On üç asır evvel Şeriat-ı Garrâ teessüs ettiğinden, ahkâmda
Avrupa’-ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinayettir. Ve şimale
müteveccihen namaz kılmak gibidir.

Dîvân-ı Harb-i Örfî, s. 65.

Biz millet-i Osmaniye erkeğiz. Kamet-i merdane-i istidad-ı
milliye-mize kadınların libası gibi süslü sefahet ve hevesât ve israfât
yakışmıyor. Binaenaleyh, aldanmayalım.

kaidesini düstu-ru’l-amel yapalım. Şöyle ki:

Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye yardım edecek noktaları
(fünun ve sanayi gibi) maal-memnuniye alacağız.

Amma medeniyetin zünub ve mesavîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı
seyyie ki, ecnebîlerde mehasin-i medeniye-i kesiresiyle muhat olduğu için
çirkinliğini o kadar göstermiyor. Biz ise, aldığımız vakit su-i talih cihetiyle
ve su-i intihap tarikiyle müşkilü’t-tahsil mehasin-i medeniyeti terk edip, çocuk
gibi heva ve hevese muvafık zünub-u medeniyete kesb ettiğimizden, muhannes gibi
(yani kadınlaşmış erkek gibi) veya mütereccile gibi (yani erkekleşmiş kadın
gibi) oluruz. Kadın, erkek gibi giyinse maskara olur. Erkek, kadın gibi süslense
muhannesliktir, yakışmaz. Mert ve âlihimmet, zîb ü zîverle muzahraf cilveli
hanım gibi olmamalı.

Elhasıl: Zünub ve mesâvî-i medeniyeti, hudud-u hürriyet ve
medeniyetimize girmekten seyf-i şeriatla yasak edeceğiz. Tâ ki, medeniyetimizin
gençliği ve şebâbeti, zülâl-i aynü’l-hayat-ı şeriatla mu-hafaza olsun. Kesb-i
medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki, onlar Avrupa’dan mehasin-i
medeniyeti almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini
muhafaza ettiler. Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyette neşvünema bulduğu için,
iki cihetle sarılmak zaruridir.

Dîvân-ı Harb-i Örfî, s. 78-80.

Meclisten biri dedi: “Neden şeriat şu medeniyeti1
reddeder?”

Dedim: “Çünkü, beş menfi esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i
istinadı kuvvettir. O ise, şe’ni tecavüzdür. Hedef-i kastı menfaattır. O ise,
şe’ni te-zahumdur. Hayatta düsturu, cidaldir. O ise, şe’ni tenazudur. Kitleler
mabeynindeki rabıtası, âhari yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O
ise, şe’ni böyle müthiş tesadümdür. Câzibedar hizmeti, hevâ ve hevesi teşcî ve
arzularını tatmin ve metâlibini teshildir. O heva ise, şe’ni insaniyeti derece-i
melekiyeden, dereke-i kelbiyete indirmektir. İnsanın mesh-i mânevîsine sebep
olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan,
hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.

“İşte, onun için bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini
meşakkate, şekavete atmış; onunu mümevveh saadete çıkarmış; diğer onu da, beyne
beyne bırakmış. Saadet odur ki, külle, ya eksere saadet ola. Bu ise, ekall-i
kalilindir ki, nev-i beşere rahmet olan Kur’ân, ancak umumun, lâakal ekseriyetin
saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder.

“Hem serbest hevânın tahakkü-müyle, havâic-i gayr-ı zaruriye
havâic-i zaruriye hükmüne geçmişlerdir. Bedâvette bir adam dört şeye muhtaç
iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y, masrafa kâfi
gelmediğinden, hileye, harama sevk etmekle, ahlâkın esasını şu noktadan ifsad
etmiştir. Cemaate, nev’e verdiği servet, haşmete bedel, ferdi, şahsı fakir
ahlâksız etmiştir.

Sünûhat, s. 58-60.

Dediler: “Şeriat-ı Garrâdaki mede-niyet nasıldır?”

Dedim: “Şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tazammun ettiği ve
emrettiği medeniyet ise ki, medeniyet-i hâzıranın inkişâından inkişaf edecektir.
Onun menfi esasları yerine, müspet esaslar vaz’eder.

“İşte nokta-i istinad, kuvvete bedel haktır ki, şe’ni adalet ve
tevazündür. Hedef de, menfaat yerine fazilettir ki, şe’ni muhabbet ve
tecazüptür. Cihetü’l-vahdet de unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî,
vatanî, sınıfîdir ki, şe’ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne
karşı yalnız tedâfüdür. Hayatta düsturu, cidal yerine düstur-u teavündür ki,
şe’ni ittihad ve tesanüttür. Hevâ yerine hüdâdır ki, şe’ni insaniyeten terakkî
ve ruhen tekâ-müldür. Hevâyı tahdit eder; nefsin hevesât-ı süfliyesinin
teshiline bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.

Sünûhat, s. 60, 61.

Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis
edilmediğinden, belki heves ve hevâ, rekabet ve tahak-küm üzerine bina
edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip
ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle, Asya
medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az
vakitte galebe edecektir.

Hutbe-i Şâmiye, s. 42.

Acaba en ziyade kuvve-i mânevi-yeye ve teselliye ve metanete
ihtiyacını hissetmiş bu asırdaki beşer, bu zamanda o kuvve-i mâneviyeyi ve
tesellîyi ve saadeti temin eden ve İslâmiyet ve imandaki nokta-i istinad olan
hakaik-i imaniyeyi bırakıp, Garplılaşmak ünvanıyla, İslâmiyet milliyetinden
istifade yerine, bütün bütün kuvve-i mâneviyeyi kırıp ve teselliyi mahveden ve
metanetini kıran dalâlet ve sefahete ve yalancı politika ve siyasete dayanmak,
ne kadar maslahat-ı beşeriyeden ve menfaat-i insaniyeden uzak bir hareket
olduğunu, pek yakın bir zamanda intibaha gelmiş, başta İslâm olarak, beşer
hissedecek. Dünyanın ömrü kal-mışsa Kur’ân’ın hakaikine yapışacak.

Hutbe-i Şâmiye, s. 78.

Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ,
Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların
sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne
taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip
kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz
ahlâksız-casına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü
şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir
istihzâdır.

Lem’alar, s. 124.

Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve sanat ve
terakkiyât-ı ecnebiyeye cebirle sevk eden bedbaht hamiyetfuruş! Dikkat et, bu
milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın. Eğer böyle
ahmakane, körü körüne topuzların altında bazıların dinden rabıtaları kopsa, o
vakit hayat-ı içtimaiyede bir semm-i katil hükmünde o dinsizler zarar
verecekler.

Lem’alar, s. 125.

İşte, medeniyet-i hâzıra, felsefesiyle hayat-ı içtimâiye-i
beşeriyede nokta-i istinâdı kuvvet kabul eder. Hedefi menfaat bilir. Düstur-u
hayatı cidâl tanır. Cemaatlerin râbıtasını unsuriyet ve menfî milliyet bilir.
Gàyesi hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyid etmek için bâzı
lehviyât’tır.

Halbuki, kuvvetin şe’ni, tecavüzdür. Menfaatin şe’ni, her arzuya
kâfi gelme-diğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe’ni, çarpışmaktır.
Unsuriye-tin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte,
şu medeniyetin şu düsturlarındandır ki, bütün mehâsiniyle beraber, beşerin yüzde
ancak yirmisine bir nevi sûrî saadet verip, seksenini rahatsızlığa, sefâlete
atmıştır.

Ammâ hikmet-i Kur’âniye ise, nokta-i istinâdı kuvvet yerine
hakkı kabul eder. Gayede, menfaat yerine fazilet ve rızâ-i İlâhi’yi kabul eder.
Hayatta, düstur-u cidâl yerine düstur-u teâvün’ü esas tutar. Cemaatlerin
râbıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine râbıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî
kabul eder. Gâyâtı, hevesât-ı nefsâniyenin nâmeşrû tecavüzâtına sed çekip ruhu
maâliyâta teşvik ve hissiyât-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı
insaniyeye sevk edip insan etmektir. Hakkın şe’ni ise, ittifaktır. Faziletin
şe’ni, tesânüddür. Teâvünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni,
uhuvvettir, incizabdır. Nefs-i emmâreyi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta
kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dâreyndir.

İşte, medeniyet-i hâzıra, edyân-ı sâbıka-i semâviyeden, bâhusus
Kur’-ân’ın irşâdâtından aldığı mehâsinle beraber, Kur’ân’a karşı, böyle hakikat
nazarında mağlûp düşmüştür.

Sözler, s. 372.

Ehl-i bid’a diyorlar ki: “Bu taassub-u dinî bizi geri bıraktı.
Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Avrupa taassubu bıraktıktan sonra
terakki etti.”

Elcevap: Yanlışsınız ve aldanmışsınız! Veya aldatıyorsunuz.
Çünkü Avrupa, dinine mutaassıptır. Hattâ bir âdi Bulgar’a veya bir nefer-i
İngiliz’e veya bir serseri Fransız’a, “Sarık sar. Sarmazsan hapse atılacaksın”
denilse, taassupları muktezasınca diyecek: “Hapse değil, öldürseniz bile dinime
ve milliyetime bu hakareti yapmayacağım.”

Hem tarih şahittir ki, ehl-i İslâm ne vakit dinine tam temessük
etmişse, o zamana nisbeten terakki etmiş; ne vakit salâbeti terk etmişse,
tedennî etmiş. Hıristiyanlık ise bilâkistir. Bu da mü-him bir fark-ı esasîden
neş’et etmiş.

Hem İslâmiyet sâir dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman,
İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez.
Belki Ce-nâb-ı Hakk’ı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz;
belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun
için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa,
musa-lâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâ-miyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat
mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye
bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristi-yanın bir dinsizi, yine hayat-ı
içtimai-yeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder ve bazı
pey-gamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hak-k’ı bir cihette tasdik edebilir.

Acaba, bu ehl-i bid’a ve doğrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte
hangi menfaati buluyorlar? Eğer idare ve âsâyişi düşünüyorlarsa, Allah’ı
bilmeyen din-siz on serserinin idaresi ve şerlerini defetmesi, bin ehl-i
diyanetin idaresinden daha müşküldür. Eğer terakkiyi düşünüyorlarsa, öyle
dinsizler idare-i hükümete muzır oldukları gibi, te-rakkiye dahi mânidirler;
terakki ve ticaretin esası olan emniyet ve âsâyişi kırıyorlar. Doğrusu, onlar
meslekçe tahribatçıdırlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz
serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin.

Böyle ahmaklardan mühim bir mevkii işgal eden birisi demiş ki:
“Biz Allah Allah diye diye geri kaldık; Avrupa top tüfek diye diye ileri gitti.”

“Cevâbü’l-ahmakü’s-sükût” kai-desince, böylelere karşı cevap
sükûttur. Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht âkıller bulunduğundan deriz
ki:

Ey biçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuz bin
şahit, cenazeleriyle

hükmünü imza ediyorlar ve o dâvâya şehadet ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz?
Bu şahitleri tekzib edebilir misiniz? Madem edemi-yorsunuz; mevt Allah Allah
dedirtir. Sekerâtta Allah Allah yerine hangi to-punuz, hangi tüfeğiniz,
zulûmat-ı ebedîyi o sekerâttakinin önünde ışıklandırır, ye’s-i mutlakını ümid-i
mutlaka çevirebilir?

Madem ölüm var, kabre girilecek, bu hayat gidiyor, bâki bir
hayat geliyor. Bir defa top tüfek denilse, bin defa Allah Allah demek lâzım
gelir. Hem Allah yolunda olsa, tüfek de Allah der, top da Allahu ekber diye
bağırır, Allah ile iftar eder, imsak eder.

Mektubat, s. 423, 424.

Sual: Sen eskiden Şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit,
onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır
medeniyet-i hâzıradan “mim’siz” di-yerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya
sokuldun?

Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i garbiye, semavî kanun-u esasîlere
muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenâtına, hataları, zararları,
fayda-larına râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olan istirahat-i umumiye
ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet;
ve sa’y ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, biçâre
beşeri hem gayet fakir, hem gayet tembel eyledi. Semavî Kur’ân’ın kanun-u
esasîsi,

ferman-ı esasîsiyle, “beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisat ve sa’ye
gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avâm tabakası birbiriyle barışabilir”
diye Risâle-i Nur bu esası izâha binâen, kısa bir iki nükte söyleyeceğim:

Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç oluyordu. O üç
dört hâcâtını tedarik etmeyen, on adette ancak ikisiydi. Şimdiki garp
medeniyet-i zâlime-i hâzırası, su-i istimâlât ve israfât ve hevesâtı tehyic ve
havâic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hâcâtlar hükmüne getirip görenek ve
tiryakilik cihe-tiyle, şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı
yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcâtı tam helâl bir tarzda
tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir; on sekizi muhtaç hükmünde kalır.
Demek, bu medeniyet-i hâzıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri
zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Biçare avâm ve havas tabakasını daima
mübarezeye teşvik etmiş. Kur’ân’ın kanun-u esasîsi olan “vücub-u zekât, hurmet-i
riba” vasıtasıyla avâmın havassa karşı itaatini ve havassın avâma karşı
şefkatini temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana
sevk etmeye mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber etti.

İkinci nükte: Bu medeniyet-i hâzı-ranın harikaları, beşere birer
nimet-i Rabbaniye olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat-i beşerde istimali
iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki, ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe
ve sefahete ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesâtı dinlemek
meylini verdiği için, sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisatsızlık
yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevk ediyor.

Meselâ, Risâle-i Nur’daki Nur Anahtarının dediği gibi, radyo
büyük bir nimet iken, maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmekle bir mânevî şükür
iktiza ettiği halde, beşte dördü hevesâta, lüzumsuz, mâlâyâni şeylere sarf
edildiğinden, tembelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa’yin şevkini
kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor.

Hattâ çok menfaatli olan bir kısım harika vesait, sa’y ve amel
ve hakikî maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye istimali lâzım gelirken, ben kendim
gördüm, ondan bir ikisi zarurî ihtiyâcâta sarf edilmeye mukabil, ondan sekizi
keyif, hevesât, tenezzüh, tembelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz’î misale binler
mi-saller var.

Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam
dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacâtı ziyadeleştirmiş. İktisat ve
kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tamahı ziyade-leştirmeye, zulüm ve harama
yol açmış.

Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle, o biçâre muhtaç
beşeri tam tembelliğe atmış, sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesâta, sefahete
sevk edip ömrünü faydasız zâyi ediyor.

Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Su-i istimâl
ve israfâtla yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.

Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit
hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin
içlerine yayılmasıyla intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı
ebedî suretinde gösterip her vakit beşeri tehdit ediyor, bir nevi cehennem azâbı
veriyor.

İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’ân-ı Hakîmin
dört yüz milyon talebesinin intibahıyla ve içinde semavî, kudsî kanun-u
esasîleriyle bin üç yüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dört yüz milyonun
kendi kudsî esasî kanunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini;
ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem sa-adet-i hayat-ı dünyeviyesini,
hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını; ve ölümü, idam-ı ebedîden
çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini; ve ondan çıkan
medeni-yetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini; ve şimdiye kadar olduğu
gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek
değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı
edeceğini, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın işârât ve rumuzundan anlaşıldığı gibi,
rahmet-i İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor.

Emirdağ Lahikası, s. 334, 335.

“Biz şimdi ulûm-u an’ane ve ulûm-u diniyeden ziyade
Garplılaşmaya ve medeniyete muhtacız.”

Ben de cevaben dedim:

Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da,
ekser enbiyanın Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve filozofların garpta
gelmelerinin delâletiyle Asya’yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin
tesirâtından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almaya-rak
Garplılaşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız
dahi, dört beş büyük milletlerin merkezinde olan vilâyat-ı şarki-yede millet,
vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakaikine katiyen taraftar olmak, size
lâzım ve elzemdir.

Emirdağ Lahikası, s. 439.

“Biz şimdi mecburuz.

kaidesiyle, Avru-pa’nın bazı usûllerini medeniyetin icaplarını taklide
mecburuz” dediler.

Ben de dedim: “Çok aldanmışsınız. Zaruret su-i ihtiyardan gelse,
katiyen doğru değildir; haramı helâl etmez. Su-i ihtiyardan gelmezse, yani
zaruret haram yoluyla olmamışsa zararı yok. Meselâ; Bir adam su-i ihtiyarıyla
haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa, hüküm
aleyhine câri olur, mâzur sayılmaz, ceza görür. Çünkü, su-i ihtiyarıyla bu
zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczup çocuk cezbe halinde birisini vursa,
mâzurdur. Ceza görmez. Çünkü ihtiyarı dahilinde değildir.”

İşte ben o kumandana ve hocalara dedim: “Ekmek yemek, yaşamak
gibi zaruri ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var? Su-i ihtiyardan, gayri
meşru meyillerden ve haram muamele-lerden tevellüt eden hareketler haramı helal
etmeye medar olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuş ise,
mutlak zaruret olmadığı ve Su-i ihtiyardan geldiği için, haramı helal etmeye
sebep olamaz. Kanun-u beşeri de bu noktaları nazara almış ki, ihtiyar haricinde
zaruret-i katiye ile, Su-i ihtiyardan neşet eden hükümleri ayırmıştır. Kanun-u
İlahi’de ise, daha esaslı ve muhkem bir şekilde bu esaslar tefrik edilmiştir.”

Emirdağ Lahikası, s. 456.

Dipnotlar

1. Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati
bulunan iyiliklerdir. Yoksa, medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki,
ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip taklit edip, malımızı
harap ettiler. Medeniyetin günahları, iyiliklerine galebe edip, seyyiatı
hasenatına râcih gelmekle, beşer iki Harb-i Umumi ile iki dehşetli tokat yeyip,
o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla
bulaştırdı. İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle, medeniyetin mehasini
galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin
edecek.

(Esere müellif tarafından sonradan ilâve edilmiştir.)