böyle bir tecrü-beye
tarihsel olarak rastlanmamaktadır; Avrupa dışı kültürlerde bunun herhangi bir
belirtisi yoktur; hatta bu olgu-nun/olayın sadece ve özellikle kuzey Avrupa’da
ortaya çıkması dikkat çekicidir—varmak istediği hedef ve idealleri ile beraber
ulaşmak istediği, her şeye rağmen Batıda oluşmuş bir mode-lin kendisidir.
Dolayısı ile teorik/felsefi temelde ve pratik düzlemde bunlara özgün faaliyetler
olarak bakmak mümkün değildir. Aslında ilk zamanlar Batılaşma adının
kullanılması bu benzeşmeye vurgu yaptığından dikkat çekicidir. Ne var ki mevcut
model ile bu modeli elde etmek isteyenlerin batı ve doğu şeklinde
coğrafi/teritoryal bir ayırıma gitmiş olmaları; meselenin farklılığının
dini/felsefi dolayısı ile zihinsel olmaktan önce, coğrafya bağımlı olduğu
hususunda yanlış bir yönlendirmeye sebep olmuştur dene-bilir. Üstelik böyle bir
ayırımın ise İslam cihetinden hiç bir meşruiyeti bulunmamaktadır. Fakat istesek
de istemesek de bugün bizim modernleşme ölçülerimizin ne olduğunu veya ne olması
gerektiğini tümüyle belirleyen Batılı değerlerdir.

Bugün artık hiçbir toplum kendi dini/tarihi tecrübesinden
getirdiği imkânlarla başta bilgi olmak üzere; kendileri için önemli olan
“hakikat” tanımını, yaşamakta oldukları hayatın büyük nispette anlamını,
toplumsal faaliyetlerinin nihai amacını, üretim ve tüketiminin hedefini
kendileri tanımlayamamakta, belirleyememekte; aksine kendileri dışında evrensel
olduğu varsayılan ve yerküreyi kapsamış değerler, ölçüler bu tayin ve tespitleri
yapmaktadır.

Öte yandan modernleşmenin Avru-palı olmayan biçiminden
bahsedebilmemiz için; önce bu tarz bir ayırımın hangi araçlar, ölçüler ve
kavramlara göre yapılacağının—eğer mümkünse—tesbiti gerekmektedir. Burada
modernleşmenin “Avrupalı olmayan biçimi” şeklindeki kavramsallaştırmanın bizzat
kendisi, modernleşmenin “Avrupalı biçimine” göre yapılmış bir tanım olmaktan
kurtulamayacaktır. Bunları birbirlerinden ayırabileceğimiz bir ölçü
bulunmamaktadır. Eğer ölçü olarak “gelenek”ten bahsedilirse, o ölçü olarak
alınırsa; bu defa geleneğin bizzat kendisinin “gelenek” olarak kavramsallaştırma
biçimini, moderniteye borçlu olduğu görülür. Gelenek ve geleneğin
içeriklendirildiği anlamlar ve değerler yine moderniteye bakılarak tanımlanmış;
kendi karşıtlığı temelinde inşa edilmiştir. İnşa sırasında geleneğe bir çok
olumsuzluklar yüklenmiş, bundan dolayı aşılması gerektiğine de önemle vurgu
yapılmıştır. Dolayısı ile geleneği savunarak moderniteye karşı çıkmak veya
modernleşmenin “Avrupalı olmayan biçimi”nden bahsetmek, oldukça modern bir yol
ve yöntem hususiyeti taşımaktadır. Ne var ki mo-dernleşme süreçlerinde geleneğin
imkanlarının kullanılması çok daha cazip bir yol sayılır. Cumhuriyet döneminin
modernleştirme süreçlerinde bu yolu reddetmiş olması onun başarısız-lığının da
en büyük sebebi olduğunu söyleyebiliriz.

Cumhuriyet döneminden önce ve bu dönem sonrasında
modernleşme-nin/Batılılaşmanın/çağdaşlaşmanın toplumsal temelleri olduğu,
toplumun belirli bir kesimine/tabakasına dayan-dığını söylemek mümkün değildir.
Karşı karşıya kalınan yeni “durum” yönetici sınıf ve aydınları böyle bir
tercihle baş başa bırakmıştır. Bu konuda her kesimin ortak bir kabulle bu
tercihe katıldığını; fakat bu tercihle beraber aynı zamanda izlenecek “yöntem”e
ilişkin günümüze kadar süren bir tartışmayı da beraberinde getirdiğini
görmekteyiz. Bugün farklı iki kutup olarak görülen, adları “İslamcı” ve “laik”
olarak adlandırılan tarafların aslında modernleşme meselesinde anlaşamadıkları
noktanın “yöntem” meselesi olduğu söylenebilir. Yoksa iki tarafta “form” da
farklılıklar taşımış olsa bile “muhtevada” ortak hedefleri olan aynı “medeniyet
projesini” inşa etmek istemektedirler. İslamcıların bunu “İslam medeniyeti”
olarak isimlendirmeleri onun özde modern projeden farklı olduğu anlamına
gelmemekte; tanımladığı “medeniyet” kavramı bile kötü bir modern kopya
hususiyeti taşımaktadır. Ayrıca İslamcıların burada İslam’ı
projelendirdikleri/ütopyalaş-tırdıklarını da belirtmemiz gerekmektedir. İki
kesimde modernitenin aktarımına /modernleşmeye başlangıçta bir “araç” olarak
bakmış; bununla biri anti-emperyalizm, biri de İslam adına muhalifine/“gavur”a
karşı kullanma arzusu taşımaktaydılar. Daha sonraları—bilhassa İslamcılar—bu
çabanın yeni bir kimlik ve yeni endüstriyel iliş-kileri, buna bağlı olarak
kalkınma, gelişme ve ilerleme gibi yeni süreçleri bünyesinde taşıdığını fark
edeceklerdir.

Endüstriyel faaliyetle kendini tanımlayan insanın, milli kimliği
içinde kültürel-düşünsel özelliğinin bu süreçleri daha ileriye taşıdığı nispette
bir gelişmeden bahsetmek mümkündür. Süreç içinde toplumun kazanması gereken
kimlik ve bilinç, ulaşılmak istenen hedeflerle uygunluk ve örtüşmesi gerekir;
halbuki Müslüman kimlik bütün bunlarla başından itibaren çatışmaktadır.
Müslüman’ın kimliğini İslam tarihinde görmesi, ulus-devletin ve modern sürecin
kabul edebileceği bir zihniyetin ifadesi sayılamazdı. Modern toplumu yöneten
değerler ne kadar geleneksel olursa olsun ortak hu-susiyetler taşır; bunların
form olarak farlı olması içerik değerlerinin böyle olduğu ve böyle kalacağı
anlamına gelmez.

Dolayısı ile Modern toplumun insan anlayışı ve gelecek
tasarımıyla hiç bir bağının olmadığını açıkça ve kutsal kitabı ile teorik
düzlemde vurguda bulunan Müslüman kimliğin bu halini muhafaza ederek
modernleşmesi mümkün değildir. Fakat ille de modernleşmesi gerekiyorsa bunun
nasıl olacağı meselesinin pratikteki oluşma biçimini günümüz Müslümanlarının
çözülen aile ve cemaat yapıları ile müthiş bir geri-lim, yalnızlaşma, dünyaya
bağlılık, ahlaki bozulma, mümin olma anlamında çocuklarının geleceğinden önceki
Müslümanların şahit olmadıkları kadar korkmak şeklindeki yaygın şikayetleri ile
beraber tecrübe etmekte olduklarını söyleyebiliriz.

VI

On sekizinci yüzyılın vadettiği iyimserliğin büyük bir kısmının
bugün yerini karamsarlığa bırakmış olması, Avrupalı insanın zihnini yoğun
şekilde meşgul etmektedir. Fakat buna rağmen dünyanın Avrupa dışındaki kısmının
bu vaadlerden devşirdikleri umutlarla geleceklerini kurmak üzere ölümüne bir
mücadeleyi sürdürmekte olmaları, dikkat çekici olduğu kadar, “küresel” bir
“durumla” karşı karşıya bulunduğumuzun da delili sayılır. Bilinen tarih içinde
böyle bir duruma, yeryüzü ve insanoğlu ilk defa şahit olmaktadır denebilir.

Mücadeleyi veren Avrupa-dışı dünyadaki insanların yaklaşık bir
çeyreğini teşkil eden Müslümanların da modern dünya karşısında iki yüz yılı aşan
çabalarının, birbirine içkin iki boyut taşıya geldiğini söyleyebiliriz.

1- Mücadelenin birinci boyutu:

Müslümanlar uzun zamandan beri kendisine karşı mücadele
ettikleri dünyanın aynı zamanda başından beri adım adım bir parçası olma süreci
yaşamaktadırlar. Başlangıçtaki maksat, seçmiş oldukları kurumsal ve entelektüel
düzlemdeki “araç”ları; bize ilk dönemin Hıristiyan müminlerinin Roma
karşısındaki mücadelelerini hatırlatmakta ve bu mücadelenin tarihi ile benzerlik
taşıdığını söylemek mümkündür. Bu mücadele Dördüncü yüzyıldan itibaren
Hıristiyanlığın bünyesine kattığı “değerler” sayesinde oluşan ma-yalanma ile on
dört yüzyıllık tarihsel bir tecrübeden sonra, mahiyette onun dönüştürülmesine de
imkan vermiştir. Hıristiyanlık yeni bir “hakikat” anlayışının doğmasına ve hayat
biçiminin kurulmasına imkân hazırlarken, geriye kendisinden kültürel bir unsur
olmanın dışında, hayatı tanzim edeci bir güç olarak, fazla bir şey kalmaz.
Bugünde Müslüman ümmetin on dört yüzyıllık tarihsel tecrübesinden sonra; Roma
karşısındaki ilk Hıristiyan müminlerin yöntem ve çabalarına ben-zer şekilde
modern dünyaya—veya modernleşmiş Roma’ya—karşı müca-dele ederken, aynı zamanda
da bu dünyanın bir parçası olmaya başladıkları söylenebilir. Yaşanmaya başlanan
bu durum, Müslümanların on dört yüzyıllık “hakikati”anlama ve yaşama biçiminden
artık farklı olacağı anlamına gelmektedir.

Bundan dolayı, günümüzde İslam’ın rolünün kendi yaşanmış geçmişi
ile “aynı” mı, yoksa “farklı” mı olacağı önemli noktayı teşkil etmektedir.
Modernite İslam’dan yeni bir “rol” ve/veya “işlev” üstlenmesini istemekte;
böylece onu kendi “geçmişinden” koparmadan bir dönüşüme uğratabileceğini ümit
etmektedir. Çünkü bugün İslam, fiziksel dünyası ve araçları değişmiş; bir
kültürel, epistemolojik, yeni değerler dünyası ve farklı bir gaye ile
süreçlendirilmiş “hayat evreni” içinde düşünülmek, anlaşılmak ve amel haline
getirilmekle yüz yüze bulunmaktadır. Diğer bir anlatımla modernitenin yorumlayıp
şekillendirdiği, hatta yeni baştan inşa ettiği bir dünya ile bugün
İslam/Müslümanlar karşı karşıya bulunmakta; İslam, ya kendini bu dünyaya göre
yeniden yorumlayacak veya kendi ideallerinin ve epistemolojisinin önceliklerine
uygun bir yorumla bu dünyayı aşmayı deneyecektir. Bundan dolayı Müslümanların
modern dünya ile karşılaşmalarının neticesinde oluşturdukları “İslamcılık” böyle
bir imkânı bünyesinde taşımadığından, bugün özgürleştirici olmayan bir “söylem”
olarak “terk” edilmek zorundadır. Çünkü İslam’ın bugün karşı karşıya kaldığı
meseleler dünden, yani İslamcılığın doğduğu zamanlardan farklı olduğu kadar,
karşılaştığı meydan okumalar da mahiyet olarak artık farklı hususiyetler
taşımaktadır. Bugün İslam için Müslümanların sürdürmekte olduğu çaba, sadece
İslami bir anlam/fıkıh üzerine kurulacak bir düzen/hayat biçiminin nasıl
olacağından daha önemlisi; Vahy’in, kendi klasik geleneği içindeki yaşanmış
hakikat anlayışına bağlı kalıp kalama-yacağı, gerçekliğinin nasıl olacağıdır.

Bundan dolayı şu üç sorunun sorulması gerektiğine inanmaktayız:

a- Modern dünya doğru kurulmuş bir dünya mıdır?

b- Moderniteye/modern projeye niçin talibiz?

c- Onunla ne yapmayı, neyi başarmayı ve nereye varmayı
düşünmekte-yiz?

Dünkü Müslümanın moderniteyi “araçsallaştırdığını” biliyoruz; ve
bunun anlaşılabilir bir çok yönü bulunmaktadır; ne var ki aynı durumun günümüz
Müslümanları için geçerlik şansının artık kalmadığını belirtmemiz gerekmektedir.

2- Mücadelenin ikinci boyutu:

Bugün modern dünya da, Müslü-manların kendisine
katılmasını—asimilasyon—istemektedir. İlahi bir kaynaktan devşirdikleri sonsuz
imkânlarla moderniteye karşı güçlü duran ve bundan dolayı eliminasyonları pek
mümkün görünmeyen Müslümanların; bir buçuk milyar nüfusları ve güçlü
epistemolojik potansiyelleri1 ile, mo-dern dünyaya—hiç bir itirazda
bulunmamış olsalar bile—katılmamaları başlı başına bir tehdit ve dengesizlik
yaratacaktır. Zira günümüz dünyasının kendisini haklı göstermeye çalıştığı ilke
ve ideallerinin hakim dengeleri bunu kaldıramaz. Öte yandan hiç imkânları olmasa
bile, bir buçuk milyarlık bir “umman”a karşı, adı modern de olsa herhangi bir
“dünyanın” sonuna kadar “yüzebileceğini” söylemek pek kolay değildir. Bundan
dolayı; ılımlı, fundamentalist, radikal, sivil, kültürel, siyasal İslam
yaftaları bu tedirginliğin hasıl ettiği, fakat İslam cihetinden anlamı olmayan
kavramlar hususiyeti taşımaktadırlar. Halbuki gerçek tam tersidir; bu dünyayı
tehdit eden Müslümanlar—hatta Hindular, Çinli’ler de—değil, bizzat modern
dünyanın kendisidir. Bütün insanlığı tehdit etmekte ve bunu da elindeki
“araçlarla” gözlerden saklamaya çalışmaktadır.

Eğer Müslümanlar bu dünyaya katılır, yani asimile olurlarsa;
modern dünya “nihai” galibiyetin—“sevinçlerin kısa süreceği” elbette
bilinmektedir—tadını test edebileceğini ve böylece rahata kavuşabileceğini
varsaymaktadır. Bunun yanında Müslümanların/İslamın katılımının kendisi için
umut ettiği muhtemel iki neticesi veya iki beklentisi olabileceğini
söyleyebiliriz. Bunlardan biri, modern dünyanın önemli meselelerinden biri olan
“çevre meselesi” için teknolojiyi “hümanize” etmesi; ve bunun tabii neticesi
olarak, insan-insan, insan-toplum ve insan-tabiat ilişkilerinin yeniden
tamiri!.. İkinci olarak ahlaki düzlemde aile ve alkolizm gibi meselelere katkıda
bulunması!..

Dipnotlar

1. Müslümanların, aydınlanma geleneğini çok kötü taklit
ederek ekonomik faktörleri gücün sembolleri olarak görmeleri, anlaşılabilir,
fakat kabulü mümkün bir “bakış” tarzı değildir: Her şeyi “ekonomize” etmek gaybi
yardımları “bilinç” dışına itmektedir. Dolayısı ile burada petrol, ekonomik,
stratejik konumlara değinmek istemiyoruz.

 

Kaynaklar

Y. Aktay, A. Topaloğlu, Postmodernizm ve İslam, Vadi Yay.,
1996.

C. Said, İslami Mücadelede Bilginin Rolü, Pınar Yay., 1997.

J. Obert Voll, İslam, Süreklilik ve Değişim, Yöneliş Yay.,
1991.

D. A. Kaygı, Türk Düşüncesinde Çağdaşlaşma, Gündoğan Yay.,
1992.

B. F. Stowasser, The Islamic Impulse, Georgetown Univ.,
1987.

P. L. Berger, The Capitalist Revolution, Basic Books., 1986.

————— The Heredical Imperative, Anchor Books.,
1986.

C. Laseh, The True and Only Heaven, Norton Com., 1991.

C. Brinton, The Shaping of Modern Thought, Printic Hall,
1950.

L. Goldman, The Philosophy of Enlightement, Mit Press, 1968.

P. Johnson, Intellectuals, Herper and Row, 1990.