Türkiye’de ve dünyada Osmanlı araştırmaları ne aşamadadır?
Osmanlı Devleti’nin 600 yılı aşan ömrüyle dünyanın en uzun
ömürlü hanedan devleti olduğu söylenebilir. Bu bakımdan tarihinin bir bütün
olarak ele alınması çok zordur ve yapılan her çalışmanın mutlaka eksik yanları
vardır. Bunun başlıca sebebi, arşiv belgeleri ve kaynaklarından henüz tam olarak
istifade edilemeyişidir.
Türkiye’de sentezci tarih çalışmaları geçen asırda başlamıştır.
Fakat bunlar münferit çalışmalardır ve pek çok eksikleri vardır. Müşterek tarih
yazımı çabası, Tarih-i Osmanî Encümeni’nin kurulmasından sonra, Meşrutiyet
döneminde başlamıştır. Dönemin padişahı Sultan Reşad’ın bizzat desteklediği
proje ile Devlet-i Aliyye’nin şanına layık bir Osmanlı tarihi yazımına girişildi
ve görev taksimi yapıldı. Yazılan ilk ve tek cilt önce Encümen mecmuasında, 1917
yılında ise müstakil olarak yayımlandı. Fakat, ağırlıklı olarak Osmanlı öncesine
ve kuruluş yıllarına ayrılan bu eser Yusuf Akçura ve Fuat Köprülü tarafından
büyük eleştiriler aldı. Böylece çok yönlü bir hazırlık yapılmadan mükemmel bir
Osmanlı tarihi yazılamayacağı anlaşılmış oldu. Cumhuriyet döneminde Encümen’in
yerini alan Türk Tarih Kurumu, dünya tarihi yazma programı çerçevesinde Osmanlı
tarihi yazımıyla da ilgilendi. İsmail Hakkı Uzunçarşılı ile Enver Ziya Karal
tarafından 11 cilt halindeki seri tamamlandı. Her ne kadar annale ekolüne mensup
tarihçiler tarafından hafife alınsa da, bu serinin önemli bir boşluğu doldurduğu
söylenebilir. Ancak, yakınçağ kısmıyla ilgili son beş cildinin subjektif ve
resmî görüşleri yansıttığı da belirtilmelidir. İsmail Hami Danişmend’in
Kronoloji’si ise özellikle tarih tesbitlerinde yararlıdır. Daha sonra gerek
Türkçe gerekse İngilizce bazı münferit sentez çalışmaları da olmuştur. Son
yıllarda IRCICA tarafından yazdırılan Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi I-II
bunun güzel bir örneğidir.
Yurt dışındaki sentezci Osmanlı tarihi çalışmalarının
başlangıcını daha eskilere götürebiliriz. Osmanlı Devleti’nin tarihini Bizans
İmparatorluğu ile ilişkiler çerçevesinde ele alan Rum tarihçilerden sonra,
XVIII. Yüzyılda yaşayan Dimitri Kantemir’in yazdığı ve Türkçe’ye çevrilen
Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükseliş ve Çöküşü adlı eserin ayrı bir yeri vardır.
Boğdan voyvodalığına kadar yükselen ve daha ziyade Türk musikisi alanındaki
eserleriyle tanınan Kantemir daha sonra Osmanlı Devleti’ne ihanet ederek Rus
çarının yanına gitmiş ve anılan eserinde, doğru olmayan mütalaalar da
serdetmiştir.
Batıda asıl büyük sentezler XIX. yüzyılda yapılmıştır. Prusyalı
tarihçi ve oryantalist Joseph von Hammer’in aslı Almanca (10 cilt) olan, fakat
18 cilt halinde Fransızca’ya çevrilen Devlet-i Osmaniyye Tarihi bunların başında
gelir. Kuruluştan 1774 yılına kadar gelen dönemin tarihi olan bu mufassal eserin
önemi Batı’daki kütüphane ve arşivlerin de kullanılmasından kaynaklanır.
Müellifinin bazı indî görüş ve fikirleri eserin mütercimi Atâ Bey tarafından
kaynaklara dayanarak düzeltilmiştir. İkinci büyük çalışma, Zinkeisen tarafından
yapılmıştır. Özellikle Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki tarihinden bahseden bu
yedi ciltlik eserin önemi Latin ve Grek kaynaklarına da dayanmasından gelir.
Nicola Yorga’nın beş ciltlik Osmanlı tarihi de yine Batı’da yapılmış büyük
sentez çalışmalarındandır.
Son yıllarda Avrupa’da, Amerika’da ve Japonya’da özellikle
monografik çalışmalara ağırlık verildiği görülmektedir. Başta Osmanlı arşivleri
olmak üzere yazma kütüphanelerinde rastlanan yabancı araştırmacıların bolluğuna
bakılırsa, bu alanda da önceliği Batılı meslekdaşlarımıza kaptıracak gibiyiz.
Hilafetin saltanata dönüşmesinden sonra İslam tarihinde bir
kopma yaşanmış mıdır? Osmanlı dönemi bu süreçte nasıl bir rol tutmaktadır?
Hilafetin Hz. Muaviye’den itibaren saltanata dönüşmesiyle İslam
tarihinde bir kopmanın yaşandığı söylenemez. Zira başta Emevîler olmak üzere
daha sonra kurulan İslam devletleri, İslam tarihinin birer parçasıdır. Aslında
İslamiyet’in bir din olarak nazil olduğu düşünülürse, “İslam Devleti” kavramının
bile tartışılabileceği söylenebilir. Bu husus ayrı bir tartışma konusu
olabileceğinden burada üzerinde durmak istemiyorum.
Abbasî Devleti’nin Moğol saldırılarıyla inkırazından sonra İslam
dünyasının hami-liğini Türkler üstlenmişlerse de, hilafet makamı sembolik olarak
Abbasî hanedanının uhdesinde kalmıştır. Fakat artık devlet başkanı anlamına
gelen halife kavramını büyük küçük hemen her hükümdar kullanmaya başlamıştır.
1517 yılında Memlük Sultanlığı’nın Osmanlı Devleti’ne ilhakından sonra hilafetin
de Osmanlı padişahına geçtiği yaygın bir kanaattir. Halbuki daha I. Murad’dan
itibaren Osmanlı padişahları halife olarak da nitelenmekteydi. Timur oğullarının
da bu sıfatı kullandığı bilinmektedir. Ancak, İstanbul’un fethinden sonra sağlam
temellere oturtulan Osmanlı Devleti’nin bir dünya devleti olması, İslam aleminin
hamiliğini üstlenmesi ve bunu asırlarca başarıyla gerçekleştirmesi Osmanlı
padişahlarının bu sıfatı hakettikleri kanaatini vermektedir. Fakat başta Yavuz
Sultan Selim olmak üzere Osmanlı padişahlarının, halife sıfatından ziyade
“Hâdimü’l-Haremeyn” ünvanını kullandıkları da bilinen bir gerçektir. Gerek resmî
yazılarda gerekse veka-yinâme türü Osmanlı tarihlerinde genellikle İslam
Devleti, İslam padişahı, İslam askerleri kavramlarının bulunması Devlet-i
Aliyye’nin, İslam tarihinin gerçek bir devamı olduğu kanaatini
kuvvetlendirmektedir.
XVI. yüzyıldan itibaren Osmanlılar’ın, İran’da kurulan Safevî
Devleti ile mücadelelerinin sebebini, bu devletin ehl-i sünnete aykırı
prensipler üzerine kurulup Anadolu’da yaptığı Şiîlik propagandalarında ve buna
bağlı olarak çıkan isyanlarda aramak lazımdır. Ve bundan böyle Osmanlılar bir
misyonun, Sünnîliğin hamisi ve savunucusu olmuşlardır. Başta Mısır Memlük
Sultanlığı olmak üzere, Kuzey Afrika’daki İslam devletlerinin zaptının ise,
İspanya ve Portekiz gibi denizci devletlerin buraları, hatta Mekke ve Medine’yi
tehdit etmeleri sonucu gerçekleştiği bilinmelidir. Bu icraatların fetih değil,
İslam birliğine ilhak şeklinde değerlendirilmesi daha doğrudur. Hatta Sünnîliğin
himaye ve savunma misyonunun da bu ilhaklarda rol oynadığını söylemek yanlış
olmaz kanaatindeyim.
Osmanlı Devleti’nin tarihe karışmasından sonra İslam tarihinde
bir kopmadan ziyade, dağılmanın yaşandığı söylenebilir. Günümüzde birçok İslam
devleti veya daha doğru bir ifadeyle, halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan
Arap ve Türk devleti vardır. Bunlar son büyük dünya savaşları sonlarında ortaya
çıkmış devletlerdir ve otuza yakını Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra
Batılılar tarafından kurulmuştur. Dolayısıyla İslam dünyasının anlaşıp
kaynaşmasına, birliğe ve dirliğe ihtiyacı vardır. Adeta bir fetret görünümü
veren bu dağınıklığın giderilmesi, toprak birliğinden ziyade siyasî ve ekonomik
birliğin sağlanması da galiba yine Türkler’e düşmektedir.
Hilafet, saltanat ve adalet bağlamında “Osmanlı Yönetim
Biçimi” nasıl değerlendirilebilir? İslamî metinlerle ne derece örtüşmektedir?
Şehzadelerin katli gibi bazı spesifik pratiklerin İslamî yaklaşımla izahı mümkün
müdür?
Osmanlı yönetim biçimi, geleneksel İslâmi devletlerinden pek
farklı değildir. Hatta birçok devlet kurumunun menşeinin Abbasiler’e kadar
uzandığı söylenebilir. Fakat Osmanlılar’ın eski Arap, Türk ve Moğol
devletlerinden aldıkları bu mües-seseleri kendi bünyelerine ve çağlarına
başarıyla uydurarak çok iyi işlettiklerini de belirtmeliyiz. Bunun en büyük
delili ise devletin ömrüdür. Batılı tarihçilerin çöküş yılları olarak
gösterdikleri XVII. yüzyıl sonralarından sonra bu devlet 250 yıl kadar daha
yaşamıştır. Bunu sağlayan etkenlerin başında şüphesiz kurumların sağlamlığı
gelmektedir. Yukarıda belirttiğim gibi, Osmanlı hilafetini, Emeviler’den sonra
ortaya çıkan anlayışın dışında düşünmemek, yani saltanata, devlet başkanlığına
dönüşmüş bir hilafet olarak düşünmek gerekir.
Osmanlı öncesi devletlerin hilâfet ve saltanat anlayışı İslâmî
metinlerle ne derece örtüşürse, Osmanlı Devleti’ninki de öyledir. Ancak arada
ince bir nüans bulunduğunu da belirtmek gerekir. Batılı birçok müsteşrikin de
kabulüyle Osmanlı Devleti cihad anlayışı üzerine kurulmuş bir gaza devletidir.
Yani kuruluş amacı i’lâ-yı kelimetullah ile formüle edilebilir. Gerçekten ilk
Osmanlı tarihlerinde bu anlayışı açıkça görmek mümkündür. Gerek Ahmedî’nin
gerekse Aşıkpaşazâde’nin tarihleri adeta birer gaziler destanı görünümündedir.
Allah adının yüceltilmesi amacına yönelik olarak kurulan Devlet-i Aliyye’nin
teessüsünde o yılların manevî mimarlarının önemli rollerinin bulunduğu da tarihî
bir gerçektir. Tevhid inancının teslis inancı karşısında savunuculuğunu üstlenen
Osmanoğulları her fırsattan yararlanmışlar, bazan da bu uğurda büyük
fedakarlıklar yapmışlardır.
Kardeş katli, evlat katli gibi hazin uygulamaların bu bakış
açısıyla değerlendirilmesi gerekir. Daha kuruluş yıllarından itibaren
hükümdarlığın intikali hususunda Orta Asya geleneği olan “ülüş” sisteminden
ayrılmaya başlayan Osmanlılar bunun sonucunda acı olaylarla karşılaşmışlardır.
I. Murad zamanında vassallık şeklinde başlayan uygulama Yıldırım zamanında
fiilen toprak birliği kurma şekline dönüşmüştür. Fakat buna en büyük tepkiyi
Orta Asya geleneğinin temsilcisi olarak ortaya çıkan Timur göstermiş ve
Yıldırım’ın girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmış, uzunca bir gecikme dönemi
yaşanmıştır.
Kuruluş dönemindeki gelişmelerden örnek alan Fatih Sultan Mehmed
ünlü kanunnâmesine nizâm-ı âlem için kardeş katli meselesini koyarak dirlik ve
düzeni sağlamak istemiştir. Gerçekten sadece dahilde değil, o dönemler
dünyasının istikrarı için bu acı uygulamaları yapan Osmanoğulları’nın uzunca bir
süre başarılı oldukları söylenebilir. Ancak bu hazin olayları dönemin şartları
içinde düşünmek ve ele almak gerekir. İslam’ın özünde bulunan cumhurî sistemden
ayrılan Osmanlılar olmamıştır. Bunun kökenlerini Hulefâ-yı Râşidîn’den sonraki
gelişmelere kadar götürmek gerekir. Yani Osmanlılar hanedan sisteminin mirasçısı
olmuşlardır. Üstelik ülüş sistemini de terkederek İslâm’ın düşmanlarına karşı
mücadele verebilmek için kardeş ve evlatlarını fedâ etmekten çekinmemişlerdir.
Yani uygulanamayan adalet-i mahzâ yerine izafî adaleti uygulamışlardır. En
azından olaylara tarih perspektifinden bakan biz tarihçiler böyle düşünmek ve
olayları bu yaklaşımdan ele almak istiyoruz. Öldürme emrini verenin niyeti
önemlidir. Nizâm-ı âlem için mi, şahsî emelleri için mi bu emri vermiştir?
Önemli olan budur. Kanun koyucusunun şartı istikrar ve düzenin bozulmaması,
halkın süregelen kardeş kavgalarından zarar görmemesidir. Bunu suistimal edip
etmeme uygulayıcılara kalmıştır. Meselâ Yıldırım Bâyezid ve Yavuz Sultan Selim
kardeşlerini “hurûc ale’s- sultan” yani devlete baş kaldırma faaliyetleri sonucu
öldürtmüşlerdir. Kanunî Sultan Süleyman, oğlu Mustafa’yı yine aynı töhmetle
katlettirmiştir. Devlete başkaldırmanın her devirde karşılığı ölüm olmuştur.
Huzur ve istikrarın sağlanması için hanedan dışında verilen ölüm cezasının adı
“siyâseten katl”dir ve bu uygulama genellikle veziriâzamlara yapılmıştır.
Hiç suçu olmayan çocuk yaştaki şehzadelerin katlini ise yine
nizâm-ı âlem düşüncesi içinde değerlendirmek gerekir. O dönemde yaşayan bir
şehzade devlet düzeni için potansiyel bir suçlu gibi idi. Fakat hiç isyan
belirtisi göstermeyen birinin öldürülmesini İslam hukukuyla bağdaştırmanın
imkanı yoktur. Belki örfî, hatta belki de her iki hukukun dışında ele
alınabilecek bu uygulamanın sadece ülkenin istikrarı için yapılmış olduğunu ve
çağının şartları içinde değerlendirilmesi gerektiğini söyleyebiliriz.
Osmanlı toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatının bugünkü
toplum yapısının oluşmasında katkısı ne olmuştur? Günümüzde görülen toplumsal
değişimin temellerini hangi süreç içinde açıklayabiliriz?
Osmanlı toplumunu geleneksel İslam toplumu içinde değerlendirmek
gerekir. IX ve X. yüzyıllarda kitleler halinde İslam’a giren Türkler, bu yeni
dinin belirlediği kurallar içine, çoğu İslam’a ters olmayan eski adet ve
geleneklerini de soktular. Dolayısıyla cihanşümul bir din olan İslamiyet Türkler
arasında esasta aynı, fakat teferruatta biraz farklı bir yapıya sahip oldu. Son
zamanların moda deyimiyle Türk Müslümanlığı ortaya çıktı. Fakat dediğim gibi, bu
Müslümanlığın esasları İslam’ın özünden alınmıştır. Yeni dinin farklı kavimler
arasında yayılabilmesi, mensup edinebilmesi için aslında teferruatta farkların
bulunması kadar tabii bir şey olamaz. Ahmed Yesevî’ye has davetleri bu anlayışla
izah etmek gerekir. Bu Türkmen dervişinin mensuplarının Anadolu’daki manevî
fütühatlarını da aynı anlayışla değerlendirmelidir. Daha Osmanlılar’dan hatta
Selçuklular’dan önce Küçük Asya’da faaliyet gösteren dervişler adeta yerli halk
arasında estirdikleri tasavvuf cereyanıyla onları yeni idarecilerine hazırlamış
gibidirler. Haçlı ve Moğol saldırılarından bıkan halk hoşgörü anlayışının
temsilcisi olarak ortaya çıkan Türkleri yeni efendileri tanımakta
gecikmemişlerdir. Bu durum Balkanlar için de geçerlidir. Çok kozmopolit,
karmaşık bir yapıya sahip ve tarih boyunca sürekli karışıklıklara sahne olan
Balkan halkları, hatta daha kuzeydeki halklar asırlarca Osmanlı’nın hoşgörü
siyasetiyle huzur içinde yaşamışlardır. Anadolu sık sık kargaşaya sahne olurken
Osmanlı Avrupası sükunet içinde kalmıştır. Bu huzur ortamı ancak XVIII ve XIX.
yüzyıllarda Batılı devletlerin ve Rusya’nın devreye girmesiyle bozulacaktır.
Osmanlı toplum hayatından günümüze çok şey ulaşmıştır.
Dolayısıyla bugünkü toplumu dünün toplumundan ayırmamaya özen göstermek
lazımdır. Ancak Osmanlı toplumu XVIII, özellikle XIX. yüzyıldan itibaren hızlı
bir değişim sürecine girmiş ve çok geçmeden bir kimlik bunalımı ortaya
çıkmıştır. Lâle Devri’nde (1718-1730) Batı’ya aralanan kapı II. Mahmud döneminde
iyice açılmıştır. Sadece idare alanında değil toplumsal alanda da bazı
inkılaplar yapılmıştır. Sultan Abdülmecid’in 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat
fermanlarıyla, II. Mahmud’un başlattığı reformlar daha geniş ve etkili olarak;
asıl önemlisi adeta Batılı büyük devletlerin denetiminde uygulanmaya devam etti.
II.Abdülhamid’in uzun saltanat döneminde bile, özellikle eğitim alanında
Batılılaşma gayretleri sürdürüldü. Geleneksel eğitim kurumları olan medreselerin
yerini mektepler aldı. Devletin üst kademelerinde mektepliler görev aldılar. Bu
arada gerek Avrupa’ya gönderilen gençler, gerekse Osmanlı ülkesindeki
mekteplerde materyalist ve pozitivist akımlar başladı. Özellikle dinî inancın
temel rükünlerini hedefleyen bu akımlara akılcı cevap verebilecek alimler pek
yetişmedi. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra kurulan yeni Türk Devleti’ni
son Osmanlılar tesis etti. Yeni devletin toplum yapısını da son Osmanlı halkları
oluşturdu. Eski din birliğiyle yüzyıllarca kardeşçe yaşayan, fakat son asırlarda
dinin yerini alan ırka dayalı devlet kurma fikrine sapan çeşitli kimselerden
oluşan karmaşık bir toplum ortaya çıktı. Dış güçler parmaklarını sokmasalar aynı
kardeşliğin günümüzde de süreceğinde şüphe yoktu. Zira hakim millet olarak
Türkler azınlık vatandaşlarına karşı hep hoşgörülü ve anlayışlı olmuşlardır.
Osmanlı siyasal hayatının günümüz toplum yapısının oluşmasındaki katkısını da
aynı şekilde izah edebiliriz. Klasik Osmanlı siyasetinin değişmeye başladığı son
yüzyıldaki gelişmelerin bir uzantısı gibi düşünebiliriz.
Ekonomik hayatta ise büyük zihniyet değişiklikleri olmuştur.
Başta geleneksel siftah anlayışının yerini daha çok kazanma ve ben merkezli bir
anlayış almıştır. Lonca sisteminin yerini esnaf odaları, sanayi odaları almış;
Batı kaynaklı reklam adeta ekonominin vazgeçilmez unsuru olmuştur. Bu bakımdan,
günümüzde görülen toplumsal değişimin temelleri son asırlarda Osmanlı
Devleti’nde yaşanan toplumsal, siyasal ve ekonomik değişikliklerde aranmalıdır.
Kuruluşundan cihan devleti oluşuna kadar geçen süreçte “gaza
anlayışı”yla büyüyen Osmanlı Devleti’nin, Kanunî devriyle beraber dünyevîleşme
sürecine girdiği ve gaza anlayışını geri plana itip siyaseti ön plana çıkardığı
ve bununla da çöküşü getirdiği yönündeki yorumları nasıl karşılıyorsunuz?
Kuruluşundan yıkılışına kadar Osmanlı Devleti’nin gaza
anlayışından ayrıldığını söylemek pek doğru değildir. Kanunî’den itibaren
Osmanlı Devleti’nin dünyevîleşme sürecine girdiği, gaza anlayışından vazgeçtiği,
bunun da çöküşü getirdiği fikri de yanlıştır. XVII. yüzyıl başlarından itibaren
gaza anlayışında bir değişiklik olduğu doğrudur. Fakat bu, gazadan vazgeçme
şeklinde değildir. Çeşitli sebepler yüzünden, siyasî tarihi bakımından Osmanlı
Devleti’nin III. Murad döneminde (1574-1595) duraklamaya başladığı da bir
gerçektir. Sokullu’nun 1579’da ölümü bu yeni dönemin başlangıcı kabul edilir. Bu
da doğrudur. Zira, her ne kadar daha sonra doğuda ve batıda yeni fetihler ve
zaferler kazanılmışsa da bunlar kalıcı olmamıştır. Sokullu’ya rağmen İran’a
yapılan seferler sonunda Osmanlılar Hazar Denizi’ne ulaşmışlarsa da, bu
başarılar kısa süreli olmuştur. Sokullu’nun tezi İran’ı ilhak değildi. Zira bu
ülke alınsa bile halkının hangi statüye sokulacağı belli değildi. Ne zimmî, ne
de ehl-i sünnet anlayışı içinde değerlendirilmesi zordu.
Esasen Osmanlılar Kanunî’den, hatta Yavuz’dan itibaren
Sünnîliğin hamisi ve müdafii olma misyonunu üstlenmişlerdi. Buna yukarıda da
değinmiştik. Yani artık sadece Batı’ya yönelik cihad ve gaza ile meşgul değildi
Osmanlı. Kanunî at sırtında kâh Macaristan’a ve Avusturya sınırına, kâh Tebriz’e
ve Bağdat’a gidiyordu. Bu da, o dönemin Amerikası durumunda olan Osmanlı’nın
gücünü zayıflatıyordu. Kanunî’den sonra güçlü padişahların gelmemesi,
hükümdarların ordularının başında seferlere çıkma geleneğinden ayrılması; başta
orduda olmak üzere devletin hemen her kurumunda görülen bozukluklar yeni
politikaların üretilmesinde etken rol oynamıştır. Fetihlerin yerini, mevcudu
muhafaza anlayışı almıştır. Bunun ilk resmî belgesi de 1606 Zitvatorok
Antlaşması’dır. XVII. yüzyıl ortalarında Köprülü ailesinin başlattığı toparlanma
ve şahlanış, gereksiz 1683 Viyana kuşatmasıyla çabuk sona ermiş ve bu asrın
sonlarında Osmanlı Devleti gerileme dönemine girmiştir. Büyük toprakların
kaybedildiği bu dönemde bile Osmanoğulları’nın gaza anlayışından ayrıldıkları
söylenemez. Lâle Devri’nden itibaren başlayan yenileşme çabaları çerçevesinde
bazı Batılı reformcuların ve XVIII. Yüzyıl sonlarında ise Ahmed Resmî Efendi
gibi bazı yerli aydınların geleneksel gaza anlayışından ayrılmak gerektiği
yolundaki telkinleri, bu anlayışın hâlâ bulunduğunu göstermektedir. Ve maalesef
bu anlayışla Rusya’ya savaş açan III. Mustafa daha büyük kayıplar vererek
çekilmek zorunda kalmıştır. Çöküşün sebebini gaza anlayışında değil de, artık
askersiz, ordusuz, yani hazırlıksız yapılan seferlerde ve alınan yenilgilerde
aramak gerekir. Düşmanın silahı ile silahlanmadan ortaya çıkmanın bir maceradan
öteye geçemeyeceği pek düşünülmedi. Bunun farkında olan Koca Ragıb Paşa uzunca
bir süre devleti mace-raya sürüklenmekten alıkoyduysa da, ölümü ile herşey
değişti. Aynı hatalara daha sonraki dönemlerde de dönüldü. Sadece II. Abdülhamid
33 sene gibi uzun bir süre mevcudu muhafaza edebildi. Bu arada çağdaşlaşma
yolunda önemli atılımlar yaptı. Fakat onun tahttan indirilmesinden sonra devreye
giren yeni politika, devleti hızla inkıraza götürdü ve İttihatçıların Dünya
Savaşı’na girme macerası ile de Devlet-i Aliyye yıkıldı.
Gaza anlayışı Osmanlılar’da devletin sonuna kadar sürmüş, son
padişahlar seferlere gitmeseler bile, alınan bazı askerî başarılarla gazi
ünvanını almışlardır.
Sizce fetih ile istila arasındaki fark nedir, Osmanlıdaki
büyümeyi bu çerçe-vede nasıl değerlendiriyorsunuz?
Fetih ile istila arasında, sıradan aç kalmakla oruca niyet
ederek aç kalmak arasındaki fark kadar büyük fark vardır. Fetih açmaktır; ülke
ve şehirlerin İslamiyet’e açılması, İslamî idare altına alınmasıdır. Fetih, gaza
ve cihad anlayışının bir sonucudur. Kur´anî bir ifadedir. İnsanları tevhid
inancına davetin ifadesidir. Ancak, İslam tarihi boyunca fetih sonrası hiç
kimsenin zorla Müslüman yapılması da söz konusu olmamıştır. Zaten bu mümkün de
değildir. Zira, zorla din değiştiren mümin değil, münafık olacaktır. Zaten
İslam’da zimmet müessesesi vardır. Zimmîler İslam idaresi altında rahatça her
türlü yaşantılarını sürdürebilen hür kimse-lerdir.
Türkler’in eski Kızıl Elma’sı daha sonra İ´lâ-yı Kelimetullah’a
dönüşmüş ve bu uğurda Türkler, Avrupa ortalarına kadar gitmişlerdir. Bugün
Arnavutluk, Yugoslavya ve Balkanlar’daki Müslümanlar, bu fetihler sonucunda
kendiliğinden İslam’a girmişlerdir.
İstilâ ise kuvvet kullanarak bir yeri ele geçirme, yayılma
demektir. Gaza ve cihad niyeti olmadan ülke ve şehirleri almaktır.
Osmanlı büyümesini istilâ ile izah etmek mümkün değildir. Zira
hemen her sefer için “câhidü’l-küffâr ve’l-münâfıkîn” ayeti gerekçe
gösterilmiştir. Kaldı ki, Osmanlılar durup dururken de mütecâviz duruma
düşmemişlerdir. Seferlere ya bir yardım isteğini yerine getirme ya da savunma
amacıyla çıkmışlardır. Batıya yapılan seferler sonucunda bir ülke veya şehir
alındıysa fetihnâmelerle; sadece bir savaş kazanıldıysa da zafernâmelerle bu
başarılar komşu ülkelere bildirilmiştir. Kütüpha-nelerimizde bu edebî türlerin
pek çok örneği risâle ve eser bulunmaktadır.
Gayrı müslimlerden alınan yerler için fetih; Müslümanlar’ın
yaşadığı Mısır, Suriye, Cezayir, Tunus, Trablusgarb gibi yerler için ise İslam
birliğine ilhak tabirinin kullanılmasına özen gösterilmiştir. Doğrusu da böyle
olmalıdır.
Gerilemenin bir nedeni olarak da mutlakiyetçilik ve aşırı
gelenekçilik göste-rilebilir mi?
Mutlakıyet, kayıtsız şartsız bir hükümdarın idaresi altında
bulunan hükümet şekli demektir. Osmanlılar’da, hatta o dönemlerin bütün dünya
devletlerinde parlamenter sistemden söz edilmesi mümkün değilse de, günümüz
bakanlar kuruluna benzeyen Divan-ı Humâyun’un varlığını biliyoruz. Bu kurum, XV.
yüzyıl ortalarından XVII. yüzyıl ortalarına kadar Osmanlı Devleti’nin en yüksek
ve yetkili karar organıdır. Kuruluş devrinde de Divan toplantıları yapılır ve bu
toplantılara bizzat padişah başkanlık ederdi. Fatih Sultan Mehmed’den itibaren
Divan-ı Humâyun toplantıları veziriazamın başkanlığında yapılmaya başlanmıştır.
Osmanlı padişahı Divan-ı Humâyun’dan çıkan kararları onaylar, böylece bu
kararlar kanun halini alır ve yürürlüğe girerdi. Yani Osmanlı padişahının devlet
idaresinde keyfe ma yeşâ uygulaması yoktu. XVII. yüzyıl ortalarından itibaren
devlet işleri, önce Paşakapısı sonra Bâbıâli adını alan müesseseye kaymıştır.
Dolayısıyla Osmanlılar’da mutlakıyetçilikten sözedilmesi pek doğru değildir.
Devlete ve saltanata yönelik fiillerin cezası ise her dönemde ölüm olmuştur ki,
Osmanlı padişahları bunu siyaseten katl şeklinde uygulamışlardır. Bu
uygulamalarda görülen usulsüzlüklerin sadece o uygulayıcıyı ilgilendireceği
unutulmamalıdır. Bu bakımdan Osmanlı Devleti’nde pek bulunmayan
mutlakıyetçiliğin, gerilemenin önemli sebebi olarak görülmesi doğru değildir.
Kaldı ki, son asrın ortalarında başlayan meşrutiyetçilik çalışmaları ile de
olumlu sonuç alınamamış, devlet hızla izmihlale gitmiştir. Gerilemede bence
meşveret müessesesinin iyi işletilmemiş olmasının çok büyük rolünün olduğunu
söylemek daha doğrudur.
Aşırı gelenekçiliğin ise gerileme ile fazla ilgili olduğunu
sanmıyorum. Toplumu ayakta tutan örf ve adetlerdir. Gelenekler toplumun adeta
anayasası durumundadır. Dolayısıyla geleneklerden kopmanın, toplumda kimlik
bunalımına yolaçabileceği unutulmamalıdır. Fakat geleneklerle taassubu
karıştırmamak lazımdır. Yenileşme-lere ayak uydurmada tutucu olmanın hiç bir
anlamı yoktur. Osmanlı Devleti’ni idare edenler XVI. yüzyıl ortalarına kadar
Batı’daki gelişmeleri, özellikle askerî, yani silah ve savaş teknolojisindeki
gelişmeleri yakından izlemişlerdir. Bu alanda Frenk tabir ettikleri Batılılardan
azamî ölçüde yararlanmışlardır. Bu asrın sonlarından itibaren kendi kabuklarına
çekilmeleri devletin aleyhine olmuştur. Nitekim Kanunî’den itibaren, özellikle
de XVII. yüzyılda yazılan bazı siyasetnâme türü eserlerde bu husus dile
getirilmiştir. Yeniçerilerin yeni tarz askerî eğitimi kabul etmemelerini aşırı
gelenekçilik şeklinde değil de, cehalet, tembellik ve taassup olarak
değerlendirmek daha doğru olur kanaatindeyim. Bunu devletin öteki kurumları için
de söyleyebiliriz. Tutuculuğun, gericiliğin sürekli yeniliği, bilimi ve
araştırmayı emreden bir dine mâledilmesi ise insafsızlık olur inancındayım.
Yeniçeriler hakkında ileri sürülen yerginin, modern orduyu
revaçlandırmak için resmî ideoloji tarafından kotarılan bir propaganda olduğu
yönünde değerlendirme yapılabilir mi?
Yeniçeriler, kuruldukları I. Murad döneminden (1360-1389)
itibaren II. Selim’in cülusuna (1566) kadar çok başarılı bir performans
göstermiş merkez askerleridir. Bu dönem için aleyhlerinde fazla bir şey söylemek
pek doğru değildir. II. Mehmed’in ilk hükümdarlığı zamanındaki (1444-1446) ilk
isyanlarını, dönemin hükümetinin, daha doğru bir ifadeyle Veziriâzam Çandarlı
Halil Paşa’nın tahrikiyle çıkardığı sanılan yeniçeriler, bundan böyle padişah
hal´ ve cüluslarında etkili olmaya başlamışlar, başka bir ifadeyle siyasete
bulaşmışlardır. İsyanın görünürdeki sebebi ise cülus veya sefer bahşişi
olmuştur.
Kapıkulu, yani sarayın özel askerleri oldukları için sadece
padişahla sefere giden yeniçeriler, II. Selim’in tahta çıkmasından itibaren 30
yıla yakın bir süre muattal kalmışlardır. Bu durumun onları askerlikten soğutmuş
olabileceği de düşünülebilir.
XVII. yüzyıldan itibaren saltanatın intikali meselesinde yapılan
değişiklik ile, aklî dengesi bozuk, yeteneksiz ve çocuk padişahlar dönemi
başlamıştır. Bu durum saray kadınlarının ve saray ağaları ile yeniçeri
ağalarının devlet işlerine karışmasına yolaçmıştır. Etkili kişiler genellikle
yeniçerileri siyasî menfaatlerine alet etmişlerdir. Yeniçeriler de sefer ve
savaştan, yani askerlikten çok hükümet işleriyle meşgul olmuşlar, bundan da en
büyük zararı devlet görmüştür. Bu arada kanuna aykırı olarak Yeniçeri Ocağı’na
yapılan alımlar sonucu, hem düzenleri bozulan, hem de sayıca çok artan
yeniçeriler devlet hazinesine de yük olmuşlardır. XVII., XVIII. yüzyıllarda ve
kaldırıldıkları tarih olan 1826’ya kadar askerlik dışında herşeyle meşgul olan
yeniçerileri tamamen masum göstermenin imkanı yoktur.
II. Osman’ın başına gelenlerden sonra, şerlerinden korkulduğu
için hiç kimse ilgalarına teşebbüs edememiş, sadece yeni askerî birlikler
teşkili yoluna gidilmiştir. Ortadan kaldırılmaları yoluna gidilme-yişinin bir
başka sebebi de, taşrada oluşan âyan ve derebeyi gibi mahallî güçlere karşı
hanedanı koruyacak bir kuvvetin bulunmayışıdır. Halbuki savaş gücü kalmamış,
askerlik dışında her işle meşgul, her türlü ahlaksızlığı yapan ve devlet
hazinesine büyük yük olan yeniçerilerin ıslahı mümkün değildi. Ortadan
kaldırılmaları gerekmekteydi ve II. Mahmud da bunu yaptı. Her ne kadar,
kaldırıldıktan sonra aşırı kötülenmeleri, yeni kurulan orduyu revaçlandırmak
için resmî ideoloji tarafından kotarıldığı söylenebilirse de, son 200 yılın
yeniçerileri biraz da bunu haketmişti.
Yeniçeri Ocağı kaldırılmasaydı, çağdaş bazı yabancı gözlemciler
tarafından gülünç birer taklit gibi değerlendirilen II. Mahmud dönemi reformları
yapılamazdı. Halbuki ele çok iyi bir fırsat geçmişti. En büyük engel kalkmıştı.
Ama maalesef Cevdet Paşa’nın dediği gibi, işin kolayına kaçıldı. Köklü
yenilikler yerine, yüzeysel değişiklikler yapıldı. Binanın temeliyle değil de,
dışıyla, süsüyle meşgul olundu. Kafanın içi yerine dışıyla uğraşıldı.
Japonya’nın yaptığı gibi Batı’nın bilim ve teknolojisi alınamadı; sûrî yanına
özenildi ve daha sonraki dönemlerde bu taklitçilik bütün hızıyla devam etti. II.
Abdülhamid zamanında ilkokuldan üniversiteye pek çok okul açıldıysa da, her
türlü yeniliğin eğitimden geçtiği çok geç farkedildi. Bununla birlikte başta
Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, bu okullarda yetişen gençler Meşrutiyet’in ve
Cumhuriyet Türkiyesi’nin kurucuları oldular.
Osmanlı Devleti için teokratik ya da laik vasfı
kullanılabilir mi?
Teokasi, din devleti yönetimi, daha açık bir ifadeyle Allah
adına papazlar idaresi demektir. İslamiyet’te ruhban sınıfı olmadığına göre
Osmanlı Devleti için teokratik vasfı kullanılamaz. Hatta XIX. yüzyılda geçilen
kabine sistemine kadar din bürokrasisinin başı olan şeyhülislâm Divân-ı Hümâyun
üyesi bile değildir. Yavuz Sultan Selim’in dönemin şeyhülislâmı Zenbilli Ali
Efendi’yi bu konuda uyarması ilginçtir. Fakat, şer´î meselelerin çözümü için
Divân-ı Humâyun’da Rumeli ve Anadolu kazaskerleri bulunurdu.
Osmanlı Devleti için laik de denilemez. Bilindiği gibi laik,
ruhban sınıfından olmayan demektir. İslam’da bu sınıf olmadığından Osmanlı
Devleti’ne laik vasfı da verilemez. Bu devletin kamusal alanda örfî; ferdî ve
medenî alanda ise şer´î hukuku uygulayan İslamî bir yapıya sahip olduğu
söylenebilir. Zaten yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Osmanlı belgelerinde ve
kroniklerinde bu devlet için en çok İslam Devleti kavramı kullanılması da bu
tezimizi güçlendirmektedir. Üç kıtaya yayılan çok geniş topraklar üzerinde
yaşayan çeşitli ırk ve dinlerden insanları yüzyıllarca idare etmenin sırrı da
bundadır. Osmanlı idarecileri fethedilen bir şehir veya ülke halkını, İslam’ın
temel prensiplerine ters düşmemesi şartıyla yine eski kanunlarıyla
yönetmişlerdir. Zira taşra idaresine müdahale çoğu zaman iç huzursuzluklara,
mahallî ayaklanmalara sebep olmuştur. Macaris-tan’da yaşayan insanları Bağdat’ta
yürürlükte olan yasalarla yönetmenin anlamı da yoktur.