Giriş

Üçüncü bin yıla girerken, dünyayı, insanlığı, İslam alemini ve
Türkleri neler bekliyor? İyiye mi yoksa kötüye mi gidiyoruz?

Bunlara sağlıklı ve gerçekçi cevaplar verebilmek için, öncelikle
genel eğilim ve gidişatı tespit etmekte fayda var. Bu da tarih bilmekle olur.
Yani geçmişin tarihini bilebilirsek bugünü ve geleceğin tarihini anlayabiliriz.
Fakat insanlık ta-rihini kronolojik sırasıyla ve detayıyla öğrenmek için hem çok
büyük bir gayret hem de çok geniş bir zaman gerekir. Üstelik sırf kronoloji ve
detaylara yönelik bir bilgi böyle bir iş için, gereklidir, fakat yeterli
değildir. Zira olayların maddi ve zahiri görünümü kadar, hatta daha da fazla
manevi ve batıni yönünü bilmek de önem arzeder. İşte burada bize lazım olan bir
tarih felsefesidir, tarihe külli ve derinlikli bir bakıştır. Böylelikle
olayların arkasındaki esas sebepleri bilebilir, günümüz ve istikbalimiz için
sonuçlar çıkarabiliriz. Bu noktada bize, insanlığın genel olarak yaşama
devirleri, tarihi dönemler, çok önemli ipuçları verebilir.

Beşeri Yaşama Devirleri

Tarihi, dönemlere ayırma ve çeşitli açılardan tasnife tabi tutma
bir çok müellifte görülür. Mesela İslami kaynaklarda bu husus genellikle şöyle
kaydedilir;

1- İlk devir (Kurun-u Ula): Hz. Adem’den, Hz. Musa’nın peygamber
olup Firavunun boğulmasın kadar geçen zaman. 2- Orta devir (Kurun-u Vusta): Hz.
Musa ile Hz. Muhammed’in (a.s.m) peygamber oluşu ve Kur’an’ın nazil olduğu
zamana kadar geçen devir. 3- Son devir (Kurun-u Uhra veya Ahirzaman): Peygamber
Efendimizin (a.s.m) gelişinden sonra kıyamete kadar geçecek devir. (Tecrit
Tercemesi 9: 144) (Yazır, 6.cilt:190)

Buna karşılık August Comte, tarihi, 1- Teolojik dönem 2-
Metafizik dönem 3- Pozitivizm dönemi olarak üçe ayırıyordu. (Tarihin Sonu mu?,
F. Fukuyama 1999:53)

Keza, şimdiki tarih kitaplarında, okurlara ilk çağ, orta çağ,
yeni çağ, yakın çağ gibi tasnifler yapılmaktadır. Üstad Bediüzzaman daha ziyade
bu tasnifle benzeşen bir tarzda, kurun-u ula, kurun-u vusta, kurun-u uhra
tabirlerini (Münazarat, 1999, s. 77, Muhakemat, 1977, s. 30) kullanmaktadır.
Yani kurun-u vusta (orta çağ) dediğinde Batı Roma İmparatorluğunun çöküşünden
(476) başlayarak 1453 veya 1492 ye kadar süren zamanı kastettiği düşünülebilir.

Bediüzzaman bilhassa sosyal hayat yönünden 1- Vahşet ve
bedeviyet 2- Memlukiyet 3- Esaret 4- Ecirlik 5- Malikiyet ve Serbestiyet olmak
üzere 5 devirden sözetmiştir. (Sözler, s.649)

Karl Marks’ta 5 dönemden bahseder: 1- İlkel komünal 2- Köleci 3-
Feodal 4- Kapitalist 5- Sosyalist toplum dönemleri

Yazımızın başındaki genel temayül ve gidişatı, (mega trentleri)
geleceğin sosyo- ekonomik siyasi tarihini anlayabilmemiz için Bediüzzaman ve
Marks’ın bu beşli tasnifinden faydalanacağız. Zira böyle bir tasnif bize tarih
felsefesi ve derinliği verebilir, olayların arkasındaki sosyo-ekonomik
se-bepleri görebiliriz.

Böylece ilk üç devir incelenerek insanlığa mazideki tarihi,
dördüncü devir incelenerek günümüzü, son devir incelenerek de geleceğimizi
değerlendirme imkanı bulacağız.

Bediüzzaman bu devirleri şöyle özetler:

“Ehl-i dünyanın ve maddi tarihin nazarıyla, nev-i beşerin
hayat-ı içtimaiye noktasında bakılsa, görülüyor ki, hayat-ı içtimaiye-i siyasiye
itibariyle beşer birkaç devir geçirmiş. Birinci devri vahşet ve bedevilik devri,
ikinci devri memlukiyet devri, üçüncü devri esir devri, dördüncüsü ecir devri,
beşincisi malikiyet ve serbesiyet devridir.

Vahşet devri, dinlerle, hükümetlerle tebdil edilmiş,
nimmedeniyet devri açılmış, fakat nev-i beşerin zekileri ve kavileri, insanların
bir kısmını abd ve memluk iitihaz edip hayvan derecesine indirmişler.

Sonra bu memluklar dahi intibaha düşüp gayrete gelerek, o devri
esir devrine çevirmişler; yani, memlukiyetten kurtulup, fakat Elhükmülilgalip
olan zalim düsturuyla yine insanların kavileri zaiflerine esir muamelesi
yapmışlar.

Sonra, ihtilal-i kebir gibi çok inkılaplarla, o devirde ecir
devrine inkılap etmiş. Yani, zenginler olan havas tabakası avamı ve fukarayı
ücret mukabilinde hizmetkar ittihaz etmesi, yani sermaye sahipleri ehl-i sa’yi
ve ameleyi küçük bir ücrete mukabil istihdam etmişlerdir.

Bu devirde su-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermayedar,
kendi yerinde oturup, bankalar vasıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde;
bir biçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz madenlerde çalışıp, kut-u
layemut derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin,
bir iğbirar verdi ki, avam tabakası havassa ilan-ı isyan etti. Şu asrın
tabiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik suretinde, evvel Rusya’yı zir-ü zeber edip
geçen Harb-i Umumiden istifade ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizmin
perdesi altında kıyam-ı avam, havassa karşı bir kin ve tezyif fikrini
verdiğinden, büyüklere ve havassa ait medar-ı şeref herşeyi kırmak için bir
cesaret vermiş.” (Mektubat, s.353)

Üstad bu beyanlarına, “Ehl-i dünyanın ve maddi tarihin
nazarıyla” diyerek başladığına göre, devam eden izahların kendinin de onayladığı
görüşler olmayıp, sadece bir tespit ve nakil babında zikredildiğini ileri
sürenler olmuştur. Zira Bediüzzaman “Ehl-i dünya” değil “Ehl-i ukba” (ehl-i
diyanet) nazarıyla bakar. Yine “maddi tarih” değil “manevi tarih” nazarıyla
bakar denilmiştir. Bu görüş 5 noktadan isabetli değildir.

1- Üstad kural olarak menfi bulduğu fikirleri aynen ve detayıyla
nakletmez. Zira ona göre “batılı iyice tasvir, safi zihinleri idlal eder.”

2- Üstad bu konuyu Vehhabiliği izah ederken gündeme getirerek,
Vehhabiliğin daha iyi anlaşılması için bir tarih felsefesi yapıyor, bir
perspektif veriyor. Bu konunun hemen başında “şu vehhabi meselesinin alem-i
İslam’ın an’anesi itibariyle nasıl ki üç esası var; öyle de, alem-i insaniyet
itibariyle dahi üç esası vardır; demek suretiyle bu ko-nuya bir esas olarak,
tahlilinde yer veriyor.

3- Gerek mezkur metinde, gerekse aşağıda iktibas edilen bu
konuyla ilgili bir başka metinde, bu perspektifi onaylamadığına dair bir ibareye
yer verilmiyor.

4- Buna rağmen “Ehl-i dünyanın ve maddi tarihin nazarıyla”
ibaresi ile bu benim esas uğraşım değil, tarihe başka açıdan da bakılabilir
demek istemiş olabilir. Fakat son tahlilde bu bakışı değerlendirmesinin
esaslarından biri yapmıştır.

5- Üstad aşağıdaki metinde ise hiçbir kayıta tabi tutmaksızın bu
görüşünü başka bir şekilde şöyle izah ediyor.

“Beşer esirliği parçaladığı gibi ecirliği de parçalayacaktır.”

Bir rüyada demiştim; Devletler, milletlerin hafif muharebesi,
tabakat-ı beşerin şedit olan harbine terk-i mevki ediyor.

Zira beşer,edvarda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi
ecir olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor.

Beşerin başı ihtiyar; edvar -ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet,
memlukiyet, esaret, şimdi dahi ecirdir, başlamıştır geçiyor.” (Sözler, s.649)
Yine bu konuyla ilgili “Devletler, milletler muharebesi tabakat-ı beşer
muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi ecir de
olmak istemez. (Tarihçe-i Hayat, s.118) “Hem maddi, hem manevi büyük bir
zelzele-i içtimai ve beşeri olacak” (Emirdağ Lahikası, s. 345) diyor.

Şimdi bu devirleri tek tek ele alarak tarihin genel seyrini ve
istikbalin tarihini okumaya çalışalım.

Bunu yaparken Bediüzzaman’ın ve Marks’ın ilk 4 dönemi paralellik
arzeden (Mürsel, 1995:95) yaklaşımlarını aynı başlıklarda ele alacağız,
benzerlikleri ve farklarını tespite çalışacağız.

Bediüzzaman
1- Vahşet ve Bedeviyet devri
2- Memlukiyet devri
3- Esirlik devri
4- Ecir devri
5- Malikiyet ve Serbestiyet devri

Marks
1- İlkel komünal toplum
2- Köleci toplum
3- Feodal toplum
4- Kapitalist toplum
5- Sosyalist ve Komünist toplum

1- Vahşet ve Bedeviyet Devri-İlkel Komünal Toplum

Bu devir insanlığın ilkel durumdaki ilk yaşama safhasını teşkil
etmektedir. Her ferdin kendi başına yaşadığı, sosyal bir kontrol ve kaynaşmanın
ve kamu otoritesinin görülmediği bir devirdir. Aile ve mülkiyet kavramları bu
dönemde henüz gelişme-miştir. Toplum, dağınık ve basit bir yapı arzediyordu.
Bediüzzaman, bu sebeple, bu devir için “iptidai” lik değerlendirmesini
yapmaktadır.

İptidaidir, ilkeldir, çünkü, yerleşik bir hayat tarzı değil,
bedevi (göçebe) bir hayat tarzı hüküm sürmektedir. Birlikte yaşama bilinci ve
içtimailik duygusu yeterince gelişmemiştir. Keza adından da anlaşılacağı gibi bu
devir cebir ve şiddetin hakim olduğu “vahşet” devridir. Topluluklara kuvvet
sahipleri hükmediyor, kuvvet hakta değil, hak kuvvette oluyordu. Bu primitif
dönem dinlerin insanlara değer veren ilkeler telkin etmesi ve kamu otoritesi
“hükümetlerle” ile tebdil edilmiş (değişime uğramış) ve nimmedeniyet (yarı
medeniyet) devri açılmıştır. (a.g.e., s. 95)

Marksizme göre bu dönemde; İnsanlar hayatlarını sürdürebilmek
için gerekli olan şeyleri taştan yapılmış aletler aracılığı ile sağlıyorlardı.
Sosyal üretim ilişkileri de, bu son derece ilkel üretim güçleri ile uyum halinde
idi. Bu dönemde iş araçlarının durumu insana tek başına ihtiyaçlarını karşılama
imkanı vermiyordu. İlkel toplumun tüm üyelerinin güçlerini birleştirmeleri ile
ancak tabiattan gerekli olan şeyler sağlanabiliyordu. Bu devirde ortak çalışma
ve üretim araçlarının kollektif mülkiyeti sözkonusu idi. Toplumun her üyesinin
üretim araçları ile ilişkisi aynıdır, özel mülkiyet yoktur. Yani hiç kimsenin
üretim araçlarını diğerlerinin aleyhine kendi mülkiyetine geçirme imkanı yoktur.
İş verimliliği son derece düşük olduğundan üretilen değerler insanların ancak
yaşayabilmesi için zorunlu olanı sağlayabiliyordu. İhtiyaçtan fazlası
üretilmediği için kimsenin bir artı değere el koyması söz konusu değildi. Sömürü
olayı yoktu, bu sebeple de bir siyasi organizas-yona ihtiyaç yoktu. Bu dönem
üretim güçlerinin gelişmesi ile yavaş yavaş son bulmuştur. (Göze, 1986: 288)

2- Memlukiyet Devri-Köleci Toplum

Bediüzzaman’a göre; “iptidai” yapıdaki “vahşet ve bedeviyet”
devri “dinlerle ve hükümetlerle tebdil edilmiş nimmedeniyet devri açılmış.
Fakat, nev-i beşerin zekileri ve kavileri, (kuvvetlileri) insanların bir kısmını
abd (kul) ve memluk (köle) ittihaz edip hayvan derecesine indirmişler”dir.

Bu devir insanının iktisadi ve sosyal yaşayış şekli de göçebelik
tarzından olmuştur. Yaşadığı yerde toprağa bağlı bir hayat sürmüştür. Kabileler
müşterek bir şehir ha-yatı kurmuşlardır. Özel mülkiyet duygusu gelişmeye
başlamıştır. Bu devri karakterize eden köleler çoğunlukla savaş esiri idiler.
Bunların köle halindeki yaşayışları, bir noktada isyanların doğmasına sebep
olmuştur. Böylece, bu devrin insanı insanca yaşam hakkını elde etmenin
mücadelesine başlamıştır. (Mürsel, 1995: 96)

Marksizme göre; ilkel komünal toplum düzeni üretim güçlerinin
gelişmesiyle dağılmaya başlamıştır. Taş aletler yerlerini madenden yapılan
aletlere bırakmış, zamanla iş bölümü doğmuş, tarım, hayvancılık ve daha sonra da
el sanatları gelişmiş, malların mübadelesi başlamıştır. Özel mülkiyet doğmuş iş
verimliliğinde büyük artışlar görülmüştür. İlkel toplumlardaki savaş esirlerinin
öldürülmesi uygulaması yerini esirlerin köle olarak çalıştırılması şekline
dönüşmüştür. Böylelikle köleci düzene geçilmiştir.

Bu dönemde artık üretim araçları ferdi mülkiyete konu olduğu
gibi üretici sınıf olan kölelerde mülkiyetin konusu idi. Bu dönemde üretim
güçleri başkalarının ürettiği değerlere el konmasını sağlayacak ölçüde
gelişmiştir. Ancak bunun için köle işçilerin ürettikleri değerleri tüketmemeleri
gerekiyordu. İlkel toplumların dayanışma ve işbirliğinin yerine bir kısım
insanların diğerlerini sömürmeleri ve onları baskı altında tutmaları olayı hakim
olmuştur.

Toplum köleleri çalıştıran sınıf ve köle-ler sınıfı olarak
birbiriyle çatışan iki sınıftan oluşmuştur.

Kölelerin direnişlerini bastırmak için de özel bir baskı aracı
yani devlet ortaya çıkmıştır. Devletle birlikte de yönetici sınıfın iradesi
demek olan hukuk doğmuştur. Kötülüklerle dolu olmasına rağmen bu dönem sosyal
evrim içinde ileri bir adımdır. İşbölümü gelişmiş, işin verimliliği artmış,
tarım ile el sanatları arasında iş bölümü gerçekleşmiş, el sanatlarının çeşitli
dallarında ihtisaslaşmalar olmuş, tarımda hayvanlardan faydalanma gerçekleşmiş,
kölelerin çalışmaları ile sulama, yol gemi yapımı gelişmiştir. İhtiyaçlarını
kölelerin çalışmaları ile karşılayabilen bir kısım insanlar kendilerini bilim ve
sanata adayabilmişlerdir. (Politika Sözlüğü, s. 140)

Ancak zamanla üretim ilişkileri üretim güçlerinin gelişmesini
engellemiştir. Ucuz el emeği sağlayabilen köle sahipleri üretim araçlarının
gelişmesini ihmal etmişlerdir. Üretim güçlerinin gelişmesi kölelik rejiminin
ancak bir devrimle yıkılmasından sonra gerçekleştirecektir ve kölelik rejimi
yıkılarak yerine feodalite gelmiştir. (Göze, 1986: 289)

3- Esirlik Devri-Feodal Toplum

Bediüzzaman’a göre; Kölelik devrin-den esirlik devrine geçiş
şöyle olmuştur. “Köleler dahi intibaha düşüp (uyanıp) gayrete gelerek o devri
esir devrine çevirmişler. Yani memlukiyetten kurtulup, fakat, Elhükmü lil-galip
(hüküm kuvvetli olanındır) düsturuyla yine insanların kavileri zayıflarına esir
muamelesi yapmışlardır”. Bu dönem kapalı aile ekonomisinin hüküm sürdüğü toprak
ağalığı (feodalite) düzenidir.

Marksizme göre; Üretim ilişkileri üretim araçlarının özel
mülkiyetine dayanır; köylüler, feodal beye ve onun toprağına bağlıdırlar, fakat
onun malı değildirler. Kendi iş araçlarına sahiptirler, kendilerine ait toprak
parçaları vardır. Bu durum köylülerin yaptıkları işe ilgi duymalarını sağlamış.
(Mülkiyet duygusu) ve kölelik döneminde görülmeyen bir ekonomik gelişmeye yol
açmıştır. Ticaret ve el sanatlarının gelişmesi şehirlerin refahının artmasına
neden olmuştur.

Sosyal yapıda, yeni ilişkilere uygun olarak değişmiştir. Feodal
beyle yönetici sınıfı oluşturmaktadır, yönetilen sınıf ise serflerdir. Bu iki
sınıf arasındaki çelişki köylülerin ayaklamaları ile yüzeye çıkmıştır. Siyasi
üst yapıda sömürü düzenine uygundur. Yalnızca merkezi otorite değil fakat feodal
beyler de serfleri baskı altında tutmak için silahlı kuvvetler beslemekte, yargı
ve cezalandırma yetkisine sahip bulunmaktadırlar. Ancak bu dönemde üretim
gelişmektedir. Ufak el tezgahlarının yanısıra büyük tezgahlar kurulmuştur,
ticaret gelişmiş, özellikle denizaşırı yeni ülkelerin bulunması, yeni imkanlar
ve yeni ham madde kaynakları sağlamıştır. Böylece feodal sistem içinde yeni bir
üretim biçimi kapitalizm doğmaya başlamış ve eski üretim ilişkileri ile
çelişkiye girmiştir. (a.g.e, s. 289)

4- Ecir Devri-Kapitalist Toplum

Bediüzzamanın en fazla üzerinde durup detaylandırdığı kendisinin
de yaşamış olduğu ecir devri, kapitalist toplumdur. Bediüzzaman bu devri şöyle
anlatır;

“İhtilal-i Kebir (Büyük Fransız İhtilali) gibi çok inkılaplarla
o devirde (yani feodalite) ecir devrine inkılap etmiş, yani zenginler olan havas
tabakası, avamı ve fukarayı ücret mukabilinde hizmetkar ittihaz etmesi, yani,
sermaye sahipleri ehl-i sa’yi (emekçileri) ve ameleyi küçük bir ücrete mukabil
istihdam etmeleridir.

Bu devirde su-i istimalat o dereceye vardı ki, bir sermayedar
kendi yerinde oturup, bankalar vasıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde;
bir biçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l arz (ye-raltında) madenlerde
çalışıp kut-u lâyemut (ölmeyecek) derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor.
Şu hal müthiş bir kin, bir iğbirar (nefret ve düşmanlık) verdi ki, avam tabakası
havassa ilan-ı isyan etti. Şu asrın tabiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik
suretinde, evvel Rusya’yı zir-ü zeber edip geçen Harb-i Umumiden (I. Dünya
Harbiden) istifade ederek her yerde kök saldılar. Şu Bolşevizm perdesi altındaki
kıyam-ı avam (halk isyanı) havassa karşı bir kin ve tezyif fikrini verdiğinden,
büyüklere ve havassa ait medar-ı şeref her şeyi kırmak için bir cesaret vermiş”
ve bu devir “başlamıştır, geçiyor.”

Marksizme göre kapitalizm;

Burjuvaziye dayanan kapitalist üretim biçiminin her alanda tam
bir serbestiye ihtiyacı vardır, feodal düzen bu serbestiyi sağlayamamaktadır.
Burjuvazinin feodali-teye karşı giriştiği mücadele devrimle sonuçlanmış ve yeni
bir düzen kapitalizm yerleşmiştir.

Bu düzenin yeni üretim ilişkileri de üretim araçlarının özel
mülkiyetine dayanır. Bu üretim ilişkileri başlangıçta üretim güçlerinin hızla
gelişmesini sağlamıştır. Buhar ve elektrikli makinelerin kullanılması ile büyük
sanayi doğmuştur. Sosyal düzeyde ise kapitalist sistem, kapitalist sınıf ile
işçi sınıfının çelişkisine sahne olmuştur. Bu dönemde sömürü yöntemi ekonomik
baskıya dayanır. Marksizme göre, emekçi sınıfı serfler kadar bağımlı durumda
değildir, fakat üretim araçlarına da sahip değildir, açlıktan ölmemek için kol
gücünü satmak zorundadır. Siyasi yapıda da değişiklik olmuştur, siyasi
hürriyetler ve kanun önünde eşitlik söz konusudur, fakat bunlardan ancak
varlıklı sınıf yararla-nabilmektedir. (a.g.e., s. 290)

Fakat kapitalist evrim içinde öyle bir an gelir ki, mevcut
üretim ilişkileri üretim güçlerinin gelişmesini engeller, ekonomik kriz-ler
üretim güçlerinin gelişmesini tehlikeye düşürür, kapitalist devletler arasındaki
savaşlar üretim güçlerinin gelişmesini çok olumsuz yönde etkiler. Bu engelleri
ortadan kaldırmak gerekir. Bu temel çelişki kapita-list düzende üretimin
kollektif olması fakat buna karşılık üretilen değerlerin özel mülkiyet konusu
olmasıdır. Bu çelişkiyi çözümlemek için üretim araçlarının özel mülkiyetine son
vermek gerekir. Bu da sosyalist devrimin amacıdır.

Bediüzzaman ve Marksizmin Tarih Felsefelerinin Farkları

1- Marksizm her ne kadar bu devirlerin sıralanışını, ilkelden
gelişmişe doğru bir ilerleme sayıyorsa da son devir dediği sosyalizm ve
komünizmde ki sınıfsız toplum ve özel mülkiyet ve devletin yokluğunu ilk devir
olan ilkel toplumda da gördüğünden ilk devri de sosyalizm ve komünizm gibi
olumlu buluyor. Hem bir gelişmeyi (evrimi) kabul edip, hem de gelişmesinin son
noktasının, ilk hareket noktası gibi olması ve bunun da onaylanması ciddi bir
çelişkidir.

Halbuki Bediüzzaman böyle bir tekamülü ifade ettikten sonra, son
devir dediği malikiyet ve serbesiyet devrinin en ileri devir olduğunu ve bu
devrin değil, vahşet ve bedeviyet devri gibi ilk devre, ecir devri gibi sondan
bir önceki devre bile benzemeyeceğini ifade ediyor.

2- Marksizm sonuncu devrin sosyalizm ve komünizm olacağını
söylerken, Üstad sonuncu devrin serbestiyet ve malikiyet devri olacağını
söylüyor.

3- Marksizm bütün insanlık tarihini neredeyse iktisadi
sınıfların ilişkileri (ve mücadeleleri olarak) görüyor. Ekonomiyi diğer
faktörleri görmeyecek kadar önemsi-yor, büyütüyor. Bediüzzaman ise bu
pers-pektifi kullanmasına belki de önemsemesine rağmen, olduğundan fazla
büyütmüyor, abartmıyor. Diğer unsurları da görüyor ve hakkını veriyor.

4- Bu iktisadi perspektif Marksizmin en temel öğesi olduğu halde
Bediüzzamanın fikriyatında tali bir mesele olarak kalıyor.

5- Bediüzzaman bu devirlere, “hayat-ı içtimaiye-i siyasiye
itibariyle” yani siyasi ve sosyal hayat itibariyle bakarken iktisadiyatı da izah
ediyor. Marksizm ise iktisadi hayat açısından bakıp, (toplumsal ekonomik
formasyon) sosyal ve siyasi ha-yatı da izah ediyor.

6- Bediüzzaman gelişmeyi dinler ve hükümetlerle, uyanma ve
gayrete gelmeyle, İhtilal-i Kebir gibi birçok inkılaplarla ve insanların
arzularıyla (esir olmak istemedikleri gibi ecir de olmak istememeleriyle) izah
ederken, Marksizm daha ziyade üretimin teknik, (şekil ve miktar olarak)
artışında görüyor.

Bediüzzaman ve Marks’ın Tarih Felsefelerinin Benzerlikleri

1- İlk ve son dönem arasındaki 3 dönemi neredeyse aynı şekilde
sıralıyor ve izah ediyorlar. İlk devrin iptidailiğinde (ilkelliğinde) ve
bedeviyet (göçebe ve gayrimedeni) olduğunda birleşiyorlar.

2- Bediüzzaman izahlarından bu beşli sıralamanın bir tekamül
ifade ettiği anlaşıldığı gibi, Marksizm de bunun bir sosyal evrim olduğunu ve
gelişmeyi ısrarla vurguluyor.

3- Her ikisi de bu sıralamayı beşeri bir siyasi ideoloji ve
felsefi bir fikrin tezahürü değil de, adeta bir zorunluluk olarak görü-yorlar.
Marks bunu maddenin diyalektiğine bağlarken, Bediüzzamanın adetullah, fıtri
şeriat (evamir-i tekviniye) olarak gördüğü anlaşılıyor.

Beşeri Yaşama Devirlerinin Genel Mahiyeti

Bu devirler zorunlu olarak mı yaşanır?

Fiili durumdan, realiteden hareket edersek belirli bir
zorunluluğun olduğunu görürüz. Zira insanlığın önemli bir kısmının bu devirleri
bir şekilde yaşadıkları müşahede edilmiştir. Mantıki olarak ilk insan
topluluklarının iptidai bir hayat yaşadıklarını, vahşet ve bedeviyetin onlarda
hükümferma olduğunu anlayabiliriz. İlk insanın aynı zamanda ilk peygamber olması
da bu genellemeyi iptal etmez, istisnalar kaideyi bozmaz. Hz. Adem o devrin
peygamberliğini yapmıştır. Hz. Muham-med’in (a.s.m.) risaleti ise memlukiyet
devrine, galiben esirlik devrine tekabül ediyordu. Zira birçok tarihçi uzak
ortaçağ denen dönemi V. yüzyıl ortalarından XI. yüzyıl başına kadar uzatır ki,
ortaçağ feodalite (esirlik) ile özdeşleşmiştir. (Bouvier, vd.1977:172) Şüphesiz
ki peygamberler (a.s) yaşadıkları sosyo-ekonomik siyasi dönem şartlarının
sorumlusu değildirler. Onların sorumluluğu iman hakikatlerinin tebliğine
toplumların ıslahına yönelik gayretlerine mütevakkıftır. Bundan netice almaları
da Allah’ın takdirine bağlıdır. Bazı nebilerin ümmeti birkaç kişiyi aşmamış,
bazılarının hanım ve çocukları da kendile-rine iman etmemiştir (Hz.Nuh).

Efendimizin (Hz. Zeyd) ve Ashab-ı Güzinden pek çoğunun (Hz.
Ömer’in) köleleri olmuştur. Bilal-i Habeşi ve Selman-ı Farisi gibi bazı güzide
Sahabeler de köle idiler.

İslam güzel ahlakı tamamlamak için gönderilmiş ekmel bir din-i
mübin olduğu halde, köleliği hukuken yasaklamamış, bir müessese olarak
kaldırmamıştır.

Öyle ki “sizden hiç kimse kölesine “kölem ve cariyem” dememeli
“oğlum, kızım, evladım” demeli.” Çünkü hepiniz Allah’ın kullarısınız.” Hadisi
(Akgündüz 1995;140) “Hz. Cibril bana kölelere iyi muamele konusunda öyle
tavsiyelerde bulundu ki, zannettim ki insanlar artık köle edinemeyecekler ve
onları istihdam edemeyecekler”, “Belirli bir zaman sonra hepsi hür olacaklar”,
“Biraderleriniz olan köleleriniz sizin hizmetkarlarınızdırlar. Yüce Allah onları
sizin tasarrufunuza verdi. Bu sebeple eli altında köle bulunduran her insan,
kölesine yediğinden yedirmeli, giydiğinden giydirmelidir.” “Yüce Allah onları
sizlere köle eyledi. Eğer isteseydi sizi onlara köle eylerdi.” (a.g.e., 139)
hadislerinden köleciliğin hukuken meşrui-yetini fakat köleler lehine de oldukça
iyileştirildiğini görüyoruz.

Keza “Hangi mümin, bir köleyi azad ederse, Allah da azad ettiği
kölenin her uzvuna karşılık kendisinin bir uzvunu cehennem ateşinden azad eder.”
Hadisiyle ihtiyari azad yolunu, birçok hükümle de mecburi azad yolunu şart koşan
İslam, elbette ki bu müesseseyi kaldırmayı hedef-lemiş, fakat sosyal şartları da
(şeriat-ı fıtriyeyi, evamir-i tekviniye) gözetmiştir.

Bediüzzaman bu konuyla ilgili şöyle diyor. “Şeriat vazı-ı esaret
değildir; belki, en vahşi suretten böyle tamamen hürriyete yol açacak ve
geçebilecek bir surete indirmiştir. Tadil etmiştir. … Heyhat Alemin her
halinde hayr-ı mahz olamaz”. (Münazarat, s.122)

Bu durum bir zorunluluğu ifade ediyor. Her ne kadar bu
zorunluluk diyalektik ma-teryalizmdeki gibi deterministik bir kesinlik
taşımıyorsa da yine de bir kanuniyet sezilmektedir.

“Çünkü tabiat-ı beşerde umumen hükümferma (geçerli) olan bir
emri (durumu) birden ref etmek, bir tabiat-ı beşeri birden kalbetmek
(değiştirmek) iktiza eder.” (Mün.122) Bu da Adetullaha ve sünnetullaha uymaz.

Zira “sıfat-ı kelamdan gelen evamir-i teşriiyeye (şeriatın
emirlerine, bildiğimiz şeriata) karşı itaat ve isyan olduğu gibi, sıfat-ı
iradeden gelen evamir-i tekviniyeye (yaradılışa ait kozmolojik kanunlara, fıtri
şeriata) karşı da itaat ve isyan vardır. Evvelki de (bildiğimiz şeriatta)
mükafat ve mücazat (ödül ve ceza) galiben ahirette olur ; ikincisi de (fıtr-i
şeriatta) ağlebi (çoğunlukla) dünya da olur.” (Nursi 1996: 2343)

İslam hukuku köleciliği açıkça ve resmen yasaklamamak suretiyle,
Allah’ın tabiata koyduğu kanunlarla, şeriatın vazettiği kanunların muvazenesinin
temin edildiği anlaşılmaktadır.

Bu devirler aynı zamanda ve yoğunlukta mı yaşanır?

Bu devirlerin aynı veya birbirine yakın zaman periyotların da
cereyan etmesi genel bir prensip olmakla birlikte bu bir zamansal standarta da
bağlı değildir. Bazı toplumlar henüz vahşet ve bedeviyet devrini yaşarlarken
bazıları artık memlukiyet devrine girmiş olabilirler.

19. yüzyıl da buharlı ve elektrikli makinelerin icadı ve sanayi
devrimi üze-rine. Bunların ilk kullanılmaya başlandığı İngiltere’de ecir
devrinin ilk özellikleri ortaya çıkmıştı. Keza 1789 Fransız İhtilali,
takipçileri ve benzerleriyle Fransa’da kapitalizm konusunda öne çıkmıştır.
Bediüz-zaman tabiriyle, “İhtilal-i Kebir gibi çok inkılaplarla, o devir de ecir
devrine inkılap etmiş” tir.

Böylelikle tarih sahnesine ilk defa fabrika ile üretim şekli,
fabrikaların sahibi olan burjuva sınıfı (kapitalist, sermayedar, havas)
fabrikalarda çalışan işçi sınıfı (ehl-i say ve amele, proleterya) görülmeye
başlarken dünyanın pek çok ülkesi bu kavramlara yabancıydı. Tarihin büyük
devleti Osmanlı askeri ve siyasi açıdan halen büyüktü, ama üretim ancak orta ve
büyük tezgahlara kadar vardığından iktisadi ve iktisadiyata bağlı diğer
açılardan Av-rupa’ya göre izafi olarak da küçülüyordu.

Sanayileşme (ecir devri) Osmanlı döneminde başladığı halde
günümüz Türkiyesi’nin doğu ve güneydoğu bölgelerinde halen yer yer toprak
ağalığı gibi feodal özellikler görülebiliyor. Yani toplumların bu devirleri
yaşayış zamanları farklı olabildiği gibi aynı toplumda da bazı bölgeler
(Marmara, İstanbul) kapitalist özellikler taşırken, (Hakkâri, Siirt, Urfa gibi)
bazı bölgelerde esirlik devri kalıntıları olabiliyor.

Daha da ilginci Asya’da bir Moğolistan, Afrika’da birçok ülke
genel olarak feodalite döneminde yaşarken, Afrika’nın ücra köşelerinde bazı
kabileler vahşet ve bedeviyet devrinde yaşıyor gibiler.

Fakat burada önem arzeden şu genel ve kapsayıcı durumdur ki;
Daha ileri bir devir yaşanmaya başladığında geriden gelen toplumlar bundan
mutlaka etkileniyor ve dünyada önemli bir değişim görünüyor. Mesela Osmanlı
kapitalist toplumlardan şöyle etkilenmiştir. Sanayi devrimi Osmanlı da izlenerek
ilk sanayi adımları atıldığı gibi, Fransız İhtilalinin özgürlük sloganları
Osmanlıya kadar ulaşıp, Meşrutiyet ve Anayasa gibi, toplumun hayrına olan
uygulamalar, milli devlet sloganları da milliyetçi ve ayrılıkçı uygulamalarıyla
da devletin aleyhine olmuştur. Sanayi gibi güçlü bir mekanizmaya sahip olan
Avrupa Osmanlıyı, askeri, iktisadi alanda sıkıştırmaya başlamıştır. Elhasıl
Osmanlı, kapita-lizmden her halükarda ciddi bir şekilde et-kilenmiştir.

Haberleşme ve ulaşım tekniklerinin gelişmesi kapitalizmi, önceki
devirlerde görülmemiş bir şekilde bütün dünyaya yayıp etkilediği gibi, yeni bir
devir (Malikiyet ve Serbesiyet) ise daha çabuk yayılacaktır. Çünkü iletişim ve
ulaşım teknikleri gelişmesini sürdürmektedir.

Alvin Toffler: İnsanlığın 3 değişik aşama geçirdiğini bunlardan
1. dalganın (ki bizce köleci ve feodal dönemlerdir) Tarım Devrimi ile ortaya
çıktığını 2. dalganın Sanayi Devrimiyle başladığını (kapitalist dönem) 3.
dalganın ise (Sanayi-Kapitalizm sonrası) dönem olduğunu, 1. dalganın ancak bin
yılda ortaya çıkabildiğini, 2. dalganın sadece üç yüzyılda …… Bugün tarih
çok daha hızlanmış olduğundan üçüncü değişiklikler dalgasının yüzyıldan çok daha
az bir süre içinde tamamlanmasının pek muhtemel olduğunu söylemektedir. (1996:
25 vd)

Toffler devam ediyor; “XVII. yüzyılın sonlarına gelindiğinde,
birinci dalga henüz hızını kaybetmemiş ki, Avrupa da dünya çapında ikinci büyük
değişiklikler dalgasına yol açan Sanayi Devrimi başladı. Sanayileşme denilen bu
ikinci süreç ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya çok çabuk yayıldı. Böylelikle farklı
hızları olan iki büyük değişiklik süreci aynı anda yeryüzünü sarmaktaydı.

Bugün birinci dalga hemen hemen durulmuş bulunuyor. Tarımın
ulaşamadığı hala bir iki küçük topluluk kalmış olabilirse de bu büyük
değişiklikler dalgası artık gücünü yitirmiştir.

Bu arada, bir iki yüzyıl içinde Avrupa’da, Kuzey Amerika’da ve
yeryüzünün bir iki yerinde daha, yaşamı bir devrim yaparcasına değiştiren ikinci
dalga yayılmasına devam etmektedir. Bir çok tarım ülkesi harıl harıl çelik
üretme tesisleri, otomobil fabrikaları, dokuma fabrikaları, demiryolları kurmaya
çalışmaktadır. Endüstriyalizmin etkisi hala hissediliyor. İkinci dalga gücünü
henüz yitirmemiştir.

Bu süreç devam ederken, bir başka ve çok daha önemli yeni bir
süreç başlamış bulunuyor. İkinci Dünya Savaşından sonra ki on beş yıl içinde
sanayileşme dalgasının ulaşabileceği en yüksek noktaya vardığı sırada,
yeryüzünde değdiği her şeyi değiş-tiren, ama ne olduğu henüz iyice anlaşılmamış
olan üçüncü dalga başlamıştır.

Bu yüzden bugün birçok ülke farklı hıza, farklı güce sahip iki,
hatta bazen üç ayrı dalganın etkisini birden hissetmektedir.” (1996:31-32)
Toffler bu durumu “Dalgaların Birbirine Bindirmesi” ana başlığı altında izah
etmektedir.

Bu Devirler Bir Tekamülü ifade eder mi?

Bediüzzaman “Kainattaki maksud-u bizzat hayırlar ve
güzelliklerdir”. (İşarat-ül İ’caz, 32) “Kainatta mutlak galip hayırdır”
(Münazarat:38) “Herşeyin kemale bir meyli var” (Sünuhat:35) gibi sözleriyle
kainatta tekamül kanununun cari olduğunu ifade ettiği gibi “Tekamül meyli
insanın fıtratına yaratılıştan yerleştirilmiştir.” (Hutbe-i Şamiye:43) “İnsanda
terakki meyli var”. (Divan-i Harb-i Örfi: 84) “İnsan da yenilenme meyli var.”
(Sünuhat:39) “İnsanda, insaniyete layık hayat şartlarına tabi bir meyil vardır.”
(Muhakemat:124) beyanlarıyla da insanda ki tekamül meylinin fıtriliğini ifade
etmiştir.

Bunlardan hareketle diyebiliriz ki Beşeri Yaşama Devirlerinin bu
sıralanışı da bir tekamülü, hayra, iyiye ve güzele doğru olan bir gidişatı ifade
ediyor.

Zaten bu devirlerin, sadece isimlerinin dikkatli bir tetkiki
bile bu gerçeği ortaya koyuyor. İlk devir ancak vahşet ve bedeviyet ile ikinci
devir de memlukiyet (kölelik) ile isimlendirilirken, sondan bir öncekisi sadece
Ecir (ücret) devri, son devir ise artık Malikiyet ve Serbesiyet olarak anılıyor.

İnsan vahşi ve bedevi bir haldeyken önce köle oluyor, sonra
bundan kurtuluyor ama “esir muamelesi” görüyor, bundan da kurtulunca artık
ücretli bir işçi oluyor, sonunda da malikiyet ve serbesiyetine kavuşuyor.

Sırf “beşer esir olmak istemediği gibi, ecir olmakta istemez”.
(Tarihçe-i Hayat, 118) Malikiyet ve Serbesiyetini ister, hükmü bile son üç
dönemin tekamül meylini göstermektedir.

Marksizmin dayandığı diyalektik materyalizm anlayışı, klasik
materyalizmden farklı olarak, devamlı hareket halinde olan maddenin bu hareketi
sırasında, türü, cinsi bakımından kalitatif değişikliğe uğradığını bunun da bir
ilerleme ve gelişmeyi (evrim) ifade ettiğini savunur. (Göze, 1986:282)

Marksizim sosyal evrim anlayışıyla da, idealize ettiği son
devir. Komünist toplumun, ilkel komünal topluma oldukça benzemesine ve ikinci
sıradaki köleci toplum yapısının kötülüklerle dolu olmasın rağmen bu dönemi yine
de sosyal evrim içinde ileri bir adım olarak görür, ilerleme ve gelişmeyi kabul
eder. (a.g.e., 289)

Kavram kargaşasının çözümüne bir katkı

Kapitalizm, Liberalizm, Sosyalizm, Komünizm, Malikiyet ve
Serbesiyet devri ve İslam.

Genellikle bir Müslüman bu kavramlardan “İslama önşartsız, sahip
çıkar, “Malikiyet ve Serbesiyet devrine” (Risale-i Nur Külliyatını okumamışsa)
kayıtsız kalır, diğerlerine ise karşı çıkar. Müslümanlar çoğunlukla 12 Eylül’den
sonra kısmen, Sovyetler ve diğer Sosyalizmler çöktükten sonra da büyük ölçüde
“kapitalizm” i düşman olarak görmeye başladılar. Daha ilginci ise bu “izmlerin”
her birinin İslam’ın ideolojik bir rakibi ve düşmanı olarak algılama, eğiliminin
yaygınlığıdır. Fakat bu düşmanlık daha ziyade, teorik planda kaldı. Pratikte
ise, kapitalist yaklaşımları çağrıştıracak eğilim ve uygulamalar, bir nevi
dünyevileşme değil günlük hayatımızda, dini hizmetlerde bile yaygınlaştı.

İslam’a gönülden bağlı birçok dindar ve bazı yazarlar, İslam’ın
kapitalizm ve sosya-lizm, iktisadi ve siyasi rejimlerine alternatif bir sistem
olduğunu söylemekteler. Bu görüş İslam’ın gerçekten de kapitalizm ve
sosyalizmden çok başka bir anlam taşıdığı manasında veya İslam’dan bu sistemlere
alternatif bir proje çıkarabileceği, anlamında doğru olabilir. Fakat din-i
İslam’ı monarşi, demokrasi gibi siyasi, kapitalizm ve sosyalizm gibi iktisadi
rejimlere, alternatif de olsa bir rejim olarak değerlendirmek doğru değildir.
İslam ne siyasi ve iktisadi bir rejim, ne de bir doktrin ve ideoloji olarak
kategorize edilemez. Çünkü din bu sistemlerden çok daha geniş ve derin, hem
dünyevi hem de uhrevi bir olgudur.

Fakat biz bu sistemlerle teorik ve pratik olarak devamlı muhatap
ve haşir neşir olduğumuzdan çok dindar ve müdakkik olanlarımız bile İslam’ı
ister istemez alternatif bir siyasi-iktisadi bir rejim, ideoloji, doktrin olarak
algılama eğiliminde olabili-yoruz. Bu da bizim, dinin aslı olan semavi ve
metafizik yönünü gözden kaçırıp arzi (dünyevi) ve maddi (iktisadi, siyasi)
yönünü abartmamıza, dolayısıyla yanlış bir dini anlayışa yönelmemize yol
açabiliyor. İslam’ın sosyalizm ve kapitalizme zıt olduğunu söylemek bile, İslam,
sosyalizm, kapitalizm gibi bir kategori çağrıştırmaktadır. Halbuki genel olarak
dinler ve bilhassa İslam bu “izm”lerle farklı kategoriler-dedir. İslam herşeyden
önce bir dindir ve bu dinin “şeriatının yüzde doksan dokuzu ahlak, ibadet,
ahiret ve fazilete aittir.” Ancak “yüzde biri siyasete bakar.” (Divan-ı Harb-i
Örfi:28) veya “bin kısmından biri siyasete bakar.” (Münazarat:53) Sosya-lizm,
Liberalizm, Faşizm, Komünizm gibi siyasi ve iktisadi, sistemler adı üzerinde
birer rejim, birer sistem olarak üst yapı kavramlarıdır. Birer insan modeline,
hatta toplum modeline bile sahip değillerdir. Hedefleri rejimi ele geçirmek
önceki rejimi de bertaraf etmektir, toplumu ve insanı değiştirmek, alt yapıyla
ilgilenmek onlar için ancak tali bir konu olabilir. İnsan veya toplumun iyilik
veya kötülüğünün gelişmişliği onları pek ilgilendirmez. İnsan ve toplum iyi bile
olsa, onlar sisteme ağırlık verdiklerinden ille de kendi sistemlerinin
tatbikinde ısrarcı olurlar.

İslam ise bilakis; İnsan Asr-ı Saadet gibi bir mutluluk
ikliminde, Peygamberin (a.s.m) önderliğinde bile yaşıyor olsa, hatta onun
sevgili kızı Fatıma (r.a) dahi olsa kişisel sevap ve günahlarıyla ve rıza-yı
ilahiyi kazanmasıyla kurtuluşa erecektir. Bir “İslam devletinde” yaşıyor olmak
kurtuluş sebebi olmadığı gibi, Sovyet Rusya vatandaşı olmakta başlıbaşına bir
helaket sebebi değildir. İnsan ahlaklı ve ibadetli ise Sovyetlerde de
kurtulabilir; münafık ise, Peygamberin (a.s.m.) dizinin dibinde de helak
olabilir.

İslam insan üzerine bina edilmiştir. İslam’ın toplumsal modeli
bile öncelikle Müslümanların iyi (nitelikli) ve de sayıca çok olmasına bağlıdır.
İnsan ve toplum olarak hazır olunmayan vasatta bir siyasi veya askeri darbe ile
şeriat ilan edilmesi, İslam için pek bir kazanç getirmeyeceği gibi, insan ve
toplumun nitelikli olduğu bir ortamda da, ters yönde bir darbe İslam’a pek zarar
vermez. Esas itibariyle İslam da rejim toplum temelinden şekillenir. Çünkü
Müslümanlar neye layıksa öyle yönetilirler ve de Allah (c.c) içimizdekini
değiştir-medikçe dışımızdakini (durumumuzu) değiştirmez.

İslam’ın (şeriatın) semavi ve ulvi düsturlarını liyakati olmayan
bir topluluğa, yine liyakati olmayan yöneticiler ve diğer kamu görevlileri nasıl
tatbik edebilirler. Dini hassasiyeti olmayan bir topluluğa ben size “İslam’ın
güzelliğini” zorla da olsa yaşatacağım iddiası “İslam’ın güzelliği” nden midir?

Sözünü ettiğimiz ilk dört devir ise yaşanmış ve yaşanmakta olan
fiili bir durum, somut bir realitedir. O kadar ki Marks ve Bediüzzaman gibi iki
zıt dehayı bile aşağı yukarı aynı teşhiste birleştirebiliyor. Fakat dananın
kuyruğu işte bu noktada kopuyor. Birçok insan ecir devri, kapitalizmi, bazı
teorisyen iktisatçıların ortaya atıp siyasal iktidarlarca da uygulanan insan
ürünü ve tercih edilebilir bir sistemden ibaret zannediyor. Halbuki kapitalizm
her ne kadar A. Smit gibi iktisatçılarla teorisi yapılan (liberalizm), birçok
iktidar tarafından da siyasi bir program haline getirilen ve bu yönüyle insan
ürünü bir rejim olmaktan öte, adeta yaşanılması kaçınılmaz Allah’ın irade
sıfatından gelen “evamir-i tekviniyesi” “şeriat-ı fıtriyesidir.” Tıpkı vahşet ve
bedeviyet, memlukiyet ve esirlik devirleri gibi adetullahtır, sünnetullahtır.
İnsanlar bu devirleri zorunlu olarak yaşamışlardır, kendi tercihleri veya
teorisyenlerin görüşleri değildir. İnsanların kendi tercih ve teorisyenlerin
görüşleri, önceki devirlerin olduğu gibi kapitalizmin de insanlar için daha
yaşanabilir olma halini etkilemiştir. Yoksa bu sosyo-ekonomik üretim ve hayat
tarzının esası pek de değiştirilemez.

İslam Hz. Ademle başlayıp Hz. Muhammed (a.s.m) ile son bulan
ilahi vahyin ve dinin genel adıdır. Nasıl ki başlangıcı Hz. Ademe dayanır, sonu
da kıyamete kadar gider. Zaman açısından olduğu kadar coğrafi açıdan da
sosyo-ekonomik devirler açısından da evrenseldir, cihanşumuldür.

İslamiyet nasıl ki zuhur ettiği zamanın köleci toplum şartlarını
gözeterek onu ıslah etmiş ve kaldırmayı hedeflemiştir. (neticede kalkmıştır)
Aynı şekilde, feodal ve kapita-list toplumsal yapılar için de ıslah edici,
insani, ahlaki hükümleri geçerlidir. Fakat nasıl ki memlukiyet devrinin zorunlu
Adetullah hükümleri dikkate alınmış, aynı şekilde kapitalist üretim ve toplumsal
yapısı da dikkate alınır ve ıslah edilir, inkar edilmez, edilemez.
Unutulmamalıdır ki ka-pitalist toplum yapısı köleci toplumdan da feodal
toplumdan da daha ileri ve daha insanidir. Zira köle esas itibariyle hem vücudu
hem de hayatı mülkiyete konu bir eşyadır. Fakat kapitalist toplumda işçinin
(proleterya) sadece emeği satın alınabilir. Ama beşer köle, esir olmak
istemediği gibi ecir de olmak istemez. İnsanlık nasıl ki köle ve esir olmaktan
büyük ölçüde kurtulmuştur. Ecirlikten de kurtulacaktır, kurtulmaktadır.

Elhasıl kapitalizm; insanlarca zorunlu olarak yaşanacak,
kendinden önceki ilk üç devirden ileri, beşeri, içtimai bir devirdir, fıtri
şeriat gereği zorunludur.

Liberalizm; A.Smith, Malthus, Ricardo gibi iktisatçılarca
oluşturulan, ekonomide bireye ve onun özgürlüğüne imtiyaz tanıyan “bırakın
yapsınlar, bırakın geçsinler” diyen iktisadi bir doktrindir, anlayıştır, insan
ürünüdür.

Sosyalizm ve komünizm de, Marksiz-me göre zorunlu olarak
kapitalist toplumun yerini alacağı öngörülen iktisadi ve siyasi doktrindir,
insan ürünüdür.

Malikiyet ve serbesiyet devri de Bediüzzamana göre ecir devrinin
(kapitalist toplumun) yerini alacağını söylediği sosyal devirdir, fıtri şeriat
gereği zorunludur.

Sosyalizm Ve Komünizm

XIX. yüzyılın başlarında kapitalist düzenin aksaklıkları, sosyal
ekonomik düzendeki bozukluklar, ekonomik krizler, çalışan insanların koyu bir
yoksulluk içinde yaşamak zorunda kalmaları, bazı düşünürleri bir yandan tüm bu
kötülüklerin nedeni olarak kabul edilen kapitalist düzenin eleştirisini yapmaya,
öte yandan da, bu kötülüklerin bulunmayacağı sosyal ekonomik bir düzen aramaya
itmiştir.

Bu arayış içinde olan Marksizm öncesi sosyalist düşünürlerden
Saint-Simon’un “Teknik Devleti” Fourrier’nin “Falanj”ları Owen’in çeşitli
girişimleri hep bozuk ve kötü gelişen kapitalist düzenin yerini alacak olan
ideal mükemmel düzen örnekleri olarak düşünülmüştür. Bu düzenler bunları
düşünenlerin düşüncelerinin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Daha sonra
Marksizm ise kapitalizmin yerini alacak olan yeni düzenin, insanın
düşüncelerinin, düşlerinin ürünü olmayacağını, önemli olanın ekonomik sosyal
olayları belli bir andaki şekilleri için de incelemek ve değerlendirmek
olmadığını, asıl önemli olanın bunların gelişme ve değişme yasalarını bulmak
olduğunu, yani bunların bir şekilden diğerine geçiş yasasını, bir düzenin diğer
düzenle ilişkisini belirleyen kuralı bulmak olduğunu söyleyecektir. Marksizm
kapita-list düzenin yerini insanların hayallerinde kurdukları bir düş düzenin
değil, fakat ta-rihsel gelişme içinde toplumların zorunlu hareketleri sonucu
doğacak olan bir düzenin alacağını ileri sürecektir.(Göze,1986:262)

Marksizme göre, kapitalist devlet temel yapıdaki evrim sonucu
yıkılmağa mahkum bir üst yapı kurumudur. Bu yıkılışa devrimci sınıfın bilinçli
olarak yapacağı sınıf mücadelesi yardımcı olacaktır. Devrimden sonra kapitalist
toplumdan komünist topluma geçiş aşamalı bir biçimde gerçekleşecektir.

Birinci aşamada proletarya diktatörlüğü kurulacaktır. Bu dönem
son hedef değildir. Bir araçtır, kapitalist toplum ile komünist toplum arasında
köprü görevini yapacaktır. Bu dönemde proletarya, iktidarı tekelinde tutacaktır.
Bu aşama kapitalist toplumdaki sömürülen sınıfın ileri gelenlerinin hakim sınıf
biçiminde örgütlendikleri ve eski sömüren sınıfı ezdikleri bir dönem olacaktır.
Şiddetin hakim olacağı bu dönemde toplumda bir kısım insanlar için özgürlüklerin
ya da demokrasinin yeri olmayacaktır. Proletarya diktatörlüğü dönemi, sömüren
sınıfların direnişlerini kırmak, üretim araçlarının mülkiyetini bu sınıfların
elinden almak, iç ve dış düşmanlara karşı rejimi korumak için varlığı zorunlu
bir dönemdir.

Bundan sonraki ikinci aşama, komünizm döneminin alt aşamasıdır
(Sosyalizm). Bu dönemde üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmiş
olacağından insanın insan tarafından sömürülmesi söz konusu olmayacaktır. Fakat
komünizmin “herkese ihtiyacına göre” ilkesinin uygulanabileceği mutlak eşitlik
döneminin koşulları henüz gerçekleşememiştir. Eski toplum düzeninin kalıntıları
henüz devam etmektedir. Herkes üretilen değerlerden “işine göre” ya da
“yeteneğine göre” pay alabilmektedir. Bu ise ücretler arasında ve dolayısıyla
koşullar arasında eşitsizlik yaratmaktadır. İnsanın insan tarafından sömürüsü
son bulmuştur ve sınıflar yoktur, fakat tüm eşitsizlikler de tamamen ortadan
kaldırılmamıştır. Devlet varlığını sürdürmektedir, çünkü üretimin gerekleri ve
mevcut eşitsizlik bir zorlama ve baskının varlığını zorunlu kılmaktadır, devlet
de bu baskının aracıdır.

Bu dönemden sonra komünizmin üst aşamasına ulaşılacaktır. Bu
dönemin özelliği üretim güçlerinin gelişmesi ve “herkese ihtiyacına göre”
ilkesinin uygulanabilmesidir. Bunun sonucu olarak bu dönemde devlet ortadan
kalkacaktır. Üretim ve değerlerin dağılımı kendiliğinden bir baskı ve zorlama
aracı olmaksızın düzeleceğinden, devletin varlık nedeni de ortadan kalkmış
olacaktır. Bu dönemin ne zaman gerçekleşeceği kesinlikle bilinmemekle birlikte,
marksist görüş gerçekleşeceğine inanmaktadır.(Göze, 1986 : 292 v.d)

Marksizm her ne kadar kapitalist düzenin yerini insanların
hayallerinde kurdukları bir düş düzeninin değil, tarihsel gelişme içinde
toplumların zorunlu hareketleri sonucu doğacak olan bir düzenin alacağını ileri
sürmüşse de, yukarıda anlatılan görüşlerin, hayal mahsulü bir düş düzeninden
başka bir şey olmadığı tarih laboratuarlarında test edilip onaylanmıştır.
Kapitalizmin yerini sosyalizm ve komünizmin almayacağını bu sistemlerin dramatik
çöküşü bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermiştir.

Fakat Marksizm Çin, Afganistan ve Rusya’dan, Küba’ya,
Bulgaristan’dan Doğu Almanya’ya, Çekoslavakyaya, Macaristan’a kadar Asya ve
Avrupa’nın pek çok ülkesini nasıl pençesine aldı. Pençesine alamadıklarını da
nasıl derinden etkileyip sarstı, korku yaşattı. Bunun belli başlı 3 sebebi var;

1- Kapitalizmin kötülükleri ve suistimalleri ki yukarıda ecir
devri bahsinde Bediüzzaman bunu gayet net ortaya koymuştur.

2- Asr-ı Saadette bile endişeyle beklenen büyük deccal fitnesi
buydu.

3- “Meslekler. Mezhepler ne kadar batıl da olsalar, içinde
ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak bir hakikat bulunur.” (Mektubat:354) Sırrınca
içinde taşıdığı hayat ukdesinin toplumları derinden etkileyip sarsmasıdır.

Marksist görüş de ekonomi ve iktisadi faaliyetler son derece
önemli bir yere sahiptir.

İnsan “çalışan bir varlık” “homofaber”, ekonomik bir varlık”
“homo economicus” tur.

Tüm sosyal ilişkiler açısından ekonomik ilişkiler temel yapı
ilişkileridir. Üretim biçimi (Ekonomi) toplumun siyasal, sosyal, hukuki,
entelektüel hayatını şartlandırır ve belirler. (Göze, 1986: 291)

Bu noktada Bediüzzamana bakalım.

“Sonra görüyoruz ki, alem-i insaniyet de belki hayvan alemi de
bir daire hükmünde teşkil olunuyor. Ve nokta-i merkeziyede rızık vazedilmiş.
Bütün nev-i insanı ve hatta hayvanatı rızka adeta taaşşuk (şiddetli aşk) ettirip
onları umumen rızka hadim (hizmetkar) ve musahhar etmiş (emrine vermiş). Onlara
hükmeden rızıktır. …… Demek, kainat içinde en acip, en zengin, en garip, en
şirin, en cami, en bedi hakikat rızıktadır.” (Mektubat:349)

Marks insanı çalışan bir varlık “homo faber” “homo economicus”
olarak tanımlayıp, insanın psikolojisinin, toplumun sosyolojisinin (hukuk,
siyaset, entellektüalite) ekonomiye dayandığını ve bunun önemini vurgularken.
Bediüzzaman aynı konuyu rızık (Rabbin ihsanı) Rezzak (rızkı veren Rab)
bağlamında Tevhidi açıdan ele alıyor ama aynı konuya önemle tahşidat yapıyor.

Keza Marksist görüş diyalektik materyalizm; insanlık tarihine
uygularken, insanlık tarihini sosyal sınıflar arasındaki mücadelenin tarihi
olarak görür. Birbiriyle çelişen sosyal sınıflar arasındaki mücadele geçmiş ile
gelecek arasındaki mücadeleyi ifade eder ve buna dünya görüşünde büyük önem
atfeder. (Göze, 1986; 284)

Bediüzzaman ;

“Şu alemin ihtilali nedir?” sorusuna

“Say’in (emeğin) sermaye ile mücadelesidir”. (Nursi, 1996; 2343)
cevabını vermesi.

“Devletler, milletlerin hafif muharabesi, tabakat-ı beşerin
(sosyal sınıfların) şedit (şiddetli) olan harbine terk-i mevki ediyor.

Zira beşer edvarda (önceki devirlerde) esirlik istemedi, kanıyla
parçaladı. Şimdi ecir (ücretli) olmuştur, onun yükünü çeker, onu da parçalıyor”
(Sözler, 1997: 650) (Benzer ifadeler Tarihçe-i Hayat:118) demesi de ilginçtir.
Bediüzzaman “Gavurlardaki iki cereyanları (Kapitalizm ve Sosyalizm) nasıl
görüyorsun?” sorusuna şöyle cevap veriyor;

“Şimdilik biri necis (pis ki, sosya-lizmdir), biri en encestir
(daha pistir ki, kapitalizm dir). Tahir-i mutlak (mutlak temiz) yalnız desatir-i
İslamiyettir. (İslam’ın düsturlarıdır)”

“Öyleyse iki cereyana da lanet”

“Evet. Lakin bize bulaşmış olan encesin (kapitalizmin) temizliği
hesabına, onun izalesine çalışan necise (sosyalizm) necis demekle onu da
kendimize sıçratmak, maslahat (doğru) olmasa gerektirir. Mesela bir hınzır seni
boğuyor (domuz ki Hıristiyan kapitalistlerce tasarruf simgesi sevimli bir
hayvan). Bir ayı (Sosyalist Ruslar’ın sembolü) da onu boğuyor. Ayının bağrına
dürtmekle kendine musallat etmek, akıldan ziyade cünundur (cinnettir). Zaten bir
cinnet-i müstevliye (istilacı cinnet) dünyaya dağılmıştır.” (Nursi, 1996:2343)
Üstad Sünuhat adlı eserinin 57 ile 63 sayfaları arasında Sosyalizm ve
Kapitalizmle ilgili değerlendirmeler yapıp bu minval üzere (Sosyalizm necis,
Kapitalizm ences) yaklaşımını şerh ve izah ediyor.

Daha da enteresan olan Bediüzzamanın “Mühim bir nokta” başlığını
koyduğu ve sosyalistlerin davalarının başarısı için İslamiyet’e girmelerinin
mecbur olduğunu ifade ettiği şu beyanlarıdır.

“İslam gaflet edip küstü. Hıristiyanlık dini fen ve medeniyeti
kendine mal edip, iki silahla galebe çaldı. (İslam’ın küstüğü fen ve medeniyet
silahlarıyla) . Şimdi şarkta müthiş bir silah imal ediliyor (Sosyalizm). Bunun
hak kısmına sahip olmalı. Yoksa yine küssek, onu da Hıristiyanlık İslamiyet
aleyhine istimal edecektir. Buna karşı dayanılmaz.

Cumhur-u avama (fakir halkın çoğunluğuna) müteveccih olan
(yönelen) bir fikir, bir kutsiyet almazsa söner. O desatire (düsturlara)
kutsiyet verecek iki muazzam rakib-i din var. Şu keskin fikir (Sosyalizm),
gözünü açtığı vakit hasmını (Kapitalizm) ve hasmının elindeki silahı
Hıristiyanlık dini bulmuştur. Öyleyse o kutsiyet almak için İslamiyet’e dehalet
etmeye (girmeye) mecburdur”.

Marksizmin batıl bir yol olarak içindeki hayat ukdesi hükmünde
olan hak ve hakikatini tespit ettikten sonra İslam tarihi açısından o çok özel
önemine ve dehşetine de göz atalım.

Bediüzzamanın da ifade ettiği gibi ecir devri, kapitalizm,
zamanında ve bilhassa Marksist teorinin Marks ve Engels tarafından inşa edildiği
erken kapitalist dönemde, avam tabakası, işçiler çok ezilmiş, büyük gelir
adaletsizlikleri had safhaya ulaşmıştır. Bu açıdan kapitalist uygulamanın günahı
büyüktür.

Marksist görüşte, bu suistimalleri suistimal ederek, fıtri
olarak Malikiyet ve Serbestiyet devrine doğru akan insanlık ırmağının önüne
neredeyse set çekti. Yoksullukları ve adaletsizlikleri kullanarak dünyanın çok
büyük ve önemli coğrafyalarını sarstı. Ve inkar-ı Uluhiyet (diyalektik
materyalizm) fikrini de en temel esas yaparak bütün dinleri ve en çok muhatap
olduğu Hıristiyan alemini yakıp kavurdu. (Emirdağ Lahikası 1, 130) Hatta onu
mağlup etti. (a.g.e 1, 124)

Marksizm eski Yunandan beri çok çeşitlilik ve farklılıklar
arzeden felsefe ve doktrinlerden biri değildir. Bir ekonomik doktrin ve siyasal
programdan ibaret de değildir. O, insan, tarih, devlet, toplum, tabiat, Tanrı
sorunlarına eğilirken, gerek teori gerekse uygulamada bu sorunları çözümlemeyi
bir senteze ulaşmayı, gaye edinen bir dünya görüşüdür. (Göze, 1986:276)

Marks “Şimdiye kadar filozofların yaptığı dünyaya yorumlar
getirmekti; Oysaki asıl olan, dünyayı değiştirmektir” diyordu. (Thema Larausse,
C 1, s. 429) O tarihin ilk sınıf kuramcısıdır. (Thema C 2, s. 479) Birçok
yönüyle tarihte ilktir.

Tarih boyunca nemrutlar, firavunlar, zalimler hep olmuştur.
Fakat komünizm gibi iki semavi dini (Hıristiyanlık ve İslam) düşman edinen, bu
kadar geniş coğrafyada yaklaşık bir asır ihtilaller yapan, bir halk hapishanesi
kuran, dini, aileyi ve mülkiyeti reddeden, uygulanmayı başarabilmiş tek felsefe
ve dünya görüşüdür.

Ali Bulaç daha da ileri giderek Marksizmin batıl bir dine
benzediğini şöyle ifade ediyor;

“Komünist fikriyatın ana çerçevesini inşa edenler, sistemin
teorik çerçevesini bir tür teolojik bir zemine oturtmuşlardır. Bu açıdan
materyalist tarih felsefesi ve dünya görüşü, dinlerin temel varsayımlarını
tersine çeviren materyalist bir teoloji gibidir. Hıristiyanlığa göre, bizim
yeryüzündeki trajedimizin esası, günahkar tabiatımızdır; Marks’a göre sınıflı
topluma geçişimiz buna sebep oldu. İslamiyet dünya hayatında ahlaki ve ilahi
hükümlere göre yaşayan insanın varoluş amacını gerçekleştirebileceğini
söylerken; Marks, köleci toplum, feodal toplum ve kapitalist toplum
biçimlerinden sonra yine tarihin başlangıcında olduğu gibi sonunda komünal
topluma ulaşacağını yani “dünyada cenneti” kuracağını söylüyordu.(Zaman G.
20.5.99)

Beri taraftan Peygamber efendimiz (a.s.m);

“Şüphesiz ben sizi Deccale karşı uyarı-yorum. Hiç bir peygamber
yoktur ki gönderildiği toplumu ona karşı uyarmamış olsun. Nitekim Hz. Nuh (a.s)
kavmini ona karşı uyarmıştı.” (Döğen:1996, 99) buyurmuştur.

Yine Ashaptan Nevvas Bin Sem’an (r.a.):“Resul-i Ekrem (a.s.m)
bir sabah vakti Deccalı anlattı. Onu o derece alçalttı ve (fitnesini) o derece
yükseltti ki, onu hurmalık içinde zannettik.” demiştir.

Efendimiz ümmetine sıkça yaptığı şu duayı öğretmiştir:
“Mesihi’d-Deccal’in fitnesinden sana sığınırım”. (a.g.e., 100)

İşte bu büyük Deccal fitnesinin Rusya da çıkan Komünizm cereyanı
olduğunu Bediüzzaman bazı hadisleri tefsir ederek açıklıyor.

“Komünist komitesinin tesisinde mühim bir rol ile, Yahudi
milletinden olan “ Troçki” namında dehşetli bir adamı, Rusya’nın
başkumandanlığında ve terbiyegerderleri olan meşhur Lenin’den sonra Rus
hükümetinin başına geçirerek Rusya’nın başını patlatıp, bin senelik mahsulatını
yaktırdılar; Büyük Deccalin komitesini ve bir kısım icraatını gösterdiler. Ve
sair hükümetlerde dahi ehemmiyetli sarsıntılar verip, karıştırdılar”. (Şualar:
507)

“İsa Aleyhisselam Büyük Deccali öldürür.” hadisini de
Bediüzzaman şöyle tefsir ediyor.

“Şahs-ı İsa Aleyhisselamın kılıncı ile maktul olan şahs-ı
Deccalın, teşvik ettiği dehşetli maddiyunluk ve dinsizliğin (diyalektik ve
materyalizmin) azametli heykeli ve şahsi manevisini öldürecek ve inkar-ı
Uluhiyet olan fikr-i küfrisini mahvedecek ancak İsevi ruhanilerdir ki; o
ruhaniler, din-i İseviliğin hakikatini İslamiyet ile mecz ederek, o kuvvetle onu
dağıtacak, manen öldürecek. Hatta, “ Hz. İsa Aleyhisselam gelir, Hz. Mehdiye
namazda iktida eder, tabi olur.” diye rivayeti, bu ittifaka ve hakikat-i
Kur’aniyenin mecburiyetine ve hakimiyetine işaret eder.” (Şualar: 506)

Kur’an-ı Kerim’de (Kehf: 94, Enbiya 96) geçen Ye’cüc ve Me’cüc
ile ilgili Bediüzzaman’ın yorumu şöyledir:

“Hatta şimdi komünistlik içindeki anarşistin ehemmiyetli efradı
onlardandır. Evet, İhtilal-i Fransevide hürriyetperverlik tohumuyla ve
aşılamasıyla sosyalistlik türedi, tevellüd etti ve sosyalistlik ise bir kısım
mukaddesatı tahrip ettiğinden, aşıladığı fikir, bilahare Bolşevikliğe inkılap
etti ve Bolşeviklik dahi, çok mukaddesat-ı ahlakiye ve kalbiye ve insaniyeyi
bozduğundan, elbette ektikleri tohumlar hiçbir kayıt ve hürmet tanımayan
anarşistlik mahsulünü verecek. Çünkü kalb-i insaniden hürmet ve merhamet çıksa,
akıl ve zekavet o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir;
daha siyasetle idare edilmez. Ve anarşistlik fikrinin tam yeri ise hem mazlum
kalabalıklı, hem de medeniyette ve hakimiyette geri kalan çapulcu kabileler
olacak”. (a.g.e 507)

Bediüzzaman; “Birtek gayem vardır; O da; mezara yaklaştığım bu
zamanda, İslam memleketi olan bu vatanda Bolşevik baykuşlarının seslerini
işitiyoruz. Bu ses alem-i İslam’ın iman esaslarını zedeliyor; halkı, bilhassa
gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcu-diyetimle bunlarla
mücadele ederek, gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum; bu imansız
kitleye karşı mücadele edi-yorum. … Beni serbest bırakınız. El birliğiyle,
komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allah’ın
birliğine hizmet edeyim.” (Şualar: 427) der.

Bediüzzamanın siyasetle dine hizmet etmeyi düşündüğü Eski Said
döneminde, Sosyalizme karşı Kapitalizmi daha tehlikeli (ences) bulduğunu, Yeni
Said döneminde ise Sosyalizm ve Bolşevikliği daha tehlikeli bulup, iman
noktasında Hıristi-yanlarla bile ittifak edilmesi gereğini (Lem’alar: 155,
Emirdağ Lahikası 1:.202) hatta tamamen Hıristiyan devletlerden oluşan Nato gibi
askeri ve siyasi bir organizasyona Türkiye’nin girmesi gerektiğini beyan
etmiştir. Zahiren çelişki gibi görünen bu tavır aslında gayet tutarlıdır.

Üstad 1920’lerde yazdığı makalelerinde (Sünuhat, Rumuz)
Sosyalizm henüz sadece Rusya’da yeni işbaşına gelmiş, daha vahşi haldeki
istilacı Kapitalizmin azgınlık ve günahlarına karşı eşitlik ve adalet
hakikatıyla ortaya çıkan stratejik bir denge unsurudur. Daha sonraları ise
Kapitalizm zamanla ehlileşip Malikiyet ve Serbesiyet eğilimi başgösterdikçe,
Sosyalizm vahşileşmiş, inkar-ı Uluhiyet ile aile ve özel mülkiyet düşmanlığını
ortaya sermiş, bir çok ülkeyi kan dökerek istila etmiş ve halk hapishaneleri
kurmuştur. Yani deccal fitnesini ve misyonunu ifa etmiştir. Bediüzzaman gibi bir
alim de İslam ve insanlığın ulvi menfaatleri adına değişen konjonktürde, değişen
taktik ve stratejiler izleyecekti. Zaten o, sosyalizmi necis (pis), kapitalizmi
(daha pis) diye değerlendirirken “şimdilik” kaydını düşmeyi de ihmal etmemiştir.
Şu zaman da ise artık komünizm (Büyük Deccal) tehlike olmaktan çıktığına göre,
liberalizm (kapitalizm) tekrar ences olarak değerlendirilebilir.

Nitekim büyük önder Resulullah (a.s.m) da müşrik zulmüne karşı
Ashabının bir kısmını adil bir Hıristiyan hükümdarı Necaşinin ülkesine göndermiş
ve Müslümanlar orada hüsn-ü kabul görmüştür. Hıristiyanlarla Medine vesikasını
teşkil edip onlarla kardeşçe bir arada yaşamak için anayasa imzalamıştır.
Hıristiyan Bizansın, Mecusi İranlılarla yaptığı savaşta ise Hıristiyanların
galip gelmesini istemiştir. Fakat aynı Bizansın elçisini şehit eden
kuvvetleriyle, Mute (Ürdün) savaşını emir buyurmuştur. Ve Komünizm cereyanı
çıkıncaya kadar da İslam’ın en önemli stratejik rakibi Hıristiyanlık olmuştur.
Ama Komünizm gibi daha dehşetli bir düşmana karşı tarihte olduğu gibi yine
Hıristiyanlarla ittifak yapılmıştır.

Malikiyet ve Serbestiyet Devri

Bu yazının gayelerinden biri, tarihe, bilhassa son iki yüzyılın
tarihine, genel ve tarih felsefesi açısından bir bakış olduğu gibi, daha ziyade
de, yaşamakta olduğumuz ve süratle dahil olduğumuz geleceğin tarihini ve
Malikiyet ve Serbesiyet devrini ve özelliklerini anlamaya çalışmaktır.

Burada dikkat gerektiren en önemli husus; tarihi, bir süreç
(vetire, proses) düz çizgi olarak değil de kesik kesik çizgilerden oluşan bir
zaman parçası olarak algılama yanlışlığına düşmemektir. Tarihin gerek ilk çağ,
orta çağ gibi periyodik gerekse,esir devri, ecir devri gibi felsefi dönemleri
bizim uzaktan baktığımız gibi birbirinden çok farklı ve uzak dönemler olmayıp,
birbirine geçen ve asla kesilmeyen düz bir çizgiye benzer. Bir sonraki dönem bir
önceki dönem üzerine bina edilir, bir önceki dönem bir sonrakinin zemini ve
hazırlayıcısıdır. Biz şu anda ecir devrinden başka devre geçme sürecini
yaşıyoruz. Fakat değil halkın çoğunluğu bu işe ilgi duyan entelektüellerimiz
bile bunu çoğu zaman fark etmiyor. Bu pek normaldir. Çünkü vetire duyu ve
zihinle kolay algılanacak mahiyette değildir. Bir ağacın ve çocuğun büyümesini
günlük olarak takip edemediğimiz gibi.

Gelmekte olan Malikiyet ve Serbesiyet devrini anlayabilmek için
şu ana kadar yapmış olduğumuz izahları hatırda tutmak önem arzediyor. Zira yeni
devir ecir devrinin bir devamı, ecir devri de onun fidanlığı veya zeminidir,
tıpkı ecir devrinin de esir devri fidanlığı ve zemininde boy atması gibi.

Zaten iki yüz yıl öncesi ecir devri, kapitalizm ile şimdiki
kapitalizm her açıdan büyük farklılıklar arzediyor. Kapitalizm değişiyor,
başkalaşıyor, bu da mezkur yeni devrin başlangıcı oluyor. Sanayi devriminin
başladığı İngiltere’de, ağır sanayi iş kolunda sadece boğaz tokluğuna 14- 16
saat çalışan bitkin ve bezgin işçiler (vahşi kapitalizm) artık ev ve otomobil
sahibi, şirket hissedarı oldular ve de 6-7 saat çalışıyorlar. Hatta bu gün cazip
olan, ağır sanayi olmadığı gibi sanayi de önceki cazibesini kaybetmiştir. Artık
işçilerin oldukça lehine “iş hukuku” gelişmiş “sosyal devlet” kendini her yerde
hissettirmektedir. Bu değişim sadece işçi işveren arasında değil bütün bir
toplumu kapsayacak şekildedir.

Demek ki yeni devir, köleci ve feodal toplumlardan oldukça
farklı ve ileri olduğu gibi, fidanlığı kapitalist toplumdan da mutlaka farklı ve
güzel olacaktır.

Bu devrin Marksist görüşün komünist, bir anlamda ilkel komünal
toplum kehanetiyle de hiçbir şekilde ilgisi olmadığını zaten tarih
laboratuarının kesin sonuçları herkese öğretti.

Öyleyse biz Malikiyet ve Serbesiyet devrinin verileri sınırlı
gerçeğini bariz bir şekilde göremesek, ne olduğunu tam bilemesek bile ne
olmadığını çok iyi bilebi-liriz. Bu da bize mezkur devri tanımlarken “efradına
cami” (unsur ve özelliklerini belirten) yönünü olmasa bile, “ağyarını mani”
(başkalarından, kapitalizm ve sosya-lizm ve bütün önceki devirlerden farklı)
yönünü belirtmemizi sağlar.

Buna göre; beşer esir olmak istemediği gibi ecir dahi olmak
istemediğine göre, yeni devirde ücretlilik, yani başkasının yanında ücretli işçi
olarak çalışanlar azalacak, kendi işini yapanlar artacak, en azından bu devrin
galip vasfı ecir (ücretlilik) olmayacaktır.

Ayrıca ücretliliğin, işçiliğin, mahiyetinin de işçiler lehine
daha da düzeleceği söylenebilir. Nasıl ki ecir devrinin başlarında (vahşi
kapitalizm dönemi) işçiler şimdiki hallerinden daha çok bir önceki devir
esirlikte, “esir muamelesi” görme özelliği taşıyor ve bu durum gün geçtikçe
düzeliyorsa, bu süreçte işçinin daha da rahatlayacağına hükmedebiliriz. Bu devir
de küçük hisselerle de olsa işçinin çalıştığı fabrikaya ortak edilmesi yaygın
bir uygulama alanı bulabilir. Böylelikle işçilerin yönetime katılmaları ve
kârdan pay almaları da sözkonusu olacağından hem iş verimliliği ve işyerine
sahibiyet, hem de işçi patron arasındaki gerilim kalkacaktır.

Anonim şirketlerin halka açılması ve kâr payı dağıtmaları da o
şirketle ilişkisi olmayan sade vatandaşlara yönetim ve mülkiyete katılma hakkı
kazandıracaktır.

Kapitalizmin en önemli özelliklerinden biri kapitale (sermayeye)
sahip olanların bu kapitali faiz ile emeksiz olarak çalışanlar ve müteşebbisler
aleyhine kullanmalarıdır. Bu yeni devirde ise faizsiz İslam bankacılığı (özel
finans kurumları) yaygınlaşıp, faiz yerine kâr ortaklığı uygulama alanı
bulacaktır. Ülkemizde siyasi ve hukuki engellere rağmen bu sistem yaygınlık
kazanmaktadır.

Bütün bunlar mülkiyetin tabana yayılması ve malikiyet
özellikleridir. Bu da zenginler ve fakirlerden başka bir orta sınıf oluşması,
bunun sayı ve sermaye olarak güçlenmesi demektir. Marksizm; orta sınıfın,
mücadele halinde olan iki sınıf arasında-yani kapitalistlerle işçiler
arasında-iki değirmen taşı arasında kalmış gibi ezilip kaybolacağını ileri
sürmüştür. Başlangıçtaki gelişmeler bu tezi doğrular nitelikte olmuştur. Ancak
yirminci yüzyıla girerken, bunun aksine bir gelişme başlamış, bu gelişme orta
sınıfın giderek güçlenmesine hatta halkın çoğunluğunu oluşturmaya başlamıştır.
(Göze, 1986:307)

Son yıllarda oldukça revaç bulan devre mülk sistemi de
mülkiyetin yaygınlaşmasına ilginç bir örnektir.

Şirket ve fabrikalarda başlayıp, devlet idaresine kadar Adem-i
Merkeziyet, yerinden yönetim anlayışının yaygınlaşması, hiyerarşik ve otoriter
yapılanmaların yerini demokratik, çoğulcu ve katılımcı anlayışın alması da,
Malikiyet ve Serbestiyetin bir başka önemli tezahürüdür.

Bu iyiye ve güzele gidiş (tekamül) sadece ücretlilerle sınırlı
kalmayacak bütün sosyal sınıflar için hayırlı olacaktır.

Malikiyet ve Serbestiyet devrinin sırf ismi bile önceki
devirlerden çok daha iyi ve güzeli çağrıştırdığı gibi, bize mahiyeti konusunda
da bilgiler veriyor.

İktisadi manada malikiyet; halk çoğunluğunun (avamın) küçük
küçük de olsa, mülk sahibi olması (işyeri ve evinin sahibi olması) serbestiyet
ve teşebbüs hürriyetinin genişlemesi olarak düşünebiliriz.

Siyasi manada ise; hak ve hürriyetlerin alabildiğince genişleyip
kitleler içinde faydalanır hale gelmesi ve demokratikleşme olarak anlayabiliriz.

Hukuki manada; kişilerin sözleşme ile belirledikleri hukukun
(sözleşme hukukunun) daha önem kazanması, özel yargı organları (tahkim), çok
hukukluluk gündeme gelebilir.

Kültürel alanda da çok kültürlülük, mahalli ve otantik
kültürlerin önem arzetmesi, kültürler arası etkileşimin artması görünebilir.

Bediüzzaman “Beşerin edvar-ı hamsesi var” diyerek bu beş devri
özetlemiş, ecir devrini biraz daha açmış, fakat gelmekte olan Malikiyet ve
Serbesiyet devrini ve diğer devirleri doğrudan izah etmemiştir. Çünkü onun esas
misyonu ve vizyonu bu değildir.

Misyon ve vizyonu ekonomi ve sınıf çatışmaları olan Marksist
görüş ise bu konuya özel önem atfederek bütün bu devirleri ve kendilerince son
devri (sosyalizm-komünizmi) detayıyla açıklamışlardır.

Deccal esas işinde ciddi bir şekilde çuvallarken, esas mesleği
olmadığı halde Bediüzzaman son derece isabetli olarak gelmekte olan devri tespit
etmiş, isimlen-dirmiş, doğrudan olmasa bile dolaylı olarak önemli ipuçları
vermiştir. Ve görüşlerini tarihi uygulama teyit ve tefsir etmektedir.

Bediüzzamanın aşağıdaki beyanlarıyla hem şu ana kadar izah
etmeye çalıştığımız hususları özlü bir şekilde şerh ve izah etmiş, hem de daha
önemlisi insanlığın en önemli sorunlarından birinin teşhis ve tedavisini net
olarak ortaya koymuştur. Denebilir ki Liberal Smith, Ricardo, Malthus, Marksist
Engels, Marks, Lenin şu hakikatleri görebilselerdi ciltler dolusu kitap
yazmalarına ve dahiyane gayretlerine gerek kalmayacaktı.

“Alem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten
(yardımlaşmadan) doğar. İnsanların terakkiyatına (ilerlemesine) engel olan
isyanlardan, ihtilallerden, ihtilaflardan meydana gelen felaketlerin tiryakı,
ilacı muavenettir.

Evet; zekatın vücubu (farz olması) ile, ribanın hurmetinde
(faizin haramlığında) büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet
vardır.

Evet, eğer tarihi bir nazarla sahife-i aleme bakacak olursan ve
o sahifeyi lekelendiren beşerin mesavisine, (kötü halle-rine) hatalarına dikkat
edersen, hey’et-i içtimaiyede görülen ihtilaller, fesatlar ve bütün ahlak-ı
rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün .

· Birisi “Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün,
bana ne.”

· İkincisi “Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve
lezzetler içinde rahat edeyim.”

Alem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya
yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren, ancak zekattır.

Nev-i beşeri umumi felaketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevk
edip te-rakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan,
hurmet-i ribadır.

Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en
büyük şartı, insanların tabakaları (sınıflar) arasında boşluk kalmamasıdır;
havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı (birleşme
çizgisini) kesecek derecede uzaklaşmamaları lazımdır. Bu tabakalar arasında
muvasalayı temin eden zekat ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekat ile hurmet-i
ri-baya müraat (riayet) etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir,
hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan
yukarı tabakaya ihtiram, (saygı) itaat, muhabbet yerine ihtilal sadaları, hased
bağırtıları, kin ve nefret vaveylaları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı
tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi
tahkirler yağıyor. Maalesef, tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma
(merhamete) sebep iken, tekebbür ve gurura bais (sebep) olu-yor. Tabaka-i
fukaradaki acz ve fakirlik, insan ve merhameti mucip iken, esaret ve sefaleti
intac ediyor. Eğer bu söyledikle-rime bir şahit istersen alem-i medeniyete bak;
istediğin kadar şahitler mevcuttur.

Hülasa: Tabakalar arasında musalahanın (barışın) temini ve
tesisi, ancak ve ancak erkan-ı İslamiyeden olan zekat ve zekatın yavruları olan
sadaka ve teberruatın (bağışların) heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz
edilmesiyle olur…

Belagat (güzel söz), mukteza-i hale (halin gereğine)
mutabakattan ibarettir. Kur’an’ın muhatapları, muhtelif asırlarda mütefavit
(farklı) tabakalardır. Bu tabakalara müraaten, (gözeterek) muhavere (sohbet) ve
mükameleyi (konuşma) o asırlarda teşmil etmek (yayma) üzere, çok yerlerde ta’mim
(genelleştirme) için hazf yapıyor, (çıkarıyor) çok yerlerde nazm-ı kelamı (söz
düzeni) mutlak bırakıyor ki; ehl-i belagat (söz ehli) ve ulum-u Arabiyece
(Arapça ilimleri) güzel görünen vecihler, ihtimaller çoğalsın ki, her asırda,
her tabaka, fehimlerine göre hissesini alsın. (İşarat’ül İ’caz, 49,50)

Bediüzzaman gelecekle ilgili pek çok, güzel müjdeler vermiştir.
“Gelecekte” Malikiyet ve Serbestiyet devrine tekabül etmektedir. Bunlardan bir
kaçını örnek kabilinden zikredelim.

“İstikbal yalnız ve yalnız İslamiyet’in olacak, hakim, hakaik-i
Kur’aniye ve imaniye olacak. Öyleyse şimdiki kader-i kısmetimize razı olmayız
ki, bize parlak istikbal, ecnebilere müşevveş bir mazi düşmüş.

“Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı
akliye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’an hükmedecek.”
(Emirdağ Lahikası, 369)

“İslamiyet bir derece tecelli etti. Beşaret (müjde) veriyor ki;
Asıl insaniyet-i kübra olan İslamiyet, sema-i müstakbelde ve Asya’nın cinanı
(cennetleri) üzerinde bulutsuz güneş gibi pertev-efşan (ışık saçan) olacaktır.”
(Muhakemat: 30)

“Acele ettim, kışta geldim; sizler cennetasa bir baharda
geleceksiniz”. (Münazarat: 88)

“Katiyen dinsiz bir millet yaşamaz; Rus da dinsiz kalamaz geri
dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate
dayanan ve hüccet ve delile istinat eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’an ile
bir musalaha veya tabi olabilir. O vakit dört yüz milyon ehl-i Kur’an’a kılınç
çekemez.” (Emirdağ Lahikası: 311)

“Ümit var olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada
İslam’ın sadası olacaktır.” (Sünuat: 62)

Evet, yirmi birinci yüzyıla, üçüncü bin yıla girerken, daha
fazla ümitliyiz, Bediüzzaman söylediği zamana göre istikbalin bir kısmı maziye
katılmış, önemli değişimler ve inkılaplar olmuş, insanlık ve İslamlık düne göre
daha yükselmiş, yükselmeye devam ediyor.

Dünyanın dört bir yanı zir-ü zeber eden inkar-ı Uluhiyet,
deccaliyet (komünizm) fikriyatı ve uygulamasıyla kendisi zir-ü zeber olmuş, bir
başka deccal (Süfyaniyet) ise İslam coğrafyasındaki son hamlelerini yapmakta,
fakat ilerleyemediği gibi gerilemektedir.

Bediüzzaman ecir devri (Kapitalizm) için “başlamıştır geçiyor”,
Sosyalizm için ise muvaffak olamayacağını, hatta Rus’un da dinsiz olamayacağını
yaklaşık yüz yıl önce söylemiştir. Yeni ve daha güzel bir devrin, Malikiyet ve
Serbestiyet devrinin gelmekte olduğunu da belki ilk defa o müjdelemiştir.

Kapitalizmin bitişini sosyalizmin çöküşünü, Malikiyet ve
Serbestiyet’in gelişini artık herkes görmeye başlamıştır. Özellikle batılı
sosyolog, iktisatçı, fütürolog vesair vizyon sahibi bilim a-damları yaklaşık
20-30 yıldır bunun a-raştırmasını ve izahını yapmaya çalışıyorlar.

Altmışlı yıllarda Kenneth Boulding “Yirminci Asrın Manası”nı
yazdı. “Medeniyet çökmektedir ve yirminci asrın manası da budur” dedi. Boulding
bir isim de bulmuştu. “Medeniyet Sonrası Çağ” . Aynı yıllarda John Nef, yeni bir
eserini yayınlıyordu; Towards World Community (Dünya Cemiyetine Doğru) George
Soros gibi Kapitalizmin nimetlerinden en çok faydalanan dünyaca ünlü para
babası, “para yönetiminin sihirbazı” ünvanlı kapitalist “Küresel Kapitalizm
Krizde” isimli kitabı yazıyordu.

Charles Handy ise “Ruhun Arayışı, Kapitalizmin ötesi; Modern
Dünyada Amaç Arayışı”nı yazıyordu. Paul Kennedy ise “Büyük Güçlerin Yükseliş ve
Çöküşü”nde Amerikan İmparatorluğundaki düşüşü de teşhis ederek dünyanın üzerinde
en çok konuşulan ve okunan tarihçisi oluyor ve bunun peşinden de “Yirmi Birinci
Yüzyıla Hazırlanırken”i yazıyordu.

Immanuel Wallerstein “Tarihsel Kapitalizm”inde, “Marks gibi
kararlı bir suçlayıcısı bile kapitalizmin oynadığı ilerici role büyük ağırlık
vermiştir. “İlerici” sözü tarihsel olarak daha sonra gelen anlamında
kullanılmadığı sürece ben buna inanıyorum…..” diyor.

Alvin Toffler “Future Shock” “Gelecek Korkusunu” kaleme
alıyordu. Kitapların sadece isimleri ve yazarlarının da kimlikleri (Avrupalı ve
Amerikalı sosyolog, iktisatçı ve tarihçi) dikkate alındığında bile Kapitalizmin
bitmekte yeni dönemin başlamakta olduğu anlaşılabiliyor.

Toffler kendi seçtiği isim; “Üçüncü Dalga” adlı eserinde şöyle
diyordu; “Bu olağanüstü değişikliğin gücünü, kapsamını anlatabilmek için
sözcükler arıyoruz. Uzay çağından, Bildirişim Çağından, Elektronik Çağından söz
ediyorlar. Zbigniev Brzezinski bizi bir “teknokratik çağın” beklediğini
söylüyor. Sosyolog Daniel Bell yaklaşan “sanayi sonrası toplumu” anlatıyor.
Sovyet fütüristlerin “Bilimsel Teknolojik Devrimden” söz ediyorlar. Bense
yaklaşan “süper sanayi toplumu” hakkında bir sürü yazı yazdım. Ama benimki dahil
bu adların hiçbiri yeterli değil”. (Toffler, 1996:26)

Toffler bu çağın özelliklerini şöyle özetliyor;

“Eskiye meydan okuyan bu yeni uygarlık, bürokrasileri devirecek
ulusal devletin rolünü sınırlayacak, emperyalizm sonrasını yaşayan bir dünyada
yarı özerk ekonomilerin oluşmasını sağlayacaktır. Bu gün gördüklerimizden çok
daha basit, çok daha etkili ama çok daha demokratik devletlerin kurulmasına
olanak verecektir. Bu uygarlığın kendine özgü bir dünya görüşü, zamanla, mekanla
mantıkla, kendine özgü bir savaşım biçimi vardır. Ve hepsinden önemlisi, daha
sonra göreceğimiz gibi, Üçüncü Dalga Uygarlığı üretici ile tüketici arasındaki
tarihsel kopukluğu giderecek, yarının, bu ikisini birleştiren ekonomisini
oluşturmaktadır. Birçok nedenin yanında bu nedenle de, bu uygarlık, bizim de
biraz akılcı müdahale-mizle tarihin ilk ve gerçekten insancıl uygarlığı
olabilir.” (a.g.e., 27, 28)

Elhasıl; Tarih bir ırmak gibi belirli bir yöne (denize) doğru
hep akmaktadır. Belki bazen akışı yavaşlayabilir, pek nadiren de (bir barajla)
muvakkaten durdurulabilir. Ama geriye doğru akmaz, fıtri şeriat böyledir.

Kaynakça

Akgündüz, Ahmet, Osmanlı’da Harem, OSAV Yay., İst. 1995.

Göze, A., Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, Beta Yay., İst.
1986.

Handy, Charles, Ruhun Arayışı; Kapitalizmin Ötesi, Boyner
Yay., İst. 1988.

Kennedy, Paul, Yirmibirinci Yüzyıla Hazırlanırken, T.İş
Bankası Yay., Ank. 1999.

MourIce, B.vd, Marksist Ekonomi Sözlüğü, Sosyal Yay., İst.
1977.

Mürsel, Safa, Bediüzzaman Said Nursi ve Devlet Felsefesi,
Yeni Asya Yay., İst. 1995.

Nursİ, Bediüzzaman Said, Şualar, Yeni Asya Neşr., Germany
1994.

———————————, Mektubat, Yeni Asya
Neşr., İst. 1997.

———————————, Emirdağ Lahikası, Yeni
Asya Neşr., Germany 1994.

———————————, Sünuhat, Yeni Asya Neşr.,
İst. 1995.

———————————, Münazarat, Yeni Asya
Neşr., İst. 1991.

———————————, Risale-i Nur Külliyatı
(2), Nesil Yay., İst. 1996.

———————————, Muhakemat, Sözler Yay.,
İst. 1977.

Soros, George, Küresel Kapitalizm Krizde, Sabah Yay., İst.
1999.

Toffler, Alvin, Gelecek Korkusu, Altın Kitaplar., İst. 1996.

———————, Üçüncü Dalga, Altın Kitaplar., İst.
1998.

Wallerstein, Immanuel, Tarihsel Kapitalizm, Metis Yay., İst.
1996.