“Power corrupts, absolute power corrupts
absolutely”*

—Lord Acton

Genel bir kavram olarak, sistemin kendisi, işleyişi ve genel
özellikleri hakkında ülkemizde yapılagelen farklı yorum ve eleştiriler had
safhadadır. Gerek sistemin kendine has iç yapısına, gerekse mevcut sistemin
ürünü olan farklı uygulama ve çözümlerin yetersizliğine dair pek çok argüman,
popüler siyasi deneme yazılarından tutun, teorik makalelere ve değerlendirmelere
kadar pek çok çalışmanın gözde konusu olagelmiştir. Hele hele, sistemin zatında,
en önemli problemin genel bir organik yapı içinde kısmi süreçlerin bütünleşme
problemi olduğu1 göz önüne alınacak olursa, ülkede mevcut ayrı ayrı
bütün problemlerin, genel bir sistem bozukluğuna ve eksikliğine maledilmesi
olağan bir hale gelmiş; herhangi bir problemden bahis açarken problemin sebebi
ve çözülememesi ilk etapta sistem referanslı argümanlarla ifade edilmeye
başlamıştır.

Makalemizde asıl konu, mevcut bozuklukların mahiyeti veya
çözümlerinden ziyade, sistem mantığı ve belli sistem teorileri çerçevesinde,
güncel bazı veriler temel alınarak teorik bazı yaklaşımlarda bulunmak olacaktır.
Yani, sistem işlemiyor veya sistem bozuk derken, çözüm şudur, şu konular şöyle
halledilmelidir demek yerine, sistemlerin genel mantığı ve bazı sistem
teorisyenlerin yaklaşımlarından hareketle, belli değerlendirmelerden sonra “iyi
bir sistem nasıl olmamalıdır” tarzında bir çeşit olmayana ergi metoduyla, belli
kıyaslamalar yapmak ve bunlardan çıkacak sonuçları destekler mahiyette kendimce
önemli gördüğüm birkaç örnek üzerinde bazı değerlendirmelerde bulunmak
yaklaşımımın temel hareket noktasını teşkil edecektir.

Sistemin Tanımı ve Özellikleri

Bir sistemi anlamanın bütünlerin yapısını anlamak2
olduğundan ve sistemin de bütünleri ele almada kullanılan mantıksal bir
sınıflandırma olduğundan,3 çoğu durumda herhangi bir sosyal sistemde
ortaya çıkan her türlü problem “genel bir sistem”e atıfta bulunarak açıklanmaya
çalışılmaktadır. Yani ayrı ayrı konulardaki eksiklik veya tıkanmaların (eğitim,
sağlık gibi) sadece o konulara has sistem hatalarından (eğitim ve sağlık
sistemlerine has bozukluklar gibi) kaynaklandığını savunmanın yanında, bütün
bunların daha üst bir sisteme atfedilerek ve bunu da kısaca “sistem” diye
adlandırarak eleştirilerde bulunmak genel bir davranış haline gelmiştir. Bütün
bu keşmekeş içinde asıl üzerinde durulması gereken noktanın, eksik, aksak veya
hatalı olarak adlandırılan sistemin ne olduğunu teorik bazda irdeleme, genel
tıkanma noktaları hakkında bazı çıkarımlarda bulunma ve yukarıda da daha önce
belirttiğim gibi iyi bir sistem nasıl olmamalı sorusuna cevap verme olduğunu
belirtmek gerekmektedir. Buradan hareket-le, ilk etapta sosyal sistemler ve
genel özellikleri hakkında bazı teorik tesbitlerde bulunmak ve bunları Türkiye
gerçekleriyle irtibatlandırmadan sonra, bu değerlendirmelerden çıkan sonuca göre
de belli çıkarımlarda bulunmak mümkün olacaktır.

Sistem, ayrı ayrı parçaların toplamından farklı bir şey ifade
eder. Sistem içi ilişkiler ayrı ayrı parçaların toplandığı bir yapıdaki
ilişkilerden farklıdır. Buradaki temel unsur sistemin bütüncül bir organizasyon
olmasıdır.4 Her türlü sistem için iç gerginlikleri halletme yolunda
atılacak en önemli adım dengenin (equilibrium) korunmasıdır.5
Herhangi bir sistem içinde daha küçük alt sistemler bulunabilir.6
Varolduğu ortam içinde her sistemin belli sınırları, bir iletişim ağı, girdi ve
çıktıları vardır.7 Sistemdeki bir öğe herhangi bir asli özelliğinden
dolayı sisteme katılmış değil, sistemdeki durumsal değeri yüzünden sisteme dahil
olmuştur.8 Yani belli sayıdaki parçalar bir bütünü oluşturduklarında,
parçalar bu bütünlüğe sahip oldukları asli özellikleri yüzünden katılmamışlar,
bunun yerine sistem içindeki yerleri ve işlevleri aracılığıyla belli bir
bağlantı içine girmişlerdir. Sistemlerin aksine, toplamlarda ise parçalar sahip
oldukları asli özellikleri yüzünden o toplam içinde bulunmaktadırlar. Toplamlar
rastgele ve gelişigüzel yapılandırılabilirken, sistemlerde ise organizas-yon,
düzenleme (arrangement) ve işlevsellik (functionality) esastır. Yani bütünler,
parçaların kümülatif toplamından farklıdır.9

Bu açıdan Türkiye örneğini değerlendirecek olursak ilginç
tesbitlerde bulunmak mümkündür. Türkiye’deki genel görünüm, bir sistemin
varlığını teyit etmekten daha ziyade, bir toplamın varlığını doğrular
niteliktedir. Sosyal aktörlerin yani kurum ve kişilerin sistem içine dahil
olmaları, sistemde işlerliği sürdürmekten ziyade, sahip oldukları asli
özellikleri sebebiyle mümkün olmaktadır. Yani ülkemizde aktörler sisteme onun
işlevsel bir parçası olarak değil, taşıdıkları asli özellikleri yüzünden dahil
olmaktadırlar. Bu sebepten, sistem hakkında ortaya atılan şikayetlerin çoğu bu
eksiklikten kaynaklanmaktadır.

Türkiye Örneği ve T. Parsons

Türkiye örneğinde T. Parsons’un sosyal sistemler hakkında
geliştirdiği aktör temelli teorisinin bazı kısımlarını temel inceleme aracı
olarak kullanmak yerinde olacaktır. Parsons, sistemin genelinden ziyade
aktör-sistem ilişkileri üzerinde durmaktadır. Parsons’a göre, aktörler sistem
içinde tatmin edilirlerse sistemin korunması ve işlerliğini sürdürmesi için daha
fazla çaba sarfedeceklerdir. Sistemin meşruiyetinin üyeler arasında karşılıklı
olarak kabul edilmesi, sistem içinde bir denge mekanizmasının oluşmasını sağlar.10
Günümüz Türkiye’sindeki meşruiyet krizleri ve bireylerin benmerkezciliğe
kayışları göz önüne alınacak olursa, sonuçtan sebebe doğru ters bir çıkarımda
bulunacak olursak, sistemin şu anki hali ile üyelerini tatmin etmekten uzak
olduğunu görürüz. Bu tatminsizlik de belli meşruiyet ve moralite krizlerine yol
açmakta, güvensizliğe ve bozulmalara ortam hazırlamaktadır.

Parsons, toplumu farklı sistemlerin iliş-kilerinden oluşan bir
iletişim ağı şeklinde değerlendirir. Yapısal değişkenlik bazında, sistem içi
sosyal hareketliliklerde üyelerin yüz yüze kalabilecekleri bazı temel ikilemler
vardır ve bunlar sistemin işlerliğini zedeler niteliktedir:

a) Genellik-özellik (universalism-parti-cularism) çelişkisi,

b) Atıf-kazanım (ascription-achievement) çelişkisi,

c) Ben merkezcilik-toplum merkezcilik (self orientation,
collectivity orientation) çelişkisi,

d) Duygusallık-duygusal tarafsızlık (affectivity- affective
neutrality) çelişkisi,

e) Özellik-yayılmışlık (specifity-diffuseness) çelişkisi.11

Bu çelişkileri Türkiye örneğinde yerine oturtmadan önce
sistemlerin işlemesi, ko-numlarını sürdürebilmeleri ve güçlükleri aşabilmeleri
için yerine getirilmesi gereken işlevsel dört ön şarttan da bahsetmek ve
konumuzu genel bağlamda kritiğe tabi tutmak gerekmektedir. Bunlar:

1) Kalıpların sürdürülmesi: (Pattern maintenance) Sistemin temel
değerlerinin, norm ve kalıplarının üretilme işinin güvence altına alınması.

2) Uyum: (Adaptation) Sistemin iç ve dış ortam ile belli
değişikliklere uyum sağlaması.

3) Hedeflere ulaşma: (Goal attainment) Önceden planlanan
hedeflere ulaşma kapasitesi.

4) Bütünleşme: (Integration) Farklı görevleri ve diğer alt
sistemleri uyumlu ve işler bir bütünlük içinde birleştirebilme.12

Bütün sosyal sistemler ve organizasyonlar belli sayıdaki
bireylerin kalıplaşmış aktivitelerinden oluşurlar. Bu aktiviteler ortaya ortak
bir ürün koyma açısından birbirini tamamlar veya birbirinden farklı
mahiyettedir. Tekrar edilmeleri, göreceli olarak sürekli olmaları ve zaman ve
mekanla sınırlı olmaları ortak özellikleridir.13 Parsons’un ortaya
koyduğu ikilemleri Türkiye açısından değerlendirmek ve ön şartların ne kadar
yerine getirildiğini belirlemek sisteme atfedilen genel problemlerin analiz
edilmelerini sağlayacak, sistemin genel yapısal ve mantıksal ikilemlerini ve
eksikliklerini anlamamızı kolaylaştıracaktır.

Fay Hatları veya Kırılma Noktaları

Parsons’un bahsettiği temel ikilemleri sistemin işlerlik
barometreleri, fay hatları veya kırılma noktaları14 olarak da
adlandırmak mümkündür. Genellik-özellik çelişkisine, kavramların şahıslarca
algılanışlarından, günlük hayata uygulanışlarına kadar pek çok sahada
karşılaşmak mümkündür. Evrensel değerleri üstün tutup evrensel bir mantıkla
hareket etmeyi hedeflerken, taraflı davranmaya kayma ihtimali de her zaman için
mevcuttur. Mesela uluslararası bazı sözleşmeler tarafından güvence altına alınan
genel ve evrensel insan hakları kurallarının bir kısmının anayasa ve bazı
kanunlarca kısıtlanması veya şartlı kabulü bu ikileme yerinde bir örnek teşkil
etmektedir. Bu ikilemden ve ortaya çıkardığı zararlı sonuçlardan kurtulmak için
de hikmeti kendinden menkul bir mantık(sızlık)la aslında sistem üyelerini
çelişkide bırakan, sistemin sürekliliğini tehdit eden bir anlayışın sürdürülmek
istenmesi apaçık bir tezat olmasının yanında çok ilgi çekici bir durumdur. Çete,
mafya, derin devlet gibi güncel fenomenlerden hareketle görülmektedir ki “halka
rağmen halk için” anlayışı, otoriter bir jakobenizimle15 birlikte
hikmet-i hükümet (raison d’etat) mantığını oluşturmaktadır. Bu bağlamda, bu
anlayışın bizim için hiç de yeni bir şey olmadığını hatırlatmak için konuya
tarihsel perspektiften bir gönderme ile İsmet İnönü’nün 1945’te TBMM’nin yeni
dönem açılış konuşmasında sarfettiği manidar sözlerini hatırlatmak da faydalı
olacaktır: “Demokrasinin her millet için müşterek prensipleri olduğu gibi, her
milletin karakterine ve kültürüne göre birçok özellikleri de vardır. Türk
milleti kendi bünyesine ve karakterine göre demokrasinin kendi için
özelliklerini bulmaya mecburdur.”16 Yani her ne kadar bazı temel
evrensel değerler olsa da biz onları kendimize uyacak bir şekilde yorumlayıp,
eleyip, yontup yakıştırabiliriz mantığı, vali Tandoğan’ın “Bu memlekete komünizm
de gelecekse, onu biz getiririz” sözü ve “İktidarı Hasolara Memolara mı
bırakacağız?” çıkışmalarının altında hep bu çelişkinin izleri yatmaktadır. Ne
yazık ki bugün de aynı çelişki daha vahim bir şekilde “28 Şubat”çılar ve onları
haklı çıkarmaya çalışanlarca da sürdürülmeye çalışılmaktadır. Bütün bu tablo da
genellik-özellik ikilemini derinleştirmenin yanında sistemin işlerliği açısından
da adeta bir fay/kırılma hattı halini almaktadır. Uzun dönemde bu çelişkinin
derinleşmesi sistemin kendini değişikliklere karşı adapte etmesini engellemekte,
planlanan hedeflere ulaşmasını geciktirmekte ve bütünleşmeye giden yolu
tıkamaktadır.

İkincisi ise (atıf-kazanım çelişkisi) sistemin işlerliğini
zedeleyen ve üyelerin gözünde sistemin meşruiyetini sarsan tehlikeli bir
çelişkidir. Basit devlet memurluğu imtihanlarındaki kayırma ve torpil
tartışmalarından tutun da, daha büyük çaplı yolsuzluklara ve atanmış-seçilmiş
tartışmalarına kadar Türkiye’de yağmalama-hak etme çelişkisinin en derin
şekliyle yaşandığı söylenebilir. Sistemin esas meselelerinin çözüme kavuşmaması
sonucunda ortaya çıkan tıkanıklıklar, bu ikilemi besleyen en önemli faktörler
arasında sayılabilirler. Sistemin aktörleri arasında karşılıklı menfaat esası
üzerine kurulu, yüz yüze ve şahsi nitelikli, formel otorite bağına dayanmayan
patronaj ilişkileri17 toplumsal planda çürümeye ve yozlaşmaya yol
açan önemli faktörlerden biri olmuştur.18 Sosyal, kültürel, ekonomik
toplumsal talepleri karşılayacak hizmetlerin yetersizliği, adalet mekanizması,
hukuk, demokratikleşme ve insan hakları konularında gelinen nokta ve siyasal
alanda çözülmeyi bekleyen, siyasi yolsuzluklar, moralite krizleri, siyasetin
toplumsal eksenden uzaklaşarak parti içi ve partiler arası çekişmelere kayması,
halkın siyasete ilgisizliği ve yabancılaşması, parti içi demokraside arızalar,
temsil gücünün azalması, istikrarsız koalisyon hükümetleri, problemlere çözüm
üretememe, kısa ve uzun vadeli vizyon ve planların olmayışı, değişimin hakkıyla
gerçekleştirilememesi… gibi problemler19 de uzun dönemde değer
erozyonlarına sebep olabilmekte ve tepkisiz ve umursamaz eğilimleri de
desteklemektedir. Böylece hakkıyla belli kazanımları elde edemeyeceğini anlayan
bireyler daha da içlerine çekilmekte, bencilleşmekte ve sistemde de meşruiyet
krizleri ortaya çıkmaktadır. Yani bireyler sistem ve değerleriyle
özdeşleşememekte, sisteme karşı yabancı-laşmakta ve ona birşeyler katmadan
sadece ondan faydalanmanın yollarını aramaya teşvik edilmektedirler. Bütün
bunlar da sistemin temel değerlerini zedelemekte, uyumu engellemekte, kısa ve
uzun vadeli hedefler önünde engel oluşturmanın yanında bütünleşmeyi önleyerek
toplumsal çözülmeyi hızlandırmaktadır.

Üçüncü çelişki ise bireyin çevresindeki duygusal uyarıcılara
karşı duyarlı olup olmaması ile ilgili bir durumdur. Bireyin sistemle olan
ilişkilerinde ve sistemi anlamlandırmasında önemli bir faktördür. Birey sistemle
ve diğer üyelerle çeşitli ilişkilere girdiğinde, bireyin farklı duygusal
uyarıcılara karşı takındığı tavır, sistemle ve diğer üyelerle olan ilişkilerini
de etkiler. Kurulan rasyonel ve formel ilişkiler arttıkça duygusal ve birincil
ilişkiler de azalır. Çeşitli yolsuzluklarda ve patronaj ilişkilerinde bu
çelişkinin izlerini görmek mümkündür. Sistem içi ilişkilerde rasyonel ve formel
olanlar yerine duygusal ve birincil olanlar arttıkça, karşılıklı menfaat esasına
dayanan ilişkiler, kayırmacılık, şahsi çıkar kollama ve her türlü patronaj
ilişkileri ile yolsuzluklar artacaktır.

Dördüncüde ise bireylerin karşılıklı sosyal ilişkilerinde ortaya
çıkabilecek çelişkiler toplanmıştır. Yaygın (diffuse) ve genel ilişkiler ile
(evlilik komşuluk gibi) özel ve yapısal (structured) ilişkiler arasında bazı
çelişkiler ortaya çıkabilmektedir. Yaygın ilişkilerin ağırlıkta olduğu toplumlar
geleneksel toplumlar sınıfına girerken, özel ilişkilerin ağırlıkta olduğu
toplumlar ise modern toplumlar olarak nitelendirilmektedir. Bu çelişki türünde
de üçüncü türde olduğu gibi yaygın ilişkiler artmakta ve resmiyetin yerini şahsi
bağlar doldurmaktadır.

Kötü Bir Sistemin Anatomik Yapısı

Konuyu kendi bağlamımızdan değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda
olmayana ergi metodundan hareketle iyi bir sistem nasıl olmamalıdır sorusunun
cevaplandırılması Türkiye’deki mevcut sistemde bulunan mantıksal uyumsuzluk ve
çelişkilerin belirlenmesini sağlamasının yanında, kötü bir sistemin de genel
anatomisini çizmiş olacaktır. Türkiye pratiğinden elde edilen sonuçlar ışığında,
aşağıda çıkarmış olduğumuz noktalar, ülkemizdeki durumu genel şekliyle
yansıtmasının yanında, iyi olmayan bir sistemin temel özelliklerinin açıklanması
şeklinde de kabul edilebilir:

1) Meşruiyet kaynağı olarak kutsallık: Devlet, toplumdaki en
büyük güç merkezidir ve genel bir tabirle söyleyecek olursak temel görevi
toplumu idare etmektir. Fakat devletin sahip olduğu güç tek başına bir meşruiyet
kaynağı/sebebi olamamakta, mevcut güce ilaveten o gücün kullanımının
yönetilenler nezdinde meşru kılınması gerekmektedir.20 Devletler
meşruiyet referanslarına göre çeşitli sınıflandırmalara tabi tutulabilirler.
Birinci gruba Toplum-üstü (Transandantal) Meşruiyet ve Kutsal Devlet kategorisi
dahil olurken; ikinci gruba da Toplumsal (Immanent) Meşruiyet ve Toplumsal
Enstrüman Devlet kategorisi girmektedir. Birinci gruptaki bir devletin meşruiyet
referansı devleti aşan, devletüstü bir mercidir ve devlet, meşruiyetini bizzat
kendisinden değil, bu merciden almakta ve kendisini bu üst mercinin idamesi ve
hayata geçirilmesi için bir araç konumunda görmektedir. Bu konuda verilebilecek
iki uç örnek din devletleri ile ideoloji devletleridir. Bunlar ayrı-kutsal
devletler kategorisine sokulabilirler. Sonuçta meşruiyet referansı toplum
olmayan her devlet beşerüstüdür ve kutsallaştırılmıştır. Birinci gruba yarı
kutsal devletlerin yanına meşruiyet referansı bizzat devletin kendisi olan tam
kutsal devlet şekilleri de ilave edilebilir.21 Tarihsel süreklilik
içinde konuyu Türkiye açısından değerlendirecek olursak, Osmanlı’dan sonra
kurulan yeni cumhuriyette hakim olan Kemalist devlet düşüncesiyle halk
egemenliği yerine özellikle milli egemenlik kavramının vurgulandığını ve böylece
devletin modernitenin rasyonel-egemen öznesi olarak tanımlandığını görürüz.
Böyle bir devlet, ne çıkar çatışmalarına hakemlik edecek liberal bir devlet, ne
de bir sınıf devletidir. Aksine topluma ve toplumsal ilişkilere belli bir yön
veren bu biçimi belli şekillerde yeniden üretmek için gerekli olan kurumsal ve
söylemsel pratikleri topluma empoze eden aktif bir öznedir.22
Cumhuriyetin ilanından günümüze kadar geçen süre içinde devlet yarı kutsallık
ile tam kutsallık arasında göreceli olarak sürekli gel-gitler içerisinde
olagelmiştir.

Hasılı, yıllardır tecrübe edegeldiğimiz ideolojik devlet,
varlığını devam ettirebilmek için kutsal devlet anlayışını destekleyici her
türlü politikayı kullanmakta, toplumla ilgili her türlü konuda gizli bir anayasa
gibi telakki edilen bu esası temel referans noktası alarak hareket etmektedir.
İdeolojik devlet bireylerin kendilerini özgürce ifade etmelerine, bireysel ve
toplumsal farklılaşmalara, insan haklarına izin vermez, bireyler ve gruplar
arasında i-nançlarına, dünya görüşlerine ve hayat tarz-larına göre ayırım yapar.23
Bu tablo evrensellik-yerellik çelişkisine de uyar mahiyettedir. Söylem
itibariyle gayet evrensel görünen dolgun laflar edilirken uygulamada tamamen
keyfilik söz konusu olmaktadır. Demokrasi vurguları yapılırken Türkiye’de
uygulanan yönetim tarzının demokratik olduğunu savunmak hiçbir şe-kilde mümkün
değildir. 28 Şubat mimarları ve bir kısım devletlû medyanın, tehdit altında
olduğunu feryat figan ilan ettikleri rejimin demokrasi olduğunu zannedegel-mekle
ne büyük bir yanılgı içinde olduğumuzu bilemezdik.24 Ama sağ olsunlar
zinde elit, rejim savunucuları ve apoletli medya bunu bize hemen
hatırlatıverdiler.

2) Kırılması mümkün olmayan bir itaat zinciri içinde farklı
fikir, çözüm ve anlayışlara karşı tahammülsüzlük. Kötü bir sistemin ikinci
özelliği de her türlü farklılık karşısında duyulan ürküntü ve
tahammül-süzlüktür. Pozitivizmin bir neticesi olarak kabul edilen sosyal
mühendislik Türk toplumunun rasyonel bir yeniden kuruluşu için reformist
elitlerin modeli haline gelmiştir.25 Sosyal mühendisliğin kesip
biçtiği mükemmel kalıp dışındakilerin belli bir kıymet taşıması da kör bir
ideolojik devlet ve otoriter jakobenizme saplananlar için mümkün olamamaktadır.
Şu an ülke-mizde fiili hayat ile yasal hayat arasında derin bir tezat vardır ve
bu, ciddi bir belir-sizliğe de sebep olmaktadır. Bundan dolayı, zinde güçler
aleni anayasaya dayanarak fiili hayattaki bazı pratikleri rahatça mahkum
edebilmektedir.26 Genel evrensel idealler ile Türkiye pratiği
arasında kayda değer bir benzerlik olmadığı gibi genel rejim biçimsel demokratik
görüntüler arkasına ustaca saklanmış bir oligarşi olmakla sosyal ve siyasal
aktörler arasında cereyan eden olaylar da birer müsamere tarzında arz-ı endam
etmektedir.27 Türkiye hızla evrensel ideallerden kopmakta ve durumu
telafi etmek için gösterdiği çabalar da işi daha da kötüleştirmektedir.

3) Tepeden şekillendirmeci yapı ve doğruların belirlenmesinde
tekelci anlayış: İdeolojik devletin totaliter bir yapıya dönüşmesinin önünde
fazla bir engel yoktur. İdeolojik devletin sosyopolitik modelinin adı
totaliterizm, felsefesi pozitivizm, yöntemi de kurucu akılcılıktır. (Kartezyen
rasyonalizm)28 Konu, tarihsel perspektiften ele alınacak olursa
görülecektir ki, Jön Türklerden başlayarak A. Comte’un pozitivizmi tarafından
şekillenen laik bir tarih vizyonu ilerici Türk eliti için reform konusunda
müracaat edilecek çerçeveyi oluşturmuş,29 modernleşme batılılaşma ile
aynı tutulmuş ve tepeden inmeci bir hal almıştır.30 Buna göre, toplum
gönüllü ve bireysel ve grupsal etkinliklerden meydana gelen dolaylı ve dolaysız
sonuçların kendi-liğinden oluşturduğu bir düzen değil, bi-linçli bir irade
tarafından tasarlanıp düzenlenmiş ve şekillendirilmiş akli bir kurgu ve yapıdır.31
Akli kurgular da her zaman için yeniden tasarlanıp şekillendirilebilirler. Bunu
yaparken de jakoben bir üslupla konuya yaklaşılacak olursa, toplumun nasıl
şekilleneceğini yine topluma sormak anlamsızdır; zira, halk daha iyisini
bilmediği ve ona ulaşamadığı için kötü durumdadır. Toplum her an için değişime
karşı istekli ve hazır olmayabilir, aynı zamanda şekillendirici elitin
arzuladığı hızda dönüştürülemeyebilir. İşte bu tür anlayışlar totaliter
eğilimlere kapı açmaktadır. Bozuk bir sistem böylece işlevsel dört şarttan biri
olan temel kalıpların sürdürülmesini de kendi açısından gerçekleştirmiş olur.

4) Potansiyel tehlikeleri bertaraf etmek için sistem belli
savunma mekanizmaları geliştirme: İlk etapta biz-onlar şeklinde grup
oryantasyonlu bir sınıflandırma yapılır. Sistem ideolojik olduğundan resmi
ideolojiyi benimsemeyen kısım, tabii olarak öteki olmakta ve sistemin işleyişine
müdahale etmek ve ortak olmak istemesi veya buna teşebbüs etmesi, durum böyle
olmamakla beraber, “oyunun kurallarına uymayan oyuncunun kırmızı kartla dışarı
atılması”na benzer bir mantıkla hemen reddedilmektedir. Zinde elitin 1950
seçimlerini rejimin ve ideolojinin sulandırılmasında önemli bir faktör olarak
zikretmesi bu açıdan dikkate şayandır.

Sistemin meşruiyetini pekiştirmede kullanılacak her türlü araç
tehlike anlarında birer savunma mekanizmasına dönüştürülebilir. Medya bu meyanda
önemli bir araçtır. Medyanın yanında devlet sübvanseli elit, tüccar, sivil ve
siyasal parti ve gruplar da bu cümleden sayılabilirler. Her türlü siyasi ve
ekonomik rant kollamacılığı ve patronaj ilişkileri de kötü bir sistem için
mevcut yapıyı sürdürmede ve tehlikelere karşı savunma mekanizması kurmada en
etkili araçlardandır. Belli problemlerin çözümünde yasal kurumların çok yavaş
işlemesi, sistemin işlerliğini kaybetmesi ve bozulma sonucunda sistemle ortak
(mutual) yaşayan harici yapılar ortaya çıkmıştır. (çete, mafya gibi) Taleplerin
sistemce karşılanamaması veya sadece belli bir gruba tahsisi, yeni patronlar
oluşturmuş ve patronaj ilişkileri ile siyasi-ekonomik rant kollama, siyasal
katılım ve temsil ilişkilerinin özünü oluşturmaya başlamıştır.32 Kötü
bir sistem, bu savunma mekanizmalarıyla değişen ortama adapte olmaya çalışmakta,
kendi adına hedeflediği amaçlara ulaşmaya çalışmaktadır.

Sistemlerde Değişim ve Problemlerin Çözülmesi

Sistemlerde değişimi açıklayan modeller içinde Kuhn’un
paradigmatik dönüşüm modeli ilginç bir yer tutmaktadır. Her paradigma dünyaya
nasıl bakılması konusunda birtakım soyut önermeler ve tezleri, neyin nasıl
yapılacağı konusunda açık yöntem ve önermeleri içerir. Her paradigma, belli
alanlarda yığılmış sıkıntılar demetine çözüm olarak ortaya atılır.33
Bu noktada sistemlerin dramatik ve yıkıcı değişimlerden korunmaları için üç ilke
geçerlidir:

1) Eski ideolojiyi bırak: Her paradigma mevcut sorunları çözmede
kendi rekabet gücüne dayanmalıdır. Düşüşteki bir paradigmayı ideoloji ile ayakta
tutmaya çalışmak yıkımcıl değişimlere yol açabilir.

2) Çekiciliği denetle: Liderler sistemdeki bireyleri başka
paradigmalara nelerin çektiğini bilmeli, paradigmanın güçlü ve zayıf noktalarını
bilerek hareket etmelidir.

3) Egemen veya yükselişteki paradigmayı kabullen: Yükselen
egemen paradigmayı kabullenmek, hem sistem üyelerinin enerjilerini uygun
amaçlara kanalize etmeyi sağlayacak, hem de sorunların çözülme-sinde etkinliği
arttıracaktır.34

Türkiye örneği incelendiğinde bu üç noktanın hiçbir şekilde
uygulanmadığı aşikardır. Bu noktada çözümü sistemler açısından değerlendirecek
olursak aşağıdaki noktalar belli hal çareleri olarak nitelendirilebilir:35

a) Sosyal görüş ve davranışlara yön veren sosyal gerçekliği
(paradigmaları) çok iyi tanımak;

b) Sistemin öğrenme kapasitesini yükseltmek, iletişim ve
etkileşimin arttırmak, evrimsel değişimle esnekliğin sağlanması;

c) Örgütlenme biçiminin piramitsel (dikine, katmancı) bir
şekilden ziyade yatay örgütlenme biçimine getirilmesi;

d) İnsan kaynağının korunup gelişti-rilmesi;

e) Krizlerin sistem için yeni şeyler öğrenme ve kendini yenileme
fırsatı olarak görülmesi ve sistem yararına kullanılabilmesi.

Bütün bu noktalar Türkiye açısından ayrıntıları ile
değerlendirilmeli, işler bir sistematik yapıya kavuşmak hedefleniyorsa hemen
hayatiyete geçirilmelidir.

Sonuç Adına Sarfedilebilecek Birkaç Söz

Türkiye’deki mevcut durum, yukarıdaki çözümlerin hemen hemen hiç
birinin uygulamaya konmadığını açıkça göstermektedir. Yaşanmakta olan mevcut
krizin temel se-beplerinden biri Türkiye’nin dünyada yükselmekte olan değerlere
ayak uyduramamasıdır. Çünkü bu değerler resmi ideolojinin temelinde yer alan
değerleri aşındıracak özellikler taşımaktadır.36 Sistemin sağlıklı
bir şekilde devamı arzulanıyorsa resmi ideoloji prangasından kurtulmak gerekir.
Bir ikinci kriz sebebi sayılabilecek nokta da 28 Şubat harekatının, 1980’ler
boyunca Türkiye’de yükselmekte olan libe-ral demokratik değer ve oluşumlara
karşı bir operasyon gerçekleştirmesi ve devlet rantıyla palazlanan bir takım
grupların tehlikeye giren gelir kaynaklarını tekrar sağlamak için girişimlerde
bulunmasıdır.37 Türkiye’de devlet, toplum yönetemez, yönetilir
prensibinden vazgeçmeyerek bu prensibi işletmek için hukuku daraltmakta,
sınırlandırmakta; toplumun kendini yönetme taleplerini geri çevirerek adaletten
uzaklaşmaktadır. Böylece çatışma alanları ve problemler artmaktadır.38
Devlet sınıfı kendi varlığını sürdürmek için hareket etmeye devam ederse
ufuktaki siyasi liberalleşmenin önünü tıkayan en büyük engel olacaktır.39

Freedom House adlı uluslararası sivil toplum örgütünce
yayınlanan Dünyada Siyasal ve Sivil Özgürlükler 1995-96 Raporu’na göre Türkiye,
siyasal ve sivil özgürlükler yönünden 191 ülke arasında, çoğumuzun “muz
cumhuriyetleri” diye alay ettiği Zimbabwe, Tanzanya, Haiti, Fas gibi kısmen
özgür ülkeler kategorisinde yer alıyor.40 Adaletsiz gelir dağılımında
ise 92 ülke içinde 26. sıradayız.41 Bu çeşit örnekleri arttırmak
mümkündür. Jakoben-otoriter, üstten şekillendirmeci mevcut devlet ideolojisinin
halihazırda geldiği durumun hiç de iç açıcı olmadığı ortadadır. Anayasalı devlet
olmaktan çıkıp anayasal hukuk devleti olmayı42 başarmadıkça bu tür
meseleler daha uzun bir müddet yakamızı bırakacağa benzememektedir. Devletin
siyasal gücü anayasa ile; ekonomik gücü43 ise liberal tedbirlerle
mutlak olarak sınırlandırılmalı, çıkar ve baskı gruplarının güç ve yetki
alanlarının sistemin dengesini bozmasını engellemek için sağlıklı bir sivil
toplumun gelişmesi teşvik edilmelidir.44 Bunlara ilaveten de politik
bilinç, moral değerler ve siyasi erdem yaygınlaştırılmalıdır. İçinde
bulunduğumuz duruma realist bir açıdan bakıldığında halihazırdaki vaziyetin hiç
de iç açıcı olmadığı aşikardır. Artık ülkemiz bu tür prangalardan kurtulup iki
bine bir kala, yirmi birinci yüzyıla yakışan Türkiye’yi oluşturmak için çaba
göstermelidir. Fakat mevcut durumun devam etmesi, iki binlerden içinde nasıl bir
ideal Türkiye olmalı sorusunun yerine, iki binlere kadar nasıl dayanırız
sorusunu sorduracak hale gelebilir.

Dipnotlar

* Güç yozlaştırır, mutlak güç ise mutlak olarak yozlaştırır.

1. A. Angyal, Foundations for a Science of Personality,
Harvard Un. Press, 1941 s.243

2. A. Angyal, a.g.e, s.243

3. A. Angyal, a.g.e, s.243

4. A. Angyal, a.g.e, s.246

5. Hasan Şimşek, Paradigmalar Savaşı, Sistem Yayınları 1997
İstanbul, s. 12

6. James E. Dougherty- Robert L. Pfalztzgraff, Contending
Theories of International Relations, J.B. Lippincott Co. Newyork 1980. (s. 109)

7. James E. Dougherty- Robert L. Pfalztzgraff, a.g.e, s, 103

8. A. Angyal, a.g.e, s.246

9. A. Angyal, a.g.e, s.252(s.26)

10. James E. Dougherty- Robert L. Pfalztzgraff, a.g.e, s,
106

11. James E. Dougherty- Robert L. Pfalztzgraff, a.g.e, s,
107

12. James E. Dougherty- Robert L. Pfalztzgraff, a.g.e, s,
109

13. D. Katz, R. L. Kahn, The Social Psychology of
Organisations, Wiley, 1966. s, 18

14. Bu konuda ayrıntılı açıklamalar için bakınız: Hasan
Şimşek, Paradigmalar Savaşı, Sistem Yayınları 1997 İstanbul s. 36-40

15. Celalettin Vatandaş, “Kapsam ve Yöntem Açısından Türk
Modernleşmesi” Yeni Türkiye, Eylül-Aralık 1998, Sayı: 23-24 C. 3, s. 1677.

16. Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, Çev: Ahmet
Fethi. İstanbul Hil Yayın. 1996. s. 13

17. Ali Yaşar Sarıbay, Siyasal Sosyoloji, İstanbul, Der Yay.
1994. s. 63 Bu konuda ayrıca bknz. Ayşe Güneş Ayata, Bülent Arıcı, “Bir Olgu
Olarak Siyasette Kollamacılık” Yeni Türkiye Mayıs-Haziran 1996 Yıl: 2 Sayı: 9 s.
82-87

18. Politik yozlaşmanın temel nitelikleri, türleri, ortaya
çıkış şekilleri, sebepleri ve 1980-90 Türkiyesi hakkında Coşkun Can Aktan’ın
ayrıntılı çalışmasına bakılabilir. Coşkun Can Aktan, Politik Yozlaşma ve
Kleptokrasi, Afa Yay. 1992 İstanbul.

19. Alper Yılmaz Dede, “Modernleşme, Cumhuriyet ve Demokrasi
Sacayağı Üzerinde Türk Modernleşmesinin Cumhuriyetle Kazandığı Yeni Kompozisyon
ve Günümüz Türkiye’sinden Bazı Problemler “ Yeni Türkiye Eylül-Aralık 1998 Sayı:
23-24 C. 3 s. 1747

20. Durmuş Hocaoğlu, “Meşruiyet Kavramı Çerçevesinde
Cumhuriyet ve Res Publica” Yeni Türkiye Eylül-Aralık 1998 Sayı: 23-24 C. 2, s.
890

21. Durmuş Hocaoğlu, a.g.e, s. 891-92

22. E. Fuat Keyman, “Türkiye’de Yönetebilirlik ve Meşruiyet
Krizi” Düşünen Siyaset Sayı:1 Şubat 1999 s.63

23. Mustafa Erdoğan, “Türkiye’de Siyasal Sistem ve
Demokrasi” Yeni Türkiye Eylül-Aralık 1998 Sayı: 23-24, C. 2, s. 805

24. Mustafa Erdoğan, a.g.e, s.804

25. Nilüfer Göle, “Türkiye’de Laiklik ve İslamiyet:
Elitlerin ve Karşıt Elitlerin Oluşumu” Yeni Türkiye Eylül-Aralık 1998 Sayı:
23-24 C. 3 s. 1063

26. Ömer Çaha, “Son Kalenin Çırpınışı” Düşünen Siyaset
Sayı:1 Şubat 1999 s.99

27. Mustafa Erdoğan, “Sivil ve Demokratik Bir Yeniden
Yapılanma İçin Çağrı” Yeni Türkiye Eylül-Aralık 1998 Sayı: 23-24 C. 2, s. 886

28. Mustafa Erdoğan, “Türkiye’de …” s.805

29. Nilüfer Göle, a.g.e, s. 1062

30. Çağlar Keyder, “1990larda Türkiye’de Modernleşmenin
Doğrultusu” Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik içinde. Ed: Sibel Bozdoğan,
Reşat Kasaba Tarih Vakfı Yurt Yayınları. 1998 İstanbul s. 29-31

31. Mustafa Erdoğan, “Türkiye’de …” s. 805

32. Ersin Kalaycıoğlu, “Türk Siyasal Sisteminde Değişim,
Siyasal Patronaj ve Yozlaşma” Yeni Türkiye Eylül-Aralık 1998 Sayı: 23-24 C. 2
s.822-23

33. Hasan Şimşek, Paradigmalar Savaşı, Sistem Yayınları 1997
İstanbul s. 17

34. Hasan Şimşek, a.g.e, s. 44-45

35. Hasan Şimşek, a.g.e, s. 196-99

36. Ömer Çaha, a.g.e, s. 93

37. Ömer Çaha, a.g.e, s. 102

38. Mümtaz’er Türköne, “Batılılaştıramadıklarımız” Doğu
Batı, Sayı:2 Şubat-Mart-Nisan 1998 s. 108

39. Çağlar Keyder, a.g.e, s. 41

40. Coşkun Can Aktan, “Cumhuriyetin Yetmişbeşinci Yılında
Türkiye Dünyanın Neresinde?” Yeni Türkiye Eylül-Aralık 1998 Sayı: 23-24 C. 1 s.
144

41. Coşkun Can Aktan, “Cumhuriyetin…” s.146 Makalede daha
bir çok sosyo-ekonomik kriterler açısından Türkiye’nin yeri, ayrıntıları ile
değerlendirilmiştir.

42. Coşkun Can Aktan, “Cumhuriyetin…” s. 144

43. Bilindiği gibi, devlet sürekli olarak, kamu harcamaları,
vergiler, borçlanma, para basma gibi çeşitli iktisat politikalarıyla ve transfer
harcamalarını siyasi mülahazalarla yönlendirerek piyasa ekonomisinin işleyişine
yoğun şekilde müdahalelerde bulunmaktadır.

44. Coşkun Can Aktan, “Türkiye’de Güç Odakları ve Yozlaşan
Demokrasi” Düşünen Siyaset Sayı:1 Şubat 1999 s. 128-29