Hürriyete hitâp

Ey hürriyet-i şer’î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir
sadâ ile çağırıyorsun, benim gibi bir şarklıyı tabakat-ı gaflet altında
yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet, zindan-ı esarette
kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum. Eğer aynü’l hayat şeriatı
menba-ı hayat yapsan ve o cennette neşvünema bulsan, bu millet-i mazlumenin de
eski zamana nispeten bin derece terakki edeceğini müjde veriyorum. Eğer hakkıyla
seni rehber etse, ağrâz-ı şahsî ve fikr-i intikam ile sizi lekedar etmezse,

ki bizi kabr-i vahşet ve istibdattan ihraç ve cennet-i ittihad ve muhabbeti
milliyeye davet etti.

Yâ Rab! Ne saâdetli bir kıyamet ve ne güzel bir haşir ki,

hakikatinin küçük bir misalini bu zaman bize tasvir ediyor. Şöyle ki:

Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i
kadîme hayata başlamış ve menfaatini mazarrat-ı muumiyede arayan ve istibdadı
arzu edenler,

demeye başladılar. Yeni hükûmet-i meşrutamız mucize gibi doğduğu için, inşaallah
bir seneye kadar,

sırrına mazhar olacağız. Mütevekkilâne, sabûrâne tuttuğumuz otuz sene Ramazan-ı
sükûtun sevabıdır ki, azapsız, cennet-i terakki ve medeniyet kapılarını bize
açmıştır. Hâkimiyet-i milliyenin beraat-i istihlâli olan kanun-u şer’î hâzin-i
cennet gibi bizi duhule davet ediyor. Ey mazlum ihvan-ı vatan! Gidelim, dahil
olalım. Birinci kapısı, şeriat dairesinde ittihad-ı kulub; ikincisi, muhabbet-i
milliye; üçüncüsü, maarif; dördüncüsü, sa’y-i insanî; beşincisi, terk-i
sefahettir. Ötekilerini sizin zihninize havale ediyorum. Zira davete icabet
vaciptir.

Bu inkılâb-ı azîmin fatihası mucize gibi başladığı için bir
fâl-i hayırdır ki, hâtimesi de pek güzel olacaktır. Şöyle ki:

Bu inkılâp, fikr-i beşerin ağır zincirlerini parça parça ve
istidad-ı terakkiye karşı setleri zîr ü zeber ederek, hükûmeti vartayı mevtten
tahlis ve bu millet-i mazlumede cevahir-i insaniyeti izhar ve âzâde olarak
kâbe-i kemâlata doğru gönderdiği gibi, hatimesi de, yani otuz sene kadar
rengârenk sefahet ve isrâfat ve hevesat ve lezaiz-i nâmeşrua gibi seyyiat-ı
medeniyet, devlet-i medeniyeti, hükûmet-i müstebide gibi inkıraza sevk eden
umurlar maddeten zararını ihsas edeceğinden, o muzlim ve kesif olan sehab,
arzu-yu umumî ile münkeşif olduğundan, şems-i şeriat ve mâkesi olan kamer-i
medeniyet, berrak ve saf ve esâsatta Asya’yı ve Rumelini tenvir ve mutazammın
olduğu istidad-ı kemalin tohumları hürriyetin yağmuru ile neşvünema bularak
rengârenk elvan ile tezyin edeceğini, bu fâl-i hayır bize müjde veriyor.

Bir mucize-i Peygamberîdir (a.s.m.) ve bu millet-i mazlumeye bir
inayet-i İlâhîdir ve cemiyet-i milliyenin niyet-i halisanesinin bir ke-rametidir
ki, bu maden-i saadet ve hürriyet olan şeriat dairesindeki ittihad-ı kulûb ve
muhabbet-i millî elimize meccanen girdi. Milel-i saire, mil-yonlarla cevahir-i
nüfus feda etmekle kazandılar. Ölmüş olan hissiyat ve âmâl ve müyülât-ı âliye-i
milliyemizi ve ahlâk-ı hasene-i İslâmiyemizi bu küre-i arz denilen, cezbe tutmuş
mevlevî gibi meczup cevvalin simâhında tanin-endâz ve umum milleti sürur ile bir
garip ihtizaza getiren sadâ-yı hürriyet ve adalet nefh-i sûr-u İsrafil gibi
hayatlandırıyor. Sakın, ey ihvan-ı vatan, sefahetlerle ve dinde lâübaliliklerle
tekrar öldürmeyiniz

Ve bütün efkâr-ı fâsideye ve ahlâk-ı rezileye ve desais-i
şeytaniyeye ve tabasbusata karşı şeriat-ı garrâ üzerine müesses olan kanun-u
esasî Azrail hükmüne geçti, onları öldürdü. Ey hamiyetli ihvan-ı vatan! İsrafat
ve hilâf-ı şeriat ve lezaiz-i nâ-meşrua ile tekrar ihya etmeyiniz.

Demek, şimdiye kadar mezarda idik, çürü-yorduk. Şimdi bu
ittihad-ı millet ve meşrutiyet ile rahm-ı mâdere geçtik, neşvünemâ bulacağız.
Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i te-rakkiden, inşaallah mucize-i
Peygamberî (a.s.m.) ile, şimendifer-i kanun-u şer’iye-i esasiyeye amelen ve
burak-ı meşveret-i şer’iyeye fikren bineceğiz. Bu vahşet-engiz sahra-yı kebiri
zaman-ı kasırada tekemmül-ü mebâdi cihetiyle tayyetmekle beraber, milel-i
mütemeddine ile omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zira onlar kâh öküz arabasına
binmişler, yola gitmişler; biz birden bire şimendifer ve balon gibi mebâdiye
bineceğiz, geçeceğiz. Belki câmi-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-ı İslâmiyenin ve
istidad-ı fıtrînin, feyz-i imanın ve şiddet-i cû’un hazma verdiği teshil
yardımıyla fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiştik.

Talebeliğin bana verdiği vazife ile ve hürriyetin ferman-ı
mezuniyetiyle ihtar ediyorum ki:

Ey ebnâ-yı vatan! Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz; tâ elimizden
kaçmasın ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi
boğmasın.Haşiye1 Zira hürriyet, mürâât-ı ahkâm ve âdâb-ı şeriat ve
ahlâk-ı hasene ile tahakkuk ve neşvünemâ bulur. Sadr-ı evvelin, yani Sahabe-i
Kiramın o zamanda, âlemde vahşet ve cebr-i istibdat hükümferma olduğu halde,
hürriyet ve adalet ve müsavatları bu müddeâya bir burhan-ı bâhirdir. Yoksa,
hürriyeti sefahet ve lezaiz-i nâmeşrua ve israfat ve tecavüzat ve hevâ-i nefse
ittibâda serbestiyet ile tefsir ve amel etmek, bir padişahın esaretinden
çıkmakla ve alçakların istibdadı ve esaret-i rezilesinin altına girmekle
beraber, milletin çocukluk istidadını ve sefih olduğunu gösterdiğinden,
paralanmış olan eski esarete lâyık ve hürriyete adem-i liyakatini gösterir. Zira
sefih mahcurdur. Geniş ve muşa’şa’ olan yeni hürriyet-i şer’iyeye adem-i
liyakat—zira çocuğa geniş olmaz—şanlı olan ittihad-ı millîyi bozulmuş ve
müteaffin olan hâlât ile fena bir hastalığa hedef edecektir. Zira ehl-i takvâ ve
vicdanın tefsiri böyle değil. Mezhebi de muhalif olacaktır. Biz millet-i
Osmaniye erkeğiz. Kamet-i merdane-i istidad-ı milliyemize kadınların libası gibi
süslü sefahet ve hevesat ve israfat yakışmıyor. Binaenaleyh, aldanmayalım.

kaidesini düsturu’l-amel yapalım. Şöyle ki:

Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye yardım edecek noktaları
(fünun ve sanayi gibi) maal-memnuniye alacağız.

Amma medeniyetin zünub ve mesavîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı
seyyie ki, ecnebîlerde mehasin-i medeniye-i kesiresiyle muhat olduğu için
çirkinliğini o kadar göstermiyor. Biz ise, aldığımız vakit su-i talih cihetiyle
ve su-i intihap tarikiyle müşkilü’t-tahsil mehasin-i medeniyeti terk edip, çocuk
gibi heva ve hevese muvafık zünub-u medeniyete kesb ettiğimizden, muhannes gibi
(yani kadınlaşmış erkek gibi) veya mütereccile gibi (yani erkekleşmiş kadın
gibi) oluruz. Kadın, erkek gibi giyinse maskara olur. Erkek, kadın gibi süslense
muhannesliktir, yakışmaz. Mert ve âlihimmet, zîb ü zîverle muzahraf cilveli
hanım gibi olmamalı.

Elhasıl: Zünub ve mesâvî-i medeniyeti, hudud-u hürriyet ve
medeniyetimize girmekten seyf-i şeriatla yasak edeceğiz. Tâ ki, medeniyetimizin
gençliği ve şebabeti, zülâl-i aynü’l-hayat-ı şeriatla muhafaza olsun. Kesb-i
medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki, onlar Avrupa’dan mehasin-i
medeniyeti almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini
muhafaza ettiler. Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyette neşvünema bulduğu için,
iki cihetle sarılmak zaruridir.

Ey hamiyetli ebnâ-yı vatan! Cemiyet-i millî ruhlarını feda
etmekle saadetimize yol açtılar. Biz de, bazı lezaizimizi terk ile onlara yardım
edeceğiz. Zira o sofra-yı nimete beraber oturu-yoruz. Efkâr-ı fâside sahibi,
yani hürriyet altında istibdadı ve mezalimi arzu edenler, mevt-i ebedîye mazhar
olan ve zaman-ı mazinin çukurunda medfun olan istibdâdâtı veyahut seyl-i
hurûşân-ı zaman içinde yuvarlanmış olan meza-limi, bir daha temaşa etmemek için,
tarih-i hayat-ı hürriyetin beyanıyla, mazi ve hal meyanında delinmez bir sedd-i
âhenin çekmek istiyorum. Şöyle ki:

Bu inkılâp, doğurduğu hürriyeti, eğer meşveret-i şer’iyenin
terbiyesine verse, bu milletin eski satvet ve kuvvetini ihyâ edecektir. Eğer
vebâ-yı âğraz-ı şahsiyeye müsadif olsa, istibdad-ı mutlaka dönecek, o çocuk
ölecek. Hürriyet tam zamanında doğdu. Ahval ve ilcaat-ı zaman tam terbiyesine
hizmet ister. Sun’î ve ihtiyarî değil; tâ ki çok külfete muhtaç olsun. Eski
zaman gibi bu kadar tazyikatın tesiriyle meyusiyet ve mahvolmak şanından olmayan
hamiyet-i İslâmiye o kadar galeyana gelmiş ki, güya hürriyet rahm-ı mâderde
tekmil yaşa kadar gelmiş. Kadem-nihâde-i saha-i vücut olduğu anda
hükümfermalığını ilân ve hiçbir müsademata karşı tezelzüle ve delmeye
uğramayacak bir sedd-i âhenin gibi veyahut taht-ı Belkısî gibi beş hakaik-i
sabite üzerine teessüs edecek.

Birinci hakikat: Mecmuda bir kuvvet bulunur; hiçbir fert o
kuvvete mâlik olamaz: bir kalın şerit ile eczasından kalın bir telin kuvveti
gibi… Veyahut efkâr-ı umumiyeyi mutazammın yeni hükûmetimiz ve eski hükûmetimiz
gibi. Ey millet, biz şimdi kalın şeridiz. Her kim muhalefet ile veyahut
hodserane ile bunu zayıf etse, umumun hakkına affolunamaz bir cinayettir.

İkinci hakikat: Zaman-ı sâlifte, yani galebe-i vahşet vaktinde
âlemde hükümferma, vahşetin mahsulü ve tedennî ve inkırazın mahkûmu olan kuvvet
ve cebrin saltanatı idi. Herhangi devletin deveran-ı demmi yerine girmişse, öyle
devletlerin sahâif-i tarihiyeleri baykuşların âşiyâneleri gibi satırları
inkırazlarını çağırıyorlar, bağırıyorlar.

Tasallut-u medeniyetin zamanında âlemin hükümranı ilim ve
marifettir. Müvellidi medeniyet; ve şanı tezayüd; ve ömrü ebedî olduğundan
herhangi devletin hayat ve müdebbiri olmuşsa, o hükûmeti kendi gibi kayd-ı ömr-ü
tabiîden ve ecel-i inkırazdan tahlis ve küre-i arz kadar yaşamasına istidat
vermiş. Kitab-ı Avrupa sahâifi bunu alenen gösteriyor.

Eğer denilse, şimdiye kadar bu hükûmet-i zaifeyi âdi adamlar
idare edebilirlerdi. Fakat bu kadar metin ve dehşetli, kaviyen emel ettiğimiz
yeni hükûmeti omuzunda taşıyacak harika ve dâhi adamlar lâzımken, Asya ve Rumeli
tarlası acaba öyle mahsulât verecek mi?

Buna cevap: Eğer başka inkılâplar başa gelmezse, evet.

Ve üçüncü hakikate dikkat et. Şöyle ki:

Bu zaman-ı mazide insan istidad-ı gayr-ı mütenâhîye mâlik iken,
o kadar dar ve mahdut daire içinde hareket ediyordu ki, güya insan iken hayvan
gibi yaşadığından, efkâr ve ahlâkı o daire nispetinde tedennî etmiş ve mahsur
kalmıştı. Şimdi bu şer’î hürriyet-i âdilâne eğer yaşasa ve bozulmazsa, fikr-i
beşerin ağır zincirlerini pa-ralamakla ve istidad-ı terakkiye karşı setleri
hercümerc ederek o küçük daireyi dünya kadar tevsi edebilir. Hattâ benim gibi
bir köylü adam, Süreyya kadar ulvî olan idare-i umumîyi nazara alacak, âmâl ve
müyûlâtın filizlerini orada bağlayacak. Ve herbir fiil ve tavrının orada bir
ihtizaz ile ziîmedhal bulunacağından, himmet Süreyya kadar teâlî ve ahlâkı o
derece tekemmül ve efkârı memalik-i Osmaniye kadar tevessü edeceğinden,
Eflâtun’ları, İbn-i Sina’ları ve Bismark’ları, Dekart’ları ve Taftazanî’leri
inşaallah geri bırakacak. Bu kuvvetli Asya ve Rumeli tarlası çok şübban-ı vatan
mahsulü vereceğinden kaviyen ümitvarız.

Lâsiyyema: Şu memalik-i Osmaniye umum enbiyanın mahall-i zuhuru
ve devlet-i mütemed-dine-i sâlifenin mehd-i teşekkülü ve şems-i İslâ-miyetin
maşrık-ı tulûu olduğundan, insanların fıtratlarında ektikleri bu üç istidadat-ı
kemal bu hürriyetin yağmuru ile neşvünemâ bulsa, herke-sin istidadı ve fikr-i
münevverinin dal ve budakları şecere-i tûbâ gibi her tarafa açacaktır. Ve Şarkın
Garba nispetini, seherin guruba nispeti gibi edecektir—eğer süst-ü ataletle ve
sümum-u ağrâz ile kurtulmazsa.

Dördüncü hakikat: Şeriat-ı garrâ kelâm-ı ezelîden geldiğinden,
ebede gidecektir. Zira şecere-i meylü’l-istikmâl-i âlemin dalı olan insandaki
meylü’t-terakkinin mahsul ve semeresi olan istidadın telâhuk-u efkârla hasıl
olan netâicinin teşerrub ve tegaddî ile büyümesi nispetinde, şeriat-ı garrâ
aynen maddî zihayat gibi tevessü ve intibak edeceğinden, ezelden gelip ebede
gideceğine burhan-ı bâhirdir. Asr-ı Saadet olan sadr-ı evvelin hürriyet ve
adalet ve müsavatı, bahusus o zamanda delil-i kat’îdir ki, şeriat-ı garrâ
müsavatı ve adaleti ve hakikî hürriyeti cemî revabıt ve levazımatıyla câmidir.
İmam-ı Ömer (r.a.), İmam-ı Ali (r.a.) ve Salâhaddin-i Eyyubî â’sârı bu müddeâya
delil-i alenîdir. Buna binaen, kat’iyen hükmediyorum: Şimdiye kadar
noksaniyetimiz ve tedenniyatımız, su-i ahvalimiz dört sebepten gelmiş:

1. Şeriat-ı garrânın adem-i mürâât-ı ahkâmından,

2. Bazı müdâhinlerin keyfemâyeşâ su-i tefsirinden,

3. Zâhirperest âlim-i câhilin veyahut câhil-i âlimin taassubat-ı
nâbemahallinden,

4. Su-i talih cihetiyle ve su-i intihap tarikiyle
müşkilü’t-tahsil olan Avrupa mehasinini terk ederek, çocuk gibi hevâ ve hevese
muvafık zünub ve mesâvî-i medeniyeti tuti gibi taklittendir ki, bu netice-i
seyyie zuhur ediyor. Memurîn hakkıyla vazifesini ifa etse, memur olmayan
ilcaat-ı zamana muvafık sa’y etse, sefahete vakit bulamayacaktır. Bu iki kısmın
herhangisinde bir fert, sefahete inhimak gösterdiyse, bu, heyet-i içtimaiye
içinde muzır bir mikrop suretine giriyor.

Beşinci hakikat: Zaman-ı sabıkta revâbıt-ı içtimâ ve levazım-ı
taayyüş ve fevaid-i medeniyet o kadar tekessür ve teşaub etmediğinden, bazı
kalil adamların fikri, devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamanda
revabıt-ı içtima o kadar tekessür etmiş ve levazım-ı taayyüş o derece taaddüt
etmiş ve semerat-ı medeniyet o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i
millet hükmünde olan meclis-i meb’usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i
şer’î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o
devleti taşıyabilir ve idare ve terbiye edebilir. Bu hakikate misal, eski
hükûmet-i müstebide, yeni hükûmet-i meşrutadır.

Üçüncü Hakikatin bana verdiği vazife ile ve hürriyetin ferman-ı
mezuniyetiyle, üç şey ihtar ediyorum.

Birincisi: Bir cisim birden zerrattan tahallül ve yeni zerrattan
teşekkül eylemesi muhal olacağından, cism-i devletin birden memurîni ref ve
yenilerini ikame eylemesi, muhal olmasa da, müteazzirdir. Binaenaleyh, istidad-ı
habis ve kabil-i ıslah olmayan adamları zaten cism-i devlet def-i tabiî ile
ifraz edecektir. Amma kabil-i ıslah olanlar, zaten güneş garptan tulû
etme-diğinden, tevbenin kapısı açıktır. Bunların tecrübelerinden istifade
etmeli. Bunların yerini dolduracak, kırk sene lâzım. Yoksa, umumu aleyhinde
itâle-i lisan ve terzil etmek, bu şanlı olan ittihad-ı milleti—bozulmuş bazı
efkâr ve ahlâklarına binaen—bir hastalığa hedef edecektir.

İkincisi: Ben şarkın dağlarında büyümüştüm. Merkez-i Hilâfeti
güzel tahayyül ediyordum. Vaktâ ki, bundan yedi-sekiz ay mukaddem Dersaadete
geldim. Gördüm ki, İstanbul, tevahhuş ve tenafur-u kulûb sebebiyle medenî libası
giymiş vahşî bir adama benzerdi. Şimdi, ittihad-ı millî sebebiyle, medenî adam,
fakat yarı medenî, yarı vahşî libasında bize arz-ı dîdâr ediyor. Evvel şarkta
fenalığın sebebi, şarkın uzvu hastalanmış zannediyordum. Vaktâ ki, hasta olan
İstanbul’u gördüm, nabzını tuttum, teşrih ettim. Anladım ki, kalbindeki
hastalıktır, her tarafa si-rayet eder. Tedavisine çalıştım; bir divanelikle
taltif edildim.

Hem de gördüm ki, medeniyet-i hakikiyeyi teşkil eyleyen
İslâmiyet, maddî cihetinde medeniyet-i hâzıradan geri kalmış; güya İslâmiyet
su-i ahlâkımızdan darılmış, mazî tarafına dönüp gidiyor. Zaman-ı Saadete bizi
şikâyet edecektir. Bunun en büyük sebebi, istibdattan sonra, mürşid-i umumî üç
büyük şubenin ki, “Cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif,” veyahut

beytinin mâsadakı olan ehl-i medrese ve ehl-i mektep ve eh-i tekkenin, tebayün-ü
efkâr ve tehalüf-ü meşâribidir.

Bu tebayün-ü efkâr ahlâk-ı İslâmiyenin esasını sarsmış,
ittihad-ı milleti çatallaştırmış. Terakkiyat-ı medeniyeden geri bırakmıştır.
Zira biri ifrat ile diğerini tekfir ve tadlil ediyor; öteki tefrit ile onu
teçhil ve gayr-ı mutemed addedi-yor. Bunun çaresi, tevhid ile ve efkârlarının
mabeyninde teyid ile münasebet ile musalâhadır. Tâ itidal noktasında musafaha
ile birleşmeli ki, âheng-i terakkîyi ihlâl etmesinler.

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 73-89.

Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini
kabul ettim. Zira, o Vilâyat-ı Şarkiyeyi ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler.
Şimdiki Şarklılar, o zamanki Şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh
Cemaleddîn-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muham-med Abduh, müfrit
âlimlerden Ali Suâvi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve
Sultan Selim’dir ki, demiş:

“İhtilâf u tefrika endişesi
Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni.
İttihadken savlet-i a’dâyı def’e çaremiz,
İttihad etmezse millet, dağ-dar eyler beni.”

Yavuz Sultan Selim

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 29.

Ben vilâyât-ı şarkiyede aşiretlerin hal-i pe-rişaniyetini
görüyordum. Anladım ki, dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i
medeniye ile olacak. O fünunun da gayr-ı müteaffin bir mecrâsı ulema ve bir
menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Tâ ulemâ-i din, fünun ile ünsiyet peyda
etsin.

Zira, o vilâyatta nim-bedevî vatandaşların zi-mâm-ı ihtiyarı,
ulema elindedir. Ve o saik ile Dersaadete geldim. Saadet tevehhümü ile o
vakitte—şimdi münkasim olmuş, şiddetlenmiş olan—istibdatlar, merhum Sultan-ı
mahlûa isnad edildiği halde, onun Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve
ihsan-ı şahanesini kabul etme-dim, reddettim. Hatâ ettim. Fakat o hatam, medrese
ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı
feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli Sultana boyun eğmedim. Şahsî
menfaatimi terk ettim.

Şimdiki sivrisinekler beni cebirle değil, muhabbetle kendilerine
müttefik edebilirler. Bir buçuk senedir burada memleketimin neşr-i maa-rifi için
çalışıyorum. İstanbul’un ekserisi bunu bilir.

Ben ki bir hamalın oğluyum. Bu kadar dünya bana müyesser iken
kendi nefsimi hamal oğullu-ğundan ve fakr-ı halden çıkarmadım. Ve dünya le
kökleşemediğim ve en sevdiğim mevki olan vilâyât-ı şarkıyenin yüksek dağlarını
terk etmekle millet için tımarhaneye, tevkifhaneye ve Meşrutiyet zamanında
işkenceli hapishaneye düşmeme sebebiyet veren öyle umurlara teşebbüs etmekle
büyük bir cinayet eyledim ki, bu dehşetli mahkemeye girdim.

Yarı Cinayet: Şöyle ki: Daire-i İslâmın merkezi ve rabıtası olan
nokta-i hilâfeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sabık Sultan merhum Abdülhamid
Han Hazretleri sabık içtimaî kusuratını derk ile nedamet ederek kabul-ü nasihate
istidat kesbetmiş zannıyla ve “Aslâh tarik musalâhadır” mülâhazasıyla, şimdiki
en çok ağraz ve infiâlâta mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet suretini
daha ahsen surette düşündüğümden, merhum Sultan-ı sâbıka ceride lisanıyla
söyledim ki:

Münhasif Yıldızı darülfünun et, tâ Süreyya kadar âli olsun. Ve
oraya seyyahlar, zebânîler yerine ehl-i hakikat melâike-i rahmeti yerleştir, tâ
cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini,
milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara
sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira,
senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti
düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et. Zekâtü’l-ömrü
ömr-ü sâni yolunda sarf eyle.

Şimdi muvazene edelim: Yıldız eğlence yeri olmalı veya
darülfünun olmalı? Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli? Ve gasp
edilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf
sahipleri hükmetsin.

Ben ki bir gedayım, bir büyük padişaha nasihat ettim. Demek yarı
cinayet ettim.

Cinayetin öteki yarısını söylemek zamanı gelmedi.Haşiye2

Yazık! Eyvahlar olsun! Saadetimiz olan meşrutiyet-i meşrûâ, bir
menba-ı hayat-ı içtimaiyemiz ve İslâmiyete uygun olan maarif-i cedideye millet
nihayet derecede müştak ve susamış olduğu halde, bu hâdisede ifratperver olanlar
Meşrutiyete garazlar karıştırmakla ve fikren münevver olanlar da dinsizce
harekât-ı lâübaliyâne ile milletin rağbetine karşı maatteessüf set çektiler. Bu
seddi çekenler, ref etmelidirler; vatan namına rica olunur.

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 35-39.

Sual: Pekâlâ, kabul ettik ki hürriyet iyidir, güzeldir. Fakat şu
Rum ve Ermenilerin hürriyeti çirkin görünüyor, bizi düşündürür. Reyin nedir?

Cevap: Evvela: Onların hürriyeti, onlara zulmetmemek ve rahat
bırakmaktır. Bu ise, şer’îdir. Bundan fazlası, sizin fenalığınıza,
divaneliğinize karşı bir tecavüzleridir, cehaletinizden bir istifadeleridir.

Saniyen: Farz ediniz ki, hürriyetleri bildiğiniz gibi size fena
olsun. Lâkin, yine biz ehl-i İslâm zararlı değiliz. Çünkü, içimizdeki Ermeniler
üç milyon olmadığı gibi, gayr-ı müslimler dahi on milyon yoktur. Halbuki bizim
milletimiz ve ebedî kardeşlerimiz üç yüz milyondan ziyade iken, bunlar üç müthiş
kayd-ı istibdat ile mukayyed olup, ecnebilerin istibdâd-ı mânevîlerinin taht-ı
esaretlerinde ezilirler. İşte hürriyetimizin bir şubesi olan gayr-ı müslimlerin
hürriyeti, bizim umum milletimizin hürriyetinin rüşvetidir. Ve o müthiş
istibdâd-ı mânevîninHaşiye3 dâfiidir. Ve o kayıtların anahtarıdır. Ve
ecnebîlerin, bizim dûşümüze çöktürdükleri müthiş istibdâd-ı mânevînin râfiidir.
Evet, Osmanlıların hürriyeti, koca Asya talihinin keşşafıdır. İslâmiyetin
bahtının miftahıdır, ittihad-ı İslâm sûrunun temelidir.

Sual: Nedir o üç kayıt ki, istibdâd-ı mânevî onunla âlem-i
İslâmiyeti kayd etmiştir?

Cevap: Meselâ, Rus hükûmetinin istibdadı, bir kayıttır. Rus
milletinin tahakkümü de diğer bir kayıttır. Âdât-ı küfriye ve zâlimânelerinin
tagallübü de üçüncü bir kayıttır. İngiliz hükûmeti, gerçi zahiren müstebid
değilse de, milleti mütehakkimedir. Âdâtı dahi mütegallibedir. İşte size
Hindistan bir bürhan ve Mısır yarı bürhandır. Binaenaleyh, milletimiz ya üç veya
bir buçuk kayıt ile mukayyeddir. Buna mukabil, bizim gayr-ı müslimlerin
ayaklarında yalnız bir yalancı kaydımız vardı. Ona bedelen çok nazlarını
çektiğimiz gibi, onlar neslen ve serveten ziyadeleştiler; biz, bir nevi
hizmetkâr-lık olan memuriyet ve askerlik cihetiyle servet ve nesilce aşağıya
düştük. Fikr-i milliyet, hürriyetin pederidir. Yine esir Ekrâd ve Etrâk idi.
İşte o yalancı kaydı, üç veya on milyonun ayağında açıyoruz. Tâ ki, üç kayıt ile
mukayyed üç yüz milyon İslâmın hürriyetine meydan açılsın.Haşiye4
Elbette âcilen ()
üçü veren ve âcilen ()
üç yüzünü kazanan, hasaret etmiyor.Haşiye5

Sual: Heyhât! Nasıl, hürriyetimiz umum âlem-i İslâmın
hürriyetinin mukaddimesi ve fecr-i sâdıkı olur?

Cevap: İki cihetle:

Birincisi: Bizde olan istibdat, Asya’nın hürriyetine zulmanî bir
set çekmişti. Ziya-yı hürriyet o muzlim perdeden geçemezdi ki, gözleri açsın,
kemâlâtı göstersin. İşte bu seddin tahribiyle, fikr-i hürriyet Çin’e kadar
yayıldı ve yayılacaktır. Fakat Çin ifrat edip Komünist oldu. Âlemdeki terazinin
hürriyet gözü ağır geldiğinden, birden bire terazinin öteki gözünde olan vahşet
ve istibdadı kaldırdı, git gide kalkacak. Eğer siz sahife-i efkârı okusanız,
tarîk-i siyaseti görseniz, huteba-i umumî olan, doğru konuşan cerâidi
dinleseniz, anlayacaksınız ki: Arabistan, Hindistan, Cava, Mısır, Kafkas, Afrika
ve emsallerinde o derece fikr-i hürriyetin galeyanıyla, âlem-i İslâmın efkârında
öyle bir tahavvül-ü azîm ve inkılâb-ı acip ve terakkî-i fikrî ve teyakkuz-u tam
intaç etmiştir ki, bahasına yüz sene verseydik yine ucuzdu. Zira hürriyet,
milliyeti gösterdi. Milliyet sadefinde olan İslâmi-yetin cevher-i nuranîsi
tecellîye başladı. İslâmiyetin ihtizazını ihbar etti ki, herbir müslim, cüz-ü
fert gibi başıboş değildir. Belki herbiri, mürekkebât-ı mütedahile-i
mütesaideden bir cüzdür. Sair eczalarla câzibe-i umumiye-i İslâmiye noktasında
birbiriyle sıla-i rahimleri vardır. Şu ihbar bir kavî ümit verir ki, nokta-i
istinad, nokta-i istimdad gayet kavî ve metindir. Şu ümit, yeisle öldürülen
kuvve-i mâneviyemizi ihyâ etti. Şu hayat, âlem-i İslâmdaki galeyan eden fikr-i
hürriyetten istimdad ederek, umum âlem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdâd-ı
mânevî-i umumînin perdelerini parça parça edecektir.Haşiye6

İkinci cihet: Şimdiye kadar ecnebîler bahane-mahane tutarlardı.
Milletimizi eziyorlardı. Şimdi ise, ellerinde uruk-u insaniyet-kârânelerine veya
damar-ı müteassıbânelerine veya âsâb-ı dessasânelerine dokunduracak, ellerinde
serrişte-i bahane olacak öyle nokta bulamazlar. Bulsalar da tutamazlar. Bâhusus
medeniyet, hubb-u insaniyeti tevlid eder.

Sual: Heyhât! Bize tesellî veren şu ulvî emeli ye’se inkılâp
ettiren ve etrafımızda ha-yatımızı zehirlendirmek ve devletimizi parça parça
etmek için ağızlarını açmış olan o müthiş yılanlara ne diyeceğiz?Haşiye7

Cevap: Korkmayınız. Medeniyet, fazilet, hürriyet âlem-i
insaniyette galebe çalmaya başladığından, bizzarure terazinin öteki yüzü şey’en
feşey’en hafifleşecektir. Farz-ı muhal olarak, Allah etmesin, eğer bizi parça
parça edip öldürseler, emin olunuz, biz yirmi olarak öleceğiz, üç yüz olarak
dirileceğiz. Başımızdan rezâil ve ihtilâfatın gubarını silkip, hakikî münevver
ve müttehid olarak kervân-ı benî beşere pîşdârlık edeceğiz. Biz, en şedit, en
kavî ve en bâkî hayatı intaç eden öyle bir ölümden korkmayız. Biz ölsek de
İslâmiyet sağ kalır. O millet-i kudsiye sağ olsun.

Sual: Gayr-ı müslimlerle nasıl müsavi olacağız?

Cevap: Müsavat ise, fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır.
Hukukta ise şah ve gedâ birdir. Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak
basmayınız dese, tâzibinden men etse, nasıl benî Âdem’in hukukunu ihmâl eder?
Kellâ… Biz imtisal etmedik. Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.) âdî bir Yahudi ile
muhakemesi ve medâr-ı fahriniz olan Salâhaddin-i Eyyûbî’nin miskin bir
Hıristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.Haşiye8

Suâl: “Ermeniler zimmîdirler. Ehl-i zimmet, zimmettarlarıyla
nasıl müsâvi olur?”

Cevap: Kendimizi dev aynasında görmeme-liyiz. Kabahat bizde.
Tamamen zimmetimize alamadık, bihakkın adâlet-i şeriatı gösteremedik. Şeriat
dairesinde, hukuklarını istibdâdın sünnet-i seyyiesiyle muhâfaza edemedik; sonra
da istedik, kuvvetimiz kalmadı. Ben şimdi Ermenilere bir nevi zimmî-i muâhid
nazarıyla bakıyorum.

Suâl: “Ermeniler bize düşmanlık edip, hile ve hıyânet ediyorlar.
Nasıl dostluk üzerinde ittifak edeceğiz?”

Cevap: Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü. İstibdâdın
zevâliyle dostluk hayat bulacak. Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin
saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir. Fakat
mütezellilâne dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhâfaza ederek,
musâlaha elini uzatmaktır.

Birşey söyleyeceğim: Eğer mümkündür, Ermeniler birden sahîfe-i
vücuttan silinsin. Olabilir. Yalnız, size husumetin bir faydası olsun. Yoksa,
mutlaka husumet zarardır. Halbuki, Adem zamanından yolda arkadaşlık eden bizimle
gelmiş büyük bir unsurun zevâli değil, belki küçük bir kavmin mahvı dahi
’dır.
Ömer Dilân Kabîlesi bin senedir yine Ömer Dilândır. Hem de, onlar uyanmışlar;
siz uykudasınız, rüyâ görüyorsunuz. Hem de, fikr-i milliyette müttefik ve
kavîdirler; siz, ihtilâfla şimdilik boşsunuz, hem de galebe etmek istiyorsunuz.
Onlar sizi mağlup ettiği silah ile, yani akıl ile, fikr-i milliyetle, meyl-i
terakkî ile, temâyül-ü adâlet ile mağlup edebilirsiniz. Bence şimdi kılıç vuran,
o kılıncın aksi döner, yetimle-rine dokunur. Şimdi galebe kılıç ile değildir.
Kılıç olmalı, lâkin aklın elinde. Hem de dostluğun sebebi vardır. Zîrâ
komşudurlar. Komşuluk, dostluğun komşusudur. Hem de onlar uyandılar, dünyaya
yayıldılar, terakkiyât tohumlarını topladılar; vatanımızda ekecekler. Bizi
medeniyete mecbur, terakkîye îkaz, bizdeki fikr-i milliyeti hüşyâr ediyorlar.

İşte şu noktalara binâen, onlarla ittifak etmek lâzımdır. Hem de
bizim düşmanımız ve bizi mahveden, cehâlet ağa, oğlu zaruret efendi ve hafîdi
husumet beydir. Ermeniler bize düşmanlık etmişlerse, şu üç müfsidin kumandası
altında yapmışlar.

Suâl: “Rum ve Ermenilerin hürriyeti bizi teşviş ediyor. Bir kere
tecâvüze başlıyorlar, bir kere ‘Hürriyet ve meşrutiyet bizimdir, biz yaptık’
diyorlar. Bizi me’yus ediyorlar?”

Cevap: Zannediyorum, tecâvüzleri eskiden sizden tahayyül
ettikleri tecâvüze karşı bir teşeffi-i gayz ve bundan sonra sizden tevehhüm
ettikleri tecâvüze karşı bir nümâyiş gibidir. Eğer tamamıyla îman etseler ki,
tecâvüz sizden olmaz; adâlete kanaat edeceklerdir. Şâyet adâlete kanaat
etmezlerse; hak, hakkın kuvvetiyle burunlarını kırıp iknâ ettirecektir. Hem de,
“Meşrutiyeti biz istihsâl ettik” olan sözleri yalandır. Hürriyet ve meşrutiyet,
askerimizin süngüsüyle, cemiyet-i milliyenin kalemiyle sahîfe-i vücuda geldi.
Öyle herzegûlerin arzuları, beylik ve muhtariyetin ammizâdesi olan adem-i
merkeziyet-i siyasiye idi. Sonra da yüzde doksan bize ittibâ ettiler. Beşi
geveze, birkaç tanesi de zevzeklik edip eski hülyalarından vazgeçmek
istemiyorlar.

Sual: Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur’ân’da nehiy vardır.

Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?

Cevap: Evvelâ: Delil kat’iyyü’l-metîn olduğu gibi,
kat’iyyü’d-delâlet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır.
Zira, nehy-i Kur’ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir.
Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm
müştak üzerine olsa, me’haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy,
Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir.

Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya
san’atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım
olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım
gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle
iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette
seveceksin!

Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda
geldi. Bütün ezhânı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o
noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan
muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i
medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i
medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar
mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve
terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası
olan âsâyişi muhafazadır. İşte bu dostluk, kat’iyen nehy-i Kur’ânîde dahil
değildir.

Sual: Bir kısım Jön Türk der: “Demeyiniz Hıristiyanlara hey
kâfir! Zira ehl-i kitaptırlar.” Neden kâfir olana kâfir demeyeceğiz?

Cevap: Kör adama, hey kör demediğiniz gibi… Çünkü eziyettir.
Eziyetten nehiy var.

Saniyen: Kâfirin iki mânâsı vardır: Birisi ve en mütebadiri
dinsiz ve münkir-i Sâni demektir. Şu mânâ ile ehl-i kitaba ıtlak etmeye hakkımız
yoktur.

İkincisi: Peygamberimizi ve İslâmiyeti münkir demektir. Şu mânâ
ile onlara ıtlak etmek hakkımızdır. Onlar dahi razıdırlar. Lâkin örfen evvelki
mânânın tebâdüründen, bir kelime-i tahkir ve eziyet olmuştur.

Hem de daire-i itikadı, daire-i muamelâta karıştırmaya
mecburiyet yoktur. Kabildir, o kısım Jön Türklerin muradı bu olsun.

Münazarat, s. 58-72.

Sual: Gayr-ı müslimin askerliği nasıl caiz olur?

Cevap: Dört vecihle:

Evvelâ: Askerlik kavga içindir. Dünkü gün siz o dehşetli ayı ile
boğuştuğunuz vakit karılar, çingeneler, çocuklar, itler size yardım
ettiklerinden size ayıp mı oldu?

Saniyen: Peygamber Aleyhissalâtü Vesse-lâmın, Arap
müşriklerinden muâhid ve halifleri vardı. Beraber kavgaya giderlerdi. Bunlar
ise, ehl-i kitaptır. Orduda toplu olmayıp müteferrik olduklarından, bizdeki
ekseriyet ve kuvvet-i hissiyat, mazarrat-ı mütevehhimeye karşı set çeker.

Salisen: Düvel-i İslâmiyede velev nadiren olsun gayr-ı müslim,
askerlikte istihdam olunmuştur. Yeniçeri ocağı buna şahittir.

Râbian: Neslen ve serveten tedennîmize ve gayr-ı müslimlerin
terakkîsine sebep, askerliğin bizde münhasır olması idi. Zîrâ bundan kaç asır
evvel şu devletin nüfus-u İslâmiyesi kırk milyondan fazla idi. Ve şimdilik,
içimizdeki o gayr-ı müslimler, o vakitte yalnız beş altı milyon idi. Servet ve
ticaret elimizde idi. Halbuki biz yirmiye yuvarlandık, fakr bataklığına düştük;
onlar, fakrın ayağı altından çıkıp servetin başına binerek, on milyona çıktılar.
Bunun en mühim sebebi: Meselâ, senin dört oğlun varsa, askerlik mülâhazasıyla
evlenmezler. Şâyet evlenseler, memuriyet ilcâsıyla kedi yavrusu gibi her tarafta
gezdirerek, mahsül-ü hayatını zâyi edecektir. Delil istersen Van’a git; bir
Ermeni kapısını, bir İslâm dergâhını aç, bak. Göreceksin ki, Ermeni evi on
sağlam delil gösterecek, İslâmın evi iki zayıf bürhânı nazar-ı ibrete arz
edecektir.

Sual: Eskiden İslâmlar zengin, onlar fakirdiler. Şimdi her yerde
kaziye bilâkistir. Hikmeti nedir?

Cevap: İki sebebi biliyorum:

Birincisi:

olan ferman-ı Rabbanîden müstefâd olan meyelân-ı sa’y ve

olan fermân-ı Nebevîden müstefâd olan şevk-i kesb. Bazı telkinat ile o meyelân
kırıldı ve o şevk de söndü. Zira ilâ-yı kelimetullah şu zamada maddeten
terakkiye mütevakkıf olduğunu bilmeyen; ve dünya

cihetiyle kıymetini takdir etmeyen; ve kurûn-u vüsta ve kurûn-u uhrânın
ilcaatını tefrik eyleme-yen; ve birbirinden gayet uzak, biri mezmum ve biri
memduh olan tahsil ve kisbde olan kana-atiyle, mahsul ve ücretteki kanaatı
temyiz etmeyen; ve birbirinden nihayet derecede baîd, hattâ biri tembelliğin
ünvanı, diğeri hakikî ihlâsın sadefi olan iki tevekkülü—ki, biri, meşietin
muktezâsı olan esbab arasındaki nizama karşı temerrüd hükmünde olan, tertib-i
mukaddemattaki bir tevekkül-ü tembelâne; diğeri, İslâmiyetin muktezâsı olan,
netice itibarıyla gerdendâde-i tevfik olarak vazife-i ilâhiyeye karışmamakla
terettüp-ü neticede mü’minâne tevekküldür—ikisini birbiriyle iltibas eden ve
“Ümmetî! Ümmetî!” sırrını teferrüs etmeyen ve

hikmetini anlamayan bazı adamlar ve bilmeyen bir kısım vâizlerdir ki, o meyelânı
kırdılar, o şevki de söndürdüler.

İkinci sebep: Biz, gayr-ı tabiî ve tembelliğe müsait ve gururu
okşayan imâret maişetine el atıp belâmızı bulduk.

Sual: Nasıl?

Cevap: Maîşet için tarik-ı tabiî ve meşru ve zîhayat, san’attır,
ziraattir, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev’iyle imârettir.
Bence imâreti, ne nâm ile olursa olsun, medâr-ı maişet edenler bir nevi cerrar
ve aceze ve seeledir-fakat hilebaz kısmında… Bence memuriyete veya imarete
giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat
için girse, bir nevi çingenelik eder.Haşiye9 İşte, memuriyet
fil-cümle ve askerlik bilcümle bizde olduğu için, servetimizi israf eline verip
neslimi-zi etrafa saçıp zâyi ettik. Eğer öyle gitseydi, biz de elden giderdik.
İşte onların asker olması, zarurete yakın bir maslahat-ı mürseledir. Hem de
mecburuz. Mesâlih-i mürsele ise, İmam-ı Mâlik mezhebinde bir illet-i şer’iye
olabilir.

Sual: Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur?

Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi… Zira,
meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru
olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı
müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nevi
riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza,
riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üç yüz
bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez.

Sual: Şeriatın bazı ahkâmı, meselâ valilerin vazifelerine
taallûku var.

Cevap: Bundan sonra bizzarure hilâfeti temsil eden Meşîhat-ı
İslâmiye ve Diyanet dairesi, hem âli, hem mukaddes, hem ayrı, hem nezzâre
olacaktır. Şimdi hâkim, şahıs değil, efkâr-ı âmme olduğu için, onun nev’inden
şahs-ı mânevî bir fetvâ emîni ister.

Sual: Eskiden beri işitiyoruz ki: “Bazı Jön Türkler masondurlar,
dine zarar ediyorlar.”

Cevap: İstibdat, kendini ibka etmek için şu telkinatı vermiştir.
Bazı lâübâlilik dahi şu vehme kuvvet veriyor. Fakat emin olunuz ki, onların
masonluğa girmeyen kısmının maksatları dine zarar değildir. Belki, milletin
selâmetini temin etmektir. Fakat bazıları, dine lâyık olmayan bârid taassuba
müfritâne ilişiyorlar. Demek, hürriyete ve meşrutiyete hizmetleri sebkat eden
veyahut kabul eyleyenleri Jön Türk tesmiye ediyorsunuz. İşte onların bir kısmı,
İslâmiyet fedâileridir. Bir kısmı da, selâmet-i millet fedâileridir. Onların
ukde-i hayatiyelerini teşkil eden, mason olmayan ekseri, İttihad ve Terakkidir.
Ve sizin şu aşâiriniz kadar ulema ve meşâyih, Jön Türkler meyanında mevcuttur.
Vakıa onlarda birtakım edepsiz, çok sefih masonlar dahi bulunur; lâkin yüzde
ondur. Yüzde doksanı sizin gibi mu’tekid müslimlerdir. Hüsn-ü zan ediniz. Su-i
zan hem size, hem onlara zarar verir.

Münazarat, s. 75-81.

Sual: Çok âlim ve şairler, zamanlarında büyük hâkimleri ifratla
senâ etmişler. Halbuki o hâkimlerin çoğuna müstebid nazarıyla bakıyorsun? Demek
iyi etmemişler.

Cevap:

kâidesince, onların niyetleri ümerâyı seyyiattan lâtif bir hile ile vazgeçirmek
ve onlara hasenat arkasında müsabaka için garip bir bahşiş-i şairâneyi ortaya
koymak… Lâkin o bahşiş koca bir milletin sırtından alındığından, istibdatkârâne
hareket etmişlerdir. Demek çendan niyette iyi etmişler, lâkin amelde yanlış
gitmişler.

Sual: Neden?

Cevap: Zira, kaside ve bazı teliflerinde büyük bir kavmin
mehâsinini mânen garat edip, bir müstebide verip ve ondan gösterdiklerinden şu
noktadan bilmeyerek istibdadı alkışlamışlar.

Sual: Biz Türkler ve Kürtler, bizde kalbimizin dolusu, belki
cesedimiz mâlâmâl, belki inbisat edip şu derelerde dağ olarak tahaccür etmiş
kalemiz olan bir şecaat vardır. Ve başımızın dolusu zekâvetimiz var. Ve sinemizi
mâlâmâl edecek gayret vardır. Ve bedenimizi ve âzâlarımızı dolduracak itaat
vardır. Ve dereleri hayatlandıracak ve dağları müzeyyen edecek efradımız var.Haşiye10
Neden böyle sefil ve müflis ve zelil kaldık ki, hem yol üstünde de kaldık.
Terakkiye binenler bizi çiğneyip istikbale doğru koşup gidiyorlar. Komşumuz olan
milletler bizden az iken, kuvvetleri bizden çok kısa iken, üzerimize tetavül
ediyorlar?Haşiye11

Cevap: Hîn-i meşrutiyette tevbenin kapısı açıktır ve tevbe
edenler çoktur. Şimdiki rüesâya tevbih ve ta’nifte hakkım yoktur. Ben taşımı
sabıka atıyorum. Bazılarının hatırı kırılsa da mâzur tutulsun. Yalnız hakkın
hatırı kırılmasın. Zira, milletin hatırı, onların hatırından daha âli, daha
galîdir.

İşte o tedennînin mühim bir sebebi: Bazı rüesâ ile haksız olarak
millete fedakârlık iddia eden sahtekâr hamiyet-füruşlar veya velâyeti dâvâ eden
ehliyetsiz bazı müteşeyyihlerdir. Fakat, sünnet-i seniyeye muhalif olan bu
sünnet-i seyyie, yine istibdadın seyyiatındandır.

Sual: Nasıl?

Cevap: Zira, herbir millet için, o milletin cesaret-i
milliyesini teşkil eden ve namus-u milliyesini muhafaza eden ve kuvveti onda
toplana-cak bir mânevî havuz vardır. Ve sehâvet-i milli-yesini teşkil eden ve
menâfi-i umumiyesini te-min eden ve fazla kalan malları onda tahazzün e-decek
bir hazine-i mâneviyesi vardır. İşte o iki kısım reisler, bilerek veya
bilmeyerek, o havu-zun ve o hazinenin etrafında delikmelik açtılar. Mâye-i
bekayı ve madde-i hayatı çektiler. Havuzu kurutup hazineyi boş bıraktılar. Böyle
gitse, devlet milyarlar borç altında kalıp düşecek. Nasıl bir adamın kuvve-i
gadabiyesi olan dâfiası ve kuvve-i şeheviye olan cazibesi olmazsa, ölmüş olmuş
olur ve hayy iken meyyittir. Hem de, bir şimendiferin buhar kazanı delik-melik
olsa, perişan ve hareketten muattal kalır. Hem de bir tesbihin ipi kırılsa
dağılır. Öyle de, bir şahs-ı mânevî olan bir milletin kuvvet ve malının havuzu
ve hazinesini boşaltan başlar, o milleti serseri, perişan ve mevcudiyetsiz edip,
fikr-i milliyetin ipini kesip, parça parça ederler. Evet,

Bazı avâmın hâtırı için hakikatın hâtırını kırmayacağım.

Sual: Şu makam, nihayet derecede tafsile değer bir makamdır.
Mücmel ve müphem bırakma.

Cevap: Zaman-ı sabık, vahşet ve cehaletinizi istihdam ederek pis
bir tarik ile ve müheyyâ ettiği plânlarla, bir kısım büyükler cebir kuvvetiyle o
menbaı ve o mâdeni delip, zülâl-i hayatı kumistan ve şûristan sahrasına
akıttılar. Bazı tembel ve cerrarlar yeşillendi. Hatta onlar servet-i dünyadan
tenfir yolunda pençesini küçük bir sayd’a (av) atan biçarelerin hassas ve zayıf
damarlarını tutarlardı. Tâ pençeleri o sayddan açılsın, onlar o avı kaçırsınlar.
Evet, her milletin,—o milletin menfaatı için bir miktar malı ile fedakârlık
edip—bir sehâveti vardır. İşte, bizdeki sehâvet-i milliye su-i istimal edildi.
Başka milletin sehâvet-i milliyesi zeynâb (havuz) gibi içine girer, milletin
cevfinde hazine tutar. Ulûm ve maarif, altına su verir. Hem de zaman-ı sabıkta
bir kısım büyükler namus-u mil-leti muhafaza eden cesaret-i milliyeyi su-i
istimal edip, zemin-i ihtilâf olan kumistana atıp kaybettiler. Herbiri o
kuvvetin bir zarfını başkasının boynuna vurup kırdılar ve kırıldı. Hattâ beş yüz
bin kahraman ile namus-u milleti muhafaza etmeye müstaid olan bir kuvvet-i
azîmeyi mâbeynlerinde sarf edip ihtilâfat zemininde mahvettiklerinden,
kendilerini terbiyeye müstahak ederlerdi. Eğer meşrutiyetten ve hürriyet-i
şer’iyeden istifade edip, o delikleri ka-patıp veya zeynâb suretine çevirseniz,
o kıymettar kuvveti harice sarf etmek için devletimizin eline verseniz, bahasına
merhamet ve adalet ve medeniyet kazanacaksınız.

Eğer isterseniz sizinle becayiş olacağım. Ben sorayım siz cevap
veriniz.

Cevap:

Sual: Ermeni milleti sizden daha cesur olabilir mi?Haşiye12

Cevap: Hayır, asla! Olmamış ve olamaz.

Sual: Neden onların bir fedaisini yandırıp parça parça
ederlerdi, esrarını ve arkadaşını izhar etmezdi. Halbuki sizin bir yiğitinize
bir bıçak vurulsa, bütün esrarını kanıyla beraber fışkırtarak döker. Bu,
şecaatçe büyük bir tefavüttür. Sebebi nedir?

Cevap: Biz asıl sebebini teşhis edemiyoruz. Fakat biliriz ki,
zerreyi dağ gibi eder ve arslanı tilkiye mağlûp ettirir bir nokta vardır. Senin
va-zifeni kaldıramıyoruz. Vücudunu bildik, mahiyetini sen şerhet.

Cevap: Öyleyse dinleyiniz ve kulaklarınızı beş açınız. İşte
fikr-i milliyetle uyanmış bir Ermeninin himmeti, mecmu-u millettir. Güya onun
milleti küçülmüş, o olmuş. Veya onun kalbinde yerleşmiş. Onun ruhu ne kadar
tatlı ve kıymettar olsa da, milletini daha ziyade tatlı ve büyük bilir. Bin ruhu
da olsa feda etmeye iftihar eder. Çünkü kendince yüksek düşünür. Halbuki,
şimdikilere demiyorum, lâkin sizin eskiden bir yiğidiniz uyanmamış, nura
girmemiş, İslâmiyet milletinin namusunu bilmemiş, yalnız bir menfaat veya bir
garaz veya bir adamın veya bir aşiretin namusunu mülâhaza eder, kısa düşünürdü.
Elbette tatlı hayatını öyle küçük şeylere herkes feda etmez. Faraza, İslâmî
fikr-i milliyetleHaşiye13 onlar gibi temâşâ etseydiniz,
kahramanlığınızı âleme tasdik ettirip yüksek tabakalara çıkacaktınız. Eğer
Ermeniler sizin gibi sathî ve kısa düşünseydiler nihayette korkak ve sefil
olacaklardı. Hakikaten sizin harikulâde şecaate istidadınız vardır. Zira bir
menfaat veya cüz’î bir haysiyet veya itibarî bir şeref için veya “Filân
yiğittir” sözlerini işitmek gibi küçük emirlere hayatını istihfaf eden veya
ağasının namusunu isti’zam için kendini feda eden kimseler, eğer uyansalar,
hazinelere değer olan İslâmiyet milliyetine, yani üç yüz milyon İslâmın
uhuvvetlerini ve mânevî yardımlarını kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler
ruhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat etmezler mi? Elbette hayatını on paraya
satan, on liraya binler şevkle satar.

Maatteessüf, güzel şeylerimiz gayr-ı müslimler eline geçtiği
gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-ı müslimler çalmışlar. Güya bir
kısım içtimaî ahlâk-ı âliyemiz yanımızda revaç bulmadığından, bize darılıp
onlara gitmiş. Ve onların bir kısım rezâili, kendileri içinde çok revaç
bulmadığından cehaletimizin pazarına getirilmiş.

Hem, büyük bir taaccüple görmüyor musunuz ki, terakkiyat-ı
hâzıranın üssü’l-esası ve belki din-i hakkın muktezâsı olan “Ben ölürsem
devletim, milletim ve ahbaplarım sağdırlar” gibi kelime-i beyza ve haslet-i
hamrâyı gayr-ı müslimler çalmışlar? Çünkü onların bir fedâisi der: “Ben ölürsem
milletim sağ olsun; içinde bir hayat-ı mâneviyem vardır.” Ve bütün sefaletin ve
şahsiyatın esası olan “Ben öldükten sonra dünya ne olursa olsun. İsterse tûfan
olsun” veyahut

olan kelime-i humaka ve seciye-i avra, himmetimizin elini tutmuş, rehberlik
ediyor. İşte, en iyi haslet ki, dinimizin muktezasıdır: Biz ruhumuzla,
canımızla, vicdanımızla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki: “Biz
ölsek, milletimiz olan İslâmiyet haydır, ilelebed bâkîdir. Milletim sağ olsun.
Sevâb-ı uhrevî bana kâfidir. Milletin ha-yatındaki hayat-ı mâneviyem beni
yaşattırır; âlem-i ulvîde beni mütelezziz eder.

deyip, nurun ve hamiyetin nurlu rehberlerini kendimize rehber etmeliyiz.

Münazarat, s. 93-101.

Sual: Dâima İttihad-ı İslâmdan bahsedersin. Sen bize tarif et.

Cevap: İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi ismindeki eserimde
tarif etmişim. Şimdi ileride o kasr-ı muallânın bir taşını, bir nakşını
göstereceğim. İşte, kâbe-i saadetimiz olan ittihad-ı münevver-i İslâmın
Hacerül-Esved’i, Kâbe-i Mükerremedir; ve dürret-i beyzâsı, Ravza-i Mutahharadır;
Mekke-i Mükerremesi, Cezire-tü’l-Araptır; medine-i medeniyet-i münevveresi, tam
hürriyet-i şer’iyeyi tatbik eden Devlet-i Osmaniyedir. Eğer İslâmiyet
milliyetini ve İttihad-ı İslâmın taşını ve nakşını istersen, işte bak: (1) Hayâ
ve hamiyetten neş’et eden civanmerdâne humret; (2) hürmet ve merhametten
tevellüd eden mâsumane tebessüm; (3) fesâhat ve melâhattan hasıl olan ruhânî
halâvet; (4) aşk-ı şebabîden, şevk-i bahârîden neş’et eden semâvî neşe; (5)
hüzn-ü gurûbîden, ferah-ı sehharîden vücuda gelen melekûtî lezzet; (6) hüsn-ü
mücerredden, cemâl-i mücellâdan tecellî eden mukaddes ziynet;Haşiye14
birbiriyle imtizaç edip, ondan çıkan levn-i nuranî ancak o şark ve garbın kab-ı
kavseyni olan kâbe-i saadetinin tâk-ı muallâsının kavs-ı kuzahının elvan-ı
seb’asının lâcivert levninin timsali, belki şu levnin manzarası bir derece irae
edilebilir. Lâkin ittihad, cehl ile olmaz. İttihad, imtizac-ı efkârdır.
İmtizâc-ı efkâr, mârifetin şua-ı elektriğiyle olur.

Münazarat, s. 112, 113.

Sual:Haşiye15 “İnkılaptan on sene evvel, hükümete
nihayet derecede muteriz olduğun halde, hükümete hücum edenlere dahi itiraz
ederdin. Hatta selatin-i Osmaniyeyi ifratla sena ederdin; hatta derdin:
‘Muhtemeldir, Abdülha-mid, muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin
saadetine yol versin. Veyahut hata bir içtihad ile olabilir, bir gayr-i makbul
özrü kendine bulsun. Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahpus gibidir.’
Sonra birden bütün kabahati ona attın. Neden hem itiraz, hem hücum ederdin; hem
de bazılara karşı müdafaa ederdin?”

Cevap: İnkılaptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni
hakka irşad eden bir zata rast geldim. Siyasetteki muktesit mesleği bana
gösterdi. Hem, ta o vakitte, meşhur Kemal’in “Rüya”sıyla* uyandım. Lakin,
maatteessüf, su-i tesadüf ile hükümete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i
tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Araptan sonra İslamiyet’in kıvamı
olan Etrakı tadlil ediyorlardı. Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i
kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan Kanun-u Esasiyi ve hürriyetin ilanını
tekfire delil gösterdi,

[Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse… (Maide suresi: 44, 45, 47)] (ila ahir)
hüccet ederdi. Biçare bilmezdi ki,

[Kim hükmetmezse] bimana

[Kim tasdik etmezse]dir. Acaba sabık istidbadı, hürriyet zanneden ve Kanun-u
Esasiye itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan, hükümete itiraz
ederlerdi; lakin, onlar, istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için
onları reddederdim. İşte, şimdi ehl-i hürriyeti tadlil eden şu kısımdandır.

İkinci kısım olan ehl-i tefriti gördüm. Dini bilmiyorlar, ehl-i
İslam’a insafsızca itiraz edi-yorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi
Osmanlılıktan tecerrüd edip, tam tamına Avrupa’ya temessül etmek fikrinde
bulunanlar şu kısımdandır. Bununla beraber, istibdat kendini muhafaza etmek için
herkese vesvese verdiği gibi, beni İnkılaptan on sene evvel aldattı ki, ehl-i
ihtilalin ekseri masondur. Lillahilhamd, o vesvese bir iki sene zarfında zail
oldu. Ta o vakitte anladım; bizim ekser Ahrarımız, mutekid Müslümanlardır.

Elhasıl: Hükümete hücum edenler, bazıları “Haydo, Haydo”
derlerdi, bazıları “Haydar Ağa, Haydar Ağa” derlerdi; ben “Haydar” derdim, şimdi
de “Haydar” diyorum, vesselam…

Münazarat, s. 123, 125.

Sual: Neden meşrutî hükûmete ve dinsiz olmayan Jön Türklere
mümkün olduğu kadar hüsn-ü zan ediyorsun?

Cevap: Mümkün olduğu derecede su-i zan ettiğiniz için, ben
hüsn-ü zan ederim. Eğer öyleyse zaten iyi; yoksa, tâ öyle olsunlar, yol
gösteriyorum.

Sual: İttihad ve Terakki hakkında reyin nedir?

Cevap: Kıymetlerini takdirle beraber, siyasiyunlarındaki şiddete
muterizim.Haşiye16 Lâkin onların iktisadî ve maarifî olan—bâhusus
şarkî vilâyetlerdeki—şubelerini bir derece istihsan ve tebrik ederim.

Münazarat, s. 135, 136.

Arabî Hutbe-i Şâmiye eserinin tercümesi

Ey bu Cami-i Emevîde bu dersi dinleyen Arap kardeşlerim! Ben
haddimin fevkinde, bu minbere ve bu makama irşadınız için çıkmadım. Çünkü size
ders vermek haddimin fevkindedir. Belki içinizde yüze yakın ulema bulunan
cemaate karşı benim misalim, medreseye giden bir çocuğun misalidir ki, o sabî
çocuk sabahleyin medreseye gidip, okuyup, akşamda babasına gelip, okuduğu
dersini babasına arz eder. Tâ doğru ders almış mı, almamış mı? Babasının
irşadını veya tasvibini bekler. Evet, bizler size nispeten çocuk hükmündeyiz ve
talebeleriniziz. Sizler bizim ve İslâm milletlerinin üstadlarısınız. İşte, ben
de aldığım dersimin bir kısmını, sizler gibi üstadlarımıza şöyle beyan ediyorum:

Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde
ders aldım ve bildim ki: Ecnebîler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla
beraber; bizi maddî cihette kurun-u vustâda durduran ve tevkif eden, altı tane
hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:

Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.

İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasi-yede ölmesi.

Üçüncüsü: Adâvete muhabbet.

Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları
bilmemek.

Beşincisi: Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden
istibdat.

Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.

Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da, bir tıp fakültesi
hükmünde, hayat-ı içtimaiyemize, eczahane-i Kur’âniye’den ders aldığım “altı
kelime” ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları, onları biliyorum.

BİRİNCİ KELİME: “El-emel.” Yani, rahmet-i İlâhiyeye kuvvetli
ümit beslemek.

Evet, ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen, ey İslâm
cemaati, müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâmın saadet-i dünyeviyesi,
bâ-husus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâmın terakkisi onların intibahıyla
olan Arabın saadeti-nin fecr-i sadıkının emâreleri inkişafa başlıyor.

Ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye’sin burnunun
rağmına olarakHaşiye17 ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i
kat’iyemle derim:

İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim,
hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak. Öyleyse, şimdiki kader-i İlâhî ve
kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir istikbal, ecnebîlere müşevveş bir
mâzi düşmüş.

Bu dâvâma çok bürhanlardan ders almışım. Şimdi o bürhanlardan
mukaddematlı bir buçuk bürhanı zikredeceğim. O bürhanın mukaddema-tına
başlıyoruz:

İşte, İslâmiyetin hakaiki hem mânen, hem maddeten terakki etmeye
kabil ve mükemmel bir istidadı var.

Birinci cihet olan mânen terakki ise: Biliniz, hakikî vukuatı
kaydeden tarih, hakikate en doğru şahittir. İşte, tarih bize gösteriyor. Hattâ,
Rus’u mağlûp eden Japon Başkumandanının İslâmiye-tin hakkaniyetine şehadeti de
şudur ki:

Hakikat-i İslâmiyetin kuvveti nispetinde, Müslümanlar o kuvvete
göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini
tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâmın hakikat-i İslâmiyede zaafiyeti derecesinde
tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedennîye düştüklerini ve hercümerc içinde
belâlara, mağlûbiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise
bilâkistir. Yani, salâbet ve taassuplarının zaafiyeti nisbetinde temeddün ve
terakki ettikleri gibi, dinlerine salâbet ve taassuplarının kuvveti derecesinde
de tedennî ve ihtilâllere maruz kaldıklarını tarih gösteriyor. Şimdiye kadar
zaman böyle geçmiş.

Hem Asr-ı Saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize göstermiyor
ki, bir Müslümanın muhakeme-i akliye ile ve delil-i yakinî ile ve İslâmiyete
tercih etmekle, eski ve yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor. Avâmın
delilsiz, taklidî bir surette başka dine girmesinin bu meselede ehemmiyeti yok.
Dinsiz olmak da başka meseledir. Halbuki, bütün dinlerin etbâları ise—hatta en
ziyade dinine taassup gösteren İngilizlerin ve eski Rusların—muhakeme-i akliye
ile İslâmiyete dahil olduklarını ve günden güne, bazı zaman takım takım, kat’î
bürhan ile İslâmiyete girdiklerini tarihler bize bildi-riyorlar.Haşiye18

Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını
ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete
girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete
dehâlet edecekler.

Hem nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla
uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette
dinsiz, başıboş yaşamazlar. Ve olamazlar. En dinsizi de dine iltica etmeye
mecburdur. Çünkü, acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten
hâricî ve dahilî düşmanlara karşı istinat noktası; ve fakrıyla beraber hadsiz
ihtiyâcâta müptelâ ve ebede kadar uzanmış arzularına medet ve yardım edecek
istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni-i Âlemi tanımak ve iman etmek ve âhirete
inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok…

Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulun-mazsa, beşerin
başında maddî, mânevî kıymetler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı
olacak.

Hâsıl-ı kelâm: Beşer bu asırda harplerin ve fenlerin ve dehşetli
hadiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi istidadını
hissetmiş. Ve insan, acip cemiyetli istidadıyla yalnız bu kısacık, dağdağalı
dünya hayatı için yaratılmamış. Belki ebede meb’ustur ki, ebede uzanan arzular
mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya, insanın nihayetsiz emel ve arzularına
kâfi gelmediğini herkes bir derece hissetmeye başlamış.

Hattâ insaniyetin bir kuvâsı ve hâdimi olan kuvve-i hayaliyeye
denilse, “Sana dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak; fakat
sonunda hiç dirilmeyecek bir surette bir idam senin başına gelecek.” Elbette
hakikî insaniyetini kaybetmeyen ve intibaha gelmiş o insanın hayali, sevinç ve
beşarete bedel, derinden derine teessüf ve eyvahlarla saadet-i ebediyenin
bulunmamasına ağlayacak.

İşte bu nükte içindir ki, herkesin kalbinde derinden derine bir
din-i hakkı aramak meyli çıkmış. Her şeyden evvel, ölüm idamına karşı din-i
haktaki bir hakikati arıyor ki kendini kurtarsın. Şimdiki hal-i âlem bu hakikate
şehadet eder.

Kırk beş sene sonra, tamamıyla beşerin bu ihtiyac-ı şedîdini,
dinsizliğin zuhuruyla küre-i arzın kıt’aları ve devletleri birer insan gibi
hissetmeye başlamışlar. Hem âyat-ı Kur’âniye başlarında ve âhirlerinde beşeri
aklına havale eder, “Aklına bak” der. “Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret
et, onunla görüş ki bu hakikati bilesin” diyor.

Meselâ, bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki:
“Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikati bilesiniz.”
“Biliniz” ve “Bil” hakikatine dikkat et. “Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i
mürekkebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyorlar, divaneliğe düşerler? Neden
bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında,
hâdisat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yolunu bulsun?
Neden tefekkür ve tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar, dalâlete düşüyorlar? Ey
insanlar, ibret alınız! Geçmiş kurunlardan ibret alıp gelecek mânevî belâlardan
kurtulmaya çalışınız” mânâsında gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyasen, çok
âyetlerde, beşeri, aklına, fikriyle meşverete havale ediyor.

Ey bu Câmi-i Emevîdeki kardeşlerim gibi âlem-i İslâmın cami-i
kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırk beş senedeki bu
dehşetli hadisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız, ey mütefekkir ve
akıl sahibi ve kendini münevver telâkki edenler!

Hâsıl-ı kelâm: Biz Kur’ân şakirtleri olan Müslümanlar, bürhana
tâbi oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka
dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklit için bürhanı bırakmıyoruz. Onun
için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinat
eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’ân hükmedecek.

Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkişafına ve beşeri
tenvir etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler
çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emâreleri göründü. Yetmiş
birde fecr-i sâdıkı başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzip de olsa,
otuz-kırk sene sonra fecr-i sâdık çıkacak.

Evet, hakaik-i İslâmiyetin mazi kıtasını tamamen istilâsına
sekiz dehşetli mânialar mümanaat ettiler.

Birinci, ikinci, üçüncü mâniler: Ecnebîlerin cehli ve o zamanda
vahşetleri ve dinlerine taassuplarıdır. Bu üç mâni, mârifet ve medeniyetin
mehasini ile kırıldı, dağılmaya başlıyor.

Dördüncü ve beşinci mâniler: Papazların ve ruhanî reislerin
riyasetleri ve tahakkümleri ve ecnebîlerin körü körüne onları taklit
etmeleridir. Bu iki mâni dahi fikr-i hürriyet ve meyl-i taharrî-i hakikat nev-i
beşerde başlamasıyla, zeval bulmaya başlıyor.

Altıncı, yedinci mâniler: Bizdeki istibdat ve şeriatın
muhalefetinden gelen sû-i ahlâkımız mümanaat ediyordular. Bir şahıstaki münferid
istibdat kuvveti şimdi zeval bulması, cemaat ve komitenin dehşetli
istibdatlarının otuz-kırk sene sonra zeval bulmasına işaret etmekle ve hamiyet-i
İslâmiyenin şiddetli feveranı ile sû-i ahlâkın çirkin neticeleri görülmesiyle bu
iki mâni de zeval buluyor ve bulmaya başlamış. İnşaallah tam zeval bulacak.

Sekizinci mâni: Fünun-u cedidenin bazı müspet mesâili, hakaik-i
İslâmiyenin zahirî mânâlarına muhalif ve muarız tevehhüm edilmesiyle, zaman-ı
mazideki istilâsına bir derece set çekmiş. Meselâ, küre-i arza emr-i İlâhî ile
nezarete memur “Sevr” ve “Hût” namlarında iki ruhanî melâikeyi dehşetli cismânî
bir öküz, bir balık tevehhüm edip, ehl-i fen ve felsefe hakikati
bilmediklerinden, İslâmiyete muarız çıkmışlar.

Bu misal gibi yüz misal var ki, hakikati bilindikten sonra, en
muannit filozof da teslim olmaya mecbur oluyor. Hattâ Risale-i Nur, Mucizat-ı
Kur’âniye risalesinde, fennin iliştiği bütün âyetlerin her birisinin altında
Kur’ân’ın bir lem’a-i i’câzını gösterip, ehl-i fennin medar-ı tenkit
zannettikleri Kur’ân-ı Kerîmin cümle ve kelimelerinde fennin eli yetişmediği
yüksek hakikatleri izhar edip en muannit filozofu da teslime mecbur ediyor.
Meydandadır, isteyen bakabilir. Ve baksın, bu mâni, kırk beş sene evvel söylenen
o sözden sonra nasıl kırıldığını görsün.

Evet, bazı muhakkikin-i İslâmiyenin bu yolda telifatları var. Bu
sekizinci dehşetli mânianın zîr ü zeber olacağına emareler görünüyor.

Evet, şimdi olmasa da, otuz-kırk sene sonra fen ve hakiki
mârifet ve medeniyetin mehasini, bu üç kuvveti tam teçhiz edip, cihazatını
verip, o sekiz mânileri mağlûp edip dağıtmak için taharrî-i hakikat meyelânını
ve insafı ve muhabbet-i insaniyeti, o sekiz düşman taifesinin sekiz cep-hesine
göndermiş. Şimdi onları kaçırmaya başlamış. İnşaallah, yarım asır sonra onları
darma dağın edecek.

Evet, meşhurdur ki: “En kat’î fazilet odur ki, düşmanları dahi o
faziletin tasdikine şehadet etsin.” İşte yüzer misallerinden iki misal:

Birincisi: On dokuzuncu asrın ve Amerika kıt’asının en meşhur
filozofu Mister Carlyle, en yüksek sadasıyla, çekinmeyerek, filozoflara ve
Hıristiyan âlimlerine neşriyatıyla bağırarak böyle diyor, eserlerinde şöyle
yazmış:

“İslâmiyet gayet parlak bir ateş gibi doğdu. Sair dinleri kuru
ağacın dalları gibi yuttu. Hem bu yutmak İslâmiyetin hakkı imiş. Çünkü sair
dinler—fakat Kur’ân’ın tasdikine mazhar olmayan kısmı—hiç hükmündedir.”

Hem Mister Carlyle yine diyor:

“En evvel kulak verilecek sözlerin en lâyıkı Muhammed’in
(aleyhissalâtü vesselâm) sözüdür. Çünkü, hakikî söz, onun sözleridir.”

Hem yine diyor ki:

“Eğer hakikat-i İslâmiyette şüphe etsen, bedihiyat ve
zaruriyat-ı kat’iyede iştibah edersin. Çünkü, en bedihî ve zarurî bir hakikat
ise İslâmiyettir.”

İşte bu meşhur filozof, İslâmiyet hakkında bu şehadetini,
eserinde müteferrik yerde yazmış.

İkinci misal: Avrupa’nın asr-ı âhirde en meşhur bir filozofu
Prens Bismark diyor ki:

“Ben bütün kütüb-ü semaviyeyi tetkik ettim. Tahrif olmalarına
binaen, beşerin saadeti için aradığım hakikî hikmeti bulamadım. Fakat
Muhammed’in (asm) Kur’ân’ın’ı umum kütüplerin fevkinde gördüm. Her kelimesinde
bir hikmet buldum. Bunun gibi beşerin saadetine hizmet edecek bir eser yoktur.
Böyle bir eser, beşerin sözü olamaz. Bunu Muhammed’in (asm) sözüdür diyenler,
ilmin zaruriyatını inkâr etmiş olurlar. Yani, Kur’ân Allah kelâmı olduğu
bedihidir.”

İşte Amerika ve Avrupa’nın zekâ tarlaları Mister Carlyle ve
Bismarck gibi böyle dâhi muhakkikleri mahsulât vermesine istinaden, ben de bütün
kanaatimle derim ki:

Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hamiledir; günün birinde bir
İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa
devleti doğurdu.

Ey Cami-i Emevîdeki kardeşlerim ve yarım asır sonraki âlem-i
İslâm camiindeki ihvanlarım! Acaba baştan buraya kadar olan mukaddemeler netice
vermiyor mu ki, istikbalin kıt’alarında ha-kikî ve mânevî hâkim olacak ve beşeri
dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyettir ve İslâmiyete inkılâp
etmiş ve hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakikî dinidir ki
Kur’ân’a tâbi olur, ittifak eder.

İkinci cihet: Yani, maddeten İslâmiyetin te-rakkisinin kuvvetli
sebepleri gösteriyor ki, maddeten dahi İslâmiyet istikbale hükmedecek. Birinci
cihet, mâneviyat cihetinde terakkiyatı ispat ettiği gibi; bu ikinci cihet dahi
maddî te-rakkiyatını ve istikbaldeki hâkimiyetini kuvvetli gösteriyor. Çünkü
âlem-i İslâmın şahs-ı mânevîsinin kalbinde, gayet kuvvetli ve kırılmaz “beş
kuvvet” içtima ve imtizaç edip yerleşmiş.Haşiye19

Birincisi: Bütün kemâlâtın üstadı ve üç yüz yetmiş milyon
nefisleri bir tek nefis hükmüne getirebilen ve hakikî bir medeniyetle ve müsbet
ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olan ve hiçbir kuvvet onu kıramayacak bir
mahiyette bulunan hakikat-i İslâmiyettir.

İkinci kuvvet: Medeniyet ve san’atın hakikî üstadı ve
vesilelerin ve mebâdilerin tekemmülüyle cihazlanmış olan şedid bir ihtiyaç ve
belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.

Üçüncü kuvvet: Yüksek şeylere müsabaka suretinde beşere yüksek
maksatları ders veren ve o yolda çalıştıran ve istibdâdâtı parça parça eden ve
ulvî hisleri heyecana getiren ve gıpta ve hased ve kıskançlık ve rekabetle ve
tam uyanmakla ve müsabaka şevkiyle ve teceddüd meyliyle ve temeddün meyelânıyla
teçhiz edilen üçüncü kuvvet, yalnız hürriyet-i şer’iyedir. Yani, insaniyete
lâyık en yüksek kemalâta olan meyil ve arzu ile cihazlanmış olmak.

Dördüncü kuvvet: Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniyedir. Yani
tezellül etmemek, haksızlara, zâlimlere zillet göstermemek, mazlumları da zelil
etmemek. Yani, hürriyet-i şer’iyenin esasları olan müstebitlere dalkavukluk
etmemek ve biçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.

Beşinci kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki, i’lâ-yı kelimetullahı
ilân ediyor. Ve bu zamanda i’lâ-yı kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf;
medeniyet-i hakikiyeye girmekle i’lâ-yı kelimetullah edilebilir. İzzet-i
İslâmiyenin iman ile kat’î verdiği emri, elbette âlem-i İslâmın şahs-ı mânevîsi,
o kat’î emri istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez.

Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyetin te-rakkisi, düşmanın
taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def etmek, silâhla,
kılıçla olmuş. İstikbalde silâh, kılıç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki
ve hak ve hakkaniyetin mânevî kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak.

Biliniz ki: Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere
menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil
ki, ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklit edip malımızı
harap ettiler. Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin
günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki
harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip
öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah, istikbaldeki
İslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü
pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.

Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis
edilmediğinden, belki heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina
edildi-ğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı ha-senatına galebe edip
ihtilâlci komitelerle kurtlaş-mış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle, Asya
me-deniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az
vakitte galebe edecektir.

Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve
mânevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi
istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl meyus olup ye’se düşüyorsunuz ve
âlem-i İslâmın kuvve-i mâneviyesini de kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümitsizlikle
zannediyorsunuz ki, “Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır. Fakat,
yalnız biçare ehl-i İslâm için tedennî dünyası oldu” diye pek yanlış bir hatâya
düşüyorsunuz.

Mâdem meylülistikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı
beşeriyede fıtraten derc edilmiş. Elbette, beşerin zulüm ve hatasıyla başına
çabuk bir kıyamet kopmazsa, istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâmda nev-i
beşerin eski hatîatına kefaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek
inşaallah.

Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üze-rine hareket etmiyor
ki, mebde ve müntehâsı birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi
bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir.
Bazan tedennî içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir
bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı,
bir baharı olacak inşaallah. Hakikat-i İslâ-miyenin güneşiyle, sulh-u umumî
dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz.

Dersin başında, bir buçuk bürhanı dâvâmıza şa-hit göstereceğiz
demiştik. Şimdi bir bürhan mücmelen bitti. O dâvânın yarı bürhanı da şudur ki:

Fenlerin casus gibi tetkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit
olmuş ki, kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-u bizzat ve Sâni-i
Zülcelâlin hakikî maksatları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir.
Çünkü kâinata ait fenlerden her bir fen, küllî kaideleriyle bahsettiği nev ve
taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki, ondan daha mükemmel,
akıl bulamıyor. Meselâ, tıbba ait teşrih-i beden-i insanî fenni ve kozmoğrafyaya
tabi manzume-i şemsiye fenni, nebatât ve hayvanâta ait fenler gibi bütün
fenlerin her birisi, küllî kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sâni-i Zülcelâlin o
nevideki nizamında mucizat-ı kudretini ve hikmetini ve

hakikatini gösteriyor.

Hem istikra-i tâmme ve tecrübe-i umumî gösteriyor, netice
veriyor ki: Şer, kubh, çirkinlik, bâtıl, fenalık, hilkat-i kâinatta cüz’îdir.
Maksut değil, tebeîdir ve dolayısıyladır. Yani, meselâ çirkinlik, çirkinlik için
kâinata girmemiş; belki güzelliğin bir hakikati çok hakikatlere inkılâp etmek
için, çirkinlik bir vâhid-i kıyasî olarak hilkate girmiş. Şer, hattâ şeytan
dahi, beşerin hadsiz terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere
musallat edilmiş. Bunlar gibi, cüz’î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere,
hayırlara vesile olmak için kâinatta halk edilmiş.

İşte, kâinatta hakikî maksat ve netice-i hilkat, istikra-i tâmme
ile ispat ediyor ki, hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakikî maksut
onlardır. Elbette beşer, bu kadar zulmî küfriyatlarıyla zemin yüzünü mülevves ve
perişan ettikleri halde, cezasını görmeden ve kâinattaki maksud-u hakikîye
mazhar olmadan dünyayı bırakıp ademe kaçamayacak, belki Cehennem hapsine
girecek.

Hem istikrâ-i tâmme ile ve fenlerin tahkikatıyla sabit olmuş ki,
mahlûkat içinde en mükerrem, en ehemmiyetli beşerdir. Çünkü beşer, hilkat-i
kâinattaki zahirî esbab ve neti-celerinin mabeynindeki basamakları ve teselsül
eden illetlerin ve sebeplerin münasebetlerini aklıyla keşfedip san’at-ı
İlâhiyeyi ve muntazam hikmeti icadat-ı Rabbaniyenin taklidini sanatçığıyla
yapmak ve ef’âl-i İlâhiyeyi anlamak için ve san’at-ı İlâhiyeyi bilmek ve cüz’î
ilmiyle ve sanatlarıyla anlamak için bir mizan, bir mikyas kendi cüz’î
ihtiyarıyla işlediği maddelerle, Halık-ı Zülcelâlin küllî, muhît ef’âl ve
sıfatlarını bilerek kâinatın en eşref, en ekrem mahlûku beşer olduğunu ispat
ediyor.

Hem İslâmiyetin kâinata ve beşere ait hakikatlerinin şehadetiyle
mükerrem beşer içinde en eşref ve en âlâsı, ehl-i hak ve hakikat olan ehl-i
İslâmiyet, hem istikrâ-i tâmme ile, ta-rihlerin şehadetiyle, en mükerrem beşer
içindeki en müşerref olan ehl-i hakkın içinde dahi bin mucizatı ve çok yüksek
ahlâkının ve İslâmiyet ve Kur’ân hakikatlerinin şehadetiyle en efdal, en yüksek
olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır.

Madem bu yarı bürhanın üç hakikati böyle haber veriyor. Acaba
hiç mümkün müdür ki, nev-i beşer, şekavetiyle bu kadar fenlerin şehadetini cerh
edip, bu istikrâ-i tâmmeyi kırıp, meşiet-i İlâhiyeye ve kâinatı içine alan
hikmet-i ezeliyeye karşı temerrüd edip, şimdiye kadar ekseriyetle yaptığı gibi,
o zâlimane vahşetinde ve mütemerridâne küfründe ve dehşetli tahri-batında devam
edebilsin? Ve İslâmiyet aleyhinde bu halin devam etmesi hiç mümkün müdür?

Ben bütün kuvvetimle, hadsiz lisanım olsa, o hadsiz lisanlarla
kasem ederim ki, âlemi bu ni-zam-ı ekmel ile, bu kâinatı zerreden seyyarata
kadar, sinek kanadından semavat kandillerine kadar nihayet bir hikmet-i intizam
ile halkeden Hakîm-i Zülcelâle ve Sâni-i Zülcemâle o hadsiz lisanlarla kasem
ediyoruz ki, beşer hiçbir cihetle bütün enva-i kâinata muhalif olarak ve küçük
kardeşleri olan sair tâifelere zıt olarak kâinattaki nizama, küllî şerleriyle
muhalefet edip nev-i beşerde şerrin hayra galebesine binler senede sebep olan o
zakkumları yiyip hazmetmesi mümkün değil.

Bunun imkânı ancak ve ancak bu farz-ı muhal ile olabilir ki,
beşer bu âleme emanet-i kübrâ mertebesinde ve halife-i rû-yi zemin makamında
sair envâ-ı kâinata büyük ve mükerrem bir kardeş olduğu halde en edna, en
berbat, en perişan, en muzır ve ehemmiyetsiz, hırsızcasına ve dolayısıyla bu
kâinat içine girmiş, karıştırmış. Bu farz-ı muhal, hiçbir cihetle kabul
olunamaz.

Bu hakikat için, elbette bu yarım bürhanımız netice veriyor ki,
âhirette cennet ve cehennemin zarurî vücutları gibi hayır ve hak din istikbalde
mutlak galebe edecektir. Tâ ki, nev-i beşerde dahi sair neviler gibi hayır ve
fazilet galib-i mutlak olacak. Tâ beşer de sair kâinattaki kardeşle-rine mü-sâvi
olabilsin ve sırr-ı hikmet-i ezeliye nev-i beşerde dahi “takarrur etti”
denilebilsin.

Elhasıl: Madem mezkûr kat’i hakikatlarla bu kâinatta en müntehap
netice ve Halıkın nazarında en ehemmiyetli mahlûk beşerdir. Elbette ve elbette
ve hayat-ı bakiyede cennet ve cehennemi, bilbedahe, beşerdeki şimdiye kadar
zâlimane va-ziyetler cehennemin vücudunu; ve fıtratındaki küllî istidâdat-ı
kemaliyesi ve kâinatı alâkadar eden hakaik-i imaniyesi, cenneti bedahetle
istil-zam ettiği gibi, her halde iki harb-i umumî ile et-tiği ve kâinatı
ağlattıran cinayetleri ve yuttuğu zakkum şerleri hazmetmediği için kustuğu ve
ze-minin bütün yüzünü pislendirdiği vaziyetiyle, beşeriyeti en berbat bir
dereceye düşürüp bin senelik terakkiyatını zir ü zeber etmek cinayetini beşer
hazmetmeyecek. Her halde çabuk başında bir kıyamet kopmazsa, hakaik-i İslâmiye
beşeri esfel-i safilîn derece-i sukutundan kurtarmaya ve rû-yi zemini
temizlemeye ve sulh-u umumiyi temin etmeye vesile olmasını Rahman-ı Rahîm’in
rahmetinden niyaz ediyoruz ve ümit ediyoruz ve bekliyoruz.

İKİNCİ KELİME: Ki, müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde
tevellüd eden şudur:

Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın kalbine
girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garpta bir-iki milyonluk küçük bir
devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını
müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş,
menfaat-i umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o
yeistir ki, kuvve-i mâneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i
mâneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde, o kuvve-i mâneviye-i
harika meyusiyetle kırıldığı için, zâlim ecnebîler dört yüz seneden beri üç yüz
milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hattâ bu yeisle, başkasının
lâkaytlığını ve füturunu kendi tembelliğine özür zannedip neme lâzım der,
“Herkes benim gibi berbattır” diye şehamet-i imaniyeyi terk edip hizmet-i
İslâ-miyeyi yapmıyor.

Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor.
Biz de o kàtilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz.

kılıcıyla o yeisin başını parçalayacağız.

hadisinin hakikatiyle belini kıracağız inşaallah

Yeis, ümmetlerin, milletlerin “seretan” denilen en dehşetli bir
hastalığıdır. Ve kemalâta mâni ve

hakikatine muhaliftir; korkak, aşağı ve âcizlerin şe’nidir, bahaneleridir.
Şehamet-i İslâmiyenin şe’ni değildir. Hususan Arap gibi nev-i beşerde medar-ı
iftihar yüksek seciyelerle mümtâz bir kavmin şe’ni olamaz. Âlem-i İslâm
milletleri Arabın metanetinden ders almışlar. İnşaallah, yine Araplar ye’si
bırakıp, İslâmiyetin kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesânüd ve
ittifak ile el ele verip Kur’ân’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân
edeceklerdir.

ÜÇÜNCÜ KELİME: Ki, bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı
içtimaiyenin çalkamasıyla, hülâsa ve zübdesi bana kat’î bildirmiş ki: Sıdk,
İslâmiyet’in üssü’l-esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı
ulviyesinin mizacıdır. Öyleyse, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı,
doğruluğu içimizde ihya edip onunla mânevî hastalıklarımızı tedâvi etmeliyiz.

Evet sıdk ve doğruluk İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i
hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu,
alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır.
Yalancılık ise, Sâni-i Zülcelâlin kudretine iftira etmektir.

Küfür, bütün envâıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır,
doğruluktur. Bu sırra binaen, kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var;
Şark ve Garp kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi
birbirine girmemek lâzım. Halbuki, gaddar siyaset ve zâlim propaganda birbirine
karıştırmış, beşerin kemâlâtını da karıştırmış.Haşiye20

Bu sıdk ve kizb, küfür ve iman kadar birbirinden uzak. Asr-ı
Saadette sıdk vasıtasıyla Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın âlâ-yı illiyyîne
çıkması ve o sıdk anahtarıyla hakaik-i imaniye ve hakaik-i kâinat hazinesi
açılması sırrıyla, içtimaiyat-ı beşeriye çarşısında sıdk en revaçlı bir mal ve
satın alınacak en kıymetli bir metâ hükmüne geçmiş. Ve kizb vasıtasıyla
Müseylime-i Kezzabın emsâli, esfel-i sâfiline sukut etmiş. Ve kizb o zamanda
küfriyat ve hurafatın anahtarı olduğunu o inkılâb-ı azîm gösterdiğinden, kâinat
çarşısında en fena, en pis bir mal olup, o malı satın almak değil, herkes nefret
etmesi hükmüne geçen kizb ve yalana, elbette o inkılâb-ı azîmin saff-ı evveli
olan ve fıtratlarında en revaçlı ve medâr-ı iftihar şeyleri almak ve en kıymetli
ve revaçlı mallara müşteri olmak fıtratında bulunan Sahabeler, elbette, şüphesiz
bilerek ellerini yalana uzatmazlar. Kizb ile kendilerini mülevves etmezler.
Müseylime-i Kezzaba kendilerini benzetemezler. Belki, bütün kuvvetleriyle ve
meyl-i fıtrîleriyle en revaçlı mal ve en kıymettar metâ ve hakikatlerin
anahtarı, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın âlâ-yı illiyyîne çıkmasının basamağı
olan sıdk ve doğruluğa müşteri olup, mümkün olduğu kadar sıdktan ayrılmamaya
çalıştıklarından, ilm-i hadisçe ve ulema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere
olan, “Sahabeler daima doğru söylerler. Onlardaki rivayet, tezkiyeye muhtaç
değil. Peygamberden (aleyhissalâ-tü vesselâm) rivayet ettikleri hadisler, bütün
sahihtir” diye, ehl-i şeriat ve ehl-i hadisin ittifakına kat’î hüccet, bu mezkûr
hakikattir.

İşte, Asr-ı Saadetteki inkılâb-ı azîm, sıdk ile kizb, iman ile
küfür kadar birbirinden uzak iken, zaman geçtikçe, gele gele birbirine
yakınlaştı. Ve siyaset propagandası bazan yalana ziyade revaç verdi. Fenalık ve
yalancılık bir derece meydan aldı. İşte bu hakikat içindir ki, Sahabelere kimse
yetişemez. Yirmi Yedinci Sözün Zeyli olan Sahabeler hakkındaki risaleye havale
edip kısa kesiyoruz.

Ey bu Cami-i Emevideki kardeşlerim! Ve kırk-elli sene sonra
âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki dört yüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız!
Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. Urvetü’l-vuska sıdktır. Yani, en muhkem ve
onunla bağlanacak zincir, doğruluktur.

Amma maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiş. Maslahat ve
zaruret için bazı âlim “muvakkat” fetvâsı vermişler. Bu zamanda o fetvâ
verilmez. Çünkü, o kadar su-i istimal edilmiş ki, yüz zararı içinde bir menfaati
olabilir. Onun için hüküm maslahata bina edilmez.

Meselâ seferde namazı kasretmenin sebebi, meşakkattir. Fakat
illet olamaz. Çünkü muayyen bir haddi yok; su-i istimale düşebilir. Belki illet,
yalnız sefer olabilir. Aynen öyle de, maslahat dahi yalan söylemeye illet
olamaz. Çünkü muayyen bir haddi yok; su-i istimale müsait bir bataklıktır.
Hükm-ü fetvâ ona bina edilmez. Öyleyse,

Yani, yol ikidir, üç değildir. Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir.

İşte şimdi beşerin ortadaki dehşetli yalancılığıyla ve
tezviratlarıyla emniyet-i umumiyenin ve rû-yi zemin âsâyişlerinin zîr ü zeber
olması, kizble ve maslahatın su-i istimâliyle olmasından, elbette o üçüncü yolu
kapatmaya beşer mecbur ediyor ve kat’î emir veriyor. Yoksa, bu yarım asırda
gördükleri umumî harpler ve dehşetli inkılâplar ve sukutlar ve tahribatlar,
başlarına bir kıyameti koparacak.

Evet, her söylediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek
doğru değil. Bazan zarar verse sükût etmek… Yoksa yalana hiç fetva yok. Her
söylediğin hak olmalı; fakat her hakkı söylemeye se-nin hakkın yok. Çünkü hâlis
olmazsa su-i tesir eder, hak, haksızlıkta sarf olur.

DÖRDÜNCÜ KELİME: Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i
beşeriyeden kat’î bildiğim ve tahkikatların bana verdiği netice şudur ki:

Muhabbete en lâyık şey muhabbettir; ve husumete en lâyık sıfat
husumettir. Yani, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden
muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı
içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adâvet, her şeyden ziyade
nefrete ve adâvete ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır bir sıfattır.
Bu hakikat Risale-i Nur’un Yirmi İkinci Mektubunda izahıyla beyan edildiğinden
burada kısa bir işaret ediyoruz. Şöyle ki:

Husumet ve adâvetin vakti bitti. İki harb-i umumî adâvetin ne
kadar fena ve tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir
fayda olmadığı tezahür etti. Öyleyse, düşmanlarımızın seyyiatı—tecavüz olmamak
şartıyla—adâvetinizi celb etmesin. Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir onlara…

Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak, ehl-i
imana karşı haksız olarak adâvet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki, bu
husumet ve adâvetle, ehl-i imâna karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve
cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir.
Adâvetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek
gibi bir divâneliktir.

Madem muhabbet adâvete zıttır; ziya ve zulmet gibi hakikî içtima
edemezler. Hangisinin esbabı galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; onun
zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit
adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut
adâvet hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak,
zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı
olabilir.

Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve
insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mânevî kalelerdir. Adâvetin
sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir.
Öyleyse, bir Müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını
istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatâdır.

Elhasıl: Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyetin mizacıdır,
rabıtasıdır. Ehl-i adâvet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak
ister; bir şey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz bir
şey, ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, su-i zan
mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise,
seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.

BEŞİNCİ KELİME: Meşveret-i şer’iyeden aldığım ders budur: Şu
zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazan büyür, sirayet eder, yüz
olur. Bir tek hasene bazan bir kalmıyor. Belki bazan binler dereceye terakki
ediyor. Bunun sırr-ı hikmeti şudur:

Hürriyet-i şer’iye ile meşveret-i meşrua, hakikî milliyetimizin
hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyettir. Ve
Hilâfet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibarıyla, o
İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kalesi hükmünde Arap ve Türk hakikî iki kardeş,
o kale-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar.

İşte, bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek
aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi, İslâm taifeleri de birbirine
uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit ve alâkadar olur. Birbirine mânen—lüzum olsa
maddeten—yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile
birbirine bağlıdır.

Nasıl ki bir aşiretin bir ferdi bir cinayet işlese, o aşiretin
bütün efradı, o aşiretin düşmanı olan başka aşiretin nazarında müttehem olur.
Güya her bir fert o cinayeti işlemiş gibi, o düşman aşiret onlara düşman olur. O
tek cinayet, binler cinayet hükmüne geçer. Eğer o aşiretin bir ferdi, o aşiretin
mahiyetine temas eden medar-ı iftihar bir iyilik yapsa, o aşiretin bütün efradı
onunla iftihar eder. Güya her bir adam, aşirette o iyiliği yapmış gibi iftihar
eder.

İşte bu mezkûr hakikat içindir ki, bu zamanda, hususan kırk-elli
sene sonra, seyyie, fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u
İslâmiyenin hukuklarına tecavüz olur. Kırk-elli sene sonra çok misalleri
görülecek.

Ey bu sözlerimi dinleyen bu Cami-i Emevîdeki kardeşler ve
kırk-elli sene sonra âlem-i İslâm camiindeki ihvân-ı Müslimîn! “Biz zarar
vermiyoruz, fakat menfaat vermeye iktidarımız yok. Onun için mazuruz” diye böyle
özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tembelliğiniz ve neme lâzım deyip
çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete
gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.

İşte, seyyie böyle binlere çıktığı gibi, bu zamanda hasene—yani
İslâmiyetin kudsiyetine temas eden iyilik—yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki
o hasene, milyonlar ehl-i imana mânen fayda verebilir. Hayat-ı mâneviye ve
maddîyesinin rabıtasına kuvvet verebilir. Onun için, neme lâzım deyip kendini
tembellik döşeğine atmak zamanı değil!

Ey bu camideki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonraki âlem-i
İslâm mescid-i kebirindeki ihvan-larım! Zannetmeyiniz ki, ben bu ders makamına
size nasihat etmek için çıktım. Belki buraya çık-tım, sizden olan hakkımızı dâvâ
ediyoruz. Yani, küçük taifelerin menfaati ve saadet-i dünyeviye-leri ve
uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam taife olan Arap ve Türk gibi hâkim
üstadlarla bağlıdır. Sizin tembelliğiniz ve füturunuzla, biz biçare küçük
kardeşleriniz olan İslâm taifeleri zarar görüyoruz. Hususan, ey muazzam ve büyük
ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar, en evvel bu sözlerle sizinle
konuşuyorum. Çünkü, bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve
imamlarımız ve İslâmiyetin mücahitleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk milleti o
kudsî vazifenize tam yardım ettiler.

Onun için tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve
haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra, Arap
taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vazi-yete girmeye,
esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında,
belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle
bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşaallah nesl-i âti görecek.

Sakın kardeşlerim, tevehhüm, tahayyül etmeyiniz ki, ben şu
sözlerimle siyasetle iştigal için himmetinizi tahrik ediyorum. Hâşâ! Hakikat-i
İslâmiye bütün siyâsâtın fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir.
Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin.

Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i İslâmiyeyi,
çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O
fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz
etse, makinenin mihanikiyeti bozulur. Onun için, ittihad-ı İslâmın tam zamanı
gelmeye başlıyor. Bir-birinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir.

Bunu da teessüf ve teellümle size beyan ediyorum ki: Ecnebîlerin
bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar, onun
bedeline çürük bir fiyat verdiler. Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek
ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını
da bizden aldılar, te-rakkilerine medar ettiler. Ve onun fiyatı olarak bize
verdikleri, sefihane ahlâk-ı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir.

Meselâ, bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam onlarda
der: “Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde bir hayat-ı
bakiyem var.” İşte, bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin
esas da budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise, din-i haktan ve iman
hakikatlerinden çıkar. O bizim, ehl-i imanın malıdır. Halbuki, ecnebîlerden
içimize giren pis ve fena seciye itibarıyla bir hodgâm adam bizde diyor: “Ben
susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir
saadeti, dünya istediği gibi bozulsun.” İşte bu ahmakane kelime dinsizlikten
çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor.

Hem o ecnebîlerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle, bir ferdi,
bir millet gibi kıymet alıyor. Çünkü, bir adamın kıymeti himmeti nispetindedir.
Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.
Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebîlerin zararlı seciyelerini almamızdan,
kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber, herkes “Nefsî, nefsî” demekle
ve milletin menfaatini düşünmemekle, menfaat-i şahsiyesini düşünmekle, bin adam,
bir adam hükmüne sukut eder.

Yani, kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan de-ğil. Çünkü,
insanın fıtratı medenîdir. Ebnâ-yı cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı
içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Meselâ, bir ekmeği yese, kaç
ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri mânen öptüğünü ve giydiği libasla kaç
fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla
yaşayamadığından, ebnâ-yı cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara mânevî
bir fiyat vermeye mecbur bulunduğundan, fıtratıyla medeniyetperverdir. Menfaat-i
şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, mâsum olmayan câni bir hayvan
olur. Bir şey elinden gelmese, hakikî özrü olsa, o müstesna…

ALTINCI KELİME: Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki
saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir.

âyet-i kerimesi, şûrâyı esas olarak emrediyor.

Evet, nasıl ki, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr ünvanı altında
asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin
terakkiyatı ve fünunun esası olduğu gibi, en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri
kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.

Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şûrâdır.
Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrâyı
yapmaları lâzımdır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş
çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak,
meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i
şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip garp
medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır.

İmandan gelen hürriyet-i şer’iye iki esası emreder:

Yani, İman bunu iktiza ediyor ki, tahakküm ve istibdat ile
başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek, ve zâlimlere tezellül etmemek…
Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi, Allah’tan başka
kendinize Rab yap-mayınız. Yani, Allah’ı tanımayan, her şeye, herkese nispetine
göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet, hürriyet-i şer’iye
Cenab-ı Hakkın Rahman, Rahîm tecellîsiyle bir ihsanıdır ve imanın bir
hassasıdır.

Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet
bulsun! Bütün levm ve itâb ve nefret, hevâ hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve
selâmet, hüdâya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmin.

Eğer denilse: Neden şûrâya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve
beşerin, hususan Asya’nın, hususan İslâmiyetin hayatı ve terakkisi nasıl o şûrâ
ile olabilir?

Elcevap: Nurun Yirmi Birinci Lem’a-i İhlâsında izah edildiği
gibi, haklı şûrâ ihlâs ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüz on bir
olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakiki ile, üç adam, yüz adam kadar millete
fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlâs ve tesanüd ve meşveretin sırrıyla,
bin adam kadar iş gördüklerini, çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor. Madem
beşerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz, ve kuvveti ve sermayesi pek
cüz’î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların
çoğalmasıyla, elbette ve elbette, o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hâcetlere
karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı
şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi, hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın
hakaikinden gelen şûrâ-yı şer’î ile yaşayabilir, o düşmanları durdurur, o
hâcetlerin teminine yol açar.

Hutbe-i Şamiye, s. 25-68.

Rüyada bir hitabe

Meâli ve hatırda kalan elfazı aynendir.

1335 senesi Eylül’ünde, dehrin hadisatının verdiği yeisle,
şiddetle muztarip idim. Şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Mânen rüya
olan yakazada bulamadım. Hakikaten yakaza olan rüya-yı sâdıkada bir ziya gördüm.
Tafsilâtı terk ile, yalnız bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki:

Bir Cuma gecesinde nevm ile âlem-i misale girdim. Biri geldi,
dedi:

“Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem
seni istiyor.”

Gittim, gördüm ki, münevver, emsalini dünyada görmediğim,
Selef-i Salihînden ve a’sârın meb’uslarından her asrın meb’usları içinde bulunur
bir meclis gördüm. Hicap edip kapıda durdum. Onlardan bir zat dedi ki:

“Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de re-yin var. Fikrini
beyan et.”

Ayakta durup dedim:

“Sorun, cevap vereyim.”

Biri dedi: “Bu mağlûbiyetin neticesi ne olacak; galibiyette ne
olurdu?”

Dedim: “Musibet şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette
felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i’lâ-yı
kelimetullah ve beka-yı istiklâliyet-i İslâm için, farz-ı kifaye-i cihadı
deruhte ile kendini yekvücut olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilâfete
bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, âlem-i İslâmın saadet-i
müstakbelesiyle telâfi edilecektir. Zira, şu musibet, maye-i haya-tımız ve âb-ı
hayatımız olan uhuvvet-i İslâmi-yenin inkişaf ve ihtizazını hârikulâde tacil
etti. Biz incinirken âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır.
Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üç yüz dirileceğiz. Harikalar asrındayız. İki-üç
sene mevtten sonra meydanda dirilenler var. Biz bu mağlûbiyetle bir saadet-i
âcile-i ()
muvakkate kaybettik. Fakat bir saadeti âcile-i ()
müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz’î ve mütehavvil ve mahdut olan hâli, ge-niş
istikballe mübadele eden kazanır.”

Birden meclis tarafından denildi: “İzah et.”

Dedim: “Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer
muharebesine terk-i mevki edi-yor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr
olmak da istemez. Galip olsaydık, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı
müstebidaneye, belki daha şedîdâne kapılacak idik. Halbuki o cereyan hem
zalimâne, hem tabiat-ı âlem-i İslâma münâfi, hem ehl-i imânın ekseriyet-i
mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzettir. Eğer ona
yapışsaydık, âlem-i İslâmı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola
sürükleyecektik. Şu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve
nazar-ı şeriatta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden, maslahat-ı
beşer fetvasıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih,
mütemerrid, gaddar, mânen vahşî bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhte
edecektik.”

Tekrar biri sordu: “Musibet, cinayetin ne-ticesi, mükâfatın
mukaddemesidir. Hangi fiili-nizle kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle
hükmetti? Musibet-i âmme ekseriyetin hatâsına terettüp eder. Hazırda mükâfatınız
nedir?”

Dedim: “Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâ-miyedeki ihmalimizdir:
salât, savm, zekât.

“Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık
Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat,
tahrikle bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yal-nız bir ay oruç için
nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan,
kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik, O
da bizden müterakim zekâtı aldı.

“Mükâfat-ı hâzıramız ise: Fâsık, günahkâr bir milletten, humsu
olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi.
Müşterek hatâdan neşet eden müşterek musibet, mâzi günahını sildi.”

Yine biri dedi: “Bir âmir, hatayla felâkete atmışsa?”

Dedim: “Musibetzede mükâfat ister. Ya âmir-i hatâdarın hasenatı
verilecektir; o ise hiç hükmünde. Veya hazine-i gayp verecektir. Hazine-i gaybda
böyle işlerdeki mükâfatı ise, derece-i şehadet ve gaziliktir.”

Baktım, meclis istihsan etti. Heyecanımdan uyandım. Terli,
elpençe yatakta oturmuş, kendimi buldum. O gece böyle geçti.

Aynı gün, pür-ümit, başka ve dünyevî bir meclise gittim.
Dünyevîler dediler:

“Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?”

Dedim: “

“Evet, İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir
hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta
müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder,
biz kendimizden hayal edip, asammâne tahribimizde eser-i telkini icra ederiz.

“Madem ki menba Avrupa’dadır. Gelen cereyan ya menfî veya
müspettir. Menfîye kapılan harf gibi:

yahut

tarif edilir. Demek bütün ha-rekâtı, bizzat hariç hesabına geçer. Çünkü iradesi
hükümsüzdür. Hulûs-u niyeti fayda vermez. Ba-husus, menfî iki cihet-i zaafla
hariç cereyanın kuvvetine bir âlet-i laya’kıl olur.

“Diğer müspet cereyan ise ki, dahilden muvafık şeklini giyer.
İsim gibi
’dir.
Hareketi kendinedir. Tebai haricedir. Lâzım-ı mezhep, mezhep olmadığından, belki
muahez değil. Bahusus iki cihetle kuvveti, hariç cereyanın müspet ve zaafına
inzimam etse, harici kendine âlet-i lâyeş’ur edebilir.”

Dediler: “Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor. Din namına
meydana çıkmak lâzım.”

Dedim: “Evet, lâzımdır. Fakat kat’î bir şartla ki, muharrik,
aşk-ı İslâmiyet ve hâmiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih,
siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi hatâ da etse, belki
ma’fuvdur. İkincisi isabet de etse, mes’uldür.”

Denildi: “Nasıl anlarız?”

Dedim: “Kim fasık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, su-i zan
bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mâl-ı mukaddesi
olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has
göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan
düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.

“Meselâ, iki adam dövüşürler. Biri, zayıf düşeceğini
hissederken, elindeki Kur’ân’ı kavîye uzatmakla himayesini davet edip, kavî bir
ele vermek lâzımdır. Tâ beraber çamura düşmesin, Kur’ân’a muhabbetini, hürmetini
göstersin, Kur’ân’ı, Kur’ân olduğu için sevsin. Eğer kavînin karşısına siper
etse, himayet damarını tahrik etmeye bedel, hiddetini celb eder. Kur’ân’ı kavî
bir hâdimden mahrum bırakmakla, zayıf bir elde beraber yere düşerse, o Kur’ân’ı
kendi nefsi için sever demektir.

“Evet, dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i
diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa “Dinsizsiniz” dese, onları
tecavüze sevk etmektir. Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez. Otuz sene
halife olan bir zat, menfi siyaset namına istifade edildi zannıyla şeriata gelen
tecavüzü gördünüz. Acaba şimdiki menfi siyasetçilerin fetvalarından istifade
edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâmın en şedit hasmıdır ki, hançerini
İslâmın ciğerine saplamıştır.”

Dediler: “İttihada şedit bir muarızdın. Neden şimdi sükût
ediyorsun?”

Dedim: “Düşmanların onlara şiddet-i hücu-mundan. Düşmanın
hedef-i hücumu, onların ha-senesi olan azim ve sebattır ve İslâmiyet düşma-nına
vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır.

“Bence yol ikidir: mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti,
ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos
ile beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir.”

Rüyanın zeyli

Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali,
musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü’z-zünub değil,
kessâretü’z-zünub oldu. Haccın bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle
teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı
vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde
istihdama zemin ihzar etti.

İşte Hint, düşman zannederek, halbuki pe-derini öldürmüş,
başında oturmuş bağırıyor.

İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçare
valideleri olduğunu, “ba’de harabi’l-Basra” anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.

İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden
ağlamayı da bilmiyor.

İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ
ediyor.

İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek
öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor.

Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i
rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun
seyahatlar ettirildi.
(Bundan
ders alın!).

Sünühat, s. 55-73.

Hutuvât-ı Sitte

Herbir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan
suretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârane siyasetiyle cihanın her
tarafına kundak sokan el-hannas, altı hutuvatıyla âlem-i İslâmı ifsad için
insanlarda ve insan cemaatlerindeki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır
madenleri, fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor.

Kiminin hırs-ı intikamını, kiminin hırs-ı câhını, kiminin
tamahını, kiminin humkunu, kiminin dinsizliğini, hattâ en garibi, kiminin de
taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.

BİRİNCİ HATVESİ: Der veya dedirir:

“Siz kendiniz de dersiniz ki: Musibete müstehak oldunuz. Kader
zalim değil, adalet eder. Öyleyse, size karşı muameleme razı olunuz.”

Şu vesveseye karşı demeliyiz:

Kader-i İlâhi isyanımız için musibet verir. Ona rızâdâde olmak,
o günahtan tevbe demektir. Sen ey mel’un! günahımız için değil, İslâmiyetimiz
için zulmettin ve ediyorsun. Ona rıza veya ihtiyarla inkıyad etmek—neûzü
billâh—İslâmiyetten nedamet ve yüz çevirmek demektir.

Evet aynı şeyi—hem musibettir—Allah verir, adalet eder. Çünkü
günahımıza, şerrimize zecren ondan vazgeçirmek için verir. O şeyi aynı zamanda
beşer verir, zulmeder. Çünkü, başka se-bebe binaen ceza verir. Nasıl ki düşman-ı
İslâm, aynı şeyi bize icra ediyor. Çünkü Müslümanız.

İKİNCİ HATVESİ: Der ve dedirtir:

“Başka kâfirlere dost olduğunuz gibi bana da dost ve taraftar
olunuz. Neden çekiniyorsunuz?”

Şu vesveseye karşı deriz:

Muavenet elini kabul etmek ayrıdır. Adâvet elini öpmek de
ayrıdır. Bir kâfirin herbir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lâzım
olmadığından, İslâmın eski ve mütecaviz bir düşmanını def’ için, bir kâfir
muavenet elini uzatsa, kabul etmek İslâmiyete hizmettir.

Senin ise, ey kâfir-i mel’un, senin küfründen neş’et eden teskin
kabul etmez husumet elini öp-mek değil, temas etmek de İslâmiyete adâvet et-mek
demektir.

ÜÇÜNCÜ HATVESİ: Der veya dedirtir:

“Şimdiye kadar sizi idare edenler fenalık ettiler,
karıştırdılar. Öyleyse bana razı olunuz.”

Bu vesveseye karşı deriz:

Ey el-hannas! Onların fenalıklarının asıl sebebi de sensin.
Âlemi onlara darlaştırdın, damar-ı hayatı kestin, evlâd-ı nâmeşruunu onlara
karıştırdın. Dinsizliğe sevk ederek dini rüşvet isterdin. Onlara bedel seni
kabul etmek, yalnız müteneccis su ile necis olmuş bir libası, hınzırın bevliyle
yıkamak demektir. Sen yalnız hayvancasına muvakkat bir hayat-ı sefilâneyi bize
bırakıyorsun; insanca, İslâmca hayatı öldürüyorsun. Biz ise hem insancasına, hem
Müslümanca-sına yaşamak istiyoruz. Senin rağmına yaşayacağız!

DÖRDÜNCÜ HATVESİ: Der veya dedirtir:

“Sizi idare eden ve bana muhâsım vaziyetini alanlar—ki
Anadolu’daki sergerdeleridir—mak-satları başkadır. Niyetleri din ve İslâmiyet
değil-dir.”

Şu vesveseye karşı deriz:

Vesilelerde niyetin tesiri azdır. Maksadın hakikatini tağyir
etmez. Çünkü maksut, vesilenin vücuduna terettüp eder; içindeki niyete bakmaz.

Meselâ, ben bir define veya su bulmak için bir kuyu kazıyorum.
Biri geldi, kendini saklamak veya orada muzahrafatını defnetmek için, bana
yardım ederek kazdı. Suyun çıkmasına ve define bulunmasına niyeti tesir etmez.
Su, fiiline, kazmasına bakar, niyetine bakmaz. Bunun gibi, onlar bizi Kâbe’ye
götürüyorlar. Kur’ân’ı yüksek tutmak istiyorlar. Bütün felâketimizin menbaı olan
Avrupa muhabbetine bedel, husumetini esas tutuyorlar. Niyetleri ne olursa olsun,
bu maksatların hakikatini tağyir edemez.

BEŞİNCİ HATVESİ: Der:

“İrade-i Hilâfet, siyasetimin lehinde çıktı.”

Şu vesveseye karşı deriz:

Bir şahsın arzu-yu zâtîsi ve emr-i hususîsi başkadır, ümmet
namına emin olarak deruhte ettiği emanet-i Hilâfetten hasıl olan şahsiyet-i
maneviyenin iradesi bam başkadır. Bu irade bir akıldan çıkıp, bir kuvvete
istinad ederek, âlem-i İslâmın maslahatını takip eder. Aklı ise, şûrâ-yı
ümmettir; senin vesvesen değil. Kuvveti müsellâh ordusu, hür milletidir; senin
süngülerin değildir. Maslahat da muhitten merkeze nazar edip İslâm için faide-i
uzmâya tercih etmektir. Yoksa, aksine olarak merkezden muhite bakmakla âlem-i
İslâmı bu devlete, bu devleti de Anadolu’ya, Anadolu’yu da İstanbul’a,
İstanbul’u da hânedân-ı Saltanata tearuz vaktinde feda etmek gibi hodendişâne
fikir ve irade, değil Vahdeddin gibi mütedeyyin bir zat, hattâ en fâcir bir adam
da, yalnız ism-i Hilâfeti taşıdığı için ihtiyarıyla etmez. Demek, mükrehtir. O
halde ona itaat, adem-i itaattir.

ALTINCI HATVESİ: Der ki:

“Bana karşı mukavemetiniz beyhudedir. Müttefikiniz beraberken
yapamadığınız şeyi şimdi nasıl yapacaksınız?”

Şu vesveseye karşı deriz:

En ziyade hile ve fitne kuvvetiyle ayakta duran azametli
kuvvetin bizi ye’se düşürmüyor.

Evvela: Hile ve fitne, perde altında kaldıkça tesir eder. Zâhire
çıkmakla iflâs eder, kuvveti söner. Perde öyle yırtılmış ki, senin yalan, hile,
fitnen hezeyana, maskaralığa inkılâp edip akim kalıyor. Bu defaki Anadolu’ya
karşı …… gibi…

Saniyen: O kof kuvvetin yüzde doksanı sana karşı itilâf kabul
etmez. Muhâsım bir cereyan, atâlete mahkûm ediyor. Fazla kalan kuvvetinle dert
ve dermanda müşterek olan âlem-i İslâmı susturacak, depretmeyecek derecede
eskisi gibi bir istibdat altında tutmaya ihtimal versen, şeytan iken eşeğin
eşeği olursun!*

Salisen: Madem ki öldürüyorsun. Ölmek iki suretledir:

Birinci suret: Senin ayağına düşmek, teslim olmak suretinde
ruhumuzu, vicdanımızı elleri-mizle öldürmek, cesedi de güya ruhumuza kısa-sen
sana telef ettirmektir.

İkinci suret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla ruh
ve kalbimiz sağ kalır, ceset de şehit olur. Akide faziletimiz tahkir edilmez;
İslâmiyetin izzetiyle istihza edilmez.

Elhasıl: İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder.
Cebrail, şeytan ile barışamaz.

Siyasetimizde en acınacak, en ebleh bir akıl varsa, o da
öylelerin aklıdır ki, …… milletinin ihtiras ve menfaatini, İslâmiyetin menfaat
ve izzetiyle kabil-i tevfik görüyor. Burada en sefil ve en ahmak kalb, öylelerin
kalbidir ki, hayatı onun himayeti altında kabul eder. Hayatımızı onun himayeti
altında kàbil görüyor. Çünkü, öyle bir şarta hayatımızı tâlik ediyor ki, muhal
ender muhaldir.

Der: “Yaşayınız. Fakat bir tek adam bana hıyâ-net etse yakarım,
yıkarım!”

Şayet bir adam hakka sadakat namına onun kâfirane zulmüne karşı
hıyânet etse, Ayasofya’ya iltica etse, milyarlara değer o mukaddes binayı harap
eder. Veyahut, bir köyde ona bir hain bulunsa, çoluk çocuğuyla mahvetmek, veya
bir cemaatte ona muzır biri varsa cemaati ifnâ etmek, her vakit kendinde
selâhiyet görüyor. Lânet o medeniyete ki, ona o salâhiyeti vermiş! Acaba, bütün
millet bir kalbde—hem münafık, hançer-i zulmünden mütelezziz olacak ahmak bir
kalbde—ittifakından daha muhal ne var?

Şeytan gibi hasis hisleri, fena ahlâkları teşci ve himaye eder,
iyi hisleri söndürür. Hem insanî, İslâmî hayatı men etmekle beraber, muvakkat
hayvanî bir hayatı, iki genc-i mücehhez pençeli; ekseriyeti kazanmak için,
imhayı esas program yapmış, iki kelbi iki ciğerimize musallat ederek bizi
silâhtan tecrit ediyor. İşte onun himayeti, işte hayatımız!

O hasım, gösterdiği kin ve husumet harpten neş’et etme değildir.
Harpten olsaydı, tabiî mağlûbiyetimizle sairlerin husumeti gibi sükûnet bulurdu.
Hem hasmın, uzakta çirkin yüzündeki riyakârane çizgileri güzel zannedilirdi.
Yakında görenler, inşaallah daha aldanmaz.

Korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında
iken şefkat-ı cinsiye sebebiyle camusa saldırır. İşte dehşetli bir cesaret…

Hem darb-ı mesel olmuş: “Keçi kurttan havfı, ıztırar vaktinde
mukavemete inkılâp eder. Boynuzu ile kurdun karnını deldiği vâkidir. İşte harika
bir şecaat…

Fıtrî meyelân mukavemetsûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir
gülle içinde atılsa, kışta soğuğa maruz bırakılsa, meyl-i inbisat demiri
parçalar.

Evet, şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ıztırarî şecaati
gibi, fıtrî bir heyecan demir güllede su gibi, zulmün burudetli husumet-i
kâfirânesine maruz kaldıkça herşeyi parçalar. Rus mojikleri buna şahittir.

Bununla beraber, imanın mahiyetindeki hârikulade şehâmet,
izzet-i İslâmiyetin tabiatındaki âlem-pesend şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin
intibahıyla her vakit mucizeleri gösterebilir.

Sünühat, s. 97-106.

Yirmi sene evvel tabedilen Sü-nuhat risalesinde, hakikatli bir
rüyada, âlem-i İslamın mukadderatını meşveret eden ruhani bir meclis tarafından
bu asrın hesabına Eski Said’den sordukları suale karşı verdiği cevabın bir
parçası şimdilik tezahür etmiştir. O zaman, o manevi meclis demiş ki: “Bu Alman
mağlubiyetiyle ne-ticelenen bu harpte, Osmanlı Devletinin mağlubiyetinin hikmeti
nedir?”

Cevaben Eski Said demiş ki: “Eğer galip olsaydık, medeniyet
hatırı için çok mukaddesatı feda edecektik. Nasıl ki yedi sene sonra edildi. Ve
medeniyet namıyla âlem-i İslam, hususan Haremeyn-i Şerifeyn gibi mevâki-i
mübarekeye, Anadolu’da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik
edilecekti. inayet-i İlahiyeyle onların muhafazası için kader mağlubiyetimize
fetva verdi.”

Aynen bu cevaptan yirmi sene sonra, yine gecede, “Bîtaraf kalıp,
giden mülkünü geri almakla beraber, Mısır ve Hind’i de kurtararak, bizimle
ittihata getirmek, siyaset-i âlemce en büyük muzafferiyet kazanmak varken,
şüpheli, dağdağalı, faydasız bir düşmana (İngiliz) taraftarlık göstermekle
muzaaf bir surette ve zararlı bir yolu tercih etmek, böyle zeki, belki dâhi
insanların nazarında saklı kalmasının hikmeti nedir?” diye sual benden oldu.

Gelen cevap, manevi cânipten geldi. Bana denildi ki: “Sen, yirmi
sene evvel manevi suale verdiğin cevap, senin bu sualine aynı cevaptır. Yani,
eğer galip tarafı iltizam edilseydi, yine mimsiz medeniyet namına galibâne
mümanaat görmeyecek bir tarzda, bu rejimi âlem-i İslama, mevki-i mübarekeye
teşmil ve tatbik edilecekti. Üç yüz elli milyon İslamın selameti için bu zahir
yanlışı görmediler, kör gibi hareket ettiler.”

Kastamonu Lahikası, s. 19.

Hakikatli Bir Lâtife

Sultan Süleyman Kanunî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul’a
getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi ona demiş: “Hilâf-ı şeriat
kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki, o
getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temiz-leyemez.”

Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 143.

YEDİNCİ RİCA

Bir zaman, ihtiyarlığın başlangıcında, Eski Said’in gülmeleri
Yeni Said’in ağlamalarına inkılâp ettiği hengâmda, Ankara’daki ehl-i dünya beni
Eski Said zannedip oraya istediler, gittim. Güz mevsiminin âhirlerinde
Ankara’nın benden çok ziyade ihtiyarlanmış, yıpranmış, eskimiş kalesinin başına
çıktım. O kale, tahaccür etmiş hâdisât-ı tarihiye suretinde bana göründü.
Senenin ihtiyarlık mevsimiyle benim ihtiyarlığım, kalenin ihtiyarlığı, beşerin
ihtiyarlığı, şanlı Osmanlı Devletinin ihtiyarlığı ve Hilâfet Saltanatının vefatı
ve dünyanın ihtiyarlığı, bana gayet hazîn ve rikkatli ve firkatli bir hâlet
içinde, o yüksek kalede geçmiş zamanın derelerine ve gelecek zamanın dağlarına
baktırdı ve baktım. Birbiri içinde beni ihata eden dört beş ihtiyarlık
karanlıkları içinde, Ankara’da en kara bir hâlet-i ruhiye hissettiğimden,Haşiye21
bir nur, bir teselli, bir rica aradım.

Lem’alar, s. 229.

Evet, o vaziyetim o vakit beni nasıl ağlattırmış; on senedir
hayalim o vaziyete uğradıkça yine ağlıyor. Evet, binler sene yaşamış o ihtiyar
kalenin başındaki menzillerin harap olması ve onun altındaki şehrin sekiz sene
zarfında sekiz yüz sene kadar ihtiyarlanması ve kale altındaki gayet hayattar ve
mecma-i ahbap olan medresemin vefatı, umum Osmanlı Devletinde bütün medreselerin
vefatını gösteren cenazesinin mânevî azametine işareten, koca Van Kalesinin
yekpare taşı ona bir mezar taşı olmuş. Adeta o medresedeki, sekiz sene evvel
benimle beraber bulunan merhum talebelerim, kabirlerinde benimle beraber
ağlıyorlar. Belki o kasabanın harabe duvarları, dağılmış taşları benimle beraber
ağlıyorlar. Ve onları ağlıyor gibi gördüm.

Lem’alar, s. 249.

Eski Said bir hiss-i kable’l-vukû ile, iki acîb hâdiseyi
hissetmiş; fakat, rüyâ-i sâdıka gibi, tâbire muhtaçmış.

Nasıl bir kırmızı perde ile beyaz veya siyah birşeye bakılırsa,
kırmızı görünür; o da siyâset-i İslâmiye perdesiyle o hakîkate bakmış.
Hakî-katin sûreti bir derece şeklini değiştirmiş. O hâzır büyük velî dahi o
yanlışını görüp, o cihette şiddetle îtiraz etmiş. İşte o hakîkat iki kısımdır.

Birincisi: “Bu Osmanlı ülkesinde büyük bir parlak nur çıkacak”;
hattâ, hürriyetten evvel pekçok defa talebelere tesellî vermek için, “Bir nur
çıkacak, gördüğümüz bütün fenalıklara karşı bu vatana saadet temin edecek”
diyordu. İşte kırk sene sonra Risâle-i Nur o hakîkati kör gözlere dahi gösterdi.

İşte, Nûrun zâhiren kemiyeten dar cihetine bakmayarak, hakîkat
cihetinde keyfiyeten geniş ve fevkalâde menfaatini hissetmesi sûretiyle, hem de
siyâset nazarıyla bütün memleket-i Osmâniyede olacak gibi ifâde etmiş. O büyük
velî, onun dar daireyi geniş tasavvurundan, ona îtiraz etmiş. Hem o zât haklı,
hem Eski Said bir derece haklıdır. Çünkü, Risâle-i Nur îmânı kurtarması
cihetiyle, o dar dairesi, mâdem hayat-ı bâkiye ve ebediyeyi îmanla kurtarıyor;
bir milyon talebesi bir milyar hükmündedir. Yani, bir milyon değil, belki bin
insanın hayat-ı ebediyesini temine çalışmak, bir milyar insanın hayat-ı fâniye-i
dünyeviye ve medeniyetine çalışmaktan daha kıymettar ve mânen daha geniş olması,
Eski Said’in o rüyâ-i sâdıka gibi olan hiss-i kable’1-vukû ile, o dar daireyi
bütün Osmanlı memleketini ihâta edeceğini görmüş. Belki, inşaallah, o görüş yüz
sene sonra nurların ektiği tohumların sünbüllenmesi ile, aynen o geniş daire,
nur dairesi olacak, onun yanlış tâbirini sahîh gösterecek.

İkinci Hakîkat: Kırk sene evvel Eski Said bu matbû
kitâbetlerinde, İşârâtü’l-İ’câz’ın baştaki İfâde-i Merâmında ve sâir eserlerinde
musırrâne ve mükerreren talebelerine diyordu ki:

“Hem maddî, hem mânevî büyük bir zelzele-i içtimâî ve beşerî
olacak. Benim dünya terki ile inzivâmı ve mücerred kalmamı gıpta edecekler”
diyordu. Hattâ, hürriyetin birinci senesinde, İstanbul’da, Câmiü’l-Ezher’in
Reis-i Ulemâsı olan Şeyh Bâhid Hazretleri (r.aleyh) İstanbul’da Eski Said’e
sordu:

Said cevaben demiş:

Yani, “Osmanlı hükûmetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa
hakkında fikrin nedir?”

O vakit Eski Said demiş:

“Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hâmiledir. Avrupa gibi bir hükûmeti
doğuracak. Avrupa da İslâmiyete hâmiledir; o da bir İslâm devleti doğuracak,”
Şeyh Bâhid’e söylemiş.

O allâme zât demiş:

“Ben de tasdik ediyorum.” Beraberinde gelen hocalara dedi: “Ben,
bununla münâzara edip galebe edemem.”

Birinci tevellüdü gözümüzle gördük. Bir çeyrek asır, Avrupa’dan
daha dinden uzak… İkinci tevellüd de inşaallah yirmi otuz sene sonra çıkacak.
Çok emârelerle hem şarkta, hem garbda Avrupa içinde bir İslâm devleti çıkacak.

Üçüncü Hakîkat: Hem Eski Said, hem Yeni Said; hem maddî, hem
mânevî büyük bir hâdise, büyük ve dehşetli ve tahribatçı bir zelzele-i beşeriye,
Osmanlı memleketinde olacak diye hiss-i kable’1-vukû ile, Eski Said, mükerrer ve
musırrâne haber veriyordu. Halbuki, o his ile nur meselesinin aksi ile gâyet
geniş daireyi dar görmüş. Zaman, onu İkinci Harb-i Umûmi ile tam tasdik ettiği
halde, onun o çok geniş daireyi Osmanlı memleketinde gördüğünü şöyle tâbir
ediyor ki:

İkinci Harb-i Umûmi, beşere ettiği tahribât-ı azîme, gerçi çok
geniştir; fakat, hayat-ı dünyeviyeye ve bekasız medeniyete baktığı cihetinde,
Osmanlıdaki tahribâta nisbeten dardır. Osmanlıdaki mânevî zelzele hayat-ı
ebediye ve saadet-i bâkiyenin zararına bir tahribat ve bir zelzele-i mâneviye-i
İslâmiye, mânen o İkinci Harb-i Umûmiden daha dehşetli olmasından, eski Said’in
o sehvini tashih ediyor ve rüyâ-i sâdıkasını tam tâbir ediyor ve o hiss-i
kable’1-vukuunu gözlere gösteriyor. Ve o mûteriz ehl-i velâyeti zâhiren haklı,
fakat hakîkaten Eski Said’in o hissi daha haklı olduğunu ispatla, o velî zâtın
îtirazını tam reddediyor.

Said Nursî

***

Bir muallim kardaşımız, Sultan Hamid’in hakkında Üstâdımızın
Hürriyet başında söylediği nutuklarda, Sultan Hamid’e hücum etmiş ve o kıymettar
padişahın kıymetini takdir etmemiş gibi bir şüphe gelmiş.

Elcevap: Biz Üstâdımızdan aldığımız hakîkat-i hal ile cevap
veriyoruz.

Evvelâ: Üstâdımızın bütün hayatındaki birinci düsturu, Kur’ân-ı
Hakîmin bir kânun-u esâsîsidir ki: “Bir adamın cinâyetiyle başkası mesul olamaz”
kâide-i Kur’âniyesi ile, “O padişahın zamanındaki hükûmetin hatâları ona
verilmez” diye dâimâ hayatında ona hüsn-ü zan etmiş, onun bâzı zaman
mecburiyetle ettiği kusurları da, onun muârızlarına karşı da tevile çalışmış.

Saniyen: Üstâdımız, Hürriyetin başında bütün kuvvetiyle şeriat
dairesindeki hürriyet-i şer’iyeyi senâ etmiş, nutukları ile halkları o hürrıyete
dâvet etmiş ve hürriyet-i şer’iyeye muhâlif olanlara demiş ki:

“Eğer şeriat dairesinde olmazsa, istibdat nâmını verdiğiniz, bir
şahsın mecburî, cüz’î ve hafif istibdâdı, pek şiddetli bir istibdâd-ı küllî olup
inkısam edecek. Herkes, bir nevî müstebit olur. İstibdâd-ı mutlak çıkar. Binler
istibdad hükmüne dönecek, yani, hürriyet ölecek, bir istibdâd-ı mutlak çıkacak.”

Hattâ, bu meselede Üstâdımız, îdam için kurulan Dîvân-ı Harb-i
Örfî’de demiş ki: “Eğer meşrûtiyet, İttihatçıların istibdâdından ibâret ise veya
hilâf-ı Şeriat hareket ise, bütün dünya şâhit olsun ki, ben mürteciyim.”

Sâlisen: Üstâdımız, o zamanda bir hiss-i kable’1-vukû nevinde
şimdiki âlem-i İslâmın ecnebî istibdâdından kurtulması ve bir Cemâhir-i
Müttefika-i İslâmiye tarzında tezâhüre başlamasını tasavvur etmiş, ümit etmiş,
hissetmiş ve bütün kuvvetiyle bağırmış, hürriyet-i şer’iyeyi takdir etmiş. O
zamanki hutbelerinde demiş ki: “Hürriyet, terbiye-i İslâmiye ile olmazsa,
ölecek; bir istibdâd-ı mutlak, yerine çıkacak.”

Râbian: Üstâdımızdan hem işitmiş, hem hâlinden anlamışız ki,
ecnebîlerin şiddetli desîse ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve kanaat;
husûsan âlem-i İslâmın kısm-ı âzamının halîfesi olmak; hem, bîçare vilâyât-ı
Şarkiyenin.bedevî aşâirini Hamidiye Alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye
ve medeniyeye onları sevk etmesi, Hamidiye Camiinde her Cuma günü bulunması,
şeâir-i İslâmiyeye elden geldiği kadar mürâât etmesi, dâimâ Yıldız dairesinde
mânevî üstâdı kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi, çok hasenâtı için,
Üstâdımız, bütün hayatında onun padişahlar içinde bir nevî velî hükmüne
geçtiğini kanaat etmişti.

Muhsin-Ziyâ, 1953, Fatih/İstanbul

Münazarat, s. 144-151.

Rivayette var ki, “Ümmetim istikametle gitse, ona bir gün var.”
Yani,

âyetinin sırrıyla, bin sene hâkimâne ve mükemmel yaşayacak. Eğer istikamette
gitmezse, ona yarım gün var. Yani, ancak beş yüz sene kadar hâkimiyeti ve
galibiyeti muhafaza eder.

Allahu a’lem, bu rivâyet kıyametten haber vermek değil, belki
İslâmiyetin galibâne hâkimiyetinden ve hilâfetin saltanatından bahseder ki,
ayn-ı hakikat ve bir mucize-i gaybiye olarak aynen öyle çıkmış. Çünkü hilâfet-i
Abbâsiyenin âhirinde, onun ehl-i siyaseti istikameti kaybettiği için, beş yüz
sene kadar yaşamış. Fakat ümmetin heyet-i mecmuası ise, istikameti
kaybetmediğinden, hilâfet-i Osmaniye imdada gelip bin üç yüz sene kadar
hâkimiyeti devam ettirmiş. Sonra Osmanlı siyasiyyunları dahi istikameti muhafaza
edemediğinden, o da ancak (hilâfetle) beş yüz sene yaşayabilmiş. Bu hadîsin
mucizâne ihbarını, hilâfet-i Osmâniye kendi vefatıyla tasdik etmiş. Bu hadisi
başka risalelerde dahi bahsettiğimizden burada kısa kesiyoruz.

Şualar, s. 509.

Sûre-i İbrahim’in başında

âyetidir. Şu âyetin dört beş cümlesinde dört beş îma var. Mecmuu bir işaret
hükmüne geçer.

Birincisi:

cümlesi ifade eder ki: “Kitab-ı Mübîn vasıtasıyla, on dördüncü asır-daki
zulümattan, insanlar biiznillâh Kur’ân’dan gelen bir nura çıkarlar.” Bu meâl ve
hususan nur lâfzı, Resâili’n-Nur’a mutabık olduğu gibi, ma-kam-ı cifrîsi
şeddeli, “nûn” iki “nûn” olmak üzere 1338 veya 9 ederek, harb-i umumî
zulümatında telif edilen Resâili’n-Nur’un fâtihası olan İşârâtü’l-İ’câz tefsiri,
o zulmetler içindeki zuhuru tarihine tam tamına tevafuku ve âyetteki nur
kelimesi, Risale-i Nur’daki Nur lâfzına îma ile bakıyor.

İkincisi:

cümlesi evvelki cümledeki Nuru târif ederek der: O nur Cenâb-ı Hakkın izzet ve
mahmudiyetini gösteren yoldur. Bu cümlenin makam-ı ebcedîsi 548 veya 50 olarak,
Resâili’n-Nur’un şeddeli “nûn”, bir “nûn” olmak üzere adedi olan 548’e tam
tamına tevafuk eder. Eğer okunmayan iki elif sayılsa, mertebesine işaret eden
iki farkla yine tam tamına tevafuk eder. Bu îmayı teyid eden, hem
letafetlendiren bir münasebet var. Şöyle ki:

Alem-i İslâm için en dehşetli asır, altıncı asır ile Hülâgû
fitnesi ve on üçüncü asrın âhiri ve on dördüncü asır ile Harb-i Umumî fitneleri
ve neti-celeri olduğu münasebetiyle, bu cümle makam-ı ebcedî ile altıncı asra ve
evvelki cümle gibi

kelimeleri ile bu asra, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine îma
eder.

Hem, sabık âyetlerde ise, Resâili’n-Nur’un ikinci ismine
tevafukla işaret eden umum o âyetler, dehşetli asır olan Hülâgû ve Cengiz asrına
dahi îma ederler. Hattâ o âyetlerin hem o asra, hem bu asra îmaları içindir ki,
Hazret-i Ali (r.a.) Ercûze’sinde ve Gavs-ı âzam (r.a.) Kasîde’sinde
Resâili’n-Nur’a kerametkârâne işaret ettikleri vakit hem o asra, hem şu asra
bakıp hiddetle işaret etmişler.

Üçüncüsü:

kelimesindeki
’ın
adedi 1372 ederek bu asrın zulümleri, zulmetleri ne vakte kadar devam edeceğini,
o zulmetlerin içinde bir nur daima tenvire çalışacağını îma ile Risale-i Nur’un
tenvirine remzen bakar.

Dördüncüsü:

cümlesi diyor ki: “1345’te Kur’ân’dan gelen bir nur ile insanlar ka-ranlıklardan
ışıklara çıkarılacak.” Bu meâl ise, 1345’te fevkalâde tenvire başlayan
Resâili’n-Nur’a tam tamına cifirce, hem mealce muvafık ve mutabık olmakla,
Risale-i Nur’un makbuliyetine îma, belki remzediyor.

Beşincisi:
’deki

kelimesi Kur’ân’a has baktığı için hariç kalmak üzere,

cümlesinin makamı Risaletü’n-Nur’un birinci ismine tam tamına tevafuk etmesi,
Risaletü’n-Nur’un, Kitab-ı Münzelin tam bir tefsiri ve mânâsı olduğunu ve ondan
yabani olmadığını rem-zen ifade eder. Çünkü
382,
423,
144,
yekûnu 949; eğer tenvin nun sayılsa 999 ederek Risaletü’n-Nur’un (eğer şeddeli
“nûn”, bir “nûn” sayılsa) adedi olan 948 (eğer şeddeli “nûn”, iki “nûn” olsa)
998 sırlı, yani vahiy olmadığını ifade için birtek farkla tevafuk edip ona îma
eder.

Şualar, s. 620, 621.

Ebnâ-yı mâzi ile ebnâ-yı müstakbeli muva-zene etmektir. Hem de
mekâtib-i âliyede elif ve bâ okunmuyor. Mahiyet-i ilim bir dahi olsa, su-ret-i
tedrisi başkadır. Evet, mazi denilen mekteb-i hissiyatla, istikbal denilen
medrese-i efkâr bir tarzda değildir.

Evvelâ: “Ebnâ-yı mazi”den muradım, İslâmların gayrısından onuncu
asırdan evvel olan kurûn-u vusta ve ûlâdır. Amma millet-i İslâm, üç yüz seneye
kadar mümtaz ve serfiraz ve beş yüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemaldir.
Beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben “mazi” ile tabir ederim, ondan sonra
“müstakbel” derim.

Bundan sonra, mâlumdur ki, insanda müdeb-bir-i galip, ya akıl
veya basardır. Tâbir-i diğerle, ya efkâr veya hissiyattır. Veyahut ya haktır
veya kuvvettir. Veyahut ya hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya müyûlât-ı
kalbiyedir veya temayülât-ı akliyedir. Veyahut ya hevâ veya hüdâdır. Buna binaen
görüyoruz ki: Ebnâ-yı mazinin bir derece safî olan ahlâk ve halis olan
hissiyatları galebe çalarak gayr-ı münevver olan efkârlarını istihdam ederek
şahsiyat ve ihtilâfat meydanı aldı. Fakat ebnâ-yı müstakbelin bir derece
münevver olan efkârları, heves ve şehvetle muzlim olan hissiyatlarına galebe
ederek emrine musahhar eylediğinden, hukuk-u umumiyenin hükümferma olacağı
muhakkak oldu. İnsaniyet bir derece tecellî etti. Beşaret veriyor ki: Asıl
insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyet, sema-i müstakbelde ve Asya’nın cinanı üzerinde
bulutsuz güneş gibi pertev-efşan olacaktır.

Vakta ki mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve
meylü’t-tefevvuku tevlid eden hissiyat ve müyûlât ve kuvvet idi. O zamanın
ehlini irşad için iknaiyat-i hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve
müyûlâta tesir ettiren, müddeâyı müzeyyene ve şâşaalandırmak veyahut hâile veya
kuvve-i belâgatle hayale me’nus kılmak, burhanın yerini tutardı. Fakat bizi
onlara kıyas etmek, hareket-i ric’iye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir.
Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz; tasvir-i müddeâ ile aldanmayız.

Vakta ki, hâl sahrasında istikbal dağlarına daima yağmur veren
hakaik-i hikmetin maden-i tebahhuratı efkâr ve akıl ve hak ve hikmet
olduklarından ve yeni tevellüde başlayan meyl-i taharrî-i hakikat ve aşk-ı hak
ve menfaat-i umumiyeyi menfaat-i şahsiyeye tercih ve meyl-i insaniyetkârâneyi
intaç eyleyen berahin-i katıadan başka isbat-ı müddea birşeyle olmaz. Biz ehl-i
haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddeâ, zihnimizi işbâ’ etmiyor.
Bürhan isteriz.

Biraz da iki sultan hükmünde olan mazi ve istikbalin hasenat ve
seyyiatlarını zikredelim. Mazi ülkesinde ekseriyetle hükümfermâ kuvvet ve hevâ
ve tabiat ve müyûlât ve hissiyat olduğundan; seyyiatından biri, herbir
emirde—velev filcümle olsun—istibdad ve tahakküm vardı. Hem de meslek-i gayra
husumete, kendi mesleğine iltizam ve muhabbetten daha ziyade ihtimam olunurdu.
Hem de bir şahsa husumetin, başkasının muhabbeti suretinde tezahürü idi. Hem de
keşf-i hakikate mani olan iltizam ve taassup ve taraftarlığın müdahaleleri idi.

Hasıl-ı kelâm: Müyûlât muhtelife olduklarından, taraftarlık
hissi, herşeye parmak vurmakla ihtilâfatla ihtilâl çıkarıldığından, hakikat ise
kaçıp gizlenirdi.

Hem de istibdad-ı hissiyatın seyyielerinden-dir ki: Mesalik ve
mezahibi ikame edecek, gali-ben taassup veya tadlil-i gayr veya safsata idi.
Halbuki üçü de nazar-ı şeriatta mezmum ve uhuvvet-i İslâmiyeye ve nisbet-i
hemcinsiyeye ve teâvün-ü fıtrîye münafidir. Hattâ o derece oluyor, bunlardan
biri taassup ve safsatasını terk ederek nâsın icmâ ve tevatürünü tasdik ettiği
gibi, birden mezhep ve mesleğini tebdil etmeye muztar kalıyor. Halbuki, taassup
yerinde hak; ve safsata yerinde burhan; ve tadlil-i gayr yerinde tevfik ve
tatbik ve istişare ederse, dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini bir
parça tebdil edemez. Nasıl ki, zaman-ı saâdette ve Selef-i Salihîn zamanlarında
hükümfermâ hak ve burhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın
hükümleri olmazdı.

Kezalik görüyoruz ki: Fennin himmetiyle, zaman-ı halde filcümle,
inşaallah istikbalde bita-mamihî hükümfermâ, kuvvete bedel hak; ve saf-sataya
bedel burhan; ve tab’a bedel akıl; ve he-vâya bedel hüdâ; ve taassuba bedel
metanet; ve garaza bedel hamiyet; ve müyûlât-ı nefsaniyeye bedel temayülât-ı
ukul; ve hissiyata bedel efkâr olacaklardır—karn-ı evvel ve sanî ve salisteki
gibi ve beşinci karna kadar filcümle olduğu gibi. Beşinci asırdan şimdiye kadar
kuvvet hakkı mağlup eylemişti.

Muhakemat, s. 30-32.

Dipnotlar

Haşiye1 Evet, daha dehşetli bir istibdat ile, pek acı ve
zehirli bir esareti bize içirdiler.

Haşiye2 O yarının zamanı, on beş sene sonra yirmi sekiz
senedir müellifin sebeb-i hapsi olan Siracü’n-Nur’un âhirindeki bahse bakınız.
Tam o yarı cinayeti bileceksiniz.

Haşiye3 Kırk dört sene sonra söylemesi lâzım gelen sözleri,
o zaman söylemiş.

Haşiye4 Elhamdü lillâh, şimdi açılmaya başladı.

Haşiye5 Yine bak, maşaallah, hem Nurun Zülfikar ve
Hüccetullahi’l-Bâliğa gibi mecmualarını, hem Yemen, Mısır, Cezayir, Hind, Fas,
Kafkas, Fars ve Arap gibi İslâm milletlerini haber verir gibi şifreli bir
fıkradır.

Haşiye6 Lillâhilhamd, kırk beş sene sonra parça parça etmeye
başladı.

Haşiye7 Dehşetli ve hakikatlı bir sual.

Haşiye8 Eski Said, Nur’un parlak hâsiyetinden gelen kuvvetli
ümit ve tam teselli ile siyaseti İslâmiyete âlet yaparak hararetle hürriyete
çalışırken diğer bir hiss-i kablelvuku ile dehşetli ve lâdini bir istibdad-ı
mutlakın geleceğini bir hadis-i şerifin mânâsından anlayıp elli sene evvel haber
vermiş. Said’in tesellî haberlerini o istibdad-ı mutlak yirmi beş sene bilfiil
tekzib edeceğini hissetmiş ve otuz senedenberi “Euzu billahimineşşeytani
vessiyase” deyip siyaseti bırakmış. Yeni Said olmuştur.

Haşiye9 Ey memurlar, Eski Said’in kırk beş sene evvel
söylediği bu sözünden gücenmeyiniz.

Haşiye10 Demek kuvve-i mâneviyeleri kırılmamış.

Haşiye11 İstersen dikkat et. O zaman Ermeni meb’usu Vartakis
ve Hakkâri meb’usu Seyyid Molla Tâhir’e işaret eder.

Haşiye12 Türkler ve Kürtler şecâat fenninde allâme
olduklarından, ben sâil, onlar mucip olabilirler.

Haşiye13 Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı
Kur’ân ve imandır.

Haşiye14 Şu müselsel üslûptaki fıkralar, herbiri İslâmiyetin
bir şuâsına, bir hüsnüne, bir seciyesine, bir râbıtasına, bir temeline
işarettir.

Haşiye15 Şu sual, maalcevap ehemmiyetsizlik ile beraber,
cevapta bir iki nokta-i mühimme vardır.

(*) Namık Kemal’in 1908’de Mısır’da neşrolmuş “Rüya” adlı
makalesi.

Haşiye16 Adaletin tevziinde adalet olmazsa zulüm görünür.
Bir hatır için bin hatır kırılmaz. Şiddet ayrı, hamiyet ayrıdır. Bir hod-pesend
hakkı iltizam etse, çokları haksızlığa sevk eder, belki mecbur eder.

Haşiye17 Eski Said, hiss-i kablelvuku ile 1371’de, başta
Arap devletleri, âlem-i İslâm’ın ecnebî esaretinden ve istibdadından kurtulup
İslâmî devletler teşkil edecek-lerini, kırk beş sene evvel haber vermiş. İki
Harb-i Umumî ve 30-40 sene istibdad-ı mutlakı düşünmemiş. 1370’de olan vaziyeti
1327’de olacak gibi müjde vermiş, tehirinin sebebini nazara almamış.

Haşiye18 İşte, bu mezkûr dâvâya bir delil şudur ki: İki
dehşetli harb-i umumînin ve şiddetli bir istibdad-ı mutlakın zuhuruyla beraber,
bu dâvâya kırk beş sene sonra şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya gibi küçük
devletleri Kur’ân’ı mekteplerinde ders vermek ve kabul etmek ve komünistliğe,
dinsizliğe karşı set olmak için kabul etmeleri; ve İngilizin mühim hatiplerinin
bir kısmı Kur’ân’ı İngilize kabul ettirmeye taraftar çıkmaları; ve küre-i arzın
şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatle-rine
taraftar çıkması ve İslâmiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükûnet ve musalâha
bulacağına karar vermesi ve yeni doğan İslâm dev-letlerini okşaması ve teşvik
etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırk beş sene evvel olan bu müddeayı ispat
ediyor, kuvvetli bir şahit olur.

Haşiye19 Evet, Kur’ân’ın üstadiyetinden ve dersinin
işârâtından fehmediyoruz ki: Kur’ân, mu’cizat-ı enbiyayı zikretmesiyle, beşer,
istikbalde terakki edeceğini, o mucizatın nazireleri istikbalde terakki ile
vücuda gelece-ğini beşere ders verip teşvik ediyor:

“Haydi, çalış, bu mucizatın nümunelerini göster. Süleyman
Aleyhisselâm gibi iki aylık yolu bir günde git. İsâ Aleyhisselâm gibi en
dehşetli hastalığın tedavisine çalış. Hazret-i Mûsâ’nın asâsı gibi taştan ab-ı
hayatı çıkar, beşeri susuzluktan kurtar. İbrahim Aleyhisselâm gi-bi ateş seni
yakmayacak maddeleri bul, giy. Bazı enbi-yalar gibi şark ve garpta en uzak
sesleri işit, suretleri gör. Dâvud Aleyhisselâm gibi demiri hamur gibi yumuşat,
beşerin bütün san’atına medâr olmak için demiri balmumu gibi yap. Yusuf
Aleyhisselâm ve Nuh Aleyhisselâmın birer mucizesi olan saat ve gemiden nasıl çok
isti-fade ediyorsunuz. Öyle de, sair enbiyanın size ders verdiği mucizelerden
dahi o saat ve sefine gibi istifade ediniz, taklitlerini yapınız.”

İşte, buna kıyasen, Kur’ân her cihetle beşeri, maddî, mânevî
terakkiyata sevk etmek için ders veriyor, üstad-ı küll olduğunu ispat ediyor.

Haşiye20 Ey kardeşle-rim! Kırk beş sene evvel Eski Said’in
bu dersinden anlaşılıyor ki, o Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade
alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki, o, dini siyasete âlet veya vesile
yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ, belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet
ediyormuş. Ve derdi ki: “Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim.” Evet,
o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti
dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün
kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikine bir hizmetkâr, bir âlet yapmaya
çalışmış.

Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların
Garplılaşmak bahanesiyle siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım
dindar ehl-i siyaset, dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeye ça-lışmışlardı.
İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tabi olamaz. Ve âlet yapmak,
İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ, Eski Said o
çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki:

Bir sâlih âlim, kendi fikr-i siyasisine muvafık bir münâfıkı hararetle senâ etti
ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik etti.

Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın.
Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa lânet edeceksin.”

Bunun için, Eski Said “Euzubillahimineşşeytani vessiyase” dedi. Ve otuz beş
seneden beri siyaseti terk etti.*
Said Nursî

*Siyaseti Yeni Said bütün bütün terk ettiği için
bakmadığından, Esk Said’in siyasete temas eden Hutbe-i Şamiye dersinin (onun
yerine) tercümesi yazıldı.

Haşiyenin Haşiyesi Hem Üstadımızın yirmi yedi senelik hayatı
ve yüz otuz parça kitabı ve mektupları, üç mahkeme** ve hükûmet memurları
tarafından tam tetkik edildiği ve aleyhinde çalışan zâlim mürted ve münafıklara
karşı mecbur da olduğu halde, hattâ idamı için gizli emir ve-rildiği halde, dini
siyasete âlet ettiğine dair en ufak bir emâre bulamamaları, dini siyasete âlet
etmediğini kat’î ispat ediyor. Ve hayatını yakından tanıyan biz Nur şakirtleri
ise, bu fevkalâde hale karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nur dairesindeki
hakikî ihlâsa bir delil saymaktayız.
Nur şakirtleri

** Şimdi yüz mahkeme.

* Hey ekpekü’l-küpekâ! Köpekten tekepküp etmiş köpek!

Haşiye21 O zaman bu hâlet-i ruhiye Fârisî bir münâcat
suretinde kalbe geldi, yazdım. Ankara’da Hubab risalesinde tab edilmiştir.