Bir toplumun ortaya çıkışı ve varlığını etkin bir şekilde uzun
müddet sürdürebilmesi tarihi tesadüflerle açıklanamaz. O toplumun düşünce
dünyasının dayandığı çok sağlam felsefî ve dinî temellerin olması gerekir. Bir
kerre toplum fertlerini belli bir amaç etrafında birleştiren, gerektiğinde o
amaç için canlarını feda edebilmelerini sağlayan bir inanç ve düşünce sisteminin
olması zaruridir. Bu inanç ve düşünce birliğinin geri planı ne kadar sağlam ve
toplumun büyük ekseriyetini içine alacak derecede yaygın ve derinse o toplumun
bünyesi de o ölçüde sağlam ve dayanıklı olacaktır mutlaka.
Doğal olarak o inanç ve düşünce sisteminin ne ölçüde akılcı ve
rasyonel olduğu da önemlidir. Bu sistem, çıkar birliğini, hazcılığı, ırkçılığı,
ideolojik kayırmacılığı, dinsel ayrımcılığı, sınıfsal imtiyazları öngörüyorsa o
toplumun akılcı bir toplum olduğu söylenemez. Buna karşılık toplumun sahip
bulunduğu sistem; insan haklarını, kişisel liyakati, fırsat eşitliğini,
bireylerarası ve toplumlararası yansızlığı ve adaleti, yüce ahlak ilkelerini,
bireysel yaşantıda yardımse-verlik ve hoşgörüyü, kamu alanında beraat-ı zimmeti,
gelişmeyi, toplumsal refahı, toplumsal uyumu ve demokratik birlikteliği temel
ilke olarak özümseyebiliyorsa o toplumun akılcı bir toplum olduğu söylenebilir.
Burada ifade edilen akılcılık, anlaşılacağı gibi nesnel
akılcılıktır. Bilindiği gibi nesnel akılcılık, aklı, yalnız bireyin zihninde
değil, aynı zamanda nesnel dünyada da, yani insanlararası ve sınıflararası
ilişkilerde, toplumsal kurumlarda, doğada ve doğanın görünüşlerinde de varolan
bir kuvvet olarak görür. Nesnel akılcılıkta, insan ve amaçları da içinde olmak
üzere bütün varlıkları kapsayan bir sistem ya da bir hiyerarşi söz konusudur.
(Horkheimer, 1994, s. 56)
Nesnel akılcılığın ilk ilkesinin “ebedi uyum ilkesi” olduğu
söylenebilir. Ebedi uyum ilkesi, insanın başta Allah(c.c.) olmak üzere dışındaki
doğa ve kendi doğasıyla uyum içinde olmasını içerir. Allah’ın adaletli,
hikmetli, yardım edici, affedici, haksızları ve zalimleri cezalandırıcı, her
şeyi en ince ayrıntısına kadar bilici ve görücü vs. olduğuna inanmasıdır. Çünkü
bunlar aklî zorunluluklarındandır. Aynı şekilde Allah’ın dış evreni mükemmel bir
şekilde yarattığı, son derece gelişmiş kanunlarla yönettiği, yaratırken ve
yönetirken en kısa yolu ve en optimum süreci seçtiğini kabul etmesidir. Kainatın
işleme sürecinde hiç bir akıldışılığın, verimsizliğin, savurganlığın,
bilgisizliğin ve hikmetsizliğin olmadığını görmesi ve kendi mikro alemini de bu
makro aleme uydurma eğiliminde bulunmasıdır. O zaman bir insanın hayatının akla
uygunluk derecesini belirleyen ilke, insanla bu bütünlükler arasındaki uyumun
düzeyi olacaktır.
Akılcılığı daha da basit olarak ifade etmeye çalışırsak şöyle
tanımlayabiliriz: akılcılık; bireysel ve toplumsal hayatta, adaleti, fazileti,
insan ve doğaya saygılı olmayı, bilgiyi, bilginlere değer verip hayatı bilginin
ışığında dizayn etmeyi, yardımse-verlik, hoşgörü ve liyakati esas almayı ve
kaynakları en verimli şekilde kullanma gibi ilkeleri hayata hakim kılma
sürecidir, denilebilir.
Buna göre akılcılık bireysel hayatta olduğu kadar kamu hayatında
da son derece önemli olmalıdır. Özellikle toplumsal düzenin sağlanması sürecinde
yasalar yapılırken bu yasalar her hangi bir despotun kaba içgüdülerinin baskısı,
belli bir kör ideolojinin gerekleri veya belli bir mezhebî okulun, ırksal
yapının öneri ve dayatmaları doğrultusunda değil, bilimin, düşüncenin,
basiretin, tecrübenin ilkeleri doğrultusunda yapılmasıdır. Yönetimde bürokratik
yapı oluşturulurken yine kansal ve ideolojik yakınlık ya da belli bir makama
gelebilmek veya o makamda kalabilmek için feda edemeyeceği hiç bir değeri
bulunmayan aşağılık insanların istihdamı yerine liyakat ve kabiliyetin esas
alınmasıdır. Akılcılıkta gelişme ve ilerleme esas olduğundan, bunu sağlayacak
tüm kaynakların sonuna kadar değerlendirilmesidir. Basit ve anlamsız kaygılarla
en verimli ve etkin kaynakların sürekli biçilmesi ve yok edilmesi akıldışılığın
en açık ifadesidir, denilebilir. Yöneticilerin çeşitli yönetim politikalarını
belirlerken danışacağı kişilerin, dalkavuk ve yağcılığı meslek edinenlerden
değil, gerçekliği esas alıp her hal ve şart altında gerçeği söyleyebilecek,
bilginin kıymetini hiç bir zaman ayaklar altına almayacak nitelikte bilginlerden
seçilmesidir.
Dikkat edileceği gibi yukarıdaki ilkeler herhangi bir toplumdan
bağımsız olarak tüm toplumlar için geçerli olan ilkelerdir. Bu ilkelerin hangi
düzeyde Osmanlı toplumunun yapılanmasında etkin ve belirleyici olduğunu ortaya
çıkarmak gerçekten hem tarihimizi anlamak hem de günümüz insanının bugünü ve
geleceğini inşa ederken yararlanabileceği önemli bir tecrübeyi gün ışığına
çıkarmak olacaktır.
Konu Osmanlı toplumsal yapısı olunca doğal olarak bunu belli bir
zaman ve kesimle sınırlandırmak durumundayız. Biz de incelememizi klasik dönemle
(15-16. yy) sınırlandıracağız. Aynı şekilde Osmanlı akılcılığını; yerimizin
darlığını dikkate alarak sadece yönetimde akılcılıkla sınırlandıracağız. Bilim,
hukuk ve ekonomide akılcılık konularını daha geniş olarak başka bir çalışmayla
inceleyeceğiz.
Osmanlı Akılcılığının Kaynakları
Osmanlı toplumsal kurumlarının oluşumunda akılcılığın hangi
düzeyde etkili olduğunu belirleyebilmek için bireyin zihniyetinin geriplanını
oluşturan dinî ve felsefî sistemin ne olduğunun ortaya çıkartılması gerekir.
Aynı şekilde yöneticilerin, askeri ve sivil bürokrasinin yönetim anlayışı ve
vatandaşa bakış tarzının hangi ahlaki ve siyasi kaynaklardan beslendiği,
özellikle entellektüel ve aydın kesimin düşünce yapısının belirleyici
unsurlarının nelerden ibaret olduğu incelenmelidir.
Osmanlı Toplumsal Zihniyetinin Oluşumunda Ulemanın Rolü
Osmanlı kurumlarından özellikle yönetim kurumlarında, insanı
şaşırtıcı düzeyde bir metodizmin, disiplinin, hiyerarşinin ve akılcılığın var
olduğu görülmektedir. Bu akılcılığın halk kültürüne ne kadar sirayet edebildiği
başka bir çalışmanın konusudur, ancak böyle bir akılcılığın bürokrasi ve aydın
kesimde önemli ölçüde gelişmiş, hatta müesseseleşmiş olduğu rahatlıkla
söylenebilir. Bürokrasideki bu akılcılığın çeşitli tezahürlerini aşağıda pratik
örnekleriyle inceleyeceğiz, burada ilk olarak böyle bir akılcılığın hangi kaynak
veya kaynaklardan beslenmiş olabileceğini ortaya koymaya çalışalım.
Osmanlı akılcılığının geniş ölçüde medreseden kaynaklandığını
söyleyebiliriz. Cumhuriyet sonrası dönemi saymazsak Türk-İslâm tarihinde
toplumsal hayatın yapılanması ve inşasında ulemaya ve genel olarak bilim
adamlarına çok önemli bir rol verilmiştir. Bilgi kaynakları ve bilgi
felsefesinin üretilmesi, Allah ve evren hakkında inanç ve düşüncenin inşası,
ahlaki normların belirlenmesi, yasaların yapılma yöntemlerinin geliştirilmesi ve
yasama çalışmalarının yapılması, yasaların yorumlanması ve değiştirilmesi,
meşruiyet sınırları ve kriterlerinin ortaya konması, toplumun etrafında
kenetleneceği ve bütünleşeceği genel ilkelerin tespit edilip toplum katlarında
yaygınlaştırılması, bürokratik kadrolardan vatandaş kesimlerine yönelebilecek
her türlü açık ve kapalı baskı ve dayatmanın önlenmeye çalışılması, siyasi
iktidarın kanun ve yasalar çerçevesinde icraatta bulunup bulunmadığının
denetlenmesi, bulunmadıklarının ortaya çıkması durumunda yöneticilerin uygun bir
dille uyarılması… gibi son derece kapsamlı ve anlamlı görevler, ulemanın yetki
ve sorumlulukları arasında sayılmıştır. Doğal olarak ulemanın rol ve etkinlik
derecesi her zaman ve mekânda aynı düzeyde gerçekleşmemiştir. Toplumsal hayatın
niteliğine bağlı ve paralel olarak bu etkinlik düzeyi sürekli değişmiştir. Kimi
dönemlerde ulema da diğer toplum kesimleri gibi resmi ideoloji tarafından baskı
altına alınarak etkisiz hale getirilmiştir, ancak çoğunlukla ulema etkin bir
konumda bulunmuştur. Gerçekten Osmanlılarda söz konusu sürecin değişmeden altı
yüz sene işlediğini iddia etmek doğru olmaz. Mesela 17. yy’a kadar ulema etkin
bir konumda iken izleyen yüzyıllarda etkinliği giderek azalmış, Tanzimat’tan
sonra ise asgariye inmiştir. Etkinliğinin azalması daha önceki dönemlere
kıyasladır. Yoksa 19.yy’ın başında bile toplumsal olaylarda ulema sosyal hayatın
çok önemli belirleyicisi pozisyonundadır. Mesela Yeniçeri Ocağı’nın
kaldırılmasında hala en etkin kurumun ulema kurumu olduğunu hayretle görüyoruz.
Ocağın kaldırılması ile ilgili örgütlenmelere gidilirken sürekli toplantıların
Şeyhülislamın konağında yapılması, toplantıya davet edilen üyelerin çoğunun
ulemadan olması; hatta Yeniçerilerin bile ulemayı yanlarına çekmek için sürekli
çaba göstermesi ulemanın ne ölçüde etkin ve belirleyici bir güç olduğunu
gösterir. (Ahmet Cevdet Paşa, c. 6, s. 2946)
Ulema Akılcılığı
Genel olarak sanıldığının aksine Osmanlı uleması incelediğimiz
dönemde aşırı diyebileceğimiz düzeyde akılcıydı. Ulemanın akılcılığı genel
anlamda Kur’an Akılcılığı (Nebevi Akılcılık Kur’an Akılcılığı’na dahildir)’na,
dar anlamda Gazali Akılcılığı’na, daha dar anlamda da Taftazanî-Cürcanî
Akılcılığı’na dayanıyordu. Kur’an Akılcılığı’nın genel ilkeleri; iman, bilgi,
adalet, şefkat, güvenlik, ilim adamına saygı ve iktisat gibi ilkelerdi. Bugün de
evrensel boyuta sahip olan bu ilkelerin toplumsal ve bireysel hayatta nasıl
uygulanacağı ulema aklına bırakılmıştır. Gazalî gibi yüksek iman, takva, bilgi
ve mantık gücüne sahip ulema da bunları akıl yoluyla sistematize ederek
uygulanabilir hale getirmişlerdir. Gazalî Akılcılığı’nın nitelikleri ise geniş
bir hoşgörü, katıksız ve tavizsiz bir tevhid inancı, ulaşılması zor bir manevi
iç tecrübe ve takva, gerçeğe derinlemesine nüfuz eden bir bilgi felsefesi gibi
niteliklerdir. Gazali, yüksek bilgi çağının zorunlu sonucu olarak ortaya çıkan
çok sayıda düşünce ve fikir akımlarının neden olduğu kaosu ortadan kaldırmış,
hızla birbirine yabancılaşan İslamî disiplinlerin hemen hepsine İslamî zeminde
bir yer açmıştır. Her fırka veya ekol birbirini küfürle itham ederek dışlarken
ve birbirinden hızla yabancılaşırken, özellikle “Benim ümmetim yetmiş üç fırkaya
ayrılacak, zındıklar hariç hepsi cennetliktir” hadis-i şerifine dayanarak tüm
İslamî fırkaları küfürle ithamdan kurtararak meşrulaştırmış, hepsinin Müslüman
olduğunu söylemiştir. Aynı şekilde Gazaliyle tasavvuf, mantık ve felsefe
disiplinleri Müslüman bilginlerin düşünce dünyasında meşrulaşmış, özellikle
mantık ve felsefe disiplinleri eğitim-öğretim sürecinde resmi programa dahil
edilmeye başlanmıştır. Mantık yöntemlerini kullanmaksızın sağlıklı bilgiye
ulaşılamayacağını vurgulayarak Gazalî, mantık ilkelerini İslamî bilimlerin
analizinde temel bir araç olarak devreye sokmuştur. El-Mustasfa adlı kitabında
mantığın temel ilkelerini kullanarak naslardan (Kur’an ayetleri ve hadislerden)
akıl yoluyla nasıl bilgi üretilebileceğinin yöntemini geliştirmiştir. Hukuk
usulüyle ilgili olan bu kitapla mantık ilkeleri yasa yapma sürecinde yoğun
olarak kullanılmıştır. Bu yöntem, izleyen yüzyıllarda bilginlerin başvurduğu bir
yöntem olacaktır. Bu yöntemi Diyarbakırlı ünlü allame Amidî daha da geliştirecek
ve El-İhkam fi usulu’l Ahkam kitabını yazacaktır. Bu yöntemi taçlandıran ise
Fatih Sultan Mehmed’in âlimlerinden ceddimiz Molla Husrev olacaktır. Molla
Husrev Mirkatü’l Vusul adlı kitabında felsefe ve mantığın en rafine ilkelerini
yüksek bir performansla kullanarak yasa yapma tekniklerinin akılcı yöntemlerini
ortaya koymuştur.
Gazalî sonrası dönemde Gazalî’nin açtığı çığır giderek daha da
müesseseleşmiş, felsefi konular kelami konularla karışarak yepyeni bir bilim
disiplini üretilmiştir. Fahreddin-i Razî ünlü Mebahısü’l Meşrıkıyye kitabını
yazarak belli noktalarda Gazalî’yi felsefe alanında aşmıştır. Razi’den sonra
felsefi konularla kelamî konular harmanlanmış olarak incelenmeye başlanmıştır.
Gazali’de şöyle bir değinilip geçilen bilgi felsefesi Razî’de alabildiğine
derinlik kazanmıştır. Razî’nin bu alanda yazdığı Kitabu’l Muhassal ve Metalibu’l
Aliye adlı eserleri gerçekten insanı onurlandıracak boyutta bilgi felsefesini
işleyen eserlerdir. Razî sonrası dönemde ceddimiz Azudiddin Icî’nin Mevakıf’ı,
belki de bundan çok daha önemli olan Cürcanî’nin Mevakıf Şerhi Gazali
düşüncesini iyice müesseseleştiren çalışmalar olmuştur. Bilgi, varlık felsefesi
ve ilahiyat konularında bütün bu geleneği taçlandıran ise yine ceddimiz
Taftazanî olacaktır. Şerhu’l Makasıd adlı dev eseriyle Taftazanî asırları
etki-lemiştir. Osmanlı akılcılığının temel refe-rans kaynaklarından biri, belki
en önemlilerinden biri Taftazani’dir. Diğer allamalerin kitaplarıyla birlikte
(özellikle Cürcanî’nin kitapları) Taftazani’nin eserle-rine ayrı bir önem
verilmiştir. İlgili kitabı yüksek medreselerde ve yüksek bilginlerin elinde
temel referans kitabı olmuştur. Ömer Nesefi’nin kitabının şerhi olan Akaid Şerhi
adlı daha basit ve kolay anlaşılır kitabı ise en sıradan bilginlerin bile
başvuru kitabıdır. Günümüzde İslam dünyasının bir çok yerinde ve ülkemizde hala
Taftazani’nin Şerhu’l Akaid’i ders kitabı olarak okutulmaktadır.
Taftazanî, Şerhu’l Makasıd adlı kitabında sadece bilgi bahsine
120 sayfa ayırmıştır. Bilginin tanımlanıp tanımlanamayacağından başlayarak,
bilgi kaynaklarından akıl yürütme yoluyla (nazar) elde edilen bilginin, iç ve
dış duyu yoluyla elde edilen bilginin, mütevatir haberle elde edilen bilginin,
sezgi yoluyla elde edilen bilginin kesinlik derecelerinin olup olmadığı, kesin
olmayanların neden kesin olmadığı gibi son derece zor konuları derinliğine
incelemiş, bu çalışmasıyla modern çağ rasyonalistleri ve ampiristlerine zemin
hazırlamıştır denilebilir. Mantığın ve felsefenin temel ilkelerinin eşliğinde
yürütülen analizler, ciddi bir felsefi birikim ve aşırı bir zihinsel
yoğunlaşmayı gerektirdiğinden, Ali Tusî, Kadızade-i Rumî, Hocazade ve
Bediüzzaman gibi sınırlı alimi hariç tutarsak düşünürün bilgi felsefesi ne
Osmanlı uleması ne de günümüz bilim adamlarının fazla ilgisini çekmemiştir,
denilebilir.
Taftazanî bilgi bahsinden sonra yine felsefi bir konu olan
varlık-yokluk bahsine geçmiş, yaklaşık 80 sayfayı varlık felsefesine tahsis
etmiştir. İzleyen bahislerde ise illet-ma’lul ilişkisi, mantığın temel
ilkelerinden olan teselsül (zincirleme), araz, zaman, mekan, duyusal algılar,
ışık, renk, ses… gibi konuları incelemiştir. Analizinde düşünür çağının
ulaştığı bilimsel gelişmenin tüm verilerini kullanmıştır. Daha sonraki bahiste
nefis-idrak ilişkisini ele almış, insan ve Allah’ın iradelerini incelemiştir.
Aynı şekilde töz (cevher), varlıkların durumları, kimyasal reaksiyonlar ve
gezegenlerin durumlarını incelemiştir. Geri kalan sadece üçte birlik bir bölümde
ilahiyat konularını incelemiştir.
Taftazani kesinlikle her türlü lafazanlıktan uzak, en ufak akıl
ve mantıkdışılığa pirim vermeyen, aşırı ölçüde mantık ve akılcı bir düşünce
sistemi geliştirmiştir. Doğal olarak Razi ve Taftazani gibi bilginlerin inşa
ettiği bir bilimsel ortamda Uluğbey ve Ali Kuşçu gibi matematikçiler, Hocazade
ve Tusi gibi felsefeci ve kelamcılar, Molla Husrev gibi mantıkçı hukuk
usulcüleri yetişecektir. Yine böyle bir akılcı ortamda ırkçılığın, akraba
kayırmacılığının, din ve mezhep taassubunun, asalet ve soy aristokratlığının
yeri olmayacaktır. Devlet yönetimi keyfilik, ideolojik körlük, mezhepsel
bağnazlık gibi akıldışı tarzlarla olamazdı. Taftazani, Molla Husrev ve Ali Kuşçu
gibi bilginlere son derece itibar gösteren bir yönetim elbette onların önerdiği
yönetim ilkelerini de devreye sokmak isteyecektir. Nitekim Osmanlı devlet
yönetimi tamamen akılcılığın ve bilimin ilkeleri istikametinde dizayn
edilmiştir. Aşağıda bu konudaki gelişmeler yabancı bir araştırmacının yaklaşımı
esas alınarak incelenecektir.
Yönetimde Akılcılık
Akılcılık ilkelerinin en yoğun ve en kalıcı uygulandığı alanın
yönetim alanı olduğu söylenebilir. Osmanlı yönetim tarzı ve yönetici sınıfının
yetiştirilmesi ve istihdamının şaşırtıcı bir disiplin, ilkelilik, hi-yerarşi ve
verimlilik anlayışı üzerine bina edildiği anlaşılmaktadır. Bunun entellektüel
kaynağının bilgi ve varlık felsefesinde Taftazanî-Cürcanî akılcılığı olduğu gibi
yönetim ve siyaset felsefesinde de geniş ölçüde Endülüslü düşünür İbn-i Haldun
akılcılığı olduğunu söylenebilir. Bilindiği gibi Osmanlı entellektüel dünyasında
ilahiyat, doğa bilimleri, mantık ve bilgi felsefesinde Razi ve Taftazanî-Cürcanî
akılcılığı esas alınırken, tarih felsefesi, sosyal ve siyasal felsefede İbn-i
Haldun akılcılığı esas alınmıştı. Dolayısıyla İbn-i Haldun’un geliştirdiği
ilkelerin geniş ölçüde Osmanlı siyasal ve sosyal akılcılığının anlaşılmasında
temel referans kaynağımız olabilir. İbn-i Haldun’un ünlü Mukaddime’si siyasal ve
sosyal felsefe ilkeleriyle doludur. Burada sadece bir kaç belgenin üzerinde
duralım. İbn-i Haldun, ilgili eserinde bir bilgenin zamanının yöneticisine
yaptığı ilginç bir vasiyet belgesinden söz eder:
“….Gece gündüz tebaanı (vatandaşını) korumaya çalış… Çünkü
yüce Tanrı bir ihsan olmak üzere idareleri senin eline emanet etmekle kullarına
karşı şefkatli ve merhametli bulunmak görevini sana yüklemiştir. Adaleti hakim
kılmak…. Ve onların kendilerini, aile ocaklarını, şereflerini ve kanlarını
korumak ve barınaklarını emniyet içinde bulundurmak ve onları rahat yaşatmak
vaciptir (zorunludur). İlim mensuplarına, din ehline ve bilginlerine saygı
göster, onları kendine yaklaştır, çünkü insan için en büyük meziyet din ilminde
uzman olmak, ilim istemek, ilme teşvik etmektir… Tebaadan kusurlu olanların
kusurlarını görmezlikten gel, yalan ve iftiradan dilini muhafaza et, koğuculara
yüz verme, onları kendinden uzaklaştır… Salih ve doğru kimseleri sev, hak ve
doğru işlerinde eşrafa yardım et, zayıflara arka ol, kardeşlik haklarını yerine
getir… Tebaanı adaletle idare et ve adaletli siyasetle onları memnun et…
Hazinede topladığın servet ve malları hayrat, takva ve tebaanın durumunu
onarmak, yurtlarını imar etmek, işlerini iyice anlayarak ona göre tedbirler
almak, kanlarını akıtmaktan korumak ve zayıf ve mazlumlara yardımlarda bulunmak
için sarf et. Bil ki servet sarf edilmeden hazinede saklanmakla artmaz; tebaanın
yaşayışını ve durumunu onarmak, onların hak ve hukukunu ödemek ve onlardan
eziyet ve kötülükleri defetmekle artar, halk düzelme yoluna girer, idare
düzgünleşir, zamanlar hoş geçer. Tecrübe, akıl, fikir ve hikmet sahiplerini tut.
Zevke düşkün müsrifleri, cimrileri meşveret meclisine sokma, onların sözlerine
kulak asma… Haris olur ve tamaha kapılırsan bağışların azalır, bu takdirde
idarende ancak cüzî bir düzelme görülür… Bütün tebaana şefkatli ol”. (İbn-i
Haldun, c. 1, 1991)
Metinden de anlaşılacağı gibi vasiyet son derece ilginç bir
nesnel akılcı siyasi projenin genel ilkelerini içermektedir. Vasiyetnamede
toplumsal konsensüs çizgileri birer birer sayılarak yöneticinin veya genel
olarak yönetici seçkinlerin toplumla buluşmaları ve kaynaşmaları önerilmektedir.
Tüm toplumlar için geçerli olabilecek temel akılcı ilkeler: 1- Vatandaşın bir
Tanrı ihsanı olarak kabul edilmesi, 2- Aralarında herhangi bir imtiyazın ve
kayırmanın yapılmaması, hepsinin adalet önünde eşit kabul edilmesi, 3- Yönetimin
affedici ve şefkatli olması, 4- Bilgiye, tecrübeye önem verilmesi, kamu alanında
liyakatin ve dürüstlüğün esas alınması ve her türlü şarlatanlardan, yağcılardan,
düşük ahlaklı kimselerden uzak durulması, 5- Toplumun refahının arttırılması
için her türlü kamu yatırımlarının ve ekonomi politikalarının belirlenip
uygulamaya konulması, özellikle kamu alanında her türlü savurganlıktan uzak
durulması ve kaynakların etkin bir şekilde kullanılması…
Bu ilkelerin Osmanlı yöneticilerinde kalıcı bir devlet felsefesi
olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin,
ölüm döşeğinde, oğlu Orhan Gazi’ye ünlü vasiyetinde bu büyük akılcı geleneğin
ipuçları görülmektedir. Cevdet Paşa’dan izleyelim:
“Her hususta kanunlara uyarak… mühim devlet işlerini ehil ve
erbabı ile konuşasın.
“….Yöneticilere makam ve rütbelerine göre ikramda bulunup
nimetler veresin, hususiyle İslâm dininin duacıları olan değerli ilim adamlarına
hürmet ederek (Hayrunnas men yenfeunnas—insanların en hayırlısı insanlara en
faydalı olandır) sırrına mazhar olasın.
“….Benden sonra emirlik makamına geçeceksin. Bu makamın erkan
ve levazımatından (ayrılmaz niteliklerinden olan), (Etta’zimü li emrillah
veşşefkatü ala halkıllah—Allah’ın emirlerine uygun hareket etmek ve Allah’ın
yaratıklarına şefkatli olmak) mukaddemesi (ilkesi) yolunda gidesin.”
Yine Osman Gazi’nin Orhan Gazi’ye zamanın en önemli bilgin ve
ahlakçısı olan Ede Balı’yı dikkate alması ve onun gösterdiği ilkelerden
ayrılmamasını tavsiye etmesi aynı geleneğin uzantısı sayılmalıdır:
“Hey oğul! Ede Balı’nın terazisi doğru tartar, dirhem şaşmaz.
Bana karşı gel, O’na karşı gelme. Bana karşı gelirsen üzülür, incinirim; O’na
karşı gelirsen gözlerim bakmaz, baksa da görmez olur. Ede Balı soyumuzun
ışığıdır.” şeklindeki somut vasiyeti de Osmanlı yönetiminin sahip bulunduğu
akılcı geleneğin en dikkat çekici belgesi sayılabilir.
İbn-i Haldun’un siyasal akılcılığını biraz daha çağa uydurarak,
hemen tüm Osmanlı uleması tekrarlamıştır. Bunlardan burada sadece 16.yy
bilginlerinde İdris-i Bitlisî’nin (öl. 1520) siyasal felsefi ilkelerini
zikredelim.
Bitlisi’ye göre yönetici için olmazsa olmaz bazı akılcı yönetim
ilkeleri vardır. Başarıyı ve huzuru arzu eden yöneticinin bu ilkeler
istikametinde davranması gerekir. Bunlardan bazıları şunlardır:
1- Sultan daima uyanık ve sezen bir gözle bakmalıdır,
2- Sultan Allah’ın gölgesi, vatandaşlar Allah’ın aile
bireyleridir (eyâli). Allah sultanı yöneticilikle yüce kıldığından, ona lâzım
olan Tanrı’nın eyâlini gözetme, onları mutlu kılma, Tanrı’nın emirlerine uyma,
kullarına şefkat etme, sevgi ve lütuf göstermedir.
3- Yönetici adâletli ve insaflı olmalıdır. Bunları yaparsa,
halkın gönül çiftliğine muhabbet tanelerini ekmiş olur. Zulüm ve sitem
tohumlarını ekerse, din ve dünyanın mahvolmasına zemin hazırlamış olur.
4- Halka, eşit şekilde davranmalı, kendine layık gördüğünü,
onlara da lâyık görmelidir. Böyle yaparsa halk da yöneticiye, yönetiminin devâmı
için duâ eder ve onu severler.
5- Halkını korumalıdır. Bu konuda aşağıdaki hususlara dikkat
etmelidir.
a- Halktan gücü nispetinde vergi almalıdır. Halkı ödeyemeyeceği
oranda vergiye zorlayarak ezmemelidir. Halk ezilirse devlet çöker ve düşman
kuvvetlenir. Halk meyve veren ağaç gibidir, ne kadar bakılırsa mahsulü o
nispette bol olur.
b- Doğal afetlerde onlara yardım etmelidir.
c- Halkın ırzına ve namûsuna zulüm yapılmamalıdır. Halka yapılan
zulüm, mala yapılandan daha şiddetlidir. Mala yapılana sabır göstermek
mümkündür, ancak nefis ve ırza yapılan zulme tahammül olunamaz.
d- Devlet bürokrasisinin de halka zulmü engellenmelidir.
e- Halktan vergiler, ürünlerin olduğu zaman ve elleri bol iken
istenmelidir.
6- Memleketin imârı için çalışmalıdır. Halkın arazileri sürekli
üretime açık tutulmalı, onların gücü yetmediği yatırımlar kamu hazinesinden
yapılmalıdır. Hiç bir hazine, ekilip biçilen topraktan daha zengin değildir.
Ticaret erbâbına rahat gidip gelmesi ve memlekete paranın akması için, kara ve
deniz yollarının bakımı ve emniyeti sağlanmalıdır. Tüccarlara konacak vergiler
ve narhın(mallarının fiyatı) adilce konmalıdır.
7- Zaman zaman nefsini eğlendirmesini bilmeli, zevkinden ve
istirahatinden, ölçüler içinde geri kalmamalıdır.
8- Yöneticinin halkın ve askerin ihtiyaçlarını kendisine arz
edecek bir danışma meclisi ve yönetimin icraatlarını yürütecek bir divanının
olması lazımdır. Böylece herkes, şikayetlerini ona getirebilsin. Ayrıca yönetici
haftada iki gün halkın şikayetlerini bizzat kendisi dinlemeli ki, devlet
görevlilerinden şikayeti olanlar doğrudan yöneticiye gelebilsinler. Böylece,
yöneticiyle halk arasındaki perde kalkmış olur.
9- Yönetici vatandaşını korku ile ümit arasında tutmalıdır. Ceza
vermede acele etmemelidir. Bu nefrete sebep olur, merhamet ve fazilet yolu, daha
az hatalıdır.
10- Yönetici va’dine vefâ göstermeli, bütün dost ve düşmanlarına
karşı verdiği sözde durmalıdır. Yalan ve iftirâdan sakınmalıdır. Yalan ile
icraatını yürütmeye çalışırsa, halkın gözünden düşer.
11- Yönetici önemli işlerinde doğru görüş sahipleri ile müşavere
etmelidir. Eğer, kendi reyi ile yürür ise çok zarar görür. Tek fikir hatadan
emin olamaz. (Zik-reden Ahmet Uğur, Osmanlı Siyaset-Na-meleri, Erciyes Ün. Yay.,
1992, s. 140 vd.)
Görüleceği gibi siyaset teorisyenleri yönetim ilkelerini
geliştirirken son derece akılcı ve rasyonel ilkelerden hareket etmişlerdir. Tüm
vurgu, yöneticilerin keyfi davranmamaları, kaba içgüdülerinin esiri olmamaları,
bürokratik teşkilatı oluştururken her türlü kayırmacılıktan uzak durarak liyakat
ve dürüstlüğü esas almaları, politikaları belirlerken bilgi ve tecrübeye önem
vermeleri gibi ilkelerde odaklanmaktadır. Ancak önemli olan bu tip ilkeleri
ortaya koymak veya yöneticilere önermek değildir, önemli olan yöneticilerin bu
ilkeleri dikkate alması ve uygulamaya koymasıdır. Osmanlı yönetimi bu ilkeleri
hangi düzeyde uygulamaya koyabilmiştir? Bunun incelenmesi gerekir.
Bir Batılı araştırmacının da ısrarla vurguladığı gibi Müslüman
siyaset teorisyenlerinin geliştirdikleri akılcı yönetim ilkelerini pratik
hayatta en geniş anlamda yürürlüğe koyan ve uzun asırlar yürürlükte tutan
Osmanlılar olmuştur. Osmanlı Devleti’nin incelenen dönemde uyguladığı yönetici
kadroların temini, yetiştirilmesi ve istihdamı politikaları gerçekten tam bir
akılcılık örneğidir.
Yönetici Kadroların Temini ve Yetiştirilmesi
Osmanlı Devleti, özellikle Fatih’ten sonra, devlet yönetiminde
etnik yapıdan ziyade, liyakat ve dürüstlüğe önem vermiştir. Akraba
kayırmacılığının, asalet ve imtiyaz hastalığının yönetimi felç etme niteliğini
derinden kavrayan Osmanlılar, bilginlerin önerdiği ilkeler doğrultusunda devlet
yönetimini bizzat kendisinin temin ederek yetiştirdiği profesyonel kadrolarla
yürütme yoluna gitmiştir. İnsan sarraflarından oluşan bir kadro ile Balkanlar,
Kafkaslar ve Anadolu’nun en asil, en sağlıklı, en yakışıklı, en zeki ve en güçlü
çocuklarını toplayarak belli başlı saraylarda devletin yönetici sınıfını bizzat
kendisi üretmiştir. Bugünkü anlayışla değerlendirildiğinde insan haklarına
sığmayan bazı noktaları olabileceği savunulsa da o günkü şartlar içinde mümkün
alternatiflerin en verimli ve en etkinini benimseyerek yönetimde akılcılığı
müesseseleştirmiştir. Kendi tarihimizi objektif kriterlerle değerlendirmemiz zor
olacağından, sözü Batılı bir araştırmacı olan Lybyer’e bırakalım ve onun bu
konudaki görüşlerini özetleyelim:
Osmanlılarda yönetim kurumu, en geniş anlamıyla öğrencilerin
ömür boyu devam ettikleri bir okuldu. Sürekli ve özenli bir yönlendirme ve
disiplin altındaki bu kişiler, ömürleri boyunca bir aşamadan ötekine ilerler,
liyakatlerine uygun olarak terfi, rütbe ve ihsanlarla sistematik biçimde
ödüllendirilir, kuralları çiğnedikleri zaman şiddetle cezalandırılırlardı.
Ödüller ve cezalar da rütbeden rütbeye artar, sonunda bu ödüller İslami hayat
biçiminin sunabileceği her şeyi kapsar, cezalar ise hayatın kendisini yok etme
tehlikesini taşırdı. Sistem, özellikle bir savaş ve yönetim okulu olmanın
getirdiği sınırlılık içinde, öğrencilerinin bütün özelliklerini geliştirirdi. En
yeteneklilerin beyinleri nasıl eğitiliyorsa, hepsinin bedeni de öyle özenle
eğitilirdi. Her ne kadar öğrencilerin tümüne, Müslüman hayat tarzı dahil olmak
üzere belli bir zihinsel eğitim veriliyor idiyse de, içlerinde en yetenekli
olanlara Doğu dilleri, ahlak ve teolojiyi de içeren İslam ve Osmanlı hukuku
konularında çok ağır ders-ler verilirdi. Böylece, hem beden, hem beyin, hem
dinsel inanç, sistematik olarak ve ömür boyunca geliştirilirdi.
Plato, Osmanlı yönetici kadrolarının eğitim sistemini çok
beğenirdi herhalde. Her ne kadar bu ailenin soylulardan oluşmamasına ruhu isyan
etse de, ömür boyu süren eğitimi, gövde ile kafanın eşit olarak eğitilmesini,
asker ve yönetici ayrımını, aile bağlarından görece sıyrılışı, sistemin bireyi
denetlemesini ve her şeyden çok da, akıllıların yönetime gelmesini yürekten
onaylardı. Osmanlı sistemini kuranların Plato’dan haberleri var mıydı bilinmez,
ama onun planına uygulanabilir bir şema içinde olabildiğince yaklaştıkları
kesindi. Hatta bazı pratik bakımlardan, Plato’nun tasarısını geliştirmiş de
sayılırlardı. Babadan oğula devir yönteminin doğuracağı belirsiz sonuçları
önlemekle, kişisel yönetim erki getirmekle, güçler dengesi sayesinde sürekliliği
sağlamakla ve sistemlerini geniş bir imparatorluğu yönetecek yetkinliğe
ulaştırmakla, Plato’yu geride bırakmışlardı
Düşünür Osmanlı yönetim kadrolarının eğitilmesi ve istihdamının
modern demokrasiler de dahil tüm Doğulu ve Batılı yönetim tarzlarından daha
etkin ve daha akılcı olduğunu vurgular. İzlemeye devam edelim:
Osmanlı eğitim sistemi, bu açıdan bakıldığında, eğitim
görenlerin tüm yaşamlarıyla bağlantılı olması yönünden Batı öğrenim kurumlarının
hepsinden daha kapsamlıydı. Batı ordularındaki subaylar da hem beden hem beyin
yönünden eğitim görürler ve ömür boyu sürecek bir sistem içinde organize
edilirler, ama onlar teoloji (dini eğitim) öğrenimi görmezler ve ülkeyi
yönetmezlerdi. Amerika’daki büyük demiryolu ve imalat şirketleri, ömür boyu
sürmesi, meziyetin ödüllendirilmesi, en alt kademeden en üst kademeye yükselme
imkanı açısından Osmanlı sistemine benzeyen eğitim ve yetiştirme programları
uygularlar. Ama en yetenekli elemanlarına bile verdikleri düşünsel eğitim,
Osmanlı sisteminde en yetenekli olanlara verilen genel kültüre ve belirli
uzmanlık dallarındaki kültüre hiç benzemeyen, sadece teknik çerçevede kalan bir
eğitimdir. Düşünsel eğitimin kapsamı ve karakteri açısından Osmanlı eğitim
programından çok ilerde oldukları halde, Batı üniversiteleri ve eğïtim
sistemleri de Osmanlı eğitimindekiyle karşılaştırılabilecek sistematik bir beden
eğitimi uygulamazlar. Üstelik, öğrencilerinin hayatı üzerindeki kontrolleri,
erken çağda sona erer.
Düşünürün de tespit ettiği gibi Osmanlı yönetim kadrolarının
yetiştirilmesinde liyakatin değerlendirilmesi ve ödüllendirilmesi temel ilkeydi.
Katı bir cezalandırma ve pusturma yöntemi değil, ılımlı bir ceza sistemi
yanında, aşırıya varan bir ödüllendirme sistemi esastı.
Düşünürün vurguladığı gibi Osmanlı yönetici sınıfının
eğitilmesinde ödül cezadan daha etkiliydi. Gerçekten bu okulda eşi görülmedik
ödüller kazanma imkanı vardı ve bu ödüller, her öğrencinin sahip olma isteğini
uyandıracak, bunu başarmak için de elinden geldiğince çalışmasına yol açacak bir
ustalık derecelendirmesiyle dağıtılırdı.
Dar anlamıyla eğitim sistemini kapsayan geniş programın ilk
evrelerinde, yeni gelenlerin eskilere ayak uydurması işlemi yer alırdı. Sultanın
sarayı için getirilenlerin tümü (kaçırılma, satın alınma, esir alınma veya
armağan edilme yoluyla gelen yılda üç veya dört bin köle ile on, on iki bin
kişiyi bulan devşirmeler) subayların karşısına çıkarılır, künyeleri kaydedilir
ve iki sınıfa ayrılırlardı. Beden yapısı, kas gücü ve uzun uzadıya sınamaya
gerek kalmadan görünürdeki zihinsel yeteneği yönünden belirli ölçütlere uyanlar,
üstün eğitim düzeyinde ve özellikle zihinsel planda öğrenim görmek üzere
ayrılırlardı. Bunların sayısı onda bir oranı dolayındaydı. Geri kalanlar ise,
fiziksel ağırlıklı bir eğitim görürlerdi. Birinciler genellikle İçoğlanı ve
Saray Sipahisi olurlar, bunların içinden de en yeteneklileri ordu ve hükümette
üst görevlere getirilirlerdi. Ötekiler ise Acemioğlanı ve Yeniçeri olurlar, ama
bunların en yeteneklileri de Saray Sipahilerine, hatta paşalığa ve üst rütbe
subaylığa kadar yükselirlerdi. Bu nedenle, yüksek öğrenim için seçilmemiş olmak,
alt kademelerde kalmayı kesinleştiren bir olgu değildi. Hangi görevde olunursa
olunsun, yararlılık göz önünde tutulur ve yükselmeye yol ve-rilirdi. Kuşkusuz
genç bir adam için yüksek öğrenime seçilmek, büyük avantajdı, çünkü çok daha
özenli yetiştirilir, gerek kuramsal gerek pratik düzeyde çok daha kapsamlı bilgi
edinir ve yüksek görevlilerle, hatta bizzat sultanla yakınlaşmak fırsatını
bulabilirdi.
Yüksek öğrenim için ayrılanların bir bölümü, başkent dışındaki
valilerin evlerine gönderilir ve başkentteki yüksek kademe görevlilerin yanına
verilirdi. Bunlar, sultanın yanında kalsalar nasıl yetiştirilecekler ise,
gittikleri yerlerde de aynı eğitimi görürlerdi. Toplanan delikanlıların en
seçkinleri, yılda ancak iki yüz kişi kadar olur veya tüm devşirmeler toplamı
içinde bin iki yüz, bin beş yüz dolayında bulunurdu. Bunlar sultanın üç sarayına
İçoğlanı olarak verilirdi. Edirne sarayında üç veya dört yüz İçoğlanı bulunur.
Galata’daki sarayda da bir o kadar İçoğlanı yaşardı. İstanbul’daki esas sarayda
ise beş ila sekiz yüz İçoğlanı olurdu. Bunların hepsi yakışıklı, güçlü kuvvetli
ve zeki delikanlılardı. Enderunun uluslararası karakterini çok iyi belirten
Venedikli bir yazar, saraydaki İçoğlanları arasında Bulgar, Macar,
Transilvanyalı, Leh, Bohemyalı Cermen, İtalyan, İspanyol, bir kaç Fransız, pek
çok Arnavut, Slav, Rum, Çerkez ve Rus delikanlısı olduğunu belirtir.
Osmanlı yönetim sisteminde tüm meka-nizmaların kaliteli insan
unsuru yetiştirme amacına yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Bunu, bizzat sultan
dahil üst düzey bürok-ratların devşirilen gençlerle yakından ilgi-lenmesinden
anlıyoruz. Balkan, Kafkaslar ve Anadolu’nun en değerli serveti sayılan
gençlerini çok sıkı sınamalardan sonra belirleyip merkeze taşımak ve onları akıl
almaz ödüllerle ödüllendirmek üzere yetiştirmek Türklerin tarihte başardığı en
önemli projelerden biri olarak değerlendirilmelidir. İnsana değer vermek ve onun
mesleki, psikolojik, ahlaki, duygusal ve dini açıdan gelişmesini sağlamak üzere
tüm kaynakları seferber etmek akılcı davranışın en açık örneği olmalıdır.
Sultan-lar saraya getirilen gençlerle teker teker ilgilenmekte onları bir ata
şefkatiyle sarmalamaktaydılar. Mesela Kanuni, üstün nitelikli bir genç olan
Menavino ile yakından ilgilenmiş, onun gönlüne girmeyi başarmıştır.
Osmanlıların İçoğlanlarına ve tüm devşirilen delikanlılara karşı
genel tutumu, gerçekten çarpıcıydı. Bunu bir Batılı gözlemciden dinleyelim:
“Türkler, olağanüstü bir insan bulduklarında, değerli bir nesne
edinmişçesine coşku duyarlar ve o kişi, özellikle de savaşa yatkın biriyse, onu
yetiştirmek için hiç bir emekten kaçınmazlar. Bizim planımız ise çok farklıdır.
Çünkü bizler iyi bir köpek, şahin ya da at bulduğumuz zaman çok seviniriz ve onu
türünün en mükemmeli durumuna getirmek için elimizden geleni yaparız. Ama bir
insanda olağanüstü nitelikler varsa, onu geliştirmek için kendimizi zahmete
sokmayız. Onu eğitmenin bize düşen bir iş olduğunu düşünmeyiz. İyi yetiştirilmiş
attan, köpekten ve şahinden zevk alır, hizmetlerinden yararlanırız. Oysa
Türkler, insan nasıl öteki hayvanlardan daha hayranlık uyandırıcı ve mükemmel
ise, iyi yetiştirilmiş insandan o oranda bü-yük zevk alırlar”. (Zikreden:
Lybyer, s. 76)
Yukarıdaki satırlar Türk akılcılığının en çarpıcı ifadesi olarak
değerlendirilebilir. Ama anlaşılan akılcılığımız da sosyo-ekonomik gelişmemiz
gibi konjonktürel bir yönelime sahip. Belki de akılcılığımızın ortaya çıktığı ve
derinleştiği çağlarda sosyo-ekonomik gelişmemiz de sağlıklı bir yörüngeye
oturuyor, yepyeni uygarlıkların kurulması mümkün oluyor, akılcılığımızın ortadan
kalkmasıyla da her türlü gelişme tersine dönüyor.
Akılcılığı dilimizden düşürmediğimiz günümüz Türkiye’sinde
sadece tek bir alanda akılcılığın gereği şu olabilirdi: geçmişimizden ilham
alarak kaliteli insan unsuru yetiştirmek üzere mesela bir “Süper Üniversite”
kurabilir ve çok sıkı bir sınav maratonundan sonra Balkanlar, Kafkaslar, Orta
Asya, Orta Doğu ve Afrika’nın en zeki, en sağlıklı ve en kültürlü gençlerini çok
yüksek burslarla o üniversitede okutup yetiştirebilir ve bunları hem kendimizin
hem de bölgemizin sosyo-ekonomik gelişmesinde istihdam edebilirdik.
Ancak bunu günümüz şartlarında hayal etmenin bile ne kadar komik
bir şey olduğunu hissetmiyor değilim. Çünkü biz bırakın başkalarının zeka
tarlalarını, bizzat kendi zekalarımızı bile son derece sudan bahanelerle her gün
biçmekte, savurmakta, başka ülkelere çekip gitmesi için adeta zorlamaktayız.
Sanırım günümüzde en fazla muhtaç olduğumuz şey akılcılık olmalıdır.
Yüz Elli Yılda Değişmeden Devam Eden Bir Sistem
Beni en çok şaşırtan şeylerden biri de Osmanlı yönetim
sisteminde genellikle sık sık yaşadığımız gibi “Ali yazar Veli bozar”
ilkelliğinin değil, tersine istikrarın, geleneğe bağlılığın, müesseseleşmenin ve
akılcılık üzerinde ısrarın geçerli kılınmasıdır. Gerçekten yukarıda ana hatları
verilen yönetim tarzı çok sağlıklı şekilde yüz elli yıl, belli özelliklerini
taşır şekilde ise yüzlerce yıl ayakta kalabilmiştir.
Sistemdeki bu derinlik ve yapısallaşmayı çok sayıda araştırmacı
vurguladığı gibi doğrudan doğruya Enderundan yetişmiş kişiler de vurgular.
Bunlardan biri Menavino’dur. Bu kişi bizzat kendi öyküsünü anlatır. Ricaut ise
sultanın hizmetinde on dokuz yıl kalan ve büyük mevkilere gelen bir Lehden
öğrendiklerini aktarır. Bu belgelerin yazılış tarihleri arasında yüz elli yıllık
fark olmasına karşın anlatılan temel özellik aynıdır. Menavino, Silah ve
süvarilik eğitimlerine değinmez, ama kaçtığı zaman, gözü pek olmasa da oldukça
iyi yetişmiş bir binici olduğunu ortaya koyar. Menavino’dan yirmi yıl kadar
sonra, Postel bu eğitimi daha ayrıntılı olarak yazar. Postel’in bu bilgileri,
bir yerde yetkili kaynak olarak tanımladığı Cabazolles adındaki Fransız
İçoğlanından almış olması muhtemeldir. (Lybyer, s. 78)
İçoğlanlarına savaş sanatı öğretilir, atıcılık ve binicilïk
dersleri verilirdi. Kanuni, İçoğlanlarının binicilikteki gelişmelerini
izlemekten özel zevk duyar, beğendiği bir İçoğlanını yanına çağırtır, onunla
konuşur ve armağanlar verirdi. Ayrıca, eski bir Doğu geleneği uyarınca her
İçoğlanına bir zenaat da öğretilirdi. Bunun amacı da, hiç kuşkusuz gerektiği
zaman bu yoldan geçimini sağlayabilmesiydi.
Menavino, seksen ila yüz gencin yetiştirildiği Yeni Odadaki
öğrenim sistemini anlatır. “Çocuk o okulda beş altı gün kaldıktan sonra, alfabe
öğretilmeye başlanır. Okulda dört öğretmen vardır. Bunlardan biri eğitimin ilk
yılında çocuklara okuma öğretir. Bir başkası Arapça Kur’an öğretir ve tefsirler
yapar. Üçüncü öğretmen, Farsça kitaplar okutur. Öğrencilerin bir kısmı biraz
Farsça yazı öğrenirler, ama öğretmenler yazma öğretmeyi pek istemez. Dördüncü
öğretmen ise, edebi değeri olan ve olmayan çeşitli Arapça kitaplar okutur”.
Başlangıçtan itibaren, çalışma karşılığı ödeme yapılması gibi ödüllendirmelerin
bulunması ilginçtir. Menavino şöyle sürdürür: “Bu çocuklara, ilk yıl günde iki,
ikinci yıl üç, üçüncü yıl dört akça harçlık verilir ve bu harçlık her yıl artar.
Yılda iki kez kırmızı bağ, yaz için de beyaz giysi verilir.” Postel, çocukların
Arapça ve Türkçe yazı ile hukuk öğrendiklerini belirtir. Ricaut da, temel
öğretim amacının, hukuk ve başta Kur’an olmak üzere din kitaplarını incelemek
için okuma yazma öğretmek olduğunu ayrıntılarıyla açıklar. Arapça’nın
hukukçuların yazılarını okumak ve din bilgisi edinmek için, Farsça öğretilir.
Yirmi beş yaşına basan her İçoğlanı okuldan çıkarılırdı. İç
Odadan geçenler derhal Müteferrikada görev alır veya valiliklere atanırlardı.
Gençlerin çoğunluğu Saray Sipahisi olurdu. Okuldan ayrılanlar için bir veda
töreni düzenlenirdi. Sultan hepsiyle tek tek görüşür, ne yapacaklarını söyler ve
yeni görevinde gereği gibi davranmasını öğütler ve onları yüreklendirirdi. Her
birine işlemeli bir kaftan hediye eder ve kendi cins atlarından bir at verirdi.
Liyakati Esas Alan Sistem
Akılcılığın başta gelen ilkelerinden biri de her konuda
liyakatin esas alınmasıdır. Bu konu devlet yönetiminin belli bir alanı ise daha
da hayati olur. Akılcılık, herhangi bir din, ırk, kabile, parti, ekol veya
mezhebin üyesi olduğu için değil, o işe liyakati olduğu için insanların istihdam
edilmesini gerektirir. İnsan istihdamı konusunda zamanımızda yaşanan
akıldışılıklar ister istemez insanı karamsarlığa sürüklüyor. Hatta tüm tarihimiz
de mi böyleydi diye genel olarak tarihi hakkında da antipati beslemesine neden
oluyor. İnsan ister istemez, Türk-İslam tarihinin tüm dönemlerinde de personel
istihdamında hep ideolojik bağnazlık, yakın veya parti kayırmacılığı, yağcılık
ve dalkavukluk gibi akıldışı faktörler mi belirleyici olmuştur acaba, diye
sormadan edemiyor. Ancak tarihimizin en iyi bilinen dönemlerinden 15-17.yy’ları
arasında hiç olmazsa insan istihdamı konusunda ileri düzeyde bir akılcılığın
uygulandığını bilmemiz insanı gerçekten rahatlatan ve sevindiren bir gelişme.
Bir Batılı yazar bu konuda bize ayrıntılı bilgi verir. Yine ondan özetleyerek
izleyelim:
Osmanlı yönetim sistemi başından sonuna kadar, liyakati
ödüllendirecek, yetenek, çaba ve yeterli donanımla beslenen her türlü özlemi
doyuracak biçimde düzenlenmişti. Devlet yönetimi için saraylarda özel olarak
yetiştirilen gençleri biri manevi, diğeri maddi olmak üzere iki paralel
ödüllendirme yöntemi vardı. Manevi onurlandırma Enderunda bir sınıftan ötekine
yükseltmek ve en yetenekli ve uygun şartlarda olanların sultanın kişisel
hizmetinden Has Odaya terfi ettirilmesiyle gerçekleşirdi. Bu oda kademesine
gelenler, on iki yönetim görevinden birine veya daha yüksek görevlere terfi
ettirilirdi. Acemioğlanlar sürekli gözetim altında tutularak ve sınanarak, bu
işlem yürütülür, gençler aşama aşama yükseltilir ve mevkileri yükseldikçe onlara
daha fazla sorumluluk verilirdi. Parasal ödüllendirme ise, İçoğlanlarının
Enderuna girdiği anda başlardı. O dönemde verilen para, kalifiye olmayan bir
işçinin gündeliği kadardı. Bu para her yıl arttırılır ve Has Oda kademesine
gelindiğinde yüklü bir ücret tutarında olurdu. Birinci aşamada, Acemioğlanların
ödülleri yanlarında çalıştıkları geçici efendileri tarafından belirlenirdi. O
aşamadan sonra, yavaş yavaş artardı. Hepsinin yiyeceği, yatacağı, giyeceklerinin
bir kısmı karşılanır ve başarı ve liyakatine göre içlerinden özel ihsanlar
alanlar da olurdu.
Bu ikili sistem, bütün kurum içinde hiç aksaksız işlerdi. En
düşük rütbedeki Yeniçeri, yükselmeyi umut edebilir, ya kendi birliğindeki
hiyerarşik düzen içinde terfi eder ya da süvari olmak veya faal yönetici olmak
üzere birliğinden alınarak yükseltilirdi. Enderundan geçmiş İçoğlanları, büyük
ilerleme kaydederlerdi ve sultanın tahtı dışında her makama erişebilirlerdi.
Gerçekten de, sadrazam hemen hemen sultanın tüm gücüne sahipti. Sık ve çetin
savaşlar, pek seyrek olmayan aziller ve idamlar yüzünden verilen kayıplar, alt
kademelerdekilere yükselme fırsatı verirdi. Fetihler de sürekli olarak yeni
görevler ve kumandanlıklar icad edilmesine neden oluyordu. Deyim yerindeyse,
Yönetim kurumunun tümü, sürekli kaynama durumundaydı. Bu kaynamanın içinde insan
zerreleri hızla en tepeye yükseliyordu.
Yükselme, kesinlikle raslantısal veya otomatik değildi. Her
aşamada büyük bir titizlik ve akıllılıkla yönlendirilip gerçekleştirilirdi.
Arada bir bu düzenin bozulduğu, göze girmenin yükselmede rol oynadığı olurdu,
ama bu olay, Kanuni’nin padişahlığı sona erinceye kadar çok ender görülen bir
olaydı. Kimi zaman da, savaşta çok fazla kayıp verildiği için geçici bir kargaşa
görülür, ama çok geçmeden düzen yeniden kurulurdu. Tarihin hiçbir döneminde,
Osmanlı Yönetim kurumu gibi, böylesine uzun süre salt aklın egemenliğinde olan
ve bu nedenle de orijinal planından ve amacından sapmayan bir başka siyasal
kurum olmadığına inanmak gerekir. Atina demokrasisi, benzersiz bir ortalama zeka
ve akıl düzeyi tutturmuştu, ama bu demokrasi yönetiminde olağanüstü zeka,
olağanüstü eğitim imkanı bulmak yerine kösteklenmişti. Bugünkü özgür
demokrasiler de, yetenekli bireylere yükselme imkanı tanır, ama yükselme yolunda
kimi zaman aşılmaz engellerle savaşma zorunluluğu da vardır. Bu sistemler bütünü
itibariyle Osmanlı sisteminden üstündür, çünkü kapsamlıdır ve bireysel özgürlük
vardır; ama salt bireyin yetkinliğine, engellenmeyen imkanlara ve kesin
ödüllendirmeye bakarak değerlendirilecek olursa, Osmanlı Yönetim kurumu, Atina
demokrasisiyle de, bugünkü demokrasilerle de yarışabilecek durumdadır. (Lybyer,
1987, s. 84)
Kanuni dönemini anlatan bir Batılı yazar tüm yöneticilerin
tamamen kendi liyakatlerine dayalı olarak yükseldiklerini, bu yükselmede en ufak
bir kayırmanın söz konusu olmadığını vurgular. Kanuni’yle görüşen Busbecq,
tespit ettiği izlenimlerini şöyle anlatır: “Oradaki büyük kalabalık içinde,
mevkiini kişisel değer ve liyakatinden başka bir şeye borçlu olan kimse yoktu.
Türkler, insanlara kalıtımsal ayrıcalık tanımazlar, bu ayrıcalıklar kişilerin
kamu hizmetindeki yararlılık ve değerleriyle belirlenir. Kimse yükselmek için
başkala-rıyla mücadele etmez. Herkesin yeri, yaptığı işlerle saptanır. Sultan
birini göreve atarken, servetine veya mevkiine bakmadığı gibi, başkalarının
önerilerine veya kişilerin ünlü veya ünsüz olmasına da bakmaz. Herkesi kendi
liyakatine göre değerlendirir, karakterini, yeteneğini, davranışlarını ve
eğilimlerini sınayarak karar verir. Yüksek kademedeki görevlerin sadece
yetenekli kişilere verilmesini sağlayan bu sistemde, insanlar liyakatleri
oranında yükselirler. Türkiye’deki herkes, soyluluğunu ve mevkiini kendisi elde
eder. Sonucu kendi elinde olan bu durumu isterse yükseltebilir, başaramazsa
fırsatları tüketir. Sultandan en yüksek görevleri alanların çocuğu, çobanların
veya sığırtmaçların oğullarıdır ve babalarından utanmak şöyle dursun, soylu bir
ailenin çocuğu olmaya hiçbir şey borçlu olmadıkları için bu durumlarıyla
övünürler. Kişilerdeki üstün niteliklerin anadan doğma ya da kalıtımsal olduğuna
inanmazlar, bu nitelik ve üstünlüklerin babadan oğula aktarılabileceğini
düşünmezler, bunların biraz tanrı vergisi, büyük ölçüde de iyi yetişme, çok
çalışma ve çaba sonucunda gerçekleştiğine inanırlar. Üstün nitelik ve
mevkilerin, müzik, matematik ve benzeri yetenekler gibi babadan oğula veya
varise geçmeyeceğini, akıl ve zekanın babadan kaynaklanmadığını, bu nedenle de
oğulun ille de babasının karakterinde olması gerekmediğini, akıl ve zekanın
Tanrı vergisi olup doğrudan o kişiye bahşedildiğini ileri sürerler. Bu yüzden
Türklerde, onur payeleri, rütbeler, yüksek mevkiler, yetenek ve hizmetin
karşılığında verilenler birer ödüldür. Kişi dürüst değilse, tembelse dikkatsiz
ve özensiz ise, merdivenin en alt basamağında kalır, çünkü Türkiye’de bu
nitelikler onurlandırılmaz!
“İşte bu yüzden Türkler bütün girişimlerinde başarılıdırlar,
başkalarını egemenlikleri altına alırlar ve imparatorluklarının sınırlarını
günden güne genişletirler. Bizler bu görüşte değiliz, bizde liyakate yer yoktur,
her şeyin standardını kişinin doğduğu şartlar belirler. Kamu hizmetinde
yükselme-nin tek yolu, soylu doğmaktan geçer.” (Ge-niş bilgi için bkz: Lybyer,
1987, s. 86, 87)
Sonuç olarak; Osmanlı toplumu gibi büyük işleri başarmamız ve
yepyeni bir uygarlık var edebilmemiz için yeniden ve pazarlıksız olarak
akılcılığa dönmek zorundayız. Doğal içgüdülerimizin, ideolojik
saplantılarımızın, hazcılığımızın, çıkarcılığımızın, bencilliğimizin,
ırkçılığımızın, başkalarını gereksiz kendimizi üstün görme hastalığımızın,
ideolojik saplantı ve ideolojik körlüğümüzün üstesinden gelerek o duyguları
bastırmalı, bunların yerine akli ve ahlaki ilkeleri ikame etmeliyiz. Liyakate
değer vermeyi, bilim adamına saygı duyup onun önerileri doğrultusunda hayatı
dizayn etmeyi, yardımseverlik, sevgi ve beraber yaşama uzlaşmacılığını, taviz
verebilme erdemliliğini bir ahlaki ve akli ilke olarak derinleştirme zorundayız.
Aksi takdirde doğa yasalarına muhalefetten yok olup gitmekten kendimizi
kurtaramayız.